heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

29 Nisan 2011 Cuma

lady kate

ne gelin başı var, ne de topuz! biraz retro bir gelinlik. taa 1200'lere dönmüş gibi. dekolte hiç yok. kadın güzel olmasına güzel de, burnu falso mu ne.

28 Nisan 2011 Perşembe

11 eylül şeytanları

amerikalılar sanırım hafiften kafayı yemiş bir ulus. göçmen olduklarından dolayı, aynen bizim almanya'ya göç eden türklerin çoğunun dine sarılması gibi kiliselerine sarılmışlar. oysa devleti kuran kurucu ataların hepsi masondur ve hatta insan görünümlü bir tanrıya inanmazlardı. zaten bu yüzden laiklik ilkesini devletin temeli yapmışlardı. bunların torunları ise 11 eylül saldırıları sonucu gördükleri şeytanları işte böyle işaretleyip, aynı bizim dinciler gibi mail ile herkese yollamışlar ve inançlarını artırmışlar. gördüğünüz üzere hristiyan dinci ile müslüman dinci arasında fark yok. hepsi temelde aynı bok. bir tanrının var olmaması gerektiği bu salak sikik fotoğraflardan bile belli.
size göre soldaki suratın sakalı ve bıyığı son derece belirgin. kafasında ise ateşten bir sarık var. tam bir cahil cühela batılının kafasındaki müslüman tipi. sağdaki surat ise profilden görünüyor. bir kuru kafa var ve yine kafasında sarık duruyor. sakal zaten fora. diğerleri ise daha çok maskelere benziyor.

27 Nisan 2011 Çarşamba

jigsaw falling into place

thom yorke bazı parçaları kendinden geçerek söylüyor ve hatta kendini kaybediyor. gözleri kayıyor, sesi kayıyor, hareketleri kayıyor ve harbiden o adama neden hayran olduğunuzu tekrar tekrar yüzünüze vuruyor. adam o parçayı söylerken, o şarkıyı yaşıyor be. bir bir yaşıyor.

işte bunlardan birisi de jigsaw falling into place. bir haftadır tekrar tekrar dinliyorum. bazı radiohead parçaları insanda böyle tekrarlara neden oluyor ve her dinleyişte zevk alıyorsunuz ve kendinizi kaptırıyorsunuz. bu şarkı in rainbows'un en iyisi. reckoner da iyidir, ama bu parça, albümün en iyisi. bateri ile beraber kalp ritminizi bile ayarlayabilirsiniz. hatta kalbinizin o ritimle atması daha eğlenceli hale gelebilir. klibini de ilginç. radiohead'in her yaptığı değişiktir. neyse, bu şarkıyı ben 2007 şubatından beri bilirim. o zaman adı open pick'di. albüm 2008'de çıkmıştı. "çıkmıştı" demeyeyim, grup albümü internetten indirmeye bırakmış ve "gönlünüzden ne koparsa" diyerek para toplamıştı. ister bir penny verin ister beş sterlin!

neyse, olay bir barda geçiyordur ve kadın, thom'un elini tutar. her şey bir anda mucizevi bir hal alır ve kadının en sevdiği şarkı ile beraber ikisi coşar. thom mutluluktan deliye dönmüşmüştür, alice'in sırıtkan kedisini bile görür ve her şey bulanıklaşmaya başlar. gerisi önemli değil, olay normal akışına varmıştır işte ve siz kaptırın gidin kendinizi müziğin ritmine, pompalı tüfeğe ne gerek var ki, sözler ve müzik kurşun gibi..

00:01 müzik başlar.
01:45 müzik coşmaya başlar ve kan kaynar
02:10 ara vokaller kanı buharlaştırır
02:20 thom yorke coşar
03:15 jigsaw falling into place sözü ile beraber mekanın kendisi coşar

just as you take my hand
just as you write my number down
just as the drinks arrive
just as they play your favourite song
as the magic disappears
no longer wound up like a spring
before you've had too much
come back and focus again

(tam elimi tuttuğun anda, tam numaramı aldığın anda, tam içkilerin geldiği anda, favori şarkını çalmaya başladıkları anda, zırvalaman bittiğinde, artık eskisi gibi sarıp sarmalamak yok. gereğinden fazlasına sahip olmadan önce, geri gel ve odaklan.)

the walls abandon shape
you've got a cheshire cat grin
all blurring into one
this place is on a mission
before the night owl
before the animal noises
closed circuit cameras
before you're comatose

(duvarlar şekillerini kaybediyor, sırıta sırıta gülüyorlar. hepsi bulanıklaşıyor tek bir şekle dönüşerek. bu mekan bir görevde. baykuşlar çıkmadan önce, hayvan sesleri gelmeden önce, kapalı devre kameralar, sen komaya girmeden önce.)

before you run away from me
before you're lost between the noise
the beat goes round and round
the beat goes round and round
i never really got there
i just pretended that i had
what's the point of instruments
words are a sawed off shotgun

