heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

30 Eylül 2010 Perşembe

an/anu

sümer'de en büyük tanrının adı an'dır. babil ve asurlular ise ona anu adını verir. hem kız kardeşi hem de yasal karısının adı ise her medeniyette antu'dur ve 12'lik konseyde ikinci sıradadır. sümer mitolojisinde an'ın karısı olma dışında bir faaliyeti görünmemektedir. an'nın sembolü ise bir yıldızdır. şeklini tarif edersem size + ile x'yı iç içe koyun ve sekiz çubuklu yıldızı görün derim size. bu simge yazının icadından isa'nın zamanına kadar daima tanrılarının adlarının öncesine koyulmuştur.

şekilde an'ı görürüz. ayaktaki iki kişinin başlarının ortasında an'ın yıldızı vardır. bize göre soldaki 12 kollu zımbırtı onu simgeler. üstteki kanatlı disk ise an'ın gezegenidir.

an'nın krallığı ise dünyada değildir, göklerdedir. dünyadaki tanrılar arasında tartışma olduğunda daima göklerdeki bu babalarına giderlerdi. çünkü dünyayı parsellemiş olan tün tanrı ve tanrıçalar, an'ın çocukları veya torunlarıydı. yani antu'dan doğma dünyanın efendisi enlil ile bir cariyeden doğma aşağı dünyanın efendisi enki, onun oğullarıdır.

an ile görüşen elbette sadece tanrılar değildi. sümer mitlerine göre adı adapa olan bir insan(tevrattaki enok olabilir), tanrısı ea/enki'nin yardımı ile göklere çıkar ve an ile görüşür. an'nın, adapa'ya ölümsüzlük sunacağını bilen enki ise adapa'yı kandırarak an'nın sunduklarını yememesini, yoksa zehirleneceğini söyler. an'ın ikramını reddeden adapa, gökyüzünden mesedilmiş, ama ölümlü olarak iner.

sümer metinlerinde yüzü fazla resmedilmeyen bir tanrıdır. kendisi için dünyadaki karısı olan öz torunu inanna'nın şehri uruk'da bir tapınak vardır. bu tapınağı dünyanın büyük tanrıları tasarlamış. an yeryüzüne indiğinde de nöbetini yine bu büyük tanrılar tutarmış. öyle ki, tanrıça antu'nun altın yatağının bu tapınağa taşındığı bile yazılmış. üstelik an ile antu rahatsız olmasın diye kapıları bile yağlanmış. aslında sümer zamanı tapınak dediğimiz yerler tanrı/tanrıçaların saraylarından başka bir şey değildir. sonuçta kabe bile allah'ın evi olarak adlandırılıyor. süleyman'ın tapınağı da yahve'nin evi olarak yapılmıştır.

an'ın krallık uygulamaları günümüze kadar uzanmıştır. sümer'de krallar ancak onun lütfu sayesinde kral olabiliyordu. krallık an'dan akardı. hatta sümerce krallık kelimesi anutu(anuluk) demekti. an, krallığını göstermek için bir ilahi başlığa, asaya ve bastona sahipti. bunlardan baston olanını artık piskoposlar kullanıyor. taç ve asayı ise günümüz kralları bile kullanmaktadır.

günümüzde üstelik putperstlik olayı yanlış anlaşılıyor. sümerler taştan, kilden yapılmış putlara tapmıyor, putun temsil ettiği tanrılara tapıyorlardı. nasıl ki müslümanlar kabeye dönüp namaz kılınca kabeye tapmış olmuyorsa, çok tanrılı dinlerde de putlara tapma diye bir şey yoktu. öyle olsa islamın kendisi son derece putperest bir din olurdu. çünkü kıblenin kökeni kileba'ya dayanır. kabe'deki cennetten geldğine inanılan hacerül esved taşına putperest araplar da büyük saygı duyarlardı. çünkü kibela'nın taşıydı. kibela'nın bu kara taşa dönüşüp dünyaya indiğine inanırlardı. bu kara taşa da islamda büyük saygı duyulmaya devam ediliyor.

29 Eylül 2010 Çarşamba

lucky



eğer bir süper kahraman olsaydım, iyileri mahvetmek için bu şarkının girişiyle ortamlara dalardım. mesela biri dilenciye para mı verecek, tam parayı uzattığı anda kulaklarının dibinde lucky'nin girişi çalar ve ben hem dilenciyi, hem de parayı vereni bir güzel dövüp, akabinde dilenmenin ve dilencilere para uzatmanın kötü bir şey olduğunu söylerdim!

şarkının ise bununla alakası yok elbette! thom, yatalı erkek okulunu bitirmiş birisi. bu yüzden kadınlarla uzun süre iletişim kuramamış. zaten feci şekilde kayık olan tipi ile bunu başarması oldukça zor olurdu. o da gördüğünüz üzere radiohead adlı grubu kurmu ve bu iletişim problemini halletmiş! neyse, thom şarkıda sarah adlı birine platonik olarak aşık! gerisini açıklamalarımda okuyabilirsiniz!

i'm on a roll,
i'm on a roll this time,
i feel my luck could change.
(bebeğim, hayalimde üzerinde yuvarlanıyorum, hemde şimdi üzerinde yuvarlanıyorum. bu sefer şansımın değiştiğini hissediyorum)

kill me sarah
kill me again with love.
it's gonna be a glorious day.

(sarah, ya öldür beni ve kurtar bu aşkından, can çekişmeye devam ediyorsam eğer bu sefer tekrar öldür beni, ama aşkınla. aşkınla öldüğüm zaman, o benim zafer günüm olacak)

pull me out of the aircrash,
pull me out of the lake,
cause i'm your superhero
we are standing on the edge

(biliyorsun bebeğim, o uçak kazasından beni çekip alan sendin, göle düşmüştüm, beni sen kurtardın. buna rağmen ben senin süper kahramanınım, biz yaşamın kıyısındaydık, az kalmıştı sona, sen kurtardın beni)

the head of state has called for me by name
but i don't have time for him
it's gonna be a glorious day
i feel my luck could change

(o büyük kurtuluştan sonra başkan bizi kabul etti ve inanır mısın bilmem, beni ismimle çağırdı. fakat benim onun için zamanım yoktu. çünkü seni düşünmekten başkanla görüşmeye fırsat bulamadım. ve bu sefer zafer benim olacak bebeğim, çünkü gerçekten şansımın değiştiğini hissediyorum. daha önce hiç bir kız benim hayatımı kurtarmamıştı, ama sen kurtardın.)

pull me out of the aircrash,
pull me out of the lake
i'm your superhero
we are standing on the edge
we are standing on the edge..

