marksizmi fransa'ya ilk getiren kişi, 1842'de küba'da doğan, babasının babası fransız, annesi siyah-beyaz melezi, annesinin babası fransız yahudisi ve annesi karaibli bir kızılderili olan, marx'ın damadı paul lafargue'dır. fransa'ya 9 yaşında göçmüşlerdir. kendisi marx ile tanışmadan önce anarşizmin babalarından proudhon'dan etkilenmiştir. yazdığı en önemli yapıt ise das kapital'dan sonra en çok bilinen komünist yayın olan tembellik hakkı'dır.
hayatı maceralı geçmiştir. tıp okurken, paris'te hükümete karşı direnişe geçen gençleri kışkırttığı gerekçesiyle akademiden uzaklaştırılır ve londra'ya gider. zaten bu sayede marx'ın kızı laura ile tanışabilmiştir. marx'ın engels'e yazdığı mektuplardan birisinde, lafargue'ın ingilizlere özgü soğukkanlılığı benimsemezse kızının ona kısa sürede güle güle diyeceğini belirtmiştir. evlenmelerinden sonra 3 çocukları olmuş, ancak hiçbiri yaşamamıştır. neyse, paris komününen sonra ispanya'ya kaçmış ve kapital'i ispanyolcaya çevirmiştir. 1877'de, tembellik hakkı'nın yayınlanacağı egalite dergisinde yazılar yazmaya başlıyor. 1891'de milletvekili seçilir. fransızların bir kısmı ise marx'ın damadı olması sebebiyle almanya'ya gitmesi gerektiğini söylüyorlar. 26 kasım 1911'de, karısı laura ile beraber intihar eder. şahsen beni feci şekilde etkilemiş bir intiharı vardır. mektubunda şöyle der;
"bedence ve ruhca sapasağlamken, yaşama zevk ve sevinçlerini birer birer elinizden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum. yıllardır 70 yaşımı aşmamaya söz verdim kendi kendime. yaşamdan ayrılmanın yılı olarak bu dönemi seçtim ve kararımı uygulma yolunu tasarladım; deri altına siyanür enjekte etmek. 45 yıldan beri kendimi adadığım davanın, yakın bir gelecekte başarıya ulaşacağından emin olmanın büyük sevinci ile ölüyorum."
neyse, tembellik hakkı adlı çok güzel eserinden bol bol bilgiler vererek ve günümüz türkiye'sinden de kendim bahsederek tembelliğin nasıl hakkımız olduğundan bahsedeceğim.
1800'ler fransa'sı günümüz türkiye'sine oldukça benziyor. o zamanlar işçi sınıfına büyük bir çalışma aşkı pompalanmaya başlanıyor. rahiplerden iktisatçılara kadar herkes çalışmanın kutsallığından dem vurur. oysa tanrının kendisi bile 6 gün çalıştıktan sonra yedinci gün dinlenmiş ve bir daha da çalışmamıştır(arada kitaplar ve peygamberler yollamıştır)! şimdi günümüz türkiye'sinde de bir grup insan emekli olmayı hiçbir zaman istemiyor ve bu çalışma aşkı ile yanıp tutuşuyor. çocuklar çalıştırılamadığı için okullarda bu yönde bir eğitim veriliyor. küçücük çocuklara sabahın köründen başlamak üzere 5 saat sadece öğretim verilip(eğitim es geçiliyor), okuldan sonra da ders çalışmaları isteniyor. temel amaç ise çalışmanın zirve yaptığı öss dönemine kadar gitmektir. elbette çalışma burada bitmiyor. bu tempoya alışmış ve makineye dönen bünyeler girdikleri iş yerlerinde de saatlerce çalışıyor. evlendiklerinde ise günde 8, bazı mesleklerde 12-14 saat çalışmaları yüzünden çocuklarına gerekli vakti ayıramamıyorlar ve sonuçta uyumsuz nesiller yetişiyor. günümüz insanını bu psikopat duruma getiren neden öncelikle okullardır. akabinde ise gerekli vakti maalesef ayıramayan aileler. tüm bunların nedeni ise insanları 4 saat çalıştırıp, gerekli parayı da vermek varken daha fazla çalışmaya teşvik eden devlet ve kapitalistlerdir. insanlar hem saatlerce çalıştırılıyor, hem gerekli maaş verilmiyor, üstelik sınırsız ihtiyaçlar üretip, kredilere boğulup daha fazla çalışmalarına neden olunuyor. artık ağır işlerde çalışanlar nazım hikmet'in dediği gibi sapsarı iskeletlere dönmüşler, masa başlarındakiler ise göbek bağlamak ve eritmek için ekstradan çalışmaktadırlar. oysa insanlar doğal tembellik dürtülerini reddederek çalışmayı seçmişler ve cezaları büyük olmuştur. bireysel ve toplumsal sefaletin tek nedeni çalışma tutkusudur. ne küçük toprak sahipleri mutludur, ne de küçük esnaf. ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar sefalete mahkum olacaklardır. başlarını soktukları küçük evlerden kafalarını kaldıramayacaklardır.
oysa çalışmak eski yunandan beri aşağılık bir davranış olarak görülmüştür. çalışan kesim asla ve asla şehir meclislerine alınmamışlardır. çünkü çalışanların sağlıklı düşünüp şehir için gerekli kararı alamayacağını düşünürlermiş. bu yüzden çiftçilik gibi beden işlerini kölelere devretmişlerdir. yunanlılar için çalışmamak, altın çağın, yani cennetin bir simgesidir. çünkü aylaklık, tanrının bir hediyesidir. cennet imgesinin kendisinde de zaten çalışmamak ve aylaklık vardır. çalışmak o kadar aşağılık bir davranış olarak görülmüştür ki eski türkler tarımdan nefret etmişler ve hayvancılıktan başka bir şey yapmamışlardır. hatta eski türkler tarım yapmak yerine her şeyi yapmayı göze almışlardır. tiksinmişlerdir. sadece 150 yıl önce yörükleri yerleşik hayata geçirmek için devlet az uğraşmamıştır. onları zorla bir yerlere bağlamıştır. buna rağmen yerleşik hayata geçen yörüklerle manav diyerek dalga geçmişlerdir. gerçekte tarım, insanlıkta köleliğin ilk belirtisidir. düşünün bir, çalışmayı çok seven ve çiftçilikle uğraşan kabil, hayvan beslemekten başka bir şey yapmayan kardeşi habil'i öldürmüştü. çalışmak kelimesinin fransızcası işkence kökündendir. türkçesi ise çal fiilinden türemiştir. çünkü bizim atalarımız rızıkları için yağmaya çıkmışlardır!
dinde reform hareketinin bir nedeni de burjuva ve aristokrasinin çalıştırma tutkusudur. çünkü katolik batıda pazar tatilleriyle beraber yılda 90 gün tatil vardı ve fransız ihtilalinden sonra ilk yapılan iş haftayı 10 güne çıkarıp geri kalan tatilleri iptal etmekti. yılda sadece 36 gün tatil kalmıştı! sanayi ve ticaret burjuvasının dinsiz olmasının yegane nedeni bu 90 günlük zorunlu tatilden başka bir şey değildir. tatiller yok edilip 1800'lere geldiğimizde çalışma o kadar önemseniyordu ki, ideal çalışma evleri planlamış ve bu sayede günde 14 saat çalışma ayarlanmıştır. üstelik bu evlerdeki kadın ve çocuklar da aynı süreyle çalıştırılacaktır! daha sonraları belçikalılar çocukları 12 saat çalıştırmak için ilginç bir yöntem bulmuşlar ve çalışırken şarkı söylemelerine izin vermişlerdir! günümüz istanbul'unda bile bu hak tekstil işçilerinde yoktur. 8 saat normal mesai ve fazla mesai süresinde hiçbir tekstil işçisi ne sağına bakabilir, ne de soluna. sadece işini yapmak zorundadır. üstelik başlarında da bir usta vardır ve kölelerine emir veren kişiler gibi davranıp, bu sağa sola bakma ve kaytarmama işini denetler. mesai sonunda yorgun argın evlerine gelen bu kadın işçiler yemek yapacak, çocuklarıyla ilgilenecek ve kocasını tatmin edecektir. üstelik saatlerce süren yol da cabasıdır. bu rezil duruma genelde emekli olmak için katlanıllmaktadır. sendikaların neden tekstile giremediklerini bu köle düzeni açıklar sanırım. şimdi en azından emeklik var. oysa 1800'lerde bu hak yoktu ve işçi babalar, çalışma tutkusuna kapılıp, kadınlarını ve çocuklarını patronlarına teslim ederlerdi. hepsi büyük fransa için!