(benden koşarak uzaklaşmadan önce, sen notaların arasında kaybolmadan önce, çarpıntı kulaktan kulağa yayılıyor, çarpıntı kulaktan kulağa yayılıyor. orada hiç olmadım, oradaymış gibi davrandım. enstrümanlara ne gerek var ki, sözler pompalı bir tüfek gibi.)

come on and let it out
come on and let it out
come on and let it out
come on and let it out

(hadi gel ve çıkmasına izin ver, hadi gel ve çıkmasına izin ver, hadi gel ve çıkmasına izin ver, hadi gel ve çıkmasına izin ver.)

before you run away from me
before you're lost between the notes
just as you take my mic
just as you dance, dance, dance


(benden koşarak uzaklaşmadan önce, sen notaların arasında kaybolmadan önce, tam sen benim mikrofonumu aldığın anda, tam sen dans ederken...)

jigsaw falling into place
there is nothing to explain
regard each other as you pass
she looks back, you look back
not just once
not just twice
wish away the nightmare
wish away the nightmare
you've got a light you can feel in on your back
you've got a light you can feel it on your back

(işte puzzle tam yerine oturuyor. açıklanacak hiçbir şey yok. birbirinize yol verirsiniz, o arkasına bakar,
sen arkana bakarsın. bir kez değil, iki kez değil. kabustan uyanmayı dile, kabustan uyanmayı dile. hissedebileceğin bir ışık var arkanda, hissedebileceğin bir ışık var arkanda.)

jigsaw falling into place

(puzzle tam yerine oturuyor.)

(çeviri, ekşisözlük'ten striteraksli silikonlastik zirhliiblis. izin alınmıştır.)

21 Nisan 2011 Perşembe

time is running out


eskiden bir dostum vardı. gerçi hala var. aklım karıştı şimdi, neyse netten tanıştığım ve hiç görmediğim bir insan. yedi yıl oldu tanışalı ve hiç görmedim. buna rağmen benim hayatımda önemli bir yer tutmuştur. şöyle diyeyim; belki farkında değildir, ama bir zaman sonra bir dönemece giren hayatımı bir şekilde şekillendirmiştir. dönemecin ebadını, şeklini değiştirmiş, gözüme daha güzel gelmesini sağlamıştır. ona olan saygımdan bu blogu bile ona adamışımdır. buradaki ilk yazım onu tarif eder. kar a adlı hikaye onu anlatır. yarın öbür gün nobel ödülü alan türkiye kökenli birisini daha okursunuz gazetelerde, bilin ki o benim dostumdur ve nobelden kazandığı milyon dolarları bana bağışlayacağına söz vermiştir. nasıl olsa kendisi patentten malı götürecek :)

benim onunla ilişkim, hayranı olduğunuz bir yazarla veya yönetmenle arada sırada yazışmak gibi bir şeydi sanırım. son bir yıldır onun hayatında kendimi fazlalık gibi hissettiğimden uzak duruyorum artık veya bir şeyler yazsam bile karşılığının olmadığını düşünüyorum. yani bencilliğim baskın geliyor. sonuçta benimle görüşmemiş olması, benim açımdan büyük bir eksikliktir, onun için değişen bir durum ise yok. en sonunda onun yaşantısında bir hayranından başka bir şey olmadığımı fark ettim. hayranlık, diğer kişiyi sizi görmeyi istetecek bir duruma ulaştırmıyor.

hala daha hayranlığım devam etse bile eskisi gibi her dediğine inanmam sanırım. bir keresinde kanser olduğunu söylediğinde onun için tişört bastırmıştım, morali düzelsin diye. o tişörtü hala saklarım :) yıkamadım bile tişörtü, hala simsiyah. en son konuşmalarımızdan birisinde de göğüslerini kanserden aldıklarını söylemişti ve yine inanmıştım. dedim ya, benimkisi yakınlıktan çok hayranlıktı.

bu parça, benim muse ile tanışmama neden olmuştur ve elbette o kişinin bana bir armağanıdır. bu şarkıyı kendisine ezbere söyleyebilen erkekle evlenebileceğini söylemişti ve ben ezberledim. hem de ingilizce bilmememe rağmen :) muse türkiye'ye geldiğinde, yanımda başka bir kız olmasına rağmen, sanki karşımda o varmış gibi söylemiştim bu parçayı ve türkçeye harbiden çevirdim. elimde sözlük, teker teker çözdüm cümleleri. hatta son halini buzdolabına asmıştım. onun, bana dünyanın bir çok yerinden gönderdiği kartların yanına. güzel duruyordu. buzdolabında şarkı sözleri. şimdi o çeviriyi sakladım bir yere ve bulamıyorum. bir ara tekrar taşınırsam bulurum sanırım. aklımda kalan sözler de yetiyor hani, ben yapamıyorum, sen öldür beni :)

i think i'm drowning
asphyxiated
i wanna break the spell
that you've created
you're something beautiful
a contradiction
i wanna play the game
i want the friction
you will be
the death of me
yeah you will be
the death of me
bury it
i won't let you bury it
i won't let you smother it
i won't let you murder it
our time is running out
and our time is running out
you can't push it underground
we can't stop it screaming out
i wanted freedom
bound and restricted
i tried to give you up
but i'm addicted
now that you know i'm trapped
since ovulation
you'll never dream of breaking this fixation
you will squeeze the life out of me
bury it
i won't let you bury it
i won't let you smother it
i won't let you murder it
our time is running out
and our time is running out
you can't push it underground
we can't stop it screaming out
how did it come to this
yeah you will suck the life out of me
bury it
i won't let you bury it
i won't let you smother it
i won't let you murder it
our time is running out
and our time is running out
you can't push it underground
we can't stop it screaming out
and how did it come to this

