heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

30 Nisan 2009 Perşembe

gizli örgütlenmeler


gizli örgütlenmelerin temeli ezoterizmdir ve bu kelime 'halkanın içinde' olanlar demektir. yani eski çağlarda okült örgütlenmelerde lidere yakın olan ve gizli bilgiyi paylaşan kişilerin halkanın içindedir. bu halka dışında kalan yandaşların oluşturduğu çembere de egzoterizm denir. mesela masonların gerçekten gizli bir bilgisi varsa, bu sadece 30-33 derece arasına olanlara öğretilirmiş. ilk 30 derece ise sadece ön hazırlık ve sabır testi oluyor.

ilk bilinen örgütlenme pisagor ve öğrencilerinin örgütlenmesidir. roma'nın daha başlangıç safhalarında güney italya'da, kendi öğretilerine göre, tanrıçalar çağınına, yani cennete, altın devre ulaşmak için devlet bile kurmuşlardır. akabinde kendi kendileriyle rakip olup parçalanırlar ve hep beraber roma imparatorluğu'na sızarlar. roma'nın büyük bir imparatorluk olmasında pisagor'un çok etkisi olduğu söylenir. pisagor da senelerce kahinlerden, kadın alimlerden, büyücülerden eğitim almış, okült örgütlenmelerde yetişmiş biridir. adam 3-4-5 üçgenini buldum diye senelerce bunu insanlardan saklamış, gizli bilgi diye öğrencilerine öğretmiş! bir üçgeni bile gizleyen herifin neler gizleyebileceğini düşünemiyorum bile. neyse, pisagor örgütlenmesinin şimdiki uzantısının masonlar olduğu düşünülüyor. ama tabi aradan yüzyıllar, binyıllar geçmiş. pisagordan masonlara ne kalmış, belirsiz.


yani anlayacağınız masonluk ezotorik bir örgütlenmedir. pisagor'un kardeşlik örgütlenmesinin günümüze kