heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

31 Ağustos 2010 Salı

the expendables

testosteron miktarı oldukça yüksek, fazlasıyla gereksiz bir film. ha "ulan ne bekliyordun ki" diyenler çıkar elbette. gereksiz bir film olduğunu ben de tahmin ediyordum. işe komedi penceresinden bakayım dedim. gerçi hangi pencereden bakarsanız bakın fazla eğlenemezsiniz.

filmde çok fazla kas var. artık 60 yaşını geçmiş ihtiyarlar mangası mevcut. az kalsın jason statham bile gözüme yaşlı biri gibi görünecekti.

neyse, bu 60'lık, kıçlarındaki kıllar bile ağarmış olan ihtiyar paralı askerler grubu körfezde bir ada ülkesinde mevcut askeri rejimi devirmek için cia'den para alıyorlar. cia temsilcisi kardeşimiz bruce willis. işi iki gruba öneriyor. bir grup terminatör'ün, diğeri rambo'nun. terminatör işi kabul etmiyor. iş rambo'ya kalıyor. zaten bruce ve arnold'ın tek sahnesi bu.

rambo grubunu toplayıp darbeyi yapıyor falan filan işte. arada generalin asi kızına aşık oluyor, sonra onu adada bırakıp amerika'ya dönüyor, yani tek erkek kahramanın var olduğu türden bir film işte. tek farkı herkesin yaşlanmış olması, hala daha kendi yaşlarında ama işi bırakmış kişilerden hayat dersi alması, 60 yaşında ama bir tane bile beyazı olmayan saçları, fazlasıyla abartılı kasları, dövmeler, bol kurşun. onları görünce spor yapasım geldi. çünkü onların yaşına gelsem büyük ihtimal elimde baston olur.

işiniz yoksa gidin derim, canınız sıkkınsa gitmeyin ama. daha da sıkılır. dedim ya, eğlence dozu bile az. anlayacağınız adına uygun bir film.

ivan drago hala hayvan gibi a q.

24 Ağustos 2010 Salı

mia farrow

her zaman şeytanın hizmetine amade olan bu kadın, şeytanla ilk kez, rosemary's baby adlı roman polanski filminde ahbaplık eder. filmde şeytanın çocuğunu doğurur. yani deccal'i. ilginçtir, filmde hamileliği bıyunca hiç kilo almaması gözlerden kaçmamış, akabinde harun tan'ın karısı(adı aklıma gelmedi şimdi) hamileliğinde hiç kilo almayınca bende ciddi şüpheler doğmaya başlamıştı. valla bak!

yaşı itibariyle şeytanlı, antin kuntin işlere soyunması elbette çok normal. üstelik bu film, polanski'nin hamile karısı sharon tate'in charles manson tarafından öldürülmesine de neden olacaktır. anlayacağınız gerçekten şeytanı bol bir filmdir.

şeytanın hizmetini girmekten büyük onur duyan bu kadın, yaşlandığında da the omen'in tekrar versiyonunda, damien thorn'un dadısı rolünü oynar. gençliğinde doğurduğu çocuğa bakıcılık yapacaktır. bu yaşlı teyzemize saygım sonsuzdur.
şeytandan başka yattığı kişiler de var elbette! uzun süre woody allen'in sevgilisi olarak kalmıştır. öncesinde ise frank sinatra'nın karısıdır. allen ile beraberliği ise allen'ın evlat edindiği kızla evlenmesi ile bitmiştir. kendisinin bildiğim kadarı ile 10 fazla çocuğu var. bir çoğu evlatlık. zaten o evlatlık çocuklarından birisi allen'ı kapmıştır. angelina jolie'den önce evlat edinme modasını çıkaran sanırım bu kadın.

hoş bir hatun, kocaman, feci güzel gözleri ve şahane bacakları var. bir dönem modasına ilham vermiştir. güzel giyinirmiş. öncesinde ise groupieliği bile varmış sanırım. beatles ile hindistan turnesine çıktıktan sonra sinema kariyeri başlamıştır. gerçi anne ve babası da sinemacıdır.

mulholland dr.'da bir sahne vardır hani. kadının resmini yönetmene gösterirler ve derler. "kadın bu." en sonunda yönetmen de "kadın bu" der ya işte, rosemary's baby filminde yapımcılar polanski'ye farrow'un resmini gösterip "kadın bu" demişler ve polanski kabul etmek zorunda kalmış.
bence güzel bir şekilde yaşlanan bu kadın, solgun yüzü, oldukça masum yüz hatlarına sahip olmasına rağmen gözlerinden fışkıran lavlar yüzünden fazlasıyla ateşli bir kadınmış.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