19 Nisan 2011 Salı

bir süreliğine sigarayı bıraktım

bugün

aslında düşününce artık sigara kokmadığımı fark ediyorum. ama yine de canım çok sigara çekiyor. iş yerinde fıldır fıldır dönüyorum sigara için. çay geldiğinde daha da bir özlemle bakıyorum bardağa. şu an yazarken bile canım sigara istiyor. biraz sabredeyim, sonra yeniden başlarım veya başlamam. bilmem, düşünmeyeyim şimdi bunu. dairede an itibariyle sigara içen tek kişi var 15 gün bırakabildiğini söyledi. 16 günlük bir rekor kırmak fena olmaz hani. kendisini tanımam, ama burcu sıdkısıyrıq okurken sigara içtiğimi sanıyorum. elim dudaklarıma doğru hareket edip sigarayı almaya yelteniyor. valla bak. onu okurken hep mi sigara içtim acaba, onu düşünüyorum şimdi.

dün:

önce kkb'ye girdim. ağzıma çubuk soktu ve burnuma ışık tuttu pis herif. boğazımla ilgili problemimi anlattım. fıs fıs verdi. akabinde darth vader'a sesi benzeyen o adamla ile bir alakam olmadığını, ama yine de sigarayı bırakmamı istedi. 4 gündür içmiyorum dedim. sonra dahiliyeciye gittim. her şey randevulu. sağlık sistemi harbi çok değişmiş. 2 yıldır bir sağlık kurumuna, rahat 4 yıldır da hastaneye girmemiştim. şimdi internetten sıra alıyorsun ve muayene oluyorsun. neyse, kadın dahiliyeci önünde muazzam bir kuyruk vardı. anlaşılan kimse karısını erkeğe elletmek istemiyor. benim randevu aldığım erkek doktora giden bile yoktu. hemen muayeneye girdim. neyse, sırtımı dinledi. röntgen istedi. akciğerimi inceleyecekmiş. en son fiziksel tıp ve rehabilitasyona gittim. bu branşı da ilk defa duydum. olayı anlattım. sigarayı bıraktığımı belirttim. kazak ve atlet yine çıktı. baktı baktı ve sağ omzumun bir kaç milim kısa olabileceğini söyledi. röntgen istedi. en sonunda röntgen için de sıra aldım ve çektirdim. dahiliyeci akciğerlerimin sağlam olduğunu söyledi. anlayacağınız hala sigara içmeye devam edebilirim. ciğerlerim sağlam çünkü. sadece bahar yerine güz geldiği için hava beni feci çarptı. fizikçi ise omzumda problem olmadığını, mekiği bırakmamı istedi. valla bak. yürüyüş yapmalıymışım. boyun ve bel kaslarımı güçlendirmem için ısınma harektleri yapmamı istedi. resimli örnekleri de verdi. biraz sırt omurlarım ilginç bir hale gelmiş. nasıl yani deyince tam bir açıklamada bulunmadı. kaslarımın sertleşmesi ona bu biçimi vermiş. bence sandalyeye oturmaktan oldu. anlayacağınız sigara içebilirim. ama dört gün oldu be, başlanır mı bir daha, emin değilim. evde biri tam, birisi de neredeyse tam 2 paket winston box var. soft her yerde bulunmuyor. insan son sigarasını soft içerdi bari. neyse, karşımda duruyorlar ve içmiyorum. istesem sigarayı bırakacağımı her zaman söylemişimdir ve gördüğünüz üzere şu an için bıraktım. sizi gidi iradesiz eşşekkeler sizi.

bir önceki gün:

bugün pazar. çok sinirliyim. hava soğuk ve elim sürekli cebime gidiyor. sigara arıyorum ve içmediğim aklıma geliyor. bir süreliğine bıraktım çünkü. yarın muayene olacağım ve sonuca göre içip içmemeye karar vereceğim. ama uzun yürüyüşler sigara olmadan yürünmüyor be. üstelik kardeşimin evine aynı hırsızlar ikinci kere girmiş ve bu sefer unuttuklarını almışlar. yeğenim olayı heyecanla anlattı.