o sıralar tüm avrupa büyük bir çalışma tutkusu uğruna, günde 16 saate varan çalışmalarla teslim alınmıştı. tüm gürbüz çocuklar, tüm göbekli kadın ve erkekler burjuvaydı. çalışan ise sapsarı iskelet gibiydi. oysa kürek mahkumları bile günde 6 saat, antillerdeki köleler 9 saat çalışıyordu. devrimden sonra insan hakları bildirgesini ilan eden fransa'da ise 1,5 saat yemek molası dahil günde 16 saat çalışıyordu ve bütün büyük yazarları çalışma aşkını teşvik ediyordu. herkes işçilere toplumsal zengilinliği artırmak için çalışmaları gerektiğini söylüyordu. oysa yoksul ulusların halkının rahatı yerindeyken, zengin ulusların halkı hem yoksul, hem de bitkindi. fabrika işçiliği dediğimiz işçilik türü neşeyi yok eder, yaşamaya değer ne varsa öldürür. yaşamaya değer bir şey yoksa ölmek gerekir. oysa amazonlarda yaşlı ve sakatlar, savaşların ve dansların tadını çıkaramayacakları için, dostluk belirtisi olarak öldürülürmüş. yakın zamana kadar isveç kilisesi bile yaşlıları acılarından kurtarmak için aile topuzları ile öldürülüyordu. bu gelenek kafkaslarda da, almanya'da da vardı. neşe ve eğlence yoksa, sadece uyumak ve çalışmak varsa eğer hayatta, yaşamaya gerek de yok. çünkü kekndiniz için değil, başkalarının rahatı için yaşıyorsunuzudur. tekstilde çalışanlar asgari ücrete talim ederlerken, diktiklerini almaya bazen 10 aylık maaşları bile yetmiyor.her şey burjuva için, tüm savaşlar burjuvanın satış ve hammadde tekelini almak için. tüm karalar ve denizler burjuvanın daha çok para kazanması için, ülkeleri için savaştıklarını düşünen kişilerin kanları ile kızıla boyanmıştır. devletin ortaya çıktığı andan beri, dinlerin hükmedici emirleriyle beraber emredilen tek şey itaat ve çalışmaktır.
bir yunan şair, su değirmeninin bulunmasını büyük bir sevinçle karşılayıp, altın çağın geri geleceğini umarak şöyle demiş;
siz ey değirmenlerde çalışan kadınlar! değirmen taşını döndüren kolu bırakın, rahat rahat uyuyun! horoz, varsın gün ışığını boş yere haber versin. dao, kölelerin işlerini perilere yükledi. işte, onlar şimdi güle oynaya çarkın üstünde sıçrayıp duruyorlar. ve işte sallanan dingil ışıltılarla dönüyor, ağır taşı çevire çevire. babalarımızın yaşantısını sürdürelim. tanrıçaların bize verdiği boş zamanın tadını çıkaralım."
ne yazıkki o boş onca makinalaşmaya rağmen günümüzde bile gelmedi. hala daha köpek gibi çalışıyor ve artı değer üretiyoruz. artı hayat üretmek yerine bize verilenle idare ediyoruz. dokuma tezgahları ne kadar modernleşirse modernleşsin değişmiyor hiçbir şey. sadece yeni işsizler üretiliyor ve insanların aç kalmamak için çalışma aşkı daha çok depreşiyor. oysa yapmamız gereken tek çalışma dünyanın tadını çıkarmak, sevişmek, neşe dağıtan eğlenceler düzenlemek ve neşelerin tanrıçalarına şölenler hazırlamaktan başka ne olabilir? artık serüvencilerimiz bile burjuva oldu. engin denizlere açlılan korsanlarımız yok. savaştan zevk alan insanlar yerine kabadayılıktan zevk alan insanlara evrildik. cesaret yok oldu, eylem bitti, söz kaldı.
artı ürünler yüzünden başımıza geldi her şey. eskiden sadece burjuva tüketirdi kaliteli onları. kalitesizleri ise avrupa'nın, afrika'nın, hindistan'ın, çin'in sıradan insanlarına satmak için savaşıp durdular. üstelik malın kalitesini düşürüp kolay yıpranması için mineral tuzlarla mahvetmeyi bile denediler ve başardılar. hepsi daha çok üretip, daha çok para kazanmak için. bu kadar para yetmeyince, işçilerin maaşlarını artırmak aklıllarına geldi. ancak o zaman 8 saat çalışma icat edildi. eden ise amerikalı henry ford'dan başkası değil elbet. işçi ürettiğini sahiplenmesin diye band üretimine geçildi ve bir vida sıkmaktan başka bir şey yapmaz oldular. çalışma saatleri düşse bile toplam zaman değişmedi. üç vardiye oldu. ama çalışma ilkesine sıkı sıkıya bağlı olmaya devam ettiler ve çalışma her zaman kutsandı. sonuçta çalışma saati düşse bile verimlilik arttı. daha çok kazandılar. işte size 12 saatlik çalışmadan 8 saate düşmüş çalışma arasındaki fark. bir yüzyıl boyunca milyonlarca insan çalışma uğruna heba edildi. oysa insan için 8 saat bile fazladılar.