wicked game

wicked game, chris issack bandralı bir şarkı olup, kendisi bu parçayı büyük bir düş kırıklığına uğramış vaziyette, elvis'den ödünç alınmış sesi ile, ağlayarak, klasik gitar ile söyler. klibi ise deniz kıyısında geçer ve o megan fox gözlü tatlı bayana ulaşmak için çabalar, onun peşinden koşar durur. klibi zaten siyah beyazdır. kadınla sevişirlerken sarı bir renk verilir. böyle dalgalı bir deniz, beyaz donu ile kumsalda koşan megan fox(sütyeni yoktur, elleri ile kapatmıştır, namuslu bir klip işte), beyaz atletli chris, gökyüzünden bol bol bulut hareketleri, hafif ve tatlı bir esinti derken klip resmen meleklerin sevişmesi gibi duruyor. zaten kumsalda sevişiyorlar. ben hiç kumsalda, altımıza havlu koymadan sevişmedim, bilemeyeceğim, riskli bir durum var ortada, kum bu, kaçar kadının her bir yerine, olmaz demek istiyorum. neyse, chris ağbimiz şarkının sonunda tek başınadır, kadın onu terk etmiştir, ama bulutlar geçerken gökyüzünde, ona kavuşmuştur. yani bu ayrılık ancak cennete kadar sürecektir. chrisciğim şarkı boyunca hüznünü tek başına yaşar. zaten kaşları sürekli küçük emrah pozisyonundadır. hüzünlü bakar, nihat doğan gibi, valla bak. bu bulut teması da aşkın meleksiliğine bir göndermedir zaten. neyse işte, chris issack bu şarkıyı yüzde yüz saf romantikler, terk edilmişler için yapmıştır. onun söyleyiş tarzı ile beraber kadın zaten dünyaya düşmüş bir melektir(fallen angel değil), kendisi de bir melektir. iki melek birbirine aşıktır işte. bunu klibin siyah beyaz olmasından(ama tema daha çok beyazdır), kadının giydiği beyaz dondan, chris'in beyaz atletinden, kadının chris'in sırtına çıkmasından, oldukça dokunaklı dokunuşlardan, kadının dudaklarını ısırmasından, chris'in son derece acı çeker yüzüne, boynundaki altın kolyeye kadar anlarız. anlatılan aşk insanlara ait bir aşk değildir. kadın soyunurken bile striptizcileri kıskandıracak şekilde dokunaklı soyunur. göğüslerine sıra geldiğinde ise siyah iç çamaşırlarının sütyenini chris'in yüzüne atar. ardından palmiye ağacının altında sevişmeye başlarlar. bu sevişme ve aşk meleklere aittir. oysa ville bu parçayı öyle mi yorumlamıştır?
him(orjinal klip yukarıdaki değil), chris isaak'ın bu parçasının tamamen anti tezini söylemiş ve klibini çekmiştir. meleksi bir yüze sahip ville valo karanlıkta dolaşırken üşür ve ısınmak için bir striptiz bara gider. içeri girerken para öder. barda yaşlı bir kadınla konuşrken içkisini alır. striptizcinin arkasındaki him grubu elemanları ise chris gibi giyinmiş birer elvis kopyalarıdır. orada soyunan megan fox gözlü, kıvırcık saçlı bir kadının soyunması izler. şarkı sertleşmiştir bu arada. malum, klasik gitarla penis sertleşmez, o şarkılar softtur zaten. elektro gitar ile şarkı sertleşir, penis de. neyse, müziğin sertleşmesi ile beraber şarkı ruh yerine bedene hitap etmeye başlar. bu yüzden zaten sahilde değil, gecenin loşluğunda striptiz barda çekilmiştir bu klip. bizim striptizci kız, palmiye ağacına inat, striptiz direğine dayanmış ve soyunmaya başlamıştır. chris'in klibinde bir türlü görünmeyen o göğüsler neredeyse tüm klip boyunca görülür. tam bu sırada ville barda takılırken cüzdanını kaptırır. sahnede kadın üstünde kalan en son şey olan beyaz donunu da valo'nun kahve fincanının üstüne atar. donda kahve lekesi kalmıştır! striptizcinin artık her bir yanı görülebilmektedir. bu arada bir sürü iğrenç tip kadına dil atar, parmak gösterir, kaş göz işareti yapar ve sahneye para atarlar. striptizci kadın bu paraları eğilerek toplar. şarkı gittikçe sertleşirken ville elindeki beyaz donla bir ara pis bir tuvalete gider. kirli bir aynaya bakarak şarkı söylerken kadın iyice soyunmuştur. o sırada ville'nin ne yaptığını kameraların göstermesini beklemiyoruz elbette. ama tahmin edebiliyoruz. tahmin edin artık, yazdırmayın bana. daha sonra bara geri döner ve striptizci kadın onu öperken ceketinin cebinden tüm parasını alır. mama kılıklı kadına tam hesabı ödeyecekken cüzdanını ve parasını kaptırdığını anlar. badigard gelir ve sağlam bir yumruk geçirir onun suratına. "nobody, loves no one" dediğinde klüpten sürüklenerek çıkarılmıştır. çünkü paran yoksa kimse kimseyi sevmez demek istemiştir. elinde kala kala, kirli bir ayna önünde gerçekleştirdiği eylem kalmıştır.

velhasıl kelam, ville valo, bu şarkıyı kendi tarzı ile söyleyerek ve klibini çekerek, şarkının gerçek sahibi chris issack ile resmen taşşak geçmiş, itin götüne sokup çıkarmıştır. şarkıyı hayalden, bulutlardan, meleklerden, cenneten kopararak, pisliğin, pespayeliğin, rezilliğin, dolandırıcılığın, sertliğin, bacak aralarının, karanlığın, yeryüzünün ortasına indirmiştir. yani gerçekliğe.

the world was on fire and no one could save me but you.
it's strange what desire will make foolish people do.
i never dreamed that i'd meet somebody like you.
i never dreamed that i'd love somebody like you.

(dünya yanıyordu bebeğim ve beni senden başkası kurtaramazdı, aşkın benim gibi aptallara yaptığı ne garip. senin gibi biriyle karşılaşacağımı hayal etmezdim, daha kötüsü, senin gibi birini bulduktan sonra kaybedeceğimi hiç hayal etmezdim.)

i don't want to fall in love.
this world is only gonna break your heart
i don't want to fall in love.
this world is only gonna break your heart
with you. with you.
this world is only gonna break your heart

(hayır, aşık olmak istemiyorum, biliyorum, bu dünya sadece benim gibilerin kalbini kırmak için var, aşık olmak istemiyorum)

what a wicked game to play, to make me feel this way.
what a wicked thing to do, to let me dream of you.
what a wicked thing to say, you never felt this way.
what a wicked thing to do, to make me dream of you and,

(benim böyle hissetmemi sağlamak için kimbilir neler yaptın, sürekli seni düşünmemi sağlamak için ne planlar uyguladın, çünkü sen hiç böyle şeyler hissetmeyeceksin, seni hayal etmemi sağlaman ne haince bir şey)

i don't want to fall in love.
this world is only gonna break your heart
i don't want to fall in love.
this world is only gonna break your heart
with you.

(hayır, seni sevmek istemiyorum, biliyorum, bu dünya sadece benim gibilerin kalbini kırmak için var, sana aşık olmak istemiyorum.)

the world was on fire and no one could save me but you.
it's strange what desire will make foolish people do.
i never dreamed that i'd love somebody like you.
i never dreamed that i'd lose somebody like you no,

(dünya yanıyordu bebeğim ve çok canım sıkılıyordu, aşkın benim gibi aptallara yaptığı ne garip. senin gibi biriyle karşılaşacağımı hayal etmezdim, daha kötüsü, senin gibi birini bulduktan sonra kaybedeceğimi hiç hayal etmezdim.)

i don't want to fall in love.
this world is only gonna break your heart
i don't want to fall in love.
this world is only gonna break your heart
with you. with you.
this world is only gonna break your heart
nobody loves no one.

(hayır, aşık olmak istemiyorum, bu dünya sadece benim kalbini kıracak, sana aşık olmak istemiyorum, çünkü biliyorum, aslında kimse kimseyi sevmiyor.)