daha da önceki gün:

bugün cumartesi ve sokakta sigara içen insanlar gözüme çarpıyor. yerde boş sigara paketleri var. eskiden insanların yüzüne bu kadar çok bakmazdım. şimdi gözüm sürekli sigara içenlerde. bir biraneye girdim ve dışarıda bira-sigara yapanlara gözüm takıldı. çok nefis bir ikililer. ama içmedim. en azından şimdi değil. bir süre daha dayanayım. akşam babam neden sinirli olduğumu sordu. sigarayı bıraktım demedim elbette. sana öyle gelmiş dedim. şimdi bıraktım desem ve tekrar başlasam daha çok kızar. evet sinirliyim ve daha tahammülsüzüm. sigara beni oldukça fazla gevşetiyor ve rahatlatıyor. içince insanlara daha az kızıyorum.

cuma:

sabah kalkınca canım hiç sigara çekmedi. ama işe gidince kolumu bile kaldırmakta zorlandım ve inanılmaz bir şey oldu. gidip iş yerindeki insanlarla konuşmaya başladım. sigarayı bırakmak beni sosyalleştirdi bir anda. bizim sekreterle dostoyevski ve rus romancıları hakkında konuştuk. çok fazla betimleme yapıyorlar. o da fark etmiş. sonra bizim mutemetle karşılıklı birbirimizle kafa bulmaya çalıştık. sinirli değilim. ama sürekli konuşma ihtiyacı çekiyorum. sanırım sigaranın en güzel yanı sizin asosyal yaşantınıza destek olması. hatta destekten ziyade bir parçası olması. sigara paketlerinin üstüne sigara sizi asosyalleştirir yazmaları gerekli. ayrıca muayene işi çok değişmiş. önce randevu almak gerekiyormuş. muayene pazartesiye kaldı.

perşembe:

sabah sabah göbeğimin iyice çıktığını söylediler. yanaklarım da şişmiş. akşam mekiğe başlamaya karar verdim. hatta bir süre rejim de yapayım. 2012'ye kadar yağlarımı aldıramayacağım nasıl olsa! neyse, öğlen oldu, akşam oldu ve mesai bitti. eve geldim. kendime salata yaptım. akabinde bir sigara yaktım. bu şu an için son sigaramdı. daha sonra mekik çekmeye başladım ve 40 deyince kendimi bıraktım. bırakmamla beraber kollarımıın yanlarına sancı girdi. geçer diye bekledikçe kollarımı hareket ettiremez hale geldim ve nefesim hızla kesildi. dışarı çıktım ve açık hava da iyi gelmedi. hırlaya hırlaya nefes alır hale geldim. o anda aklıma gelen şey arabanın bende kaldığı ve pederin gelemeyeceği. kardeşimi arasam şimdi olmaz. gerçi aramaya kalksam bile aramam imkansız. parmaklarımı oynatamıyorum ki. en sonunda neredeyse sürünerek kendimi banyoya attım ve sıcak suyu açtım. boylu boyunca yattım. sıcak su kaslarımı gevşetti ve nefesim düzeldi. ama daha sonra hem ayak, hem de el parmaklarıma kan hücum etti. resmen tüm damarlarım zonkluyordu ve ayağa kalktım, biraz yürüdüm. üzerimdeki ıslak elbiseleri çıkardım. kendime geldim. iki durumda da göğüsümde hiç bir ağrı, sızı ve sancı yoktu. kalp sağlam olmalı. 22 yaşında kalp krizinden ölen bir arkadaşım olmuştu çünkü. canım sigara istedi. pakete baktım ve bir süre içmemeye karar verdim. sonra onu görmeyeceğim bir yere kaldırdım. akşam oldu, gece oldu ve ben uyudum. yarın muayene olmaya hastaneye gideceğim. ciğerlerime baktırmam lazım. kaslarıma da.

18 Nisan 2011 Pazartesi

intikam sırta saplanmış bir hançerdir

emily bronte'nin uğultulu tepeler adlı romanı, okuyabileceğiniz en manyak intikam planlarını içerir. heathcliff adlı kişi, planlarını yıllara yayarak, bu dünyada kendisini seven tek kişi olan catherine ile evlenen edgar linton'dan intikamını yavaş yavaş, sindire sindire, sinsice, sabrederek alır. önce catherine'nin kendisine ait olduğunu linton'un kafasına çiviler. akabinde kız kardeşini onun elinden alır. daha sonra kız kardeşinden doğan yeğenini(yani kendi oğlunu) alır. en sonunda ise ölümüne neden olduğu catherine'nin kızını, bir sadiste çevirdiği oğlu vasıtasıyla zorla alır. her şey bittiğinde çiftliğine de el koymuştur. ama linton'dan intikamını tam olarak alamaz. herif en azından kızının kollarında ölmüştür.

neyse, bir çok kadın, bilerek veya farkında olmadan, aynı tür intikamı erkeklerinden alıyor. bu intikam şeklini biz erkeklere açıklama vakti geldi ve geçiyor! hemen başlayayım.

