heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

30 Temmuz 2010 Cuma

davut vs bet-şeba

tevratın samuel bölümünde anlatıldığına göre bir akşamüstü davut yatağından kalkar, sarayın damına çıkıp gezinmeye başlar. damdan yıkanan bir kadın görür. kadın çok güzeldir. davut onun kim olduğunu öğrenmek için birini gönderdir. adam, "kadın, eliam'ın kızı, hititli uriya'nın karısı bat-şeba'dır" der. davut kadını getirmeleri için ulaklar gönderdir. kadın davut'un yanına gelir. davut aybaşı kirliliğinden yeni arınmış kadınla yatar. sonra kadın evine döner. gebe kalan kadın, davut'a "gebe kaldım" diye haber gönderdir.

bat-şeba, tevrata da anlatıldığı gibi evli bir kadındır. kocası uriyah, davut'un askerlerinden birisidir. davut o sırada 58 yaşındadır ve bu 18'lık çıtıra sahip olması yetmezmiş gibi kadının kocası uriya'yı kanlı bir savaşta ön saflarda yer almasını sağlar. uriya savaşta ölür. böylece davud, bat-şeba'yı karısı olarak da yatağına atar. daha önce 99 tane karısı vardır. bet-şeba ile yüzü tamamlar. davut, uriya'yı ölüme göndermeden önce ise sürekli evine yollayarak bat-şeba ile ilişkiye girmesini sağlamaya çalışır. böylece çocuk konusu kapanacaktır. oysa herif efendisine çok sadıktır. dizinin dibinden ayrılmaz. davut bat-şeba ile kocası uriya arasında cinsel münasebeti başaramayınca onu cephede ön saflara sürüp ölmesini sağlar.

olay burada kalmaz tabii. bet-şeba'nın davut'tan bir çocuğu olur. ama çocuk doğduktan yedi gün sonra ölür. yahudiler bu ölümü davut'a verilmiş bir ceza olarak kabul ederler. tanrı, natan adlı birisini(peygamber) davut'a yollar(tevrata göre davut peygamber değil, kraldır). davut'a yaptığı iyiliklerden bahseder. ona kendisinden önceki kral saul'un karılarını vediği halde neden hala böyle yaptığını sorar. öfkesi dinmeyen tanrı davut'un karılarını elinden alacağını, tıpkı kendisinin uriya'ya yaptığı gibi karılarını başkasının götüreceğini söyler. üstelik bunu davut gibi gizlice değil, güneşin altında, tüm israil'in göreceği şekilde yapacaktır.

davut'un aklı başına gelir. ama tanrı tarafından öldürülmeyeceğini anlayınca rahatlar. ancak tanrı bat-şeba'dan doğan çocuğu yine de öldürür. davut en sonunda büyük bir pişmanlık duyar. mezmurların bir kısmı bu duyulan pişmanlığı anlatır.

en sonunda davut yıkanır, yağlanır ve giyisilerini değiştirerek rabbin evine gider, secde eder. akabinde bat-şeba ile tekrar yatağa girer. doğan çocuğun adı süleymen'dır artık.

kur an'da ise olay daha farklı anlatılır. sad suresinde geçtiğine göre iki kardeş birbirinden davacı olarak davut'un huzuruna gelir. birinin doksandokuz dişi koyunu vardır. diğerinin ise yalnızca bir tane. doksandokuz koyunu olan kardeş o bir koyunu da istiyordur. işin ilginç yanlarından birisi de bu iki davacıyı gören davut korkar. onu sakinleştiren ise davacıların kendisidir(bu iki kişinin melek olduğu da söylenir). neyse, sonunda doksandokuz koyunu olan kişiyi haksız bulur ve rabbinin kendinin denediğini sanıp secdeye kapanır ve tövbe eder. tanrı ise ona kısaca yeryüzüne halife yaptığını, nefsine uymamasını, adaletle hükmetmesini, hesap gününü unutanların şiddetli azabı göreceğini söyler. akabinde de ona süleyman'ı verdiğini belirtir.

bu dişi koyunlarla nefsi arzularına uymama konusu ve akabinde süleyman'ı verdiğini söylemesi ilginç tabii. doksandokuz koyun meselesi ise basit. tevratta davut'un doksandokuz karısı olduğu söylenir. o bir kişi ise bat-şeba'dan başkası değildir.

bu tablo rembradt'a ait. bat-şeba banyoda temizlenirken. elinde davut'un kendisine yolladığı istek mektubu var. kadın çok üzüntülü. kralına karşı gelemiyor. model rembrandt'ın sevgilisiymiş. bu kadın şimdi yaşasa ben bile yüzüne bakmam. o göbek ne lan öyle.


jan massys'in bu tablosunda da bet-şeba yine temizleniyor. ama mekan filistin değil, avrupa. hizmetçisi ayaklarını temizleyecek. bet-şeba'nın ayakları çok komik. el parmakları kadar uzun ayak parmakları var. yanındaki davut olamaz. herif çok genç. ayrıca arka planda kalan kuledekiler kim, merak ettim. bilen varsa yazsın. ama sanırım bu tablo davut'un bet-şeba'yı ilk görüşü oluyor.
bu tablo ise artemisia gentileschi'nin. jan massys'in tablosu ile arasında bariz bir benzerlik var. ama bunun ayakları daha güzel. hikayesini bilmiyorum. ama sanki bat-şeba, davut için temizlenirken ondan gelen hediyeye bakıyor. ee, kadınlar incik boncuğa bayılır ne de olsa! arka binada da davut olanı biteni izliyor gibi. dediğim gibi, anlatılan hikayeyi bilmiyorum.

bu da jan steen'e ait. mektubu getiren cadıya benziyor! demek davut'un pezevengi bu kadınmış! kadının kıyafeti ile yüzü arasında acayip bir orantısızlık var.


bat-şeba yıkanıyor. izleyen davut sanırım. resmin yanında paris 1500 yazıyordu. sanırım bu iki resim (aşağıdakiyle beraber) bir kitap yaprağı.

davut ile hititli uriya. kralının karısını becerdiğinden habersiz. ona hizmetlerini sunmakla meşgul. bir süre sonra cephenin en önünde savaşıp ölecek.

bazen sırf bu tabloların tam anlamını öğrenmek için sanat tarihi okunurmuş gerçekten diyorum. bu yazdıklarım üstün körü bilgi. tam anlamlarını bilmeden yazmak ukalalık aslında.


filmini de çekmişler! bizim gregory pekmezciyan(peck) oynamış. kendisi türkiye sürgünü bir ermenidir.ama sürgünden önce mi, yoksa sonra mı doğduğunu bilemeyeceğim.