çalışmak iğrençtir ve çalışarak zenginleştiği söylenenlerin hayatı da iğrençliklerle doludur. roman ve filmlerde gösterilmez elbet bu durum. çalışmanın kutsandığı o filmlerle o kişiler paralarına para katmaya devam ettiler. bizde ise değişen pek bir şey olmadı. çalışkanlık ilkokuldan beri kutsanıyor. tembel öğrenciler ise yerin dibine geçiriliyor. ulusal tatiller pek adamdan sayılmıyor. aynen çalışmaya devam ediliyor. üstelik hafta sonları bile çalışılıyor. haftada 7 gün, günde 12 saat çalışanlar var hala. üstelik ellerine geçen para kiralarına ve yemelerine zor yetiyor. eskiden yiğit mi yiğit belçika ordusu sihasız madencileri biçip omuzlarındaki apoletlere apolet katarlarmış. şimdi ise polis yapıyor aynı şeyi. hakkını arayan herkesi kırıp geçiriyor. hala daha feci şekilde gerisindeyiz avrupa'nın.
çalışma günde 4 saati kesinlikle aşmamalıdır. böylece hem insanlar tembelliğin zevkine varacak, çalışmayı da sadece vücut için bir alıştırma ve toplumsal düzen için bir gereklilik olduğunu anlayacaklardır. günde 4 saatten fazlası kesinlikle beden için işkenceden başka bir şey değildir. aylaklık güzeldir. ağustos böceği, böceklerin en şahanesidir. karıncalar ve arılar ise ancak bütünün parçası olabilirler. parçayı hiçkimse önemsemez.aylaklığı övün, aylakları sevin, çakallardan da uzak durun!
heredot şöyle der; "yunanlıların çalışmaya karşı duydukları tiksintinin mısırlılardan geçtiğini söyleyemem. çünkü aynı tiksinti trakyalılar, iskitler, persler ve lidyalılarda da rastlıyorum. kısacası, barbarların çoğunda, mekanik sanatları öğrenenlerle, onların çocuklarına ikinci derecede yurttaş gözüyle bakılmaktadır. bütün yunanlılar, özellikle lakedemonyalılar, bu ilkelerle yetiştirilmişlerdir(şimdi anladınız mı yunanlıların neden hükümete karşı bu kadar şiddetli tepki verdiğini).
atina'da yurttaşlar tıpkı ataları vahşi savaşçılar gibi sadece toplumun savunma ve yönetimi ile uğraşan gerçek soylu kişilerdi. kafa ve beden güçleriyle cumhuriyetin çıkarlarını durmadan gözetmek durumunda oldukları için, bütün işleri kölelerin sırtına yüklüyorlardı. lakedemonya'da, soylular soyluluklarına toz kondurmamak için ne iplik büker, ne de örgü örerlerdi. romalılar soylu ve özgür iki meslek bilirlerdi: tarım ve askerlik. bütün yurttaşlar, geçimlerini sağlamak için, yasal olarak kölelere özgü hiçbir aşağılık iş(meslekleri böyle tanımlıyor) yapmak zorunda kalmıyorlardı. devlet hazinesinden yararlanıyorlardı. brutus, halkı ayaklandırmak için, özellikle tiran tarquinius'u, zanaatçılarla duvarcıları özgür yurttaş yapmakla suçladı."
bize öğretilen "toplumun çöpçülere de ihtiyacı var" teranesini bırakın artık. tembellik ve aylaklık etmek en doğal hakkımızdır. bir gün gelecek ve tüm işlerimizi makinalara devrettiğimiz zaman hiç çalışmak zorunda kalmayacağız. ama o zamana kadar 8 saat çalışmak kesinlikle köleliktir. düşük bir ücret karşılığı uyanık hayatımızın yarısını satıyoruz. dinlenmek ve bize dayatılan maceralara çıkmak için bile izin istiyoruz.
sevme, içme ve tembellik dışında
tembellik edelim her şeyde (lessing)