(eğer yapamıyorsan, beni sevemiyorsan beni o uçak kazasından çekip almayacaktın, beni gölden çıkarmayacaktın, senin süper kahramanın olmak için bu kadar çok didinmeme gerek kalmayacaktı, biliyorsun, biz yaşamın kıyısındaydık ve yaşamın kıyısındayız)

şarkının gerçek hikayesini bilenler varsa eğer yorumda anlatsın, eklerim...

28 Eylül 2010 Salı

pazarlık yapmayı sevmem

herhangi bir alış veriş mağazasına girdiğimde ve çok beğendiğim bir malı gördüğümde gözlerim ışıldar. o benim olmalıdır ve benim olacaktır. gözleri kısarım ve son hız içeri girerim. kullanmak için yanıp tutuştuğum mala güzelce bakarım. o esnada malın transferinden sorumlu geçici sahibi gelir. gözlerimdeki ışıltıyı görür. bu adamlar tilki gibidirler. bendeki yüz ifadesinden o malı kaça kakalayacağını bilir. çakaldırlar.


"usta, bu ne kadar?"

"30 lira!"

"vallahi kurtarmaz. 40 lira vereyim ve bu sohbeti keselim!"


oysa o mal taş çatlasa 15-20 lira eder bir maldır. ben pazarlık yapmayı sevmem. eğer bir malı çok istediysem ve param da varsa, kazıklanmaya razı olurum. "usta, şunu 15 yap be yahu" diyemem. ağzımdan o kelime çıkamaz. pazarda domates bile alsam "2 kilosunu 1,5 yap be usta" diyemem. bu benim eksikliğim de değildir. sadece ve sadece herifin pazarlık ederken orgazm esnasında takındığı yüz ifadesinden tiksinirim. gerçi bu adamlara istediği fiyatı verince, ilk defa seks yapmış bir adam ifadesi hasıl oluyor yüzlerinde.


bu yüzden sabit merkezlerden alış verişe yönlenmiş bulunmaktayım. her şeyin arz ve talebe göre konumlandığı, talebin çok olduğu malların fiyatlarının arttığını bilirim. artık deneme yanılma ile çalışıyorum. çünkü karşındakini az buçuk tanıdıktan sonra karşı taraf seni kazıklamaya pek yeltenmiyor. çünkü satıcı bir yerden sonra "ağbi fiyatı şu kadar, ama sen yabancı değilsin" şeklinde epey indirebiliyor fiyatı. hem de sen istemeden. bazıları daha ilk baştan "şu kadar ver yeter" diyebiliyor. bu kadar kazık fiyatların oluşma nedeni ise ısrarcı modda indirim isteyen insanlardır. koyun alırken eller birleşir ve yukarı aşağıya sallanarak sürekli bir fiyat üzerinde uzlaşmaya çalışırlar ya, hah işte o durum çok çirkin geliyor bana. satıcıların da bu iş hoşuna gittiğinden, günleri eğlenceli geçsin diye pazarlık payını da katıp bir fiyat yazıyorlar.

işin esasında ise "pazarlık sünnettir" hadisi var. tüccar bir peygamber olan muhammet, kendisine inanların kazıklanmasını istemediğinden dolayı bu lafı etmiş sanırım. inananları da bu sünneti icra etmek var güçleriyle çabalıyorlar. ne zaman mısır'da geçen bir film görsem muhakkak bu pazarlıkla ilgili bir sahne var. insanoğlu kürtaj yaptırırken bile pazarlık yapıyor yahu.

vakti zamanında fahişe bulmak için üç arkadaş bir otele gitmiştik. pezevenk geldi ve bizden biri herifle pazarlığa tutuştu. pezevenk en sonunda "vallahi sermayesi kurtarmaz" dediğinde bizim ağzımızdan büyük bir şaşkınlıkla "yahu bunun sermayesi ne ki?!" cümlesi çıkmıştı. sermaye her zaman güzel bir şeymiş gördüğünüz gibi.

güzel bir şey gördüğümde alırım ve pazarlık yapmam. güzel bir malı çirkin bir yolla almaktan nefret ederim. çünkü yiyeceğim bir mal olsa bile o malı kullanırken "fiyatını düşürmedi" diye adama içimden küfürler savurduğumu hatırlamak istemem. mala pozitif enerji aşılarım! çünkü ben sadece hoşuma giden malları kullanırım.

27 Eylül 2010 Pazartesi

aaahh belinda

atıf yılmaz'ın 1986 yapımı bu filminde bir tiyatrocu olan ve adı vasfiye adlı oyunda vasfiye'yi canlandıracak olan serap(müjde ar), ilk defa bir reklam teklifi almıştır. belinda adlı bir şampuan reklamında oynayacaktır. kocası rolünde macit koper ile iki de çocuğu vardır. kocasının ilgisini ancak ve ancak ipek gibi saçlarıyla çekebilen bir kadının saçlarını yıkarken aldığı hazzı gözler önüne serecektir.

filmin çekildiği sıralarda reklamlarda oynayan oyunculara, kapitalizm kölesi olarak gördüklerinden kötü gözlerle bakılıyormuş. aslında bunun da işin bahanesi olduğu gösteriliyor. esas olan şey kıskançlıktan başka bir şey değildir. uzun lafın kısası çekimler başlar ve müjde ar duşta saçlarını yıkarken bir an için gözlerini kapar, açtığında reklam gerçek olmuştur. macit koper gerçekten kocasıdır ve iki de çocuğu vardır. üstüne üstlük bankada çalışmaktadır. bu hayatına dair hiçbir şey bilmemektedir. evden son hız kaçıp tiyatrocu dostlarıyla, sevgilisi yılmaz zafer ile konuşmaya çabaladığında ise onların da kendisini tanımadığını acı bir şekilde görür. bir kısır döngü içine girmiştir.

artık adı serap da değil, naciye'dir. naciye standart bir türk kadınıdır. gündüz çalışır, akşam yemek, bulaşık ve çocuklarla uğraşır, gece kocasını tatmin eder. hafta sonları pikniğe gider. orada da kocasına hizmet eder. bu durumu kabullenemeyen serap, kısa bir süreliğine de olsa psikologlar tarafından gözlem altında tutulur. en sonunda çıktığında ise yılmaz zafer ile sevişir ve onun da yardımı ile adı vasfiye adlı oyunda yan rollerden birisine kapağı atar. hedefe giden yolda fedakarlıkta bulunmuştur. yıllardır gram ihtiyarlamayan füsun demirel'in de yardımı ile provalara başlar. ancak daha ikinci provada evi terk ettiğine dair mektubu kocasının göreceği şekilde yatak odasına bırakır.

hulusi ortalama bir tiptir. yeni şehirleşmiş, şehre uyum sağlamaya çalışan, gereksiz yere elektriğin açık kalmasından nefret eden, ev almak için kooperatife giren, her ay bası hesap kitap yapan, rakısını yudumlayan, futbol izleyen bir erkektir. macit koper bu tipi gerçekten enfes oynamıştır.

neyse, hulusi, emekli öğretmen annesi ile tiyatroyu basar. bu eski öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu kesinlikle ve kesinlikle gururlarından başka bir şey düşünmeyen tiplerdir. serap'ın provasını izlerlerken, rolündeki onun 14 yıldır fuhuşla mücadele derneği başkanı olduğuna dair sözleri üzerine cıngar çıkarırlar. gelinin böyle bir dernek başkanı olmasını kabullenemez! kaynana ve yetiştirdiği oğlu için önemli olan tek şey, çevrenin kendileri hakkında ne düşündüğüdür. amaç çevreye rezil olmamaktır. güzin özipek rolü hakkıyla oynar. o torunlarına söylediği dunganga sahnesi enfestir.

tiyatrocu olduğu için orospu olduğuna kanaat getirdikleri naciye'yi babasının evine bırakırlar. böylece mucize safhasına geçilmiştir. baba(ismet ay) birden bire içkiyi bırakır. tövbe eder. baba sabaha kadar kızından özür diler. sabah olunca bir azimle annesinin mezarına giderler. fonda "allahu ekber allahu ekber lailaheillallah" ilahisi, ney eşliğinde çalmaktadır. bu ulvi ortama hulusi de dalar ve karısını affeder. artık tamamen naciye olmaya karar veren kadın hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır.
akşam olur ve bizim aile, komşuları füsun demirel ile tarık papuçcuoğlu çiftine yemek verirler. naciye'nin babası sofranın baş köşesindedir. hulusi'nin anne ve babası da yemektedir. tam bir aile saadeti yemeklerini yerlerken mükemmel bir orta direk ailesi portresi çizerler. naciye, yaptığı yemeklerin tarifini ıcığına cıcığına kadar anlatmaktadır. 

gece olur. naciye, uzun süredir kocasından uzak tuttuğucinsel yaşantısına onu dahil etmeye başlar. yatakta tam sevişeceklerken naciye'nin dili de iyice açılır ve belinda şampuanı sayesinde nasıl mükemmel bir aileye ve yaşantıya sahip olduğunu söylemektedir. birden yönetmen stop der. reklam filmi çekilmiştir! bir tiyatrocu olan serap, reklam filmi olsa bile rolüne o kadar çok kendini kaptır ki en sonunda kabullenmek zorunda kaldığı bir gerçeklik yaşamıştır.

çekimler gece yarısına kadar sürmüş ve serap için kabus bitmiştir. tam o sırada kocaman belinda şampuan kutusu serap'ın üstüne üstüne gelir. ondan kurtulamaz. son bir çaba ile kutuya çekici geçirdiğinde kabusun aslında sevgilisi yılmaz zafer tarafından oynatıldığını görür! beraber kahkaha atarlar ve serap kurtulur.
film aslında bizlere kadının serap olsa bile çevre şartlarından dolayı naciyeleşebileceğini, her şeyi kabullenebileceğini anlatır. kadın sonradan özgürleşemez. en başından, temelden itibaren bunun mücadelesini vermeli ve kişiliğini ortaya koymalıdır. serap ruhlu naciyeler için gerçek son, aynı çevreden geldiği için kocası olan kişinin sıcak yatağı ve çocuklarına söyleyeceği ninnilerdir. müjde ar, teyzem'deki üftade'yi de oynamıştır. üftade de naciye gibi o kabuğu kıramamış ve en sonunda intihar etmiştir.
naciye: aaa, bütün mutluluğumuzu borçluyuz ona. yumuşacık oluyorum anlasana, yumuşacık, pırıl pırıl, sıcacık.

24 Eylül 2010 Cuma

ayrıntaladım - 13

geçen kış limonun ve c vitaminin soğuk algınlığı ile alakası olmadığı, tedavi etmediğini söylediler.

geçen gün kolestrol denilen nanenin kalp krizine neden olmadığını tv'den söylediler. üstelik kolestrol çok faydalı bir şeymiş. düşük olduğu zaman insanda depresyona kadar giden rahatsızlıklara neden oluyormuş. kalp krizine neden olan durum ise damarların yaralanması ve bu yaraların sigara ve doğal olmayan yağlarla kapatılamamasıymış. anlayacağınız kanola, mısır ve soya yağı beş para etmez. zeytin ve fındık yağından şaşmayın.

tavuk salam, sucuk ve sosislerini yemeyin. çünkü tavuk eti hariç, derisi, kemiği, ciğeri vb artıklarından yapılıyor.

dünyadaki tüm tavuk bacaklarının hepsi çin'e gidermiş. çinliler pişirip yerlermiş.

kilo vermede günlük alınan kalori ile tüketilen kalori arasında bir bağlantı yokmuş. önemli olan hücrelerin alım durumuymuş. etten, yağdan kesip tahıla yönelince kilo verilmiyormuş.

vitamin hapları vücudu tembelliğe alıştırdığı için yararlı değilmiş. önemli olan sindirim esnasında bu vitaminlerin vücut tarafından sindirilmesiymiş.

sanılanın aksine tarım ilaçlarından zehirlenmeler büyük boyutlarda değilmiş. her türlü besinde belirtilen oranda kalıntı kaldıktan sonra problem yokmuş. bu maddeler esasında karaciğerde depo edilirmiş ve belirli bir seviyeye gelince karaciğer problemlerine ve kansere neden oluyormuş. bu da uzun yıllar gerektiriyor. soyulabilen her tür meyve ve sebzeyi soyun derim size.

şarap yapmak çok basit. üzümün suyunu çıkarın ve bekletin veya içine ekmek atın. bir süre sonra o su şaraba dönüşecektir. dengeyi sağlayın, sonra sirkeleşebilir.

yumurtanın sarısı aklanmış.

manda yoğurdunda bile hayvansal yağ alınıp yerine bitkisel yağ konuluyormuş.

bir veteriner arkadaşım ülkedeki en sağlıklı sütün danone olduğunu, çünkü sadece trakya'daki sütleri aldığını, ülkenin en temiz sütlerinin de trakya'da üretilebildiğini, anadolu'da ise sütlerdeki bakteri oranının ab standartlarının çok üstünde olduğunu(trakya'da da üstünde), sterilizasyonla bile bu oranın düşürülemediğini, bunun nedeni olarak ahırların çok sağlıksız, sağımın ise pis yapıldığını söyledi. danone'den sonra kendi gözlerimlerine göre pınar ve ülker geliyormuş.

pastavilla'nın üretim bantları fecaat haldeymiş.