16 Temmuz 2010 Cuma

:)


ben, dünyanın en gereksiz bilim adamları olarak isviçrelileri görürken ingilizler bu tahtı ele geçirdi. utanmadan tavuk-yumurta sorunsalını çözmüşler! neymiş, yumurtadaki bazı maddeler sadece tavukta varmış. yumurta tavuktan çıkarmış. oysa bu problem yıllar önce zaten çözüldü. yumurtadan civciv çıkar, tavuk çıkmaz. bu kadar basitti işte :)

gördüğünüz üzere gülen surat kullandım. net çıktığından beri hızla yaygınlaşan, cep telefonlarında bile kullanılan bir ifade oldu. bunun mektuplarda yapılanı da vardır. msn ve mail kullanmaktan gelen alışkanlık yüzünden cümlelerin sonuna :) eklenir. eskiden yoktu bu tür şeyler, ama msn sağolsun diyorum ve cümlenin sonuna bunu ekliyorum :)

bir zaman sonra uzak yerlerdeki aileler kız istemelerini msn üzerinden yapacak. şimdinin angut gençliği, 50'lerine gelince(gerçi o zaman msn ne halde olur, allah bilir) şunları yazabilir;

allan emri, peygamberin kalbi ile kızınızı ehihei, olumuza istiyoz ehueh :D

(kavli olacağını biliyorum, o öyle yazar)

şu kısaltma işine uyuz olduğum kadar hiçbir şeye uyuz olmamışımdır. zamanında bir kız arkadaşım bana cümle sonunda "pigi" deyince uzun süre bunun ne anlama geldiğini düşünmüştüm. "kesin bana domuz diyor" diye de düşünmüştüm :) kurduğum cümle ile alakası bile yoktu domuzun. en sonunda ona sordum. "peki" demekmiş. ahh, ne şirin şeysin sen öyle!

tabii kısatmaların kelimelerin ebesine atladığı yazılışlar da var. mesela cu. see you demekmiş. "bana bakır mı demek istiyor" diye düşünmüştüm. anlamsızdı! negzeli geçtim, çok popüler bir ifade oldu. birde "di mi" var elbette. kelimeler evrimleşiyor ve inanın bana 100 yıl sonra "değil mi" değil, "di mi" şeklinde sözlüklere geçecek bu kelime. eskiden "geliyor" demezmişiz. "geliğor" dermişiz. kelime de böyle yazılırmış. yumuşak g'yi kabul etme nedenlerimizden birisi de bu yazım zaten. zamanla yumuşak g bile yumuşamış! y kullanıyoruz artık!

işin ilginç noktası tikky diye tabir ettiğimiz kişilerin kulladığı, araya türkçe kelime de atarak konuştukları türkçe-ingilizce piç bir dil de türedi artık. şimdilik dar bir çevrede kullanılıyor olsa bile bu haberleşme çağında en azından genç kızlar arasında hızla yayılacağı da bir gerçek. bu kişiler birileriyle yazışırken smiegol'un konuştuğu gibi yazarlar. "kıymetlimisss" gibi. facebook'da bol bol görürsünüz zaten. konuşma dilleri olmuş. ailelerinin yanında ise o şekilde konuşmuyor. kendi aralarında ise hepsi özürlü gibi. tabii mesajlaşmaları daha da iğrenç. bunlara sessi harf yasaktır. yoksa karizmaları sarsılır, toplum içine çıkamayacak duruma gelirler.

geçenlerde kız yeğenim bana "dayı, ciks olmak kötü bir şey mi?" diye sorunca ağzının ortasına bir tane sertçe çakasım geldi. ciks olmak istiyormuş! "dayıcığım" dedim, "ciks, 'aptal' demektir, ama biz kısaca özentilere ciks deriz" diye ilave ettim. yaşı daha küçük allahtan, ben onu düzeltirim, ciks yapmam evelallah!

aynı yeğenim bir erkeğin kendisi yanağından öpüp kaçtığını söylediğinde de bir kız arkadaşımın taktiğini verdim ona; "bir daha biri öyle bir şey yaparsa, al eline ayakkabını ve kafasına geçir. yaşınız ne başınız ne lan sizin."

bir kelimenin türkçe olup olmadığını anlamamızın bir yolunun da büyük ünlü uyumu olduğu bizi eskiden beri öğretilen bir şeydi. aslında bu uyum yaklaşık 200 yıllık bir işten başka bir değilmiş. eskiden kökten sonra gelen hece kalın olurmuş. "devletlu hakan" gibi. sonradan istanbul türkçesinde kullanılmaya başlanmış bu durum.

nerden nereye geldik. durun durun, bir ara nette okumuştum, şimdi tekrar arayınca yine buldum. gülen suratın yani şişko yüzün hikayesi şöyler;

1971 yılında gazeteci franklin koufrani, fransız ulusal gazetesi 'francois soir'da yazdığı köşe yazılarında o gün iyi bir haber varsa yanına bu sevimli suratı çizmeye başlar. niyeti insanları iyi olan şeylere yönlendirip mutlu olmalarını sağlamaktır. başarılı da olur. bir süre sonra çizdiği ikonun adını 'smiley' koyan koufrani, çok zekice davranarak gülen suratını kayıtlı bir marka haline getirir.

ben bu şişkoyu sevmem. bunun mektuplarda mektuplarda falan yapılabiliyor. güzel midir? elbette hayır. hatta bunu yapanı dövme kampanyası başlatalım. veya bir tek ben başlatayım, siz gelmeyin :)

15 Temmuz 2010 Perşembe

babalık kurumunun gereksizliği


her zaman doğruluğuna inandığım bir tespitim vardır; "isa'nın bir babaya ihtiyacı olsaydı tanrı onu babasız doğurtmazdı!" hatta devam da ederim; "muhammed'i düşünün, o bile babasının ölümünden sonra doğdu." iş musa'ya gelince daha da vahim bir durum vardır. musa'nın da babası amran'dır(harun ve miriyam'ın da babası). ama evlatlık yetiştirilmiştir. ilahi olduğu söylenen dinler dışında budizm'den bahsedersek eğer buddha'nın babası yoktur. vardır aslında, ama bir fildir. anası fille çiftleşmiştir(!) ilahi dinlerin en büyük düşmanı olan deccal'in de babası bir insan değil. anası bir çakal ile çiftleşince deccal doğacaktır. çakal deyince aklınıza gelen şey elbette çakal başlı tanrı anubis olur. mısır'ın en büyük tanrılarından biri olan horus da babasının ölümünden sonra doğmuştur. hatta şöyle diyeyim, babası ölmüştür, anası isis, babası osiris'in parçalanan vücudu birleştirir, en önemli organ olan penisi de yerine koyar ve bir ölü ile çiftleşerek horus'a hamile kalır. en sonunda adem'den bahsedersek eğer babasının olmadığı zaten malum. acaba bu yüzden mi iki oğlu arasındaki rekabeti önleyemedi? tarihteki ilk babadan başlayarak zamana yön vermiş neredeyse bütün büyük isimlerin babasız olması neyle açıklanabilir acaba? adem'in, habil ile kabil arasındaki kan dökmeyi önleyemeyip büyük bir başarısızlığa imza attığı düşünülürse onun erkek torunlarının, tanrıların bu işi kotaramayacağı belli oluyor.

gerçekte ise ilk insanların babasını bilmediği, sadece anneleri tarafından yetiştirildiği bilinirse babalık kurumunun erkek egemen toplum ile ortaya çıktığı düşünülürse, erkek milletinin hala daha neden bu kadar çok babalıktan uzak bir yaşantıya sahip olduğu rahatça anlaşılır. bu devirde erkekler, çocukların nasıl ortaya çıktığını anlayamazken, bu olayı kadınların sihrine bile bağlıyorlarmış. bu yüzden ilk doğa üstü güçlerin kadın olması, bereket tanrıçasının kocaman göbek, göğüs ve vajinası olup, el, koldan, baştan ve bacaktan yoksun olması doğaldır.

doğadaki hayvanlar bile(istisnalar hariç) dölleyip kaçarken yavruların tüm büyüme süreci dişiye kalırken, insanlarda durumun farklı olmaya çalışılması oldukça saçma. çünkü "babalık" diye bir önsezi yoktur. sonradan geliştirmeye çalışmak ise zorlamalar yüzünden baştan aşağıya felakete dönüşebiliyor. erkekler doğdukları andan itibaren özgürlükleri korunarak yetiştirildiğinden herhangi bir eve, kişiye bağlılıkları da gelişmiyor(istisnalar hariç). çünkü güçlü olanın bir şartı da özgür görünebilmektir. şu efendi adam, piç adam konusunda kadınların tercihi bile bu durumu ortaya çıkarıyor.

tarihte bile durum böyledir. rusların çarı birinci petro(bizce deli) oldukça zeki olduğunu düşündüğü oğlunun devlete ilgisizliği yüzünden onu öldürtmekten çekinmemiştir. osmanlı padişahları da devletin bekaasını gerekçe göstererek oğullarını öldürtebilmişlerdir. babalık kurumunun iyice yerleşmesi ise bence hümanizm devri ile beraber başlar. erkekler gerçekten o zaman bir bok yediklerini anlayıp çocuklarına gerçek bir ebeveyn olarak yaklaşmışlardır. ancak bu süreç halen daha tamamlanabilmiş değildir. ister burjuva olsun, ister halktan olsun erkekler çocukklarını hala daha önemsemedikleri gibi, hala onların psikolojilerini mahvetmekten de kaçınmıyorlar. hatta iş o raddeye gelmiş durumda ki bazı yerlerde babalar kendi kızları yaşındaki kızları elde edebilmek için kızlarını peşkeş çekebiliyorlar.

çocukları babalık kurumunu özümsememiş erkeklere teslim etmektense o babayı o çocuğun tüm yaşantısından silip atmak bence daha mantıklıdır. kim fedor pavloviç karamazov gibi bir baba ister ki? hatta bir arkadaşımın dediği gibi, bir erkek baba olmak istiyorsa bunu yapabileceğine dair sertifika almalıdır. araba sürerken bile ehliyete gereksinim varken baba olmak için dölleyip kaçmak yeterli olmamalı. zaten insanlar babalarından bir şey görmediği için noel babadan, somuncu babadan medet umar hala gelmişlerdir.

bizim için babalık o kadar gereksiz bir kurumdur ki devlete bile baba deriz. onu da geçtim, yaşlı başlı adamlara babalık diye hitap edebiliriz. hatta baboş deriz, iskele babası vardır. baba kelime olarak her şeye girer bir kelimedir. babanızdan bahsederken peder demeyeniz var mıdır acaba?

esasında çocuk için de durum farksızdır. freud'un dediği gibi, "her erkek çocuğu annesiyle yatıp babasını öldürmek isteyecektir." hatta jimmy morrison, the end adlı enfes ötesi, harika ötesi parçasında şöyle der;

"he went into the room where his sister lived, and...then he
paid a visit to his brother, and then he
he walked on down the hall, and
and he came to a door...and he looked inside
father, yes son, i want to kill you
mother...i want to...fuck you"

direkt freud'dan mı esinlendi ne!

neyse, günün birinde, en sonunda bu kadın prangasından kurtulacak olan erkekler, babalık kurumundan iyice sıkılacak ve sonsuza kadar mutlu olacaklardır! babalık erkeklere uygun bir şey değildir. erkek hayallerinin peşinden koşar ve hatta belirli bir yaşa kadar da koşmalıdır. hayallerini gerçekleştiremezse adının kalıcılığı adına çocuk sahibi olmaya karar verir. hayatına güçlü bir otorite(din, baba, ata gibi) yön vermiyorsa eğer, bu her zaman böyledir.

isa çevreyi dolaşıp vaaz verirken "yeryüzünde kimseye baba demeyin. çünkü tek bir babanız var, o da göksel babanız" derken, en sonunda çarmıha gerilip ölmek üzereyken incildeki ifadelere göre şöyle der;

"baba baba, beni neden terk ettin?"

14 Temmuz 2010 Çarşamba

paz vega


şu latin kadınlarını oldum olası güzel bulmam. hatta penelope cruz bile bana göre çirkindir. iyi oyuncudur, ama çirkindir. hem iyi oyuncu, hem de güzel, güzel ne kelime, oldukça güzel olan bir ispanyol kadın var elbette. biz bu kişiye paz vega diyoruz. çilleriyle falan, müthiş bir şey. o hariç latin kadınlarda iş yok diyebilirim, hemde rahat rahat derim.

bir çok kişi gibi ben de onu ilk kez lucia y el sexo filminden biliyorum. ama o zamanlar adına hiç dikkat etmemiştim. sonra bir arkadaşım "paz vega" diye diye kafamın etini yerken filmi hatırladım, onu da hatırladım. oldukça uzun süre geçmesine rağmen kalmış aklımda o vücut. oldukça iyi bir oyuncu, kusursuz bir vücut ve cömert bir kadın. erkek tabiri ile dersem eğer "çok sikici bakıyor", valla bak...


dünya kadınlarının göğüslerini "paz vega'nın göğüsleri ve diğerlerinin göğüsleri" diye ikiye ayırabilirim.

sinema her ne kadar aksini söylese bile hayattan kopuktur. oyuncu dediğimiz kişiler hayatın sadece bazı bölümlerini oynar. yemek yerler, dövüşürler, konuşurlar, rol yaparlar. ama bizim türkler bırakın sevişmeyi, öpüşmeyi bile gerçekleştiremez. hayattan kopukluktan kastım budur işte. sanırsınızki bu oyuncular gerçek yaşamlarında çok namuslu ve asla öpüşmeyen, osurmayan, sıçmayan, işemeyen canlılardır. ama paz vega öyle biri değil, valla bak!!!

9 Temmuz 2010 Cuma

güzele bakmak sevaptır


ey bloggerlar, işte gerisi önemli değil'den dev gibi bir hizmet daha! bir güzele bakınca ne zaman sevaba, ne zaman günaha gireriz? bu soruyu sizin için düşündüm ve cevabını da buldum!

tabii bu sevap ve günah meselesi için önce tanrıya inanmanız lazım. kafirlere, gavurlara, zındıklara, atesitlere, münafıklara değildir lafım! fasıklar ve inananlar okuyabilir ama! şimdi;
güzel bir kadın görüp "ey yüce rabbim, sen nelere kadirsin, bu ne güzel bir canlıdır böyle, maşallah, maşallah" derseniz eğer, sağ tarafınızdaki melek sizin sevap defterinize bunu not düşer. böylece sevap işlemiş olursunuz. zikir, fikir ve şükür işleminden üçünü birden yapmış olursunuz.
ama "üff yavrum, yerim seni, hepsi senin mi? kocan evde yoksa çağır beni, anam avradım olsun severim seni" derseniz eğer, bu şehvi duygularınızın kabarması demek olur, ki bu durumda sol tarafınızdaki melek deftere not düşer. mahşer günü bu yaptığınızdan dolayı mizanın sol tarafı ağır basabilir. söylemeyin bu tür şeyler. bu işin öbür tarafı da var. mazallah başınıza bir şey gelmesin orada. yoksa sizi şefaat bile kurtaramayabilir.
peki güzel kadın kime denir? arkadaş, şunu bilir, şunu söylerim, eğer bir kadın kaldırımda yürürken arabalardakiler dahil tüm gözler(kadın ve erkek dahil) ona kilitlenmişse o kadın toplumun geneli için güzeldir/güzel giyinmiştir. ama yok, kaldırımda yürürken milletin ruhu bile duymuyorsa o kadın ya çirkindir, ya da güzel giyinmemiştir. ama elinde starbucks bardağı ile yürüyen bir embesil varsa bilin ki bu kişi ünlüdür. eski bir arkadaşımın tanımı ile ünlü olmanın olmazsa olmaz şartlarından birisi, kocaman gözlüklerle yüzü kapayıp, ayağında ugg'midir nedir o zıkkım olup, elinde devasa starbucks bardağı ile yürümektir. ha, bu tanımda oldukça seksist bir yaklaşım vardır, ama ben, dertli gönüllere zeki müren'den sonra giren kişiyimdir. toplum için konuşur ve yazarım!

8 Temmuz 2010 Perşembe

1922-1939 avrupa'da diktatörlük


birinci harp sırasında tüm avrupa'da, hatta demokrasinin olduğu ülkelerde bile halk, görevlerin yerine getirilmesinde güçlü bir yürütmeyi benimser. ayrıca, savaş sırasında siyasi hedeflere ulaşmak için şiddetin gerekli olduğu yönündeki inanç da pekişir. bu kitleler, savaş sonrasında askerlerin evlerine dönmesinde, iş bulunmasında, yeniden yapılanmada seri kararlar alınmasını ve hükümetlerin bu işleri hemen çözmesini beklemektedirler. bu durum, özellikle liberal ve parlementer bir geçmişi olmayan ülkelerde daha çok görülür. halk, sorunlarının bir an önce çözülmesini beklemektedir.

ama avrupa'ya önce demokrasi gelir. 1918'den sonra silahların zaferinden demokrasinin zaferine bir geçiş başlar. abd'nin savaşa girmeden önceki hedefi olan demokratik dünya, habsburg, romanov, henzollern ve osmanlı hanedanlarını yok eder. 1914'de avrupa'da 3 cumhuriyet ve 17 monarşi varken, 1919'da 13 demokrasi ve 13 monarşi vardır. avrupa yenileniyordur. ama süreç hiç de öyle iyiye doğru evrilmedi.

birinci dünya savaşından sonra çıkan iktidar krizlerinde demokrasiyle diktatörlük karşıtlığı rol oynar. rus devriminden sonra komünizm korkusu yüzünden faşist diktatörlükler büyük devletler ve halk tarafından önemsiz görülür. bunun nedeni de diktatörlüklerin geçici krizlerin üstesinden kolayca gelebilmeleri ve sıkı bir organizasyon ile halkı arkalarına alabilmeleridir. ama faşizmin tehlikesi ancak nazizmin iktidara gelmesi ile anlaşılabilir. 1939 gelindiğinde evrim sancılı bir şekilde devam ediyordur. avrupa'da 12 demokratik, 6 monarşi, 5 cumhuriyet hükümetleri vardır.

ikinci savaş öncesinde ise avrupa demokrasilerinde kriz tavan yapmıştır. birinci savaş sırasında erkeklerin işlerinde çalışan kadınların genel oy hakkına kavuşamaması, güce inanma/tapınma ve burjuvalarda sosyal değişimler, kitlelerin örgütlenmesi ve bir merkezden yönetilmeleri ve bunu benimsemeleri, geniş bir insan selinin alıştıkları yerlerden sürülmeleri, birinci harp sonundaki barış antlaşmalarının başarısızlığa mahkum olması(serves gibi), dünya ekonomik krizi ve paranın değer kaybı(bir çuval mark ile bir ekmek almak gibi), yeni kurulan çekoslovakya ve yugoslavya gibi devletlerde azınlıkların esas halk ise sürtüşmeleri ve siyasi kavgalar ile nisbi temsil sistemi(çoğunnluk hiçbir zaman sağlanamaz) diktatörlüklere zemin hazırlar. huzursuzluktan, düzensizlikten ve açlıktan bunalan avrupalılar kendilerini diktatörlere teslim ederler.

günümüzde diktatörlük kurmak için öncelikle modern kitle demokrasisi gereklidir. nazizm de dahil olmak üzere bir çok faşist diktatörlük seçimle işbaşına gelmiştir. ancak esas nokta faşizme geçiş yapan ülkelerin öncesinde demokratik olduklarıdır. neyse, ulusun, abartılan yüce geçmişine atıfla(şanlı tarih) çeşitli unsurlar bir pota içinde eritilir. oportünist programlar ve zafer kazanılacağı inancı beyinlere propaganda ile işlenerek kitleler elde edilir. diktatör devletler, güdümlü basın, göstermelik seçimler(tek partinin seçime girmesi), her türlü direnişin acımasızca bastırılması ile halkın yararına olduğu söylenerek hukuk devletinin yokedilmesi ve bireyin hiçe sayılması sayesinde süreci tamamlarlar. artık bireyler şanlı ulusun neferlerinden başka bir şey değildir.

diktatör dilimize fransızcadan geçen bir kelimedir. demokrasilerde geçici bir süre için olağanüstü yetkilerle donatılan yönetici alamına gelir. her türlü zorba yöneticiye de diktatör denilir. gerçi bu kelime mussolini'den sonra anlam kaymasına uğramıştır. kendisini diktatör ilan edince doğal olarak svastika gibi kötü bir şey olarak görüldü. neyse, kelimenin kökeni ise elbette latince. dictator, roma cumhuriyetinde, senato tarafından olağanüstü durumlarda(savaş ve felaketler gibi) verilen bir yetkidir. süresi altı aylıktır. oldukça fazla yetkiyle donatılan bu yöneticiler süre biter bitmez hemen yetkileri iade ederlermiş. ama sezar, hukuk dışı yollarla bu kurumu kullanarak etrafın tozunu attırmaya kalkınca en sonunda bıçaklanır. sezar da bir ünvandır aslında. bir sürü dildeki çar kelimesinden krala kadar hepsinin anlamı sezardır. neyse, nerede kalmıştım, diktatör, latincesi dictare. bildirmek, buyurmak demek. bir yazıyı yazdırmak için dikte etmek gibi.

neyse, ilk diktatörlük, kelimeyi ilk kullanan roma imparatorluğunun mirasçısı olduğunu iddia eden italya'da kurulur. önce italyan faşizmi, akabinde alman nasyonel sosyalizmi, komünizmden korkan avrupa devletlerinin sarıldığı yılanlar haline gelir. ekim 1922'de mussolini roma yürüyüşünü gerçekleştirir. haziran 1923'de bulgaristan'da subaylar darbe yapar. zankoff hükümeti kurulur. eylül 1923'de ispanya'da de rivera askeri darbesinden sonra askeri hükümet kurulur. ekim 1923'de gazi mustafa kemal meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilir(yetkileri meşruti padişahlardan bile fazladır ve tek partili sisteme geçer. ikinci meşrutiyetin ilanından beri daima muhalefet partisi mecliste olmuştu). ocak 1925'de ahmet zogu arnavutluk'ta geniş yetkilerle cumhurbaşkanı olur. mart 1926'da polonya'da pilsudski askeri darbe yapar. mayıs 1926'da portekiz'de da costa darbe yapar. aralık 1926'da litvanya, ocak 1929'da yugoslavya'da darbeler olur. şubat 1930'da romanya kralı dikta idaresine geçer. temmuz 1932'de salazar portekiz'de yönetimi ele geçirir. naziler ocak 1933'de almanya'da iktidarı ele geçirir. iki ay sonra avusturya'da faşist diktatörlük işbaşına gelir. mart ve mayıs 1934'de estonya ve letonya'da diktatörlükler ilan edilir. ağustos 1936'da da metaxas yunanistan'da darbe yapar. en sonunda eylül 1936'da franco ispanya'da iktidarı ele geçirir.

dikkatinizi çektiyse bu ülkelerin çoğunun komünist rusya ile komşu olduğunu, rusya'nın etrafına adeta sonraki yeşil kuşak benzeri bir çelik diktatörlükler kurulmaya çalışıldığı rahatça anlaşılır. rusya'nın yayılmaması ile ispanya'da bile franco rejimi ingiliz ve fransızlar tarafından hemen kabul görmüştür.

ingiltere ve fransa sonuçta bu mihver birliğinden(almanya, italya, avusturya, romanya, macaristan, bulgaristan, savaşın sonuna kadar finlandiya, savaşın hemen başında nazizm yanlısı norveç, litvanya, letonya, estonya, arnavutluk) kurtulmak için yine rusya'ya, en sonunda da amerika'ya sığınmışlardır.

şu anda avrupa'da görünüşte sadece bir tane diktatörlük kalmıştır. o da beyaz rusya.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

sakarlıkta sınır tanımam


oldukça sakar bir insanımdır. karşıma çıktığında devirmediğim kül tablası, kırmadığım bardak, porselen tabak, vurmadığım araç, çarpmadığım nesne kalmamıştır. yürüyen felaket gibiyimdir. öyle ki, beni çok yakından tanıyan insanlar benden daima bir kaç metre uzaklıkta durur. yoksa kazara(!) bir yerleri kırılabilir. işte bu yüzden, valla bu yüzden, gerçekten bu yüzden, en mükemmel yedi sakarlığımı ve başıma açtığı işleri kısaca yazayım!

yedi numarada bir hırsızlık vakaası var. küçükken metal nesneleri toplar eskicilere satardık. 3 kişiydik ve büyük bir metal parça gördük. planı yaptık. kapan ben olacaktım. kaptım, hızlı koşmaya başladım. arkamda beni takip eden var mı diye kafamı çevirdim, takip eden yoktu. koşmaya devam ederken kafamı önüme çevirdiğimde duran bir arbaya burnumu çarptım. hemde tam kaput kapağına. burnumu böylece kırmış oldum. burun deliklerimden sızan kanı durdurmak için sağlık ocağına gittim. burnuma pamuk sokan hemşire olayı anlatmamı istediğinde üç kişinin bana saldırdığını, üçünün de halinin perişan olduğunu, ama burnumu kırdıklarını söyledim. bana inanmadı. ne de olsa tecrübeli bir kadındı! daha sonraki yıllarda cebime para girince ilk yaptığım işlerden biri o eğri burnumu düzeltmek oldu. şimdi mis gibi, pırıl pırıl. tedaviden önce ve sonra resimlerimi hala saklarım!

altı numaram futbol sevdası yüzünden. yeni asfalt dökülmüş sokaklara ve taş yollardan kurtulmuşuz. çıplak ayakla top oynuyoruz. top boş bir arsaya gidiyor ve ikili mücadele esnasında sağ ayağımla topa vururken sağ ayak tabanımın baş parmağımın altında kalan kısmını da taş alıp götürüyor. sağlık ocağına gittim. hemşire morarmış ve kopmak üzere olan deriyi kesmedi. güzelce bandajladı. 2 hafta civarı sağ ayağımın üstüne basamadım. sonra yeni bir deri çıktı, eski deriyi makasla kestim.

beş numaram alkol yüzünden. evde içtikten sonra tuvalete gidiyorum ve dönüşte yine sağ ayağım halıya takılıyor. sağ ayak baş parmağımın sağ iç yanının derisi boydan boya koptu gitti. parmağı sardım sadece. ertesi gün hemşire o yarayı bilerek yapıp yapmadığımı sordu. halıya taktım dedim. bana inanmaz gözlerle bakmaya devam etti. istersen sünnet hatasını da göstereyim dediğimde bunun aklımdan kurduğum bir cümle olduğunu, ağzımdan çıkmadığını fark ettim!

dört numarada yine küçüklükten. boş bir havuzun kenarlarında koşturup duruyoruz. en sonunda düştüm. hemde çenemin üstüne. ilk önce acı yoktu. bir şey var mı diye yanımdakilere sorduğumda da yok dediler. hemen bir çeşme başına gittim. çenemi ne kadar suyla temizlersem temizleyeyim kan durmadı. allahtan yakınlarda bir sağlık ocağı vardı. hemşire bu yarayı nasıl yaptığımı sordu. anlattım. dikiş atarsam daha çok ağrır, bırak böyle kalsın dedi. tamam dedim. yaklaşık 3 gün çenemde kocaman bandajla gezdim. yara izi kaldı. çenemin o kısmından sakal hiç çıkmadı. sanırım hemşire köselerden hoşlanıyordu!

üç numarada kalça kemiğimin sol tarafına büyük düşüşüm var. bisikletle bir virajı dönemeyince feci şekilde tam kalça kemiğimin sol yanına doğru düştüm. leğen kemiğinin tam sol tarafındaki deri parçalandı. kemik ise sapasağlam. neyse, sağlık ocağındaki sevimli hemşire kemiğe bir şey olmadığını söyledi. güzelce pansuman yaptı. sadece bir kaç hafta pantolona dikkat ettim. çünkü belime düştüğünde yara yüzünden acıya neden oluyordu. orada güzel bir yara izi kaldı. aslında bıçaklanmışım gibi duruyor. o yarayı gören kızlara nasıl bıçaklandığımı, barsaklarımın halini, kurtuluşumu ballandıra ballandıra anlatıyorum.

iki numarada yine bir bisiklet kazası. bu sefer elimde bira kutusu ile bisiklet sürüyorum ve kutuyu ağzıma götürdüğümde birden karşıma bir kum tepeciği çıktı. akabinde frene asıldığımda ön frene asıldığımı acı bir şekilde fark ettim. rte'yi üstünden atan at gibi sevgili bisikletim beni üstünden attı. üstelik hızlı falan da değildim. ben kum tepesinin üstüne düştüm ve bisikletim havalandı, hani filmlerde olur ya, arabanın tekeri tam suratın üstünden geçer, yavaş çekim, işte bisikletim de yavaş çekim havada takla atarak benim üzerimden geçip asfalta yapıştı. bana bir şey olmadı. ama bisikletimin arka cantı yamuldu. direksiyon boku yedi. bisikletim beni üzerinden atarak bana ihanet etmişti. çektim silahımı vurdum. yanımdan geçen hemşire bisikletimi kurtarmak için çok yalvardı, ama nafile. öldürdüm onu!

bir numara ise bir kıza hava atmak yüzünden başıma gelen hadise. bir yaz tatilinin başlangıcında oldukça salakça bir hareket yapıp, sırf bir kıza hava atmak, ilgisini çekmek için ben geri geri, başka biri düz şekilde koşmaya başladık. geri geri bile ondan hızlı koşarken bir ayağım bir şeye takıldı ve kıçımın üstüne düşerken sağ kolum altta kalmış. evrenin tarihinde bir ilk olmak üzere kolumun üstüne düştüm. kıçım sağ kolumu kırdı. bileğin 5 cm üstünden, iki kemik birden kırıldı. kolumu deri, sinir ve kan damarları tutuyordu. iğrenç bir görüntüydü. hemen hastaneye kaldırıldım. kapıda bir sevimli bir hemşire, ameliyat masasında da başka bir sevimli hemşire vardı. masadaki sevimli hemşire koluma bir musluk taktığını, şimdi musluğu çevireceğini ve ona kadar saymamı istedi. gözlerimi açtığımda yataktaydım. sağ dirseğimin üstünden başlayıp sadece parmak uçlarımın görünebildiği o alçı 1,5 ay kolumda kaldı. sol elimle yemek yemeyi, yazmayı(gerçi çok başarısızdım) ve masturbasyonu öğrendim. orhan veli'nin dediği gibi sol elim, acemi ve zavallı elim haline gelmişti! alçı çıktığındaysa sağ el üstüm kurt adam gibi kıllanmıştı. sonra onlar da döküldü.