birinci aşamada erkeğin yüzüne bakmayı keser ve onu aynaya bile bakamaz hale getirir. bu öyle bir safhadır ki erkek iğrenç bir varlık haline dönüştüğünü düşünür. ikinci aşamada eskiden kadın ve erkek için önemli olan ayrıntılara takılmamaya başlar ve erkek bu durumda kadının kendisini umursamadığını düşünür. üçüncü aşamada ise kadın seksten zevk almamayı becerir, ki bu durum erkek için feci bir yıkımdır. tamam, bir kısım erkek kadının zevk almasını istemezmiş, olabilir böyle bir şey ama günümüzde erkeklerin çoğu, kadınına zevk veremiyorsa büyük bir yıkıma doğru gider. aşamaların sonuna doğru ise kadın porno filmlerdeki erkekleri övüyorsa eğer, kıyas yapıyorsa, bilin ki intikamın son hançeri sırtınıza geçmiştir. çünkü sizin aklınıza şüpheyi sokmuştur. size ait olduğunu düşündüğünüz kadının, size ait olmadığını, sizin zincirlerinizden kurtulduğunu görürsünüz. eğer bu planı başından itibaren farketmediyseniz geçmiş olsun. siz bir süre kendinizden iğrenerek ve değersiz olduğunuzu düşünerek yaşayacaksınızdır. eğer planı fark ettiyseniz hemen o kadını terk edin ve her hamle için karşı hemle geliştirin. karşı hamleleri de ben yazmayayım.

tabi planın geçerli olması için erkeğin şiddete meyilli olmaması gerekiyor. meyilliyse, zaten kadın istemeden bu planı uygulamak zorundadır. şiddete meyilli bir erkek, yüzüne bakılmasını istemez. çünkü çirkindir. kadının seksten zevk almasını istemez. çünkü bir kadının zevk alması ona fazla gelir. herhalde karısının porno film izlemesini de istemez!

şahsen intikam fikrini feci itici buluyorum. çok gereksiz bir eylem. her şeyi zamana bırakmak ve intikam alınacak kişinin kendi pisliği içinde kaybolmasını beklemek daha mantıklı. çünkü eninde sonunda intikam alınacak kişi, kendi kendine, sizin ne yaparsanız yapın beceremeyeceğiniz bir duruma düşüyor. 

12 Nisan 2011 Salı

derdâ ve derda

(piyasaya çıktığı için yazayım)

az, hakan günday'ın, kinyas ve kayra'dan sonra okuduğum en iyi romanı olmuştur. bitirdikten sonra belki ağzınızda bir zargana tadı bırakabilir. o da belki. yine de bu roman çok güzel. nasıl bahsetsem bilemedim ki şimdi. fazla yazıp kitaptan alacağınız zevki aza indirgemeyeyim. ama kinyas ve kayra'da, kayra'nın ağzından laf çaktığı `oğuz atay`'a, kendi üslubu ile büyük hayranlığını ve saygısını dile getirişi, karakterlerin kendisi, inanılmaz olmasına rağmen onun kaleminden çıktığı için normal olan tesadüfler ve birbirlerinden haberleri bile olmadan, birbirlerine kavuşmak için 40 yıl bekleyen derdâ ve derda.

10 Nisan 2011 Pazar

az

27 mart 2009 cuma. yer: bu blog. başlık: kelime oyunu

az:

şahsi kanaatim odur ki en muhteşem kelimelerden birisidir. a ile başlayan z ile biten, türkçenin en kısa ikinci kelimelerinden biri olmasına rağmen anlamı öz, ama a ile başlayıp z ile bitmesi ile tüm harfleri içine alan muhteşem yapım kelimi.

10 nisan 2011 pazar. az - hakan günday

"diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? haklısın. Belki de çok az... o zaman şöyle demeliyim: seni az tanıyorum... az...

sen de fark ettin mi? az dediğin, küçücük bir kelime. sadece a ve z. sadece iki harf. ama aralarında koca bir alfabe var. o alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. sana söylemek isteyip isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. biri başlangıç, diğeri son. ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. yan yana gelip de birlikte okunmak için. aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. senin ve benim gibi..."

kitabı buldum en sonunda. korsan değil, satın alma falan yok, bir basın numunesi buldum :). yarın akşama, daha kitap piyasaya çıkmadan bitireceğim :) ama sorun o da değil. insan büyük bir hayranlık duyduğu bir yazarla aynı kelime üzerinde düşünmüş ve farklı cümlerle aynı şeyi ifade etmişse eğer, bu inanılmaz bir mutluluğa neden oluyor. valla bak. ulan, hakan günday ile aynı kelime üzerine yoğunlaşmışım, heyyt be, seviyorum bu adamı :)

kitaptan bahsetmeyeceğim. 12 nisandan sonra...

not: satın da alacağım...

not 2: yazdığım bölüm kitap arkası alıntıdır.

7 Nisan 2011 Perşembe

yeteneksizim türkiye

ortaokulda resim derslerini herkes bilir. bir keresinde 29 ekim resmi yapmamızı istediler ve sulu boya ile bir şeyler yaptım. benim resmi alan resim hocası "çocuklar, bakın bu resme, resmin nasıl olmayacağına dair size en güzel örnek budur" dedi. resmim o sene ilk yarı 10 üzerinden 5 ikinci yarı alt düştü. yani 4. inanmazsınız ama az kalsın resimden kalacaktım. bütünlemede de hocaya resim götürecektim. (resim yeteneği - yeteneksizim) şaka yapmıyorum ha, sonra belki iş teknik derslerini hatırlarsınız. sizin el yeteneğini geliştirmeye yöneliktir. ama tam bir fecaattim. bir keresinde tahtadan bir şeyler yapmıştım ve yine yapılmaması gereken olarak sınıfın huzurunda eserim rezil edilmişti. (el becerisi -  yeteneksizim) bu dersler ortalamamı her zaman düşürmüştü. oysa babam maket gemi yapıyor ya hu, tip olarak çok benzesem bile yetenek olarak yanına bile yaklaşamıyorum. herif sıfırdan elektrik, su, kalorifer tesisatı, fayans döşüyor. yani vakti olsa utanmasa gerçek gemi yapar, işçi kullanmadan ev inşa eder. onu da geçtim, harbi tamircidir. buzdolabı falan hep o tamir eder. oysa ben neredeyse çivi bile çakamam. herif resmen benimle dalga geçiyor bu konuda. marangoz ve mobilyacılarda da çalıştım. ama dedim ya, el yeteneğim berbat. zımpara işlerinden başkasını yapamadım. o konuda da yeteneksizim. gerçi o çalışma hayatında benden iyi hamal olacağını keşfettim. eskiden dördüncü kata kömürümü sırtımda taşırdım. hamallık yapabilirim sanırım. ona yeteneği var. ama satıcılık konusunda başarılı değilim. limon satarken zorlanmıştım. simit satmaktan ziyade kahvelerde gazetelere daldığımdan o işi kıvıramadığımı fark ettim. oysa benim peder 1 hafta içinde içindeki büyük cevheri ortaya çıkarmış ve pazarlamacı olup, neredeyse pazarlama şirketini bile geçirmişti. ama son anda patron ona engel oldu. o da kendi şirketini kurup o patronu batırma noktasına getirdi! ama sol bir gelenekten gelen birisi, kapitalist düşünce sahibini batıramaz. işte o zamanlar bu acı gerçeği öğrendim!

neyse ağbi yeteneksizliğim sadece bu konuda değil elbette. üniversitede ev arkadaşım gitar aldı ve 6 kişilik evde bir tek ben o meredi çalamadım. bir keresinde akord nasıl yapılır gösteriyordı bana ve teli kopardım. bir daha da elime gitarı vermediler. ha "gitara yeteneğin yokmuş, darbuka falan dene" demeyin sakın. imkansız. üflemeli çalgılar daha kötü. flüt çalmak yüzünden müzikten de kalıyordum. 10 notalık şarkı çalmak için 2 gün harcıyordum. (müzik - yeteneksizim) "şarkı söylersin belki de" demeyin. dün efsane rakçı serpili gördüm tv'de. inanın bana, ondan bile kötü söylüyorum. ama bu yeteneksizliğimi gördüğüm için onun gibi herkesin huzunda şarkı söylemiyorum elbette.

spor derseniz eğer durun derim. beden dersinden de az kalsın çakacaktım. gerçi bunda eşofman ve spor ayakkabının olmamasının çok büyük bir etkisi de var. eşofmanı olmayanlara takla attırırlardı ve ben onu bile becemeredim. boyun uzun diye voleybol takımına almaya yeltenmişlerdi ama zıplayamıyorum. ama bak potaya basamasam bile iyi yer tuttuğumdan iyi basketbol oynarım. şutum da iyidir. mehmet okur'un lise basketbol hocası, benim ortaokul beden hocamdı(ben o lisenin ortaokul kısmını bitirdim). valla bak. ama eşofmansızlığın amına koyayım. parasızlık işte. neyse, öyle ahım şahım futbol da oynayamam. eskiden sert şut atardım. paslarım da iyidir hani. şimdi bileklerim iyice zayıflamış. o da bitti. onu da geçtim, askerde bir keresinde üstteğmen bana spor hareketlerini yaptırmamı söylediğinde sıra açıl demediğim için ağzıma sıçtı. çavuş rütbemi sökeceğini söylediğinde umursamadım. askeriyenin kendisi verir ve alır, umrumda değil. ama gözlüğümü gözüme sokacağını söylediğinde bozuldum. onun parasını ben vermiştim lan. (spor - yeteneksizim)

yeteneksiz olduğum başka bir konu da ezberdir. mesela okumayı çok geç öğrendim. ilkokul 3 hocam benden hiçbir bok olmayacağını yüzüme karşı defalarca söylemişti. zaten o sene kaldım. ilkokulda bile kaldım a q. ilk ezberlediğim şiir istiklal marşıdır. o da mecburen. iki kıtasını ezberlemiştim. sözlü sınavı işte. sonra lisede milli güvenlik dersinde atatürkçülüğün tanımını ezberlemiştim. bizim albay ezberlemeyeni geçirmiyordu. ama 2 günde ezberledim. 5 satır falandı. bu ezber yeteneksizliğim yüzünden formüllerle aram hiç yoktur. zaten ders dinleyemem, imkansızdır. o yüzden matematiğim de fecaattir. inanın bana, üstlü sayılar ile kare kökü bilmem hala. lise hocam sağolsun integral, türev, limit bende hakgetire. çünkü herif de bilmiyordu bunları. elindeki kağıttan yazardı tahtaya, bitirirdi dersi. lise 2'de ilk dönem matematik 10 üzerinden 2 geldi. ama ikinci dönem herifin tahtaya yazdığı her şeyi deftere geçirdim ve sınavlara o örneklere baka baka çalıştım. herif defterden sorduğu için ezberden geçtim. a q matematiğini biraz anlasam, zaten tarihçi olurdum. ama sonra matematikteki sorunun bende değil, hocalarda olduğunu keşfettim. çünkü askerde bir arkadaşım bana yarım saatte tüm türev, limit ve integrali anlattı ve anladım. çok basitmiş lan, şok geçirmiştim anlayınca. akabinde aruz veznini bile anlattı. onu da anladım. valla bak, gerçi şimdi yine bilmiyorum. sayısalım berbat ötesi. ama orta 1'de çarpım tablosu bilenlerden biri olarak bana 10 kişilik grup vermişler ve onlara çarpım tablosunu öğretmiştim. gurur duyarım hala kendimle. o matematik hocası beni orta 3'ün matematik bütünlemsinde görünce küçük bir şok geçirdi ve yüzüme bile bakmadan kağıdı verip çekip gitmişti. ha, ben sayısaldan girdim üniversiteye. biyoloji çalıştım çünkü. öys'de 1,5 matematik neti yapmıştım. düşünün halimi. hani diyorlarya bu soruları ilkokul öğrencileri bile çözer, ben çözemem işte. bana o işin mantığını anlatmaları lazım. üniversitede de matematikleri ev arkadaşlarımın anlatması sayesinde geçtim. işin özünü anlayınca genetik, istatistik, araştırma deneme, kültür teknik ve ölçme bilgisi derslerini kolayca geçtim. çünkü formüllerin belirli bir mantığı vardır ve ezbere dayanmaz. eğer mantığını çözerseniz siz bile formülü buabilirsiniz. yabacı dil derseniz eğer hala bilmem. ortaokulda dilim almancaydı ve 80 kişilik sınıfta almanca öğrenmek imkansızdır. ben de almancıların sayesinde 3 sene geçtim. lisede ingilizceden başka dil yoktu ve hoca tahtaya çıkıp sadece ingilizce konuşurdu. sağolsun almanca, dilim almanca diye sürekli geçtim. ama üniversitede bakmıyorlar ağbi diline falan. ben hala i, you biliyorum sadece. herifin yüzünden tüm ingilizce derslerine girdim. günlerce ingilizce çalıştım ve geçtim. ezberden geçtim. başka türlü geçemezdim zaten. çünkü ingilizce formül değil ki çözesin. ama zamanla şarkılar, filmler ve bolca lost sayesinde biraz biraz anlar oldum. ama hala bilmiyorum, o ayrı. (ezber - idare eder)

dans desen kalas gibiyim sanırım. ama feci kol ve ellerimle feci yılan dansı yaparım. sanırım biraz üzerinde dursam dans edebilirim. emin değilim ama. bir keresinde babamın çalıştığı yere dansöz gelecekti ve gelmedi. yerine köçek çıkardılar. herif öyle bir kıvırıyordu ki hayran kaldım. ağzım açık izledim. daha sonra dansöz de izledim ve kesinlikle iyi dansözler büyüleyicidir. o bel kıvırmaları, hareketler falan enfes yapıyorlar. ama ben de esneğim. dedim ya, iyi basketbol oynarım. kıvrılıveririm çünkü içeri. osmanlı zamanı yaşasam büyük ihtimal köçek olurdum ve yeniçeriler ayaklandığında ilk benim evi basıp beni kaldırırlardı herhalde. ama kaldırılmaya göz yummazdım ha, alırım kılıcı, sokarım böğrüme, yine de tesim olmazdım arkadaş! bir fotoğrafım vardır benim, sahilde biraya uzanırım ama nasıl uzanmışsam o alkollü halimle, acayip bir poz çıkmış. kızın biri, bira için bu hareketi yaptıysam sen kim bilir yatakta neler yaparsın demişti. göstermiştim sonra. evet evet, köçekliğe yeteneğim olabilir bak. (dans - idare eder)

yeteneğin belki yakışıklılığındır demeyin sakın. aynaya baktığımda karşıdaki yüz hemen havlu atıyor yüzüme. o bile görmeye katlanamıyor. yani yakışıklılık bir yetenekse bir yeteneğim yok.

bir keresinde bir kız arkadaşım telefonda bana moralinin çok bozuk olduğunu söylemiş, akabinde tuvalete gittiğini üzerine basa basa belirtmişti. daha sonra garip sesler gelmeye başladı ve kendisini tahrik etmemi söyledi. bir anda kahkahalara boğuldum. aptal deyip telefonu kapattı. (telefonda seks - yeteneksizim)

şans oyunlarında bile yeteneksizim. iddaa konusunda bir arkadaşımla her gece çalışır ve maçları tek farklı olarak oynardık. inanın bana o tek farklar genelde 90. dakikada biterdi. olamaz öyle bir şey. yüzlerce lira kaybettim her seferinde. at yarışı oynardım eskiden ve olmuyordu ağbi. bir süpriz tutuyor, diğerleri olmuyor. en sonunda altılının altıncı ayağında yattım. aslında yazdığım at birinci gelmişti. ama birinci gelirken üzerinde jokeyi yoktu! sayısalda 2 sabit oynardım eskiden ve bir keresinde 2 sabitimi de tutturdum. maalesef sadece 6 kolon oynamıştım ve 6*4=24 sayısından hiçbirini yazmadığım için 3 bile tutturamadım. (şans oyunları - yeteneksizim)

oyunculuk demeyin sakın! bende sahne korkusu var!

sermet erkin'den küçükken bir kaç numara öğrendim. onlar da el çabukluğu işleri değil. klasik numaralar. bir ara kahvede çay dağıtırken bul karoyu al parayı olayının sırrını öğrenmiş ve çalışarak işi ilerletmiştim. tatmin olunca insanın yapası gelmiyor ve unuttum. zevkli bir numaraydı. sanırım el çabukluğuna iyi çalışırsan belki iyi bir sihirbaz olabilirim. zevkli iş aynı zamanda. (el çabukluğu - idare eder)

ama dostum gerçek yeteneğim başka benim. geçen yine makasımla göz göze geldim. budama makasımla. aldım elime ve gittim çit budadım. şakır şakır hemde. inanamazsınız, bir berber bile benim gibi biçemez o liküstrümleri, leylandileri, içi yeşil dışı sarı taflanları. sonra gittim elma budadım. akabinde vişne ve kiraza daldım. biraz sonra güller geliverdi önüme. onları budadım. asmaya da elimi atacaktım ama şu an mevsime değil. yazık ederdim. benim gibi budama yapan azdır be. çünkü başkalarına nasıl yapılacağını gösteriyorum ve beceremiyorlar. ben beceriyorum lan, öyle böyle değil. felaket fındık ocağı temizlerim. özüm köylü nasıl olsa, elbet bu yetenek doğuştan olsa gerek. yoksa imkanı var mı böyle bir şeyin! askerde de zaten taburun bahçıvanı olmuştum. ektiğim tüm çimler çıktı, tüm ağaçlar tuttu. tutmayacağını iddia ettikleri bile tuttu! ha, askerde iyi nişancı olduğumu da keşfettim. 100 metrede üçte üç. ama gece atışları dokuzda sıfır. 25 metreyi bile vuramadım. sanırım gece görüş problemim var. varsın olsun, 100 metrem süper :)

işin sonuna geleyim. sevgili istanbul'da villası olan okurlarım. evlerinizin çitleri itana ile temizlenir, meyve ağaçları budanır, yetiştiricilik konusunda bilgi verilir. ciddiyim bak. çünkü ben doğuştan ve okuyarak ziraat mühendisi oldum. bu işte para varsa, şimdi yaptığım işten bıktığımdan dolayı budama işine başlayabilirim. ücrette anlaşırız. mail adresim aşağıda, ulaşın bana. muhabbet bedava. çalışırken çay yerine bira verirseniz makbule geçer. valla bak...

5 Nisan 2011 Salı

zelda zold

chuck palahniuk'un yazdığına göre gerçek adı norma jeane olan marilyn monroe'nun gizli ismi. entelektüel görünmek istediğinde, tablolar satın aldığında, otellere kayıt yaptırırken, arthur miller ile evliyken(!) ve hatta kemik çerçeve gözlüklerini takarken bile tanınmamak için bu ismi kullanırmış. bu arada amerikalıların otellere kayıt yaptırırken isim sallamasına bayılıyorum. bizde neredeyse ikametkah kağıdı bile isteyecekler. anayurt oteli'ni okuyan ve/veya izleyen bilir. eskiden bu kayıtlar deftere tutulur ve polise götürülürmüş. polisler isimlere bakmayıp direk dosyalıyorlar. hatta zebercet'in delirme süreci bunu anladığında başlıyor.

neyse, marilyn monroe kalçalarını sallayabilmek için ayakkabısının bir topuğunu hafif kısa tutarmış. bizim ülkede yaşaya böyle bir problemi olacağını da hiç sanmıyorum. bizim kızlar doğuştan sallayabilme kapasitesine sahiptir. hatta bir arkadaşım hollanda'da yaşarken, hollandalı kadınların kalas gibi yürüdüğünü söylemişti. hollandalı kadınlar topuk numarasını bilmiyor demek.

son bir bilgi daha. playboy'un sahibi hugh hefner, ölünce dünyanın en güzel kadını ile yanyana yatabilmek için monroe'nun mezarının yan tarafını satın almış.

durun lan, süper ötesi bir son bilgi vereyim! kıçının tüylerini de sarıya boyatırmış :)
sarışınlar boktur.
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.