hazır yemek sektörü berbatın da ötesindeymiş. et yemeklerinin 3-3,5 lira olmasının sebebi ise adamlarının hastalıklı, hastalıksız, ölmüş demeden her hayvanı ölü fiyatına almalarıymış.

yediğimiz taze kaşarların çoğunluğu geri iade edilen peynirlerden yapılıyormuş. o peynirler eritilirmiş ve kaşara dönüştürülürmüş.

içtiğimiz meyve sularının neredeyse tamamı piyasaya sürülmeyen çürük, çarık meyveler ile çiftçinin bile toplamadığı ağaç altına dökülmüş meyvelerden yapılırmış. elma suyunun elmadan daha ucuz olmasının başka mantıklı açıklaması olamazdı zaten.

kolanın şekeri açlık hissi uyandırmaz. bu yüzden kilo almanıza yol açar. bu şeker mısırdan elde edilir.

kanola denilen bitki, ilkbaharda yol kenarlarında açan sarı renkte yabani hardalın gdo'lu şekliymiş. geçen ilkbahar ve yaz başında çatalca, silivri tarafına gittiyseniz eğer, sarı renkteki büyük büyük tarlaları görmüşsünüzdür. işte o tarlalar, kanola tarlalarıymış.

2-3 sene önce meydana gelen arı ölümlerinin nedeni ayçiçeği tohumunda kullanılan bir tohum ilacının etkin maddesiymiş. arı, ayçiçeğine polen için geldiğinde bu madde yüzünden yön duygusunu kaybediyormuş.

organik ve ekolojik tarım aynı anlama geliyor.

23 Eylül 2010 Perşembe

berber

kelime venedikçe'ymiş. aslı barbièr. sakal traşı yapan kimse demekmiş. venedikçe barba, sakal demekmiş. barbunya ve barbut ile aynı kökene sahip. barbut ise sakallı demekmiş. yani barbut erkeklerdir.

neyse, eskiden bu kişiler aynı zamanda fenni sünnetçiymiş. kabadayılar bu kişileri köçek niyetine de kullanırmış. işlerini kahvehane köşelerinde bir masa ve sandalyede hallederlermiş. vahşi batıya dair filmler izlediğimizde de kasabanın doktorları olarak karşımıza çıkarlar. meselem bu değil!

ne zaman o koltuğa otursam, istemsiz olarak kollarımı, koltuğun kollarının dışına taşmayacak şekilde koyarım. çünkü bu berberler bilerek veya bilmeyerek düzenli olarak değdirirler ve bu nefretlik bir durum. hatta fazlasıyla iğrenç bir durum. o yüzden ne kadar iyi traş ederse etsin pis yüzlü bir berbere gidemem. berber fobisi de vardır sanırım ve bir adı da vardır elbet. herhalde bu fobi, gırtlağı başka bir kişiye emanet etmekten çok, bu değdirme hadisesinden kaynaklanıyordur.

gırtlağı emanet etmek de zor iş aslında. benim boyun derisi ince ve çıkıntı var. her berber aynı özeni gösteremiyor ve ustura ile boynu bir güzel kazıyorlar. sonra çıksın kan taşı ortaya ve yaralara merhem olsun, yalan dünya anasını satayım. herkese de emanet edilemiyor gırtlak.

daha pis durum ise enseye jilet vurdurmak. kötünün de kötüsü. makina varken jilet niye a dostlar!

erkek çocuklar için büyüdüğünü anlamanın bir yolu da berberden geçer. eğer altınıza berber tahtası konulmuyorsa artık, büyümüşsünüzdür.
tabii her berber usta da değil aslında. bu geveze herifler bazen saçımı o kadar kötü kesiyorlar ki başka bir geveze berbere gidip düzelttirmek zorunda kalıyorum. o yüzden asla ve asla tanıdığınız berberden şaşmayacaksınız. "aa, burası yeni açılmış, deneyeyim" demeyeceksiniz. yoksa saçınızın hali harap olabilir.

o kadar gevezedirler ki sizin saçınız, kıl yapınız, dökülüp dökülmeyeceği, beyazlaşma durumu hakkında her şeyi söylerler. öyle ki, tutturdular mı dünyayı bile kurtarırlar.

kulak ve yanak tüyleri için bir sürü yöntemleri var. kolonyalı pamuk, ip, makina ve bir yay kullanıyorlar. her biri en iyi yöntemin kendisininki olduğunu söyleyip duruyor. aslında en iyi yöntem epilasyon!

iki çeşit ustura vardır. ustura ve jiletli ustura. usturanın hükmü aids'den sonra kalmadı. jiletli ustura en iyisi. ama herkes ustura ile traş olamaz. ben olamam. ben tek jiletli traş bıçağıyla bile traş olamam. kelime farsçaymış. keskin bıçak demek. oysa benim aklımda kalan ustura kayra'nın solingen marka usturasıdır. her zaman yanında taşır.

gerçi berberler de değişti artık. kuaföre döndüler. berberlik eski bir zanaat oldu. coiffeur, kadın ve erkek berberi demekmiş. fransızca olan coiffe saç kesimi demekmiş. latincede cofea, kask/başlık anlamına geliyormuş. bu yerler kuaför olduktan sonra mekanları genişledi ve her tarafları fayans döşeli oldu. artık elle çalışan makinalardan da kalmadı. hepsi elektrikli. ilkokula giderken üç numara hep bu elle çalışan makinayla vurulurdu. makinanın adını unuttum. bilen varsa yazarım kökenini.

işin doğrusu artık makina bile kullanmıyorlar. tarak ve makas var artık. bu daha iyi. çünkü saç ve sakal kıran diye bir illet var ve bu illet pis berberler yüzünden yayılıyor ve tedavisi çok zor. makina, makas ve taraklarını dezenfekte etmeyi bilmiyorlar. böyle insanları gördüğümde hemen gittiği berberi sormadan edemiyorum. dikkatli olmak lazım.

saç yıkama konusunda ise kesinlikle kadın kuaförlerinin arkasındalar. burnumu ameliyat ettirdiğimde en büyük zorluğum saç yıkamaydı ve iki hafta boyunca kadın kuaförlerinde saçlarımı yıkattım!

adlarının elit, mavi ay falan olmasından da bıktım.

neyse, son bir berber anısıyla bitireyim konuyu. vakti zamanında bir berberde traş olurken genç usta anlatmıştı. bir kız seviyormuş. gitmişler kızı istemeye, kızı vermemiş babası. ben memur hariç kız vermem, demiş. hele ir berbere asla.

oğlan azimli çocukmuş. o sıralar bir hastanenin hademelik sınavına girmiş ve sınavı kazanmış. hademe olmuş. akabinde kızı tekrar istemişler ve vermiş babası. çocuk kızla evlendikten bir hafta sonra hademelikten istifa etmiş. gitmiş tekrar berber olmuş!

daha ilginç bir hikaye ise lisede okurken başıma geldi. yeni bir berbere gittim. genç çocuk uzun uzun yüzüme baktı ve senin babanın adı mustafa mı? dedi. bir an tırstım, elinde ustura falan, dedim hayır değil. oğlan ısrarlar babamın adının mustafa olduğunu söyleyip durdu ve en sonunda diyeceğini dedi. benim peder 80 öncesinde, bu berber çocukken onların eline para verip duvarlara slogan yazdırırmış! kahrolsun faşizm, gibi...

21 Eylül 2010 Salı

amasya

elmasını falan geçtim, zaten görmedim, ama şehir ilginç. bilen bilir, bilmeyenler ısrar ettiği için anlatırsam eğer yeşilırmak, dağları delip geçmiş ve V şeklinde bir vadi oluşturmuş. şehir bu V'de kurulmuş. şehrin görülebilen her tarafı dağ anlayacağınız. tepede klasik şehir kalesi var. o kadar yüksekte olan kaleyi pasinler'de de görmüştüm. amasya kalesi daha da yüksekte.

bu dağların şehre bakan yüzlerinde oyulu kaya mezarları var. bu mezarlar, adları hep mithridates olan pontus krallarına ait. gece ışıklandırma ile görünüşü gerçekten güzel. ama şehri bir amazon kraliçesi kurmuş. adı da amesia imiş.
aslında sahilde bir yerde olsa nüfusu milyonu bulur. gerçekte sahili aratmayacak genişlikte bir nehri var: yeşilırmak. ama içinde su neredeyse yok gibi bir şey. yeşilırmak'ın şöyle bol suyu, küçük tekneleri, kenarında kum dökülü küçük bir plajı olsa yazları nefis olur. yine de şehir güzel. küçük, sakin, ama boktan değil. küçük bir sineması da varmış. gerçi filmler biraz geç geliyormuş, o kadar olur.

eskiden şehirde "dikkat dikkat, yeşilırmak'a şeker fabrikasının atıkları boşaltılacaktır, lütfen ölen balıkları yemeyiniz" diye anonslar yapılırmış!

dağ yoluna çıkınca şehri seyrederken içmek için küçük cepler yapmışlar. manzaraya karşı arabada içmek gibisi harbi yok. özlemişim o tadı.

şehirde başörtülü kadın pek görmedim. cübbeli, takkeli erkek, küçük çocuklarına kadar kara çarşaf giydirilmiş kadın hiç görmedim. insanlar rahat takılıyor.
şehrin eski kısmında eski evler de var. çoğu otel ve bar olarak hizmet veriyor. nehre karşı içiyorsun güzelce. sokaklar temiz, sertaç ortaç çalmıyorlar ve canlı müzik yapıyorlar. sakin dedim ya işte, harbi sakin. şehrin eski üzüm bağları üzerinde kurulmuş yerleri toplu konut. park yeri problemi yok. gerçi şehrin genelinde park problemi yok. akşam 7'den sonra park ücreti almıyorlar.

malum, amasya şehzadeler şehri. bu şehzadelerin padişah olanlarının heykeli dikilmiş. yanlarında da strabon var. dünyanın ilk coğrafyacısı. onun da yanında ferhat ile şirin heykeli. ama şirin feci şekilde travestiye benziyor. şehrin girişinde de bir el içine duran amasya elması heykeli var.
ferhat'ın deldiği dağlar da duruyor. adı ferhat kanalı. dağın eteğinde. bir kısmı yok olmuş. ama yine de görünüyor. kanalı tabiki ferhat kazmamış! tek bir kişi o taşları nah deler! belki kanalın bir kısmı zarar görmüştür ve ferhat zarar gören kısmı yapmıştır. hem zaten şirin için besili bir inek derler. pehh, tek özelliği aristokrat olması.

bursa ile beraber 99 evliyaya sahip tek şehirmiş. hatta kadının biri bana "eğer bir evliya daha gelseymiş bursa ile amasya kabe hükmünde olurdu" demişti. gülmüştüm.

amasyalı değilseniz bir kaç günden fazla kalınması tavsiye edilmez!

20 Eylül 2010 Pazartesi

kadının erkeği becermesi

geçen günlerden birisinde bir kız arkadaşımla konuşurken kadının, erkeği nasıl becerebileceği, daha doğrusu sikebileceği üzerinde tartışıyorduk. amaç erkekte seks sonunda becerilmişlik(kullanılmışlık da olabilir) duygusu uyandırmaktı. sonuçta, erkeğin, bir kadın tarafından becerilebilmesi için gerekli şartlarda anlaştık.

öncelikle ilk andan itibaren kadının aktif olması, isteyen taraf olması ve hatta erkeği mahcubiyete kadar götürmesi gerekiyor. bu iş için kadının, erkeğin yüzüne sigara üflemesi, mini etek giyip bacak bacak üstüne atması ve salgırgan bir tavır sergilemesi hiç fena olmaz. hesabı da öderse iş tamamdır.

akabinde odaya vs.'ye girerken kadının erkeğin yakasından tutması ve kapıyı erkeğin sırtı ile açması tavsiye edilir.

seksin hızlı olması gerekiyor ve kesinlikle kadının üste kalması lazım.

en son hamle ise kesinlikle ve kesinlikle ya kadın önce boşalacak veya erkeğin boşalmasına meydan vermeden orgazm taklidi yapıp işini bitirecek.

bunlar için öncelikle pis bir sırıtış gerekiyor. iş bittikten sonra erkeğin suratında aval aval bir bakış varsa eğer o kadın, o erkeği becermiştir.
aslında kadınlar bunlara hiç gerek kalmadan, sadece lafla da bu işi halledebilir. rebecca romjin'in, femme fatale filminde bilardo masası üzerinde becerilme sahnesi vardır. hatırlayan hatırlar. kendisini umursamadığını söyleyen antonio banderas'a karşı iri yarı, adı napoleon olan bir erkeği kullanmış, ikisinin kavga etmesini sağlamış ve kavga ederlerken, parmakları ağzında, dudaklarını yalayarak isterik kahkahalar atmıştır. kavga sonunda sadece bir lafı yetmiştir antonio banderas'ı becermeye.
rebecca romjin: beni kıskandın mı? hmmmm..
antonio banderas: evet, kıskandım, hemde çok...
rebecca romjin: o zaman kıçımı yalamayı bırak ve sadece becer!!!

gerçi rebecca romjin'i becermek için herhangi bir tahrik edici ögeye sahip olunması gerektiğini düşünmüyorum. esmer hali enfes, sarışın hali felaket derecede güzel.