2 Temmuz 2010 Cuma

sonisphere 2010


çarşamba akşamı siparişini verdiğim biletleri perşembe akşamı kitapçıdan aldıktan sonra cuma akşamı rammstein ile festivale başladım. kapalı altta bu grubun sesi fazla gelmedi veya ses sistemi iyi değildi. belkide bilerek böyle bir ses düzeni yaptırmışlardır. çünkü herifler müzikten daha çok sirk gösterisi yaptı ve inanın bana, bir ara ateş kralı ve ateş bükücü zuko'nun elemanlarını toplayıp bu grubu kurduğu düşündüm! gösteride en şaşırdığım an ise gandalf'in havai fişeklerinden birinin kullanılması oldu. sahnenin üstünden karşı açığa atılan havai fişek geri döndü ve sahne önünde patladı! doğru mu gördüm, yoksa bir anlık bir göz yanılması mı oldu bilemiyorum! lost highway'deki parçasını da çalmadılar a q.
cumanın hafif kötü havasının etkisi ile cumartesi manowar dinleyip çıktım. her şeyi dinleyecek halim yok zaten. neyse, bu sefer ses sistemi enfesti. müzik içinize işliyordu. manowar'ın gitaristi olacak herif utanmadan benden daha iyi türkçe konuştu! bir kaç cümle falan da değil, 15 dakika konuştu be. big four kısmında adlarının geçmemesine sinirlenmişler. sonradan biri dedi, herif türkbükü'nde yaşamış uzun süre. nerelere vurgu yapacağını, nerelerde coşturacağını iyi biliyordu. herif siyasetçi olarak türkiye'de seçime girse bir miktar oy alır, eminim buna. en azından rte'nin o sinirimi bozucu üslubu yoktu ona. neyse, konser bitince ayrıldım. cumartesi için manowar yetti, arttı bile. üstelik sonradan düşündüm, az biraz daha konuşsa ergenekoncuların dış ayağı sanılıp silivri'ye kapatılabilirdi herif. ucuz yırttı! manowar için faşist bir grup derler, doğru mu, yanlış mı bilmiyorum ama.
pazar günü biraz erken damladım tabii. dışarıda bir kaç bira içtikten sonra içeri bir girdim, kapalı alt bile neredeyse tamamen dolmuş. rammstein'da sahneye yakın kısımda duruyorken bu sefer resmen uzak kaldım megadeth'e. aldım bardakta birayı, bir yandan içtim, bir yandan dinledim dave mustaine'i. eski uzun saçlı metalcilerden fazla kimse kalmamış ve bu grup manowar kadar çökmüş de durmuyor. manowar'ın hepsi resmen dede kıvamına gelmiş. neyse, festivalin adı sonisphere olsa bile koskoca megadeth'e güneşin altında müzik yaptırmak ayıp lan. konserin ilk yarısında ses kötüydü, sonradan çok düzeldi. çok iyi ses geldi.

akabinde taa şu gırgır'ın üç üniversiteli metalcinin hikayesinde tişörtlerinde yazdığından adını bildiğim slayer'a geldi. megadeth'i full ayakta izlerken bunlarda bol bol oturdum. aklımda fazla bir şey kalmadı. ama iyi müzik yapıyordu. zaten öyle aman aman bir metal dinleyicisi de değilimdir.
en sonunda iyi, kötü ve çirkin'in mezarlıktaki sahnesinin müziği eşliğinde(parçanın adını bilmiyorum) metallica'nın çıkmasına geldi. bizim çirkin altının olduğu mezarı bulmak için her yana koşarken metallica çıktı sahneye. gece de olmuş bu arada. herkes kayıt cihazlarını çıkardı ve başladı dinlemek yerine kaydetmeye. çok saçma bir şey lan bu, müzik dinlemek için geldiklerini iddia edip görüntü çekmek nasıl iştir lan. sahneden daha parlaktı sahne önü. hayır, hatıra kalsın istiyorsan yine, müzik kalsın hatıra, sahneye arkanı dönüp fotoğraf çektirmeler, sevdiğim şarkıları kaydetmeler falan, gerzekçe bir durum. görüntü istiyorsan git bi yerden klibini indir izle. yani demem o ki, bu yüzden tam bir konsantrasyon sağlayamadım konser boyunca. o fotoğrafçı züppeler yüzünden.

pehh, nerede kalmıştım, bu benim ikinci metallica konserim. 90'ların başındakinde istanbul'da olsam bile gitmezdim sanırım. sanırımı geçtim, gitmezdim. o insanlar acayip insanlar. her zaman takdir etmişimdir. 1 gece önceden tribünlerde yatanlar, sahne önünde pena, havlu kapma yarışmaları, yumruklaşmalar falan, gerçek hayranlık bu olsa gerek. bu sefer inönü'nin beleş tepesi bile boştu. işte konserden sonra bi bis yapıldı, avrupa'nın en iyi hayranları denildi ve gidildi. güzeldi. bir metallica konserinin ayrıntılarını bir metallica manyağı yapmalıdır, ben değil.

en son tespitim şudur ki, bu tür festivaller insanları resmen parasal durumlarına göre sınıflandırıyor. çok paralılar ve hayranlar sahne önü ve vip, paralılar saha içi, az biraz parası olanlar ve hayranlar kapalıların sahneye yakın kısmı, parasızlar ve hayranlar kale arkası. rock'n coke bu yüzden daha iyiydi. stad konserlerinde bu kadar farklı bilet fiyatlarının olmasını kınıyorum.

ama türkiye'ye radiohead gelse, sahne önü bileti için gerekirse arabamı satarım, o derece.

aslında rock'n coke'larda ortamın en marjinal tipleri her zaman çöpçülerdi. herkes zaten yeterince ilginç giyinince, çöpçüler marjinal kalıyordu. bu festivalde ise böyle bir şey yoktu. gerçi gömlekle metallica konserine gelenler de vardı hani.