19 Ağustos 2010 Perşembe

beyefendi

liseden sonra çalışmaya ilk başladığımda(yaş 19) liseden sevdiğim bir sınıf arkadaşım bana(adımı sallıyorum) "ahmet bey" diye hitap edince küçük çaplı bir şok geçirmiştim. ulan 4 sene lise, 1 sene ara, tekrar görüş ve o sevdiğin insan, adımın yanına bir hitap koysun. feci bir şey, hiç sevmiyorum. küstüm zaten o çocuğa uzun süre. ciddiyim bak, konuşmadım, tavır aldım. sonra sonra beyni şarj etmeye başlayınca adımı söyler oldu. hatta bir lakap bile uydurdu bana.

neyse, seneler sonra benden yaklaşık 8-9 yaş küçük biri emrim altına girdi! bu herif de bana ahmet bey diyor. çektim çocuğu köşeye, yapıştım yakasına, dedim ki, "ulan bana ya adımla hitap et, ya da ağbi de, yoksa konuşma benimle, çek git yanımdan. ben bey değilim çünkü."

korktu çocuk, küstü sanırım bir süre! sonra alıştı ağbi demeye.

nerde kalmıştım, hah, pezevenklik müessesini anlatacaktım(pat diye girdim konuya, hah ha). bazı kelimelere takığımdır. işte bey onlardan birisi. pezevenklere de beyfendi muamelesi çekerler ve hatta bey diye hitap ederler. beyefendinin karşılığı olabilecek olan centilmen kelimesi de kadını elde etmek için yapılan çalışmaların bir bütünü sonuçta. bu işi ha para vererek yapmışsın, ha kadının altından girip üstünden çıkmışsın. sonuçta amaç aynı. neyse, başka bir arkadaşım ciddi ciddi pezevenklik müessesini kafasına takmıştı. pezevenk olmak istiyordu. valla bak. "en fazla 1 yıl arkamdan pezevenk derler, sonra hepsi bana hürmet edip beyfendi demeye başlar" dediğinde, "yavrum sen sivaslı değilsin" dedim! gerçi sivaslılara göre o meslek şehir değiştirmiş, diyarbakırlılara geçmiş, öyle derler. bu sivaslılarla ilgili durum da ilginç aslında. bu işi ilk suşehrililer el atmış. biri bu işe başlayınca akrabaları, akrabalarının akrabaları derken tüm şehrin adı kötüye çıkmış. ilginçtir, onca sivaslı tanıdım, bir sürü sivaslı ev arkadaşım oldu, bir tek askerde yamuk sivaslıya rastladım, ki o da zaten zengin çocuğuydu. neyse, o arkadaşımın pezevenk olmak istemesi ve en sonunda beyefendiye dönüşme arzusu beynimin gizli bölümlerini harekete geçirip, bey kelimesinden neden nefret ettiğime dair bilgileri ağzıma döktü. eski türk filmlerinde tüm pezevenklere beyefendi deniliyordu ve bu durum o zamanlar gözlerimin arkasına kazınmıştı. ben asla bir beyfendi olmak istemiyordum. hem de çocukluğumdan beri.

pezevenk kelimesini incelediğimizde de aynı sonuca ulaşıyoruz. kelime ermenice pozavak'dan türemiş. poz fahişe demek, avak ise bey. sanırım meseleyi çaktınız!

artık, neden sevmediğim her insana yalçın bey, mehmet bey falan dediğimi de biliyorum. hepsi ellerine fırsat geçse pezevenk olacak tipler çünkü. sevmediğim, benden büyük insanlarla da mesafe koyup, bana bey demelerini sağlıyorum. çünkü onların kafalarının içindeki bey tanımı saygın bir ifade. bendeki gibi değil. onlar bana bey derken saygı duyuyorlarken, ben onlara bey derken pezevenk demiş oluyorum. intikam soğuk yenen bir yemektir bebeğim.

birde şu var, kunteper canavarı'nın babası dünyaya geri gelmiş. ege'deki karısı 25 yıl aradan sonra onu görünce taze gelinler gibi heyecanlanıp müthiş bir laf ediyordu;

"hii, beyim gelmiş!!!"

18 Ağustos 2010 Çarşamba

hacıvat ile karagöz

kış gecelerinin ramazan eğlencelerinden birisi olan karagöz ve hacıvat'ın karagöz'ü batı trakyalı bir demirci ustasıdır. orhan gazi bursa'yı alınca şehre gelir, emriyle inşa edilmekte olan ulu caminin bağlantı demirlerini yapmaya başlar. caminin ustabaşısı olan hacı ivaz(hacıvat) ile karagöz arasında bir süre sonra karşılıklı atılmalar başlar. diğer işçiler de işi bırakıp onları izlemeye başlayınca camii inşaatı durma noktasına gelir. orhan gazi durumu öğrenince karagöz'ün boynunu vurdurtur. gözü korkan hacıvat hacca gitmek üzere yola çıktığında yolda eşkiyalar tarafından öldürülür. en sonunda yaptığından pişmanlık duyan orhan gazi ikisinin de ölümüne üzülür ve ikili arasında geçen konuşmaları şeyh küsteri adlı birisinin bildiğini öğrenir. şeyhde aydınlatılmış bir perdeye ikisini yansıtarak konuşmaları eğlenceli söyleşilerine tekrar devam eder.

ben küçükken tv'de hacivat ile karagöz'ü gördüğümde korkardım. bir defa tipleri beni korkuturdu, sonrada konuşmaları. vıy vıy vıy, bıy bıy bıy ne lan...

aslında hacivat ile karagöz'ün yukarıda anlattığım hikayesinin masal olduğu bilinir. gerçeğinde durum başkadır. yavuz sultan selim, mısır'ı aldığında kahire'de gösterilen gölge oyunlarını çok beğenir ve oğlu süleyman'ı eğlendirmek için iki ustayı istanbul'a getirir. ustarın halka da gösterilerde bulunması sonucu ünleri hızla yayılır ve hikayesi uydurulur. içine kürt, arap, boşnak, yahudi, çerkez vb. bir sürü karakter katılarak herkesin dikkatini çekmeyi başarır. öldürüldükleri doğru değildir, çünkü zaten yaşamamışlardır.
daha ilginç olan durum ise oynanan oyundur. bir ingiliz seyyah, kanuni zamanında istanbul'a geldiğinde bu oyunu görür ve oldukça ürker. çünkü oyunda hacıvat ile karagöz'ün penisleri de vardır ve birbirlerine küfredip duruyorlardır. üstelik bu oyunu çocuklar da izlemektedir.

oyundan küfrün ve edebsizliğin(!) kaldırılması abdülhamid'in eseridir. babası abdulmecid zamanından beri ingilizlerin püriten ahlakını benimseyen osmanlı üst yönetimi, bu ahlak uyarınca bu tür şeyleri yasaklar, eşcinsellik ayıplanmaya başlanır, hatta nasrettin hoca'nın ayıp fıkraları bile temizlenir.
şebnem dönmez'in kasıntı oyunculuğu ile biraz gölgelense bile ezel akay'ın hacıvat ve karagöz neden öldürüldü adlı filmi çok iyinin de ötesinde bir mükemmelikte. sahne, şu, bu çok hazırlanmış, ayşen gruda'dan haluk bilginer'e kadar hemen her oyuncu müthiş oynamış. senaryo çok iyi bir defa. senaryo içindeki hikayeler müthiş. türklerin müslümanlığa geçişi çok güzel anlatılmış. devlete gelir sağlamak için pervane'nin anlattığı rüşvet hikayesi, hacıvat'ın kendini kurtarmak için kıvırmaları falan, gerçekten bence müthiş bir filmdi.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

çook saaolunn

teşekkür ederim, koskoca sağol kelimesinin yanında küçük bir kız çocuğu gibi kalıyor bence. hani birine minnettar kalırsınız ya, hah işte o zaman kullanılabilirsiniz teşekkür ederimi. gerçi arapça aslı taşakkur. ama taşakkur edemezsiniz! neyse, zaten teşekkürün piyasası da iyice düştü. nerede kızsal bir durum var(mesela yukarıdaki kart gibi) orada teşekkür vardır. öyle her mekanda, olur olmaz zamanlarda kullanılması son derece sakıncalı aslında. hatta teşekkür ederim demek bir erkek için oldukça zor. oldukça efemine bir laf. bu biraz kelimenin kendisinden kaynaklanıyor. tamamen ince seslilerden oluşmuş. erkek dediğin ince sesli kelimelerden de sakınır!

oysa sağol öyle mi? kaan tangaözü mesela, "çok saaolunn" yerine, "çok teşekkür ederimmm" dese gider mi hiç? "ahaha, orada da yumuşak g var" demeyin sakın! yumuşak g kelimeyi yumuşatmaz hiçbir zaman. olduğu heceyi uzatır. uzunluk bir erkek için gerekli olan bir ölçüdür! eşcinsel erkeklere bakın mesela, hepsi teşekkür eder, hiçbiri sağol demez. travestilerden bahsetmiyorum. onlar tabiri caiz ise her yerinize koyar geçer.

bunun yerine eyvallah demek de güzel. "nasılsın" sorusunun karşısında "eyvallah" demek iyidir. hem "sen nasılsın" deme zahmetinden de kurtulmuş oluyorsun. aslında bu kelimenin gerçek anlamı "yeminle evet" demek. anlam kaymasına uğramış görünüyor.

hem teşekkür ederim daha çok postacılar için uydurulmuş gibime geliyor. şarkısı bile var!

bunun özür dilerimi de var. kim, neyden özür diler yahu, geçmiş gitmiş bitmiş işte. özür dilesen ne değişecek. asıl önemli olan aslında özür dilerim demek zorunda kalmamak. neyse, bu özür dilerim yerine kullanılacak bir kelimeler bütünü de var elbette. o da; kusura bakma. bu cümlede "bir bok yedim, ama salla gitsin" anlamı mevcut. hem özür dilemek, sık sık özür dilemek oldukça aşağılık bir durum. hatta yalaka davranışı. kusura bakma de, geç gitsin.

13 Ağustos 2010 Cuma

200 üncü kişi


blogda an itibariyle 199 kişi var. 200 üncü kişiye benden beş bira çalışacak. ciddiyim bak. ikiyüzüncü kişi çok şanslı çok!!

tarihte 300 spartalı varsa, blogda da 200 blogger vardır!!!

ek: 200 üncü kişi niyetli olduğundan dolayı içmeyeceğini beyan etmiştir. bu sebeple bira ısmarlama işi yatmıştır. herkese geçmiş olsun!!

12 Ağustos 2010 Perşembe

dark secret love

sevişirken sevgilinizin kulağına söyleyeceğiniz en güzel parça hangisidir diye sorarsanız bana(sorun hadi, çekinmeyin!) kesinlikle dark secret love derim. tek geçerim. ville valo ile parçada vokal yapan hanım kızımızın birbirlerine kısık sesle i love you demeleri bile tahrik sebebi olabilir. bu kadınlar ve eşcinsel erkekler için ville olabileceği gibi, erkekler için de o hanım kızımızdır. o nasıl bir i love you demektir yarabbim, bir fransız kadının je t'aime demesi bile bu i love you demenin yanında boş kalır, o derece! belkide o vokaldaki hanım kızımız bir fransızdır. neyse, şarkıyı tüm patetik ilişki sahipleri için kendimce çevireyim;

for a moment the world turns its back
and you let me come closer
though the hearts were filled with fear
for this dark secret love

(bir dakikalığına dünya geriye dönse ve o ana geri dönsem, seni kendime yeniden çeksem, kalbimiz hala kötü düşüncelerle doluyken, aşkımız, karanlık ve gizli aşkımız)

oh let the world turn its back
and please let me come closer
though the hearts filled with fear
for this love

(ahh, dünya keşke geri dönmüş olabilse, ve sen tekrar benim yanımda olsan, ama bu aşk için ikimizinde kalbi korkuyla dolu)

our 666 has got a name
we burn in its flames again and again
for it is our
dark secret love

(bizim kötülüklerimizin adı var, bizim gizli aşkımızın, şeytana satılmış ruhumuzun aşk ateşinde tekrar tekrar yanması var)

"Set me as a seal upon thine heart,
as a seal upon thine arm,
for love is strong as death
jealousy is cruel as the grave.
The coals thereof
are coals of fire,
which hath a most vehement flame."

(beni, kalbinin üstüne bir mühür gibi vur, kollarının üstündeki dövmeler gibi çıkmayayım, benim aşkım ölüm kadar güçlü olsun sende, kıskançlığım ölüm kadar zalim, ateşi yakan kömürler, içimdeki ateşi de yakan bu aşk kömürleri)

i love you - i love you
i love you - i love you
i love you - i love you

(kollarımın arasındasın ve seni sımsıkı sarıyorum, yatakta altımdasın ve seni seviyorum - seni seviyorum)

for a moment the world turns its back
and you let me come closer
though the hearts touched with joy

(bir dakikalığına dünya keşke geriye dönse, sen bana geri dönsen, kalbim neşeyle dolsa)

our 666 has got a name
we burn in its flames again and again
for it is our
dark secret love

(bizim aşkımızın adı var, bizim aşkımızın adı 666, biz onun aşk ateşinde, sürekli ve sürekli yandık)

11 Ağustos 2010 Çarşamba

hazza ulaşmak ne kadar zor ulan!!


bedenini sekiz saatlik iş işkencesinden sonra mutlu etmenin yolu iyi bir yemek, iyi bir kitap veya film ve sevgilinin huzurlu kolları arasında iyi bir sekstir. bu üçünü yerine getirebilen insan mutlu, mesut ve bahtiyardır. bu üçünden birini bile yerine getiremeyen insan ise ertesi gün sinir küpü şeklinde dolaşacaktır. bu yazı, bu üç ihtiyaçtan biri olan seksi elde etmenin zorluğu üzerine bir denemedir!

öncelikle;

seksi "iki türü vardır" şeklinde sınıflandırıp, el ile ve karşılılı diye adlandırmak saçma. dünya acayip çeşit insanlarla dolu. sadece porno izlerken zevk alabilen insanlar var. bu kişiler için porno bir seks türüdür. hatta romantik komediler üzerine izlenebilecek hüzünlü filmlerdir! romantik komedi dediğimiz şey aslında pornonun soft çeşidinden başka bir şey değildir. hatta romantik komediler masaldır aslında. gerçeği ise pornodur. sevişme dediğimiz şey çoğunlukla porno görüntülerinden başka bir şey değildir. romantik komedilerdeki sevişme sahneleri ise kusura bakmayın ama sahtekarlıktır. öyle bir anlatıyorlar ki, ses sese karşı adlı romanda belirtildiği gibi sanki bir kadınla yatmıyorsun, iki melek el ele tutuşmuş. bir kadınla yatıyorsan eğer bir kadınla yatıyorsundur. o kadın kanlı ve canlıdır, sadece ruhu vardır, sadece bedeni vardır diyemezsin. ikisi birden vardır. türk kadınları o filmleri izleyip o şekilde sevişmeyi istemiyor mu, gıcık oluyorum. kendisinin hoşlanacağı sevişme pozisyonlarını bile filmlere göre belirleyebiliyorlar.

neyse, konu kaydı, seks çeşitlerinde kalmıştık; insanlar tuhaf harbiden, bisikletinin selesiyle, arabasıın koltuğuyla ve hatta cansız mankenlerle, hayvanlarla seks yapanlar bile var. paralı seks bile başlı başına bir seks çeşidi. sonuçta parasını verdikten sonra istediğini yapmakta özgür hissediyorsun kendini. çünkü kendi partnerin ile yapamayacağın, izin vermeyeceği, korkacağı, kaçacağı, senden iğrenebileceği bir sürü pozisyon var. bunlara meydan vermemek için paralı sekse yönelebiliyor erkek.

kadınlar arasındaki gerzek rekabeti de anlayabiliyorum. bir çok kadın için erkek, güç sahibi kişidir. bu güç çoğunlukla para ve şöhrettir, kısmen yakışıklılıktır. karizma dediğimiz şey ise bahsettiğim güçten başka bir şey değildir. gerçi karizma da cinsel çekicilikten başka bir şey değil. yani olay, o erkeği, çok fazla kadının elde etmek için yanıp tutuşması, ama sadece o kadının, tüm hemcinslerine baskın çıkarak kapaklamasıdır. bunun için de kendilerinde olan olmayan her türlü duygularını, kendilerini güven sahibi göstermek için dışa vurup duruyorlar. bu duruma örnek olarak gazetelerin magazin eklerine bakabilirsiniz.

kadın erkek ilişkilerinde ise acayip bir güç(yukarıda bahsettiğim güç değil) ilişkisi var. iki tarafta heveslerini aldıktan sonra biri diğerine bağımlı hale geldiyse o ilişki bitiyor. bitmeyen durumda ise iki tarafta kendisini onun yanında daha güçsüz görüyor ve bu durumu ona belli etmiyor. eğer bu güçsüz görünme hali diğer kişiye yansırsa o ilişki bitiyor. ezik modunda kalıyor diğer taraf. bu yüzden bu güç ilişkisini mükemmel şekilde idare eden çiftler harbiden sonsuza kadar mutlu oluyor. mesele sadece o ince çizgiyi asla geçmemek, o çizgi üzerinde yürümek. çünkü neredeyse her insan, kendisinden daha güçlü kişiliğe sahip kişilere aşık oluyor. önemli olan, kendi sevgini diğer tarafı bunaltacak, onu hakim gösterecek şekilde kullanmamak. çünkü bazen tek bir laf, hareket her şeyi, tüm geçmişi silip atabiliyor. bu yüzden bu aşk denilen saçmalığa düştükten yapılacak olan şey kendi çizginizi çekip, o çizgi üzerinde devam etmektir. iki taraftan biri o çizgiyi aşarsa, misal daha çok sevdiğini sanıp buna göre davranırsa, olacak olan şey, karşı tarafa yakınlaşmaktan çok uzaklaşması olacak.

gerçi mükemmel ilişki sadece filmlerde oluyor, gerçek hayatta çok zor. bu yüzden millet hevesi aşk sanıp, defalarca aşık olduğunu zannediyor. işin esası sanırım karşılıklı saygı ve güvendiğini söylemeden, lafını bile etmeden güvenmek.

peki bu noktaya nasıl gelindi? yeni nesil kadını belirleyen iki dizi vardır. bu ally mcbeal ve sex and th city. bu iki dizi, kadınların nasıl olması gerektiğini tüm kadınlara sundu. en feminist kadın bile sex and the city'deki şu kızıl saçlı hatun gibi olmak istedi. bu tür dizileri hiç beğenmeyen, salakça bulan kadınlar bile bu dizilerdeki kişilerle kendilerini eşleştirdiler. sonuçta kapitalizmden nefret etseler bile onu boyun eğdiklerinin farkına bile varmadan ona boyun eğdiler. kapitalizm din gibidir ve hayatın her anına sızarak, kıçınızı sileceğiniz markayı bile belirler.

ya bu dizilerden önesinde ne vardı? elbette aşk romanları. eski kadınlar bilmem kimin aşk romanları ile romantik hayallere dalarmış. belki romantiklik kadınlar için gerekli bir şey, olmazsa olmaz, düşünmedim bak bu kısmı, bir ara düşüneyim. neyse...

ilginçtir, doğada süslü olan daima erkektir. erkek geyiğin boynuzu, erkek aslanın yelesi, erkek tavus kuşunun gösterişli tüyleri vardır. dişiler ise daima ve daima çirkindir. hiçbir özellikleri yoktur. bunun nedeni ise erkeğin seçilen, dişinin seçen olmasıdır. erkek seçilebilmek için, kendisinden devam edecek neslin mükemmel olacağını ispat etmek için tüylerini kabartır, diğer erkeklerle kavga eder, kazanır ve hedefine ulaşır. dölleme eylemi bittikten sonra da kaçar gider.

insanda ise durum tam tersi. kadın süsleniyor ve erkekler seçiyor. erkek, seçen rolüne büründüğü için de insan nesli büyük bir tehlike içindedir! erkek neredeyse her zaman hanzo olduğu için seçimindeki tek kriter vücut ölçüleridir. bir filmde geçiyordu sanırım, her güzel kadını becermekten bıkan muhakkak bir erkek var diyorlardı. neslimizin sonu da işte bu yüzden gelecek. kendisini güzel giyinmek konusunda saplantılara kaptıran kadınların kendilerini geliştirmek için fazla vakitleri kalmadığından eninde sonunda olacak olan şey sıradanlaşmalarıdır. bu sıradanlık yeni nesle de geçecek ve onların çocukları da sıradanlaşacaktır. işte bu yüzden, bu güzellik tutkusu yüzünden o kadınların metroseksüel erkek çocukları olmuştur. metroseksüel dediğimiz kişiler, hayatları boyunca çalışmadığı için bir sürü boş vakti olan ve bunu anneleri gibi güzelliklerine ayıran erkekler topluluğudur. çünkü bu kişilerin babaları yanlarında olmadığından(annesinden daha genç birine tutulmuştur) annelerini örnek alırlar ve kaçınılmaz son gerçekleşir. bunların tüm suçu hep o aşk romanlarıdır. şimdi ise aşk romanları yerine dizi ve filmler aldı. siz asıl 30 yıl sonraki nesle dikkat edin. onlar hepten uçacak!