8 Eylül 2010 Çarşamba

festival


festival gibisiniz, katılmak istiyorum! herkese iyi tatiller :)

sahur: seher vakti yenen yemek. seher kelimesinden gelir. gün ağarması demek. arapça. kelimenin aslı akadça şeru.

iftar: yaratılış, doğa demek. ikincil anlamı oruç açma. ibranice, aramca anlamı ise açma, çözme, serbest bırakma. fıtrat ve fitre ile eş kökenli.

oruç: soğatça rōçag, oruç tutma. soğadça rōç gün demek. farsçası ise ruz. ç sesi türkçe sözcüğün farsça'dan ziyade bir doğu iran dil veya diyalektinden alındığını gösteriyormuş.

arife: aslında
zilhicce ayının dokuzuncu gününe arife denirmiş. yani kurban bayramından önceki gün. kelimenin asıl anlamı önceden bilme, geleceği haber verme. arapçası olan irafa, fal bakma, geleceği haber verme demekmiş.

davul: arapçası tabl. farsça tabıl. bizim dile davul şeklinde girmiş.

bayram: farsça paδrām. soğadça patrām neşe, huzur, mutluluk, sükûn demekmiş. iran dillerinde pati- geri, tekrar demekmiş. rāma ise sükûn, barış ve mutluluk. yani bayram kelimesinin dini bir anlamı yok. çünkü kelime farsça. bazı dangalaklar ısrarla cumhuriyet bayramı gibi milli bayramlara bayram dememizi istemiyor çünkü.

festival:
kelime fransızca. festival bayram, belirli tarihte yapılan toplu eğlenceye denir. kökeni elbette latince. festivalis, bayram günü. latince festus yortu, bayram anlamında. fēsia belli bir tanrıya adanmış olan gün, yortu. hint avrupaca dilinde dhēs tanrı demek.

eğlence: vakit geçirmek ve oyalanmak anlamındaymış.

eylül: kelimenin kökeni akadça. hasat, bağbozumu demekmiş. malum, üzüm hasadı çoktan başladı. şaraplar yapılacak.

şeker: bilinen kökeni sarkara. sanskirtçede çakıl taşı demek.

tatil: arapça bir kelime. bir işi durdurma anlamına geliyormuş. atalet ile aynı kökten.

seçim: türkçe seç fiilinden türemiş.

referandum: latince kökeni ferre. götürmek demekmiş.

sandık: arapça derleme, bir araya koyma demekmiş.

tercih: arapça tarcıh. yeğleme anlamında.

evet: eski türkçesi yemet. oğuzlar emet de dermiş.

hayır: olumsuz bir cevabı nazik bir diller ifade etmek için kullanılan bir kelime. malum, hayır yerine nah, siktir lan, yo, olmaz da diyebiliriz.

not: kelimelerin kökenleri elbette sevan nişanyan'ın internet ortamındaki etimolojik sözlüğünden araklanmıştır.

3 Eylül 2010 Cuma

olur, olmaz

insan için evet demenin her zaman bir çekiciliği var aslında. çünkü alışkın olmayan bir insan, kolay kolay hayır diyemez. çünkü hayır demek karşı koyma ile alakalı. hayır demek, biraz isyan katıyor işin içine.

insanlar doğduklarından beri evet demeye alışmış. bebekken yemek yemek istemezsin, zorla yedirirler. evet demek zorunda kalırsın. büyürsün ve gece 12'den önce eve gelmen gerekir. tıpkı masallardaki gibi. kabullendirirler her şeyi. dolmuşta bile birileri para uzatırken hayır diyemiyorum mesela ben. yoksa dürtüyorlar. bu, daha feci oluyor.

kafadan sakat bir yöntem aslında bu referandum. alışkın olunan bir cevap ile alışkın olunmayan bir cevap yarışıyor. olur mu, olmaz mı? evet mi, hayır mı? insan doğası gereği olur veya evet der.

hem yetmez, ama evet ne demek yahu. yetmiyorsa neden evet der ki insan, hayır demeli ve yettiğini düşündüğünde evet demeli.

bir insan bir kere bile bir şeye evet derse eğer, peşinden gelen her şeye evet demek zorunda kalır. zincirleme bir evetler zincirine takılırız. çünkü ilk evetten sonra hayır demek çok zordur.

saramago'nun körlük romanının devamı olan görmek romanı vardır. herkes, hiç bir organizasyon olmadan, içlerinden geldiği gibi beyaz oy kullanır. beyaz körlüğe gönderme yaparcasına. işte oradaki gibi bir boykot olmalı aslında. boş oylar % 85 falan olmalı, pehhh....

2 Eylül 2010 Perşembe

ne sanıyormuşum!

15-16 yaşlarıma kadar tüm siyah oyuncuları eddie murphy zannediyordum.

8-9 yaşlarıma kadar denizlerin kazmalarla kazılıp içine su boşaltığını sanırdım. çünkü küçükken istanbul'da denize akan çeşmeler gördüğümü hatırlıyorum.

8-9 yaşıma kadar tepelerin ve dağların savaşlarda ölmüş insanların cesetlerinin üst üste koyularak ve onların toprak olması ile gerçekleştiğini sanıyordum.

10-11 yaşıma kadar meyveyi çekirdeği ile yiyince midemde onun ağacının çıkacağını düşünüyordum.

kiraz ağacının büyük olduğu için erkek, vişne ağacının küçük olduğu için kadın olduğunu düşünürdüm.

dedem çok sevdiğimiz karakız adlı ineği satınca, onu alan herifin ona çok iyi bakacağını düşünmüştük. hatta herif o kadar zengindi ki gömlek ceplerinin ikisinde de kalın para tomarları vardı. bu sayede ona iyi bakacaktı.

ilk tuttuğum takım fenerbahçe'dir. ama üzerimdeki febe forması vücuduma o kadar çok batıyor ve kaşındırıyordu ki febe'yi tutmaktan vazgeçtim. o renk formadan nefret ettim. gerçeği gören herkes gibi galatasarayımla buluştum.

galatasarayımızın stadı olan ali sami yen'de soyunma odalarından çıkış zeminden olduğu için tüm sahalarda soyunma odalarının zeminde olduğunu düşünürdük. köy stadlarında bile giriş tünellerini arardık.

1980'lerin başları aklımda hep puslu bir sabah olarak kalmıştır.

istanbul'dan bursa'ya tekrar göçünce trene bindiğimizi, hatta trenden bursa'da indiğimizi hatırlıyorum. oysa bursa'da tren yok.

su kuyularının olduğu yerlerde şeytan olduğunu düşünüyorduk ve yanlarından geçerken daima o kuyulara taş atardık. şeytan taşlardık.

ilkokul birden ikiye geçerken, bir tünelden geçmemiz gerektiğini zannediyordum.

eski bir arkadaşım renk körlerinin dünyayı siyah beyaz gördüğü söylemişti! çok gülmüştük.

ziyaretçiler adlı dizinin bir bölümünü izledikten sonra çok korkmuştum ve gökyüzünde kayan bir yıldızı uzay gemisi sanıp yatağa girmiştim. sabaha kadar yorganın altından kafamı çıkarmamıştım.