1 Temmuz 2010 Perşembe

latin amerika tarihi


latin amerikalıların dünya kupasına 7 takım gönderip(honduras ve meksika dahil) bunların altısının son onaltıya, dördünün de son sekize kalması bende bu yazıyı yazma iştahı uyandırdı. aslında kupa öncesi ingilizce, fransızca, portekizce konuşanlar veya yine dil kökenlerine göre çeşitli ayrımlar yapacaktım. kısmet latin amerikalılarınmış! neyse...

güney amerika'da bağımsızlık ve devrim fikrinin ilk savunucuları tıpkı abd'de olduğu gibi mason hareketleridir. malum, abd'nin dört kurucu atası da masondur. neyse, ilk defa venezuellalı francisco de miranda(1754-1816) tarafından kurulan mason locaları(lauratos) kısa zamanda kıtaya yayılır. önceleri sömürgeciliğe karşıdırlar. ancak ingilizlerin ticari çıkarları için kıta portekiz ve ispanyol sömürgecilerinin aristokrat torunlarını(kreollar-nüfusun %10 ila 40 arası) kullanması ile faaliyeteler yön değiştirse bile devam eder. napoleon'un dünyaya katkılarından birisi de merkezi avrupa devletlerini ele geçirmesinden sonra tipik bir ikinci dünya savaşı etkisi diyebileceğim durumun meydana gelmesidir. bu sayede ispanyol sömürgelerindeki kreollar kendi meclislerini ve bağımsız hükümetlerini kurmaya başlarlar. ancak napoleon'dan sonra eski hükümetler tekrar kurulup avrupa devletleri eski sistemin devamını isteyince(metternich sistemi) ve üstüne askeri operasyonlara girişince blancos adlı beyaz üst tabaka radikalleşir ve renkli proletaryanın(colorados, mestizo, mulato, melez) bağımsızlık talebi doğar. simon bolivar(ö. 1830) ve jose de san martin(ö. 1850) bu istekleri gerçekleştirir. bu duruma itiraz eden napoleon savaşları galiplerinin oluşturduğu kutsal ittifakın gayretleri ise abd'nin açıkladığı ünlü monreo doktrini ile akamete uğrar(1823). abd, "amerika, amerikalılarındır" diyerek kıtada kendisinden başka oyuncuya izin vermeyeceğini açıklamıştır.

böylece kısa zamanda ırk sorunlarının olduğu, cehaletin ve sefaletin kol gezdiği, askeri ve siyasi liderlerin(casudillos) yönettiği güney amerika devletleri doğar. abd ve ingiltere bu devletleri tanır. ingiliz lord canning, dengeyi yeniden tesis etmek için yeni dünyayı kurduğunu ilan eder.

ama süreç sancılıdır. mesela 1826'da panama kongresinde bolivar'ın istediği abd benzeri güney amerika birliği gerçekleşmez.

bu sömürgeler bağımsızlıklarını kazanmadan önce vekil krallıklar olarak ispanya'ya bağımlılıklarını sürdürüyorlardı. bu yüzden bağımsızlarından önceki vekil krallık isimlerini de belirttim. neyse...

kuzeyden başlayayım;

yeni ispanya vekil krallığının devamı olan meksika, 1821'de bağımsızlığını ilan eder. ilk başlar oldukça sarsıntılırıdr. imparatorlar idam edilir, darbe üstüne darbe yapılır ve orta amerika birleşik vilayetleri 1823'de meksika'dan ayrılır(honduras dahil). akabinde federalistler ve merkeziyetçiler iç savaşa tutuşur. ispanyol işgal ordusu geri püskürtülür ve en sonunda santa ana adlı bir general 1833'den 1855'e kadar kendi dikta rejimini kurar.

yeni granada vekil krallığında ise 1811'de venezüella bağımsızlığını ilan eder. ispanyollar saldırır. bolivar yenildikten sonra haitililer, britanya ve alman lejyonerlerinden bir ordu kurar. 1820'de kolombiya ve venezüella bağımsızlığına kavuşur. 1819'da büyük kolombiya ilan edilir. sucre ile birlikte ekvator'da ispanyolları son kez geri püskürtür. bu devlet 1830'da parçalanır. ekvator, venezüella ve kolombiya ortaya çıkar.

daha güneydeki la plata vekil krallığında ise 1810'larda özgürlük savaşları başlar. cuntalar önce paraguay'ın(1811), akabinde rio de plata birleşik devletlerinin(daha sonra adı arjantin olacak-1816) bağımsızlığını ilan eder. san martin bir özgürlük ordusu kurarak peru vekil krallığına saldırır. çünkü şilili yurtseverler ispanyollara yenilmiştir. 1818'de şili bağımsızlığına kavuşur. en son olarak peru, bir ingiliz maceraperestin yardımı ile ordusunu bolivar'ınki ile birleştirir ve san martin'in idaresinde bağımsızlığına kavuşur. ispanyollar 1824'te kıtadan kesin olarak atılır. böylece görüş ayrılıkları başlar. bolivar ile san martin anlaşamaz. san martin avrupa'ya gider ve orada ölür. sucre kendi devletini kurmakta gecikmez. 1825'de bolivya kurulur.

brezilya ise savaşmadan ayrılabilen tek güney amerika devletidir. brezilya'da yetişen portekiz'in veliahtı pedro, napoleon savaşlarından sonra portekiz'e dönmez. 1822'de kongresini toplar ve brezilya imparatoru ilan edilerek brezilya'nın bağımsızlığı ilan edilir. daha öncesinde ise 1817'den beri uruguay için arjantin ile aralarında devam eden savaş 1822'de son bulur ve uruguay bir tampon devlet olarak 1822'de ilan edilir.

böylece beyazların kurduğu devletler olarak arjantin ve uruguay, melezlerin kurduğu devletler olarak brezilya, şili ve orta amerika devletleri, kızılderililerin kurduğu devletler olarak da bolivya, venezüella, kolombiya, peru, ekvator ve paraguay doğmuş olur.

geri kalan süreç ise avrupalıların gelmesi ile ekonomik gelişme, küçük beyaz burjuvanıın doğuşu ve işçi sınıfının oluşumudur. siyasi gerginlikler ve maden yatakları yüzünden sınırlara yönelik talepler(güherçile savaşları) bu devletlerin uzun bir süre kendi kendilerine savaşmalarına yol açmıştır. iç savaşlar da cabasıdır. bu süreç sonucunda kreollar avrupa'ya geri dönmüş, askeri diktatörlükler gelişmiş, melezlerin ve kızılderililerin efsanevi liderleri doğmuştur.
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.