yalnızlık demişken, yalnızlık lüks ve pahalıya mal olabilecek bir tercihtir. herkes yalnız kalamaz. bu güzellik tutkuları uğruna sıradanlaşan kadınların kocaları onları 35'inden sonra terk etmeye başlayacağından(çünkü dipten yeni nesil çıtırlar çıkmıştır) 50'sinden sonra elini tutacak bir tane bile erkek kalmayacaktır. tüm hayatını güzellik üzerine kurmuş olan kadın, bu sefer de 50 yaşında olan, ama hala güzel kalan kadınlara özenecek ve kapitalizm kölesi olmaktan bir türlü kurtulamayacaktır.

kadının esas belirleyici olayı güzellik olsa da erkekte yakışıklılık bir yere kadar bir kritertir. sırf yakışıklılık bir kadını çekmek yeterli bir kriter değildir. alan deloin'dan daha yakışıklı binlerce amele vardır, ama evli değillerse hepsi ellerine talim ediyordur büyük ihtimal. sonuçta bu güzellik kriterleri neredeyse benzer olduğundan dolayı birbirine benzeyen milyonlarca kadın var ve o milyonlarca kadını elde etmek için saçlarına jöle sürüp dikleştirip, kafalarını penislerine benzeten yüzbinlerce erkek. hepsi birlikte gerçek bir zavallılık sürüsünü oluşturuyor.

ben şu an türk toplumunun tam geçiş arefesinde olduğunu düşünüyorum. annelerine benzeyen dolap gibi kadınları isteyen, ama bununla da tatmin olmayacağını bilip annelerine benzemeyen yumurta karıştırıcısı gibi kadınları da isteyen erkekler ve bu kalıba bir türlü uymayan türk kızları. "benden önce hiçbir şey yapmasın o kadın, kültürlü ve sağlam olsun, ama ben istediğimi yapayım onunla" deyip geçiyorlar. kadınlar da bu ikilemde zaten. iki, üç nesil sonra her şey yerli yerine oturur gibime geliyor.

kadın ise, hala daha gücü elinde bulunduran erkek için güç simgesi olmaya devam ediyor. bu yüzden kadının mal gibi kullanılması, meta olarak görülmesi normal. neyse, erkek egemen sistem var olduğu sürece kadının kullanılmasının önüne geçilemeyecek. çünkü seçen daima erkek olarak kalacak. sovyetlerde eşitlik adına hem kadına, hem erkeğe boş ol hakkı verildiğinde bunu en çok kullanan ve kadınları kucaklarında çocukları ile bırakan kişiler erkekler oldu. süreç yine değişmedi. seçen erkek olmaya devam etti.

tüm bu ahval şerait içinde dahi erkek olmaktan çok insan olmayı içselleştirmiş erkeklerin hiç şansı yok. kadınlar bu kişilere naif, efemine görüyor. tercih etmiyor doğal olarak. ve hatta 30'lu yaşlardan sonra son şansları olarak görüyorlar. bu yüzden bu düzen uzunca bir süre sürüp gidecek.

hepimiz zaten öleceğiz. bu siktiri boktan kadın-erkek elde etme rekabeti neden var, anlamdırabilmiş değilim. önemli olan tek şey hazzın kendisidir. aşk bile bu hazzı artırmak için vardır.

10 Ağustos 2010 Salı

inception


eğer bazı düşündüklerimi senaryoya döksem ve noterden onaylatsam, bu film için "fikrimi çaldılar" lafını rahat rahat kullanırdım. ben bunu düşünmüştüm, başkalarının rüyalarına bilinçli olarak dalarak kendi fikirlerimi onlara empoze etmeyi düşünmüştüm. bu iş için en önemli şartın da kendi rüyalarımda, rüyada olduğumu bilmek zorunda olduğumu düşünüyordum. yani lucid dreaming. ancak bu seviyeyi geçtikten sonra başkalarının rüyalarına sızabilirdim. kendi rüyalarınızı kontrol etmek öyle zor şey değil zaten. yatmadan önce kendinize yapacağınız sıkı telkinler ve rahat uyku ile bunu siz de gerçekleştirebilirsiniz.
şöyle düşünmüştüm, rüyada her şey yapılabiliyorsa eğer ve rüyada olduğumu biliyorsam, onun rüyasına girmek için önümde bir engel kalmaz. bir yere kadar gitmiştim aslında! yani rüyalarımda rüyada olduğumun bilincindeydim, işi bozan ise gerçek hayatta kontrol edemediğimi düşündüğüm o kişiyi rüyalarımda da kontrol edememem oldu. gerçek hayatta kontrol edemiyorsam, rüyamda da kontrol edemem. sinir bozucu bir durum. artık uğraşmıyorum.
filmi izleyince öyle orjinal bir şey olmadığını görmek, hatta kendi düşündüğümle alakalı olarak karşılaştırma yapmak ilginçti. benim düşündüklerim kesinlikle daha orjinaldi! benim hiç düşünmediğim şey ise işin görsellik boyutuymuş.
rüya dediğimiz şey bilinçaltının size oyunundan başka bir şey değildir. ahmet oktay'ın "enis batur'a" diye belirterek yazdığı bir şiirinde "ey hafıza! kanıyor / ne varsa süzdüğün." satırlarında belirtir bu durumu. unutmak istediklerimiz rüyalarımızda karşımıza çıkar. hafızamızdaki acı olaylar bize kan kusturarak rüyalarımızda hortlar. bu, bir biliç rahatlamasıdır. kötü rüyalarınızın(kabus değil) çoğunun stresli ve hastaklı zamanlarda olduğunu bilirsiniz. stres seviyeniz yükseldiğinde bilinciniz harekete geçiyor ve bir termostat gibi seviyeyi düşürüyor. o rüyalar olmasa bilincimiz huzur bulamaz.
freud rüyalarımızda gördüğümüz herkesin, aslında kendimizden başkası olmadığını söyler. sizin o gördüğünüzü sandığınız kişiler onların yansımalarından başka bir şey değildir. yani ben gerçek hayatta birini kontrol edemiyorsam ve bunu bilinçaltıma itmeyi seçiyorsam, rüyamda bunun yansıması görülür. kontrol hala daha yoktur. siz birinin rüyasına girdiğinizi sandığınızda olan tek şey kendi rüyanızı görüyor oluşunuzdur. kendi bilinçaltına ittiğiniz olaylar karşınıza çıkar. o kişinin fikrine yeni bir tohum ekemezsiniz. o herifin beynine girdiğinizde olacak tek şeyi being john malkovich anlatmıştır. john malkovich, kendi beynine girdiğinde olanı hatırlayan. bir sürü malkovich var ve hep "malkovich" diyerek anlaşabiliyor.
onu da geçtim, rüyalar konusunda waking life varken, abre los ojos çekilmişken, lost'da black smoke sırf bu sayede insanları yönlendirip dizinin altı sezon sürmesini sağlarken bu filmin lafı bile yapılmaz. görsellik dışında ne gibi bir orjinalliği var ki bu filmin, insaf edin, bu konuyu ben bile düşünebiliyorsam gerisini varın siz tahmin edin.