8 yaşına girince sabah kahvaltısında sekiz bardak çay içmeye karar verdim. her yaş günümde girdiğim yaş kadar çay içecektim. ama daha beşinci bardakta tıkanıp bu planı uygulamaktan kesin olarak vazgeçmiştim.

karanlık bodrumlarda daima cinler olduğunu düşünüp elimizde ışık olmadan asla oralara girmezdik. çarpılırdık çünkü.

eski temellerde define olduğunu düşünüp oraları daima kazardık. en sonunda o yıllarda tedavülden kalkmış onlarca 25 kuruş bulduk. gözleri az gören bir bakkala paraları kakalayıp bir dünya bisküvi aldık.

bir mahalle arkadaşım bir kandil günü bize kandil simiti verip, "bugün allah'ın doğum günü" demişti. o gün yarı şapşal bir halde dolaşmıştım.

başka bir arkadaşım tanrıyı neden göremediğimiz sorusunun cevabı olarak biz aşağıya baktığımızda onun yukarı çıktığını, yukarı baktığımızda da aşağıya indiğini söylemişti. ben yukarı, o aşağıya baktığında ise ikimiz de bir şey göremeyip paniklemiştik.

1 Eylül 2010 Çarşamba

çekerim!

ilk kopyamı ilkokul beşinci sınıfta çekmiştim. sınıftaki romanlardan(hepsi bizden iki-üç yaş büyüktü) bir kız sıranın altına okul dergisini koyup kopya çekiyordu ve ben de aynı yöntemi denedim. güzeldi. sonra öğretmen sıraların altını kontrol etmeye başlayınca dergiyi yan tarafımda oturan çocuğun sıra altındaki çantasının altına koydum. "adil" dedim sessizce, "dergi senin çantanın altında." çocuk çok şaşırmış bir halde yüzüme baktı. kendisi zaten beyaz yüzlü, daima beyaz mendili önlüğünde olan bir çocuktu. öğretmen sıranın altında bir şey bulamayınca diğer sıralara geçti, ama adil benimle bir daha hiç konuşmadı. valla bak, sınıfın en çalışkan 3-4 kişisinden biriydim o ara. okulun en çalışkanı da zaten bizim sınıftaydı. ilkokulun tarihinde anadolu lisesini ilk kazanan kişi de o kişiydi zaten. öğretmenin karısı da başka bir beşinci sınıfı okutuyordu ve onun sınıfındaki bir çocuk, bursa ili bilgi yarışmasında bursa üçüncüsü olunca(sene 1988) 10.000 lira para ödülü kazanmıştı. ama o bile anadolu lisesini kazanamadı. bursa üçüncüsü çocuk yüzünden bizim öğretmenden feci bir fırça yemiştik, o çocuk becerdi, siz bir şeyi beceremediniz diye. karısı anlaşılan onunla uzun süre dalga geçmiş, herif hıncını bizden çıkarmıştı. bizim öğretmen de sağlam bir eğitimci değildi zaten. yavuz sultan selim mısır'ı aldığında kabe'yi istanbul'a getirmedi diye şimdi büyük bir turizm gelirinden olduğumuzu söylüyordu. böyle bir öğretmen ile son senemi geçirdim. bu şekil cahil eğitimciler var, varın gerisini siz düşünün.

orta birde, belki bu adil yüzünden kopya çekmedim. zaten ihtiyacım yoktu. okula başladığımızda 85 kişilik sınıfta benimle beraber sadece 4 kişi çarpım tablosunu biliyordu. neyse, kopyada kalmıştım değil mi? benden kopya çekmeye çalışan sıra arkadaşıma da kopya vermedim. bu yüzden sınavlarda yer değiştirip çalışkan birinin yanına giderdim. onun yanına da mahalleden arkadaşları gelirdi. en sonunda doğal son geldi, çocuk sınıfta kaldı. bir daha da benimle konuşmadı. ertesi sene onu yine gördüm okulda. birinci sınıflarla beraberdi ve bana küsmüştü. kopya çeksen bir dert, çekmesen başka dert, ne biçim işse bu, boşverdim en sonunda.

orta iki ve üçü o 85-90 kişilik sınıflarda kopya çeke çeke bitirdim. biz almancacılar orta birde üç sınıftık. orta sonda ise tek sınıf kalmıştık. neyse, resimden kopya çekemediğim için ikinci dönem dört gelmişti. ilk dönem de beşti zaten. resimden bütünlemeye kalan tarihteki ilk öğrenci olabilirdim. üçüncü sınıfta iyice coşmuştum. zaten herkes çekerdi, ben de çektim. pişman değilim! sınıftaki kızlar "sen birinci sınıfta harikaydın, şimdi ne oldu sana?" dediklerinde, "siz birinci sınıfta bir boka benzemiyordunuz, şimdi hepiniz harikasınız" dedim elbette! hayatta daima bir şey harikadır. ya derslerin, ya da kızlar! ama sonucu kötü oldu. o zeki çocuk orta üçte 4 tane dersten bütünlemeye kaldı.

ben, çok az iyi hocaya denk gelmişimdir. onların da orta üç performansımla kalbini kırmışımdır. hem tarihçi, hem orta bir matematikçi beni bütünlemede görünce küçük çaplı şok geçirmişlerdir. neyse, çok psikopat öğretmene denk geldim. türkçeci takıktı bana. nedeni de 15 tatil öncesi bir kitap okuyup özetini çıkarmamızı istemesi ve benim de malaparte'nin volga kızıl akarken adlı romanının özetini çıkarmam. beni yanına çağırdı ve sağlam bir tokat atıp "türk yazarlar" dedi. o andan sonra uzun süre bir türk yazarının romanını okumadım. oğuz atay, kemal tahir ve hakan günday'ı tanımak uzun zamanımı aldı. çünkü hepsinden bir çırıpıda nefret ediyorsun. sonra kini devam eden o türkçeci 85 kişilik sınıfta gürültü yapan, kızlarla laflayan bir tek benmişim gibi(ön sıradaki birbirinden güzel üç kız kavga ettiklerinde biri bizim sıraya gelirdi) kendi kendimi disipline vermemi istedi. gittim müdür yardımcısına, dedim böyle böyle, kendimi disipline veriyorum(kendimi içkiye veriyorum gibi oldu!). allahtan müdür yardımcısı akıllı adammış. git hocandan özür dile, konu kapansın dedi ve konu kapandı. özür bile diledim anasını satayım. neyse işte, bütünlemeleri elbette verdim ve hatta girdiğim iki lise sınavı da kazandım. ilk kazandığım ve kaydımı yaptırdığım bölüm yapı makinaları bölümüydü. sağlam bir greyder, kepçe, dozer, vinç, vs operatörü olacaktım aslında. böyle kaslı kollar, sarı bir baret, uff, manyak bir tipim olurdu!

ama yatılı okula gitmek zorunda kaldım. o yatılı okul sınavına(sınava kazara girdim) sınıftan biriyle girmiştim ve yavuz kazanamadı. sonra bursa'daki cumhuriyet caddesinde üstümde ilk kazandığım okulun forması ile birşeyler yaparken onu gördüm. üstünde yamalı bir pantolon, ceket ve kara lastik, sırtında küfe, önünde yaşlı bir adam vardı. inanın bana hayatım boyunca hiç bu kadar çok utanmamıştım. okul kıyafetleri içinde kendimi feci şekilde suçlu hissettim. bir daha görmedim yavuz'u. üstelik yavuz'a o sınavda kopya vermiştim. ama büyük ihtimal gitti benim soru kitapçığına bakacağına cevap anahtarını bire bir geçirdi. o yüzden kazanamadı ve kazanmak istemedi. bazen rüyama girer o an, yine feci şekilde utanırım.

yatılı okuldaki kopya macerasında başka öğrenciler yok elbette. hocalar var. 90 kişilik sınıflardan 90 kişilik bir okula gelmiştim. en kalabalık sınıf yine bizimkisi. ama hocalar felaket kötü. fizik ilk dönem 6 ve ikinci dönem 3 düşürmem gerekiyor geçmem için. fizikçi aslında fizikçi değil. tuhafiye dükkanı var. aynı zamanda kimya, matematik ve biyolojiye de giriyor. elindeki kağıttan tahtaya bir şeyler karalayıp zil çalınca gidiyor. böyle bir tip işte. neyse, ilk sınavda 2 almışım. ikinci sınavda da sadece 1 soru yapabildim ve 2 garanti. sonra cevap 3 yazıp bir şeyler karaladım. sildim. üzerinde "hocam bu soruyu kopya çektiğim için siliyorum" diye yazdım. sınav sonuçlarını okurken hoca benim adımı söyledi ve 3 dedi. geçmiştim :) sonuçları okuma işi bittiğinde ise "aranızda çok dürüst bir arkadaşınız var, dürüstlüğü yüzünden ona 1 puan fazla verdim" dedi. yedirmiştim :)

lise ikide aynı taktiği oldukça gereksiz bir biçimde, sırf fazla not uğruna şarapçılık(evet, öyle bir ders aldım ben) sınavında uyguladım. yine bir not fazla aldım. şarapçılığın hocası sonra peşimi bırakmadı. bacakları güzel bir kadındı kendisi. ama yüzü o kadar güzel değildi. ama bacakları güzeldi. hatta bir keresinde ingilizceci ile yan yana oturuyordı ve beni çağırmıştı. gözüm ister istemez bacaklarına kaydı ve ikisi de fark edince güldüler. napayım a q. güzel bacakları vardı işte. sergilemeyi de severdi. neyse işte bacakları güzel olan o kadın, ne işi olsa beni yollardı. çocuğunun tahlil sonuçlarından taze çileğe, kendi özel işlerinden hemen her şeye beni yollardı. iyi olurdu aslında. gezmiş olurdum.

o sene ingilizce dersinde sınavı ertelemediği için tüm sınıf boş kağıt verdi. kesin bütünleme vardı yine. ama bir mucize oldu. özal öldü. valla bak. benim liseyi özal kapatıp üniversiteye verecekti. okulu da burdur'a taşıyacaklardı. ama özal öldü ve kurtulduk. devleti yönetenler değişti ve okul kapanmadı. ama okul kapanacak diye tüm öğrencilere teşekkür belgesi de vererek geçirdiler. tabii bu kapanmama işinde bizim imza kampanyamız da etkili oldu! binlerce imza toplatık.

lise sonda beni her yere yollayan o hoca 5 dersimize birden giriyordu. bir sınavda yanıma gelip "hala o sınav kağıdını saklıyorum" dedi. anladım olayı. sesimi çıkarmadım. "hala öyle dürüst müsün?" dediğinde dürüstlüğüm tuttu anasını satayım ve "hocam artık çekiyorum, yapabileceğim bir şey yok" dedim. demez olaydım. yanımdaki çocukla kağıtlarımız neredeyse aynı olduğu halde ondan hep bir not az aldım. işte dürüstlük böyle bir beladır arkadaşlar. dürüst davranmayın, yalana devam edin!

lisede babasına söz verdiği için asla kopya çekmeyen bir çocuk da vardı bak. gözleri ciddi manada görmeyen bir hocanın sınavlarında bile çekmezdi. tüm sınıf on numara kağıt verdiği halde 5-6 alırdık. o çocuk 7-8. komedi gibi lan, ciddiyim bak! uzun süredir görüşmüyorum onunla. özlemişim onu.

üniversitede çekmedim ama, korktum açıkçası. bir yakalanırsan uzaklaştırma var. ama bazı bölüm dışı derslerde gözetmenlerin yardımını gördüm. gelip cevapları söylüyorlardı. ama unutamadığım bir çocuk var. anfilerde sınava girdiğimizde bu çocuk kitabı ayaklarının dibine atardı ve sınavda ayakkabısını çıkarıp, ayaklarıyla sayfaları çevirip kopya çekerdi. yuhh derdim ona. ben neredeyse elimle zor çeviriyorum sayfaları, herif ayağı ile çeviriyor ve ben o zamanlar önümü göremiyorum, herif ayak dibindeki yazıları okuyabiliyor.

tüm bu ahval ve şerait içinde dahi yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadığım gibi bunlardan da pişman değilim elbette. hatta keşke orhan'a kopya verseydim ve sınıfı geçseydi, keşke yavuz'a doğru düzgün yardım edebilseydim, keşke şarapçılık hocasına dürüst davranmasaydım! ama keşkelerden bir şey olmaz. her şey olup bitmiştir ve akıllı bir adamın dediği gibi "tarihte her şey, öyle olması gerektiği için öyle olmuştur, başka türlüsü olamazdı." benim hayatımda da aynı kural geçerli.

geriye dönüp baktığımda ilkokuldan hiçbir arkadaşımla görüşmediğimi fark etmem zor olmuyor. çünkü neredeyse hepsi orta birde çaktı. ortaokuldan da hiçbir arkadaşımı görmüyorum. çünkü büyük çoğunluğu ortaokulu bitiremedi veya liseye gitmedi. lisedeki arkadaşlarımla da pek görüşmek istemiyorum!
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.