üstelik bir rüya en fazla 12 saniye civarıdır. dakikalarca sürmez.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

anladın sen onu!!


bu bir şifreli mesajdır. şimdi arkadaş casuslar çalışırken ve bir mesajı şifrelerken kitap kullanırlar. mesela hakan günday'ın kinyas ve kayra'sı olsun kitabımız. ajan o kitaptan sayfa ve satır sayısı vererek önemli bilgiyi şifreler. şifreyi çözmek imkansızdır. çünkü önce o kitabı bilmek gerekmektedir. sonra o sayfalara ve satırlara bakılarak cümle ortaya çıkabilir.

"anladın sen veya anladın sen onu" böyle bir şifreleme bile değil arkadaş. avrupa yakası'nın kapıcısı gaffur'un kankasına söylediği bu cümle, şimdi orada burada herkesin gözü önünde birileri bir şeyler yaparken söyleniyor veya yazılıyor. sadece söylenen kişinin anlaması gerekiyorsa neden herkesin gördüğü yerlerde yapıyorsun, herkesin olduğu yerde neden böyle şifreli konuşuyorsun anlamıyorum. tamam, ben bir salağım, anlamıyorum ve belki bunu yüzüme vurmak istiyorsun. pehhh!! zeka seviyesi gaffur karakteri çerçevesini geçemeyen dangalakların yeni bir icadı daha işte. gerçi bu laf gaffur'dan önce de vardı. neyse işte...

sanırım bir tek ben anlamıyorum. anlasam "anladım ben" diyeceğim ama yok anlamıyorum. sanırım çok cahilim. çünkü herkes "kih kih" gülerken ben aval aval bakıyorum. bu cümleyi gizli bilgilerin ele geçirilmesini önlemek veya benim gibi o ibareyi gören kişilere "ahahaha aptala bak, anlamamış" demek için koyuyorlar, söylüyorlar. iki kişi arasındaki şifreli mesaj ise anlamama gerek yok. ama o zaman koymayın kardeşim o ibareyi. gerçekten anlamıyorum. sanırım anlıyorsunuz beni, anlamıyorum a q. kafam karışıyor. "acaba şair burada ne demek istedi?" sorularına dönüyorum, öys geliyor aklıma. kötü yıllardı..

"2009 yılındayız. 2009'un sıfırlarının üzerine çarpı koyun, atın. İki sıfırı kaldırdık. Ne kaldı 29. 11 ile 29'u toplayın ne oldu, 40. Milliyetçi hareketinin 40. yılı. Bunlar tesadüf olamaz!!"

ya ya böyle işte, bahçeli de "anladın sen onu" demişti. ama bana bir türlü nasip olmadı anlamak. bir allahın kulu da anlamış değildir sanırım.

sibel can'ın(ki kendisi her türlü ismin sonuna can gelmesinin baş müsebbibidir!) anladın sen onu adlı bir şarkısı da varmış. gaffur ve sibel can'ın mantık seviyesi diyeyim bari!!

6 Ağustos 2010 Cuma

zaytung

şu dünyada japon turistler bir, biz de iki olduk sayelerinde. istanbul'da otun bokun fotoğrafını çeken dallamalar için zaytung'un rehberliğinde bir dergi hazırlanmış! muhakkak edinin!

3 Ağustos 2010 Salı

sudetenland

bugünkü çek cumhuriyeti'nin kuzeyinde ve batısında bulunan, ikinci dünya savaşından önce geniş alman nüfusu bulunan bir bölgedir. 1935 civarlarında bu bölgedeki yüksek alman nüfusu bahane eden naziler tarafından istenmiştir. ikinci bir savaşa hala daha hazır olmayan fransa ve ingiltere de bu durumu desteklemiş ve bölgeye önce otonomi verilmiş, akabinde nazilerin işgaline göz yumulmuştur. savaştan sonra ise tekrar birleşen çek ve slovaklara verilmiştir. savaş sonrasında çekler burada yaşayan almanlara büyük eziyetler çektirmişler ve hepsinin almanya'ya göçmesine neden olmuşlardır. çek cumhuriyeti, ab'ye girmeden önce bu olaydan ötürü almanlardan özür dilemiştir.

bu bölgedeki alman ve çeklerin arası birinci savaştan beri açıktır aslında. o zamanlar avusturya-macaristan imparatorluğuna bağlı olan bölgedeki almanlar doğal olarak merkez devletlerini destekliyorlardı. çekler ise rusya taraftarıydı. üstelik bolşevik ihtilalinden sonra serbest bırakılan savaş esirlerinden oluştrulmuş çek ordusu almanlara karşı savaşmıştır. savaş sonrasında ise çekya'da büyük buhrandan en çok etkilenen kesim, sanayileşmesini tamamlamlış bu bölge idi. bu durum, almanlar ile çek yönetimi arasında itilafları iyice artırmıştır.

en sonunda bu bölgede kurulan nazi sempatizanı alman partisi almanca konuşanların çoğunun oyunu alır. çekya'nın ikinci partisi olur. hitler'in 1938'de avusturya'yı ilhak etmesinin ertesinde bu almanların partisinin lideri ile hitler arasında yapılan görüşmede nüfusunun yarısından fazlasının alman olduğu sudetenland bölgelerinin almanya'ya bağlanması kararlaştırılmıştır. ancak çekya'nın toprak bütünlüğünü ilk baştan garanti eden ingiltere ve fransa, 1939'daki görüşmeler sonucunda olan biteni kabul etmek zorunda kalmışlardır.
birinci dünya savaşının bitiminde çizilen salakça sınırlar neticesinde çekostovakya'ya kalan bu bölge, almanya - avusturya birleşmesinden sonra nazilerin iyice güçlenmelerine, pervasızlıklarını doruk noktasına taşımalarına neden olmuştur. naziler bu cesaretleri ile polonya'ya kalan silezya ve prusya gibi eski alman bölgeleri ve doğu prusya ile birleşmek için danzig koridorunu ele geçirmek istemişlerdir. hitler, polonya'nın toprak bütünlüğünü garanti eden ingiltere ve fransa'nın, almanya ile bir savaştan çekindiklerinden bu oldu bittiye de göz yumacaklarını düşünmüştür. akabinde polonya'ya da girmiştir. hemen sonra ingiliz ve fransızlar, almanya'ya karşı savaş ilan etmiştir. bu üç ülke savaş halinde olsa bile almanların fransa'ya girmesine kadar aralarında çatışma çıkmamıştır. yani hitler fransa'ya girmese büyük ihtimal danzig koridoru da almanlarda kalırdı.

bu bölgenin bizim için önemi ise hatay'dır. yine aynı yıllarda mustafa kemal hatay'ı türkiye'ye bağlamak için uğraşmıştır ve ismet paşa'nın tüm muhalefetine rağmen bu hedefine erişmiştir. hatay'ın türkiye'ye bağlanmasında kullanılan yöntem de sudetenland'ın almanya'ya bağlanmasında kullanılan yöntem aynıdır. olası savaş öncesi karşısına türkiye'yi almak istemeyen fransa duruma sesini çıkarmamıştır. ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim, hatay'da bir süre yaşamış biri anlatmıştı, hatay'ın türkiye ile birleşmesi halk oyu ile oldu. 150 yıl sonra bir seçim daha olacakmış ve halka yine sorulacakmış, "türkiye mi, suriye mi yoksa bağımsız mı olmak istiyorsunuz?" diye. 150 yılın sebebi ise ilk seçimde yaşayan hiçkimsenin kalmaması gerektğiymiş. doğru bir bilgi midir, meraklar içerisindeyim kaç senedir.

(bir kısım bilgi vikipedia'dan alınmıştır)

2 Ağustos 2010 Pazartesi

mükellefiyet


toplum olarak kendimizle gururlandığımız konulardan birisi kölelik mevzudur. sanırızki osmanlı köle ticareti hiç yapmamıştır. oysa durum hiç de öyle değil. kafkasya ve habeşistan'dan köleler bol bol gelirmiş. özellikle anapa kalesi, sırf bu iş ile ilgilenmiştir zamanında. tabii durum dışarıdan gelen kölelerle sınırlı değil. kendi içimizde de köle gibi kullandığımız insanlar mevcut. mesela madenciler.

mayıs ayıydı sanırım, tam da bu grizu patlaması ve kader sözlerinin edildiği zamanlar işte. hürriyet gazetesinde bir kitap tanıtımı vardı. kitabın adı mükellefiyet. metin köse yazmış. kendisi de bir madenci çocuğuymuş zaten. kitabı da germinal'den esinlenerek yazmış. neyse...

metin köse'nin o tanıtım yazısında anlattığına göre zondukdak'ta son 60 yılda neredeyse 4000 madenci hayatını madenlerde kaybetmiş. 400 bin de yaralı var. 143 yıldır zonguldak'ta maden çıkarılıyor ve bu kişilerin kaderi feci şekilde acılarla dolu.

bizim kömür tarihimiz de ilginçmiş. 1867'de padişah buharlı gemi ile silivri'ye giderken geminin odunu biter. dalgalar yoğunlaşır ve padişahın saltanat kayığını, içinde çok sevdiği bir elması olduğu halde batar. padişah duruma çok içerler ve kömür arama çalışmaları başlar. o sıralar gemiler ingiltere'den geliyor. elbette kömür de. ilk maden ekibi de ingiltere'den gelir.

zongulgak'da kömür çıkartılmaya karar verildiğinde ilk denemeler verimli olmaz. çünkü madenciler sırbistan, dalmaçya ve karadağ'dan gelen taş ocağı işçileridir. en sonunda padişah kaptan-ı derya'yı yanına çağırır ve kömürü kendilerinin kullandığını, çıkartmakla da kendilerinin görevlendirildiğini söyler. kaptan paşa birini ereğli sancağına maden bakanı olarak atar. paşa gelir gelmez hemen bir yüz maddelik nizamname hazırlar. buna göre ereğli sancağı 14 kariyesi köylerinde yaşları 13 ile 50 arasında olan erkelerin sağlam olanları kazmacı, kürekçi, katırcı olacaktır. muhtarlar köylüleri ocaklara taşımakla sorumludurlar. kozlu madeni 60 km olduğundan ve insanlar yürüme gittiklerinden 12 günlük vardiyeler halinde çalışmaya başlarlar. mesailer gün doğumundan gün batımına kadardır. başlarında jandarma vardır ve kaçmak suçtur.

nizamnamenin bir başka maddesinde de ancak çalışamaz duruma gelenlerin köylerine temelli döneceği belirtilmiştir. işçiler dayanamadıkları noktada kaçmak için el ve ayaklarını kesmeye başlarlar. kaçanlar ve yataklık edenler ise ibret için iki kat fazla çalıştırılacaktır. madencilerin kölelerden hiçbir farkı yok anlayacağınız. elbette para veriliyor. günde iki kuruş. kazma, kürekleri kırılırsa bu paradan kesiliyor. ama paralar zamanında verilmiyor. verildiğinde de köylerine dönerken yolda eşkiyalar önlerini kesip paralarına el koyuyor. madenlerden gelen paranın bir kısmı ise mekke ve medine'de yanan kandillerin yağ parası olarak değerlendiriliyor. işçi ellerini keserken elde edilen para ile yağ alınıp mekke'de kandil yakılması büyük iş tabii! bununla övünmek de cabası.

zonduldak'ın adı ise ingilizce-türkçe kırma bir kelimeden geliyor. ingilizler o bölgeye zone-göldağ derlermiş. zamanla şehrin adı da zonguldaklaşıyor. tabii iğrençlikler sadece bununla sınırlı değil.

1957'de dedeoğlu köyü bir grizu patlamasında yokolmuş. tüm erkekleri ölmüş. madenin sahibi şirketin yaptığı ilk iş ise köye cami yapmak olmuş. ecevit'i çok sevmelerinin nedeni de sendikaya ecevit'in onay vermesi. hem de chp'lilere rağmen.

tabi bilgiler bununla sınırlı değil. bir ara zonguldak'taki insanların ortalama ömürlerinin 50 küsür yıl olduğunu okumuştum. büyük çoğunluğu akciğer kanserinden gidiyormuş. zaten bu yüden yıpranma payları var. 12 ay çalışıp 18 ay emeklilik primi ödüyorlardı. hala öyle mi, bilemeyeceğim.

birinci savaşta ise zonguldak ile istanbul arasında karayolu bağlantısı olmadığından kömür istanbul'la gemilerle taşınırmış ve bu gemiler de ruslar tarafından batırıldığından istanbul ahalisi soğuktan donmuş. çünkü doğu karadeniz'den odun da getirilemiyordur. üstelik yiyecek de yoktur. zaten bu yüzden millet erkek çocuklarını laleli'de para için pazarlanmasına göz yummuştur. açlık ve sefalet o dereceye varmıştı çünkü.

türkiye'de 19.yy'da durum buyken avrupa'da farklı değil elbet. vahşi kapitalizmin en fazla vurduğu işçilerdendir madenciler. çoluk çocuk çalıştırılırlar. zamanında seyrettiğim bir filmde de ingiliz madencilerinin hali yansıtılıyordu. şirket onlara evler yapmış. oralarda kalıyorlar ve kraliçelerine son derece bağlılar. her pazar kiliseye gidiyorlar. propaganda filmi gibi bir şeydi. sanırım madencilerin olması istenen kaderi böyle bir şey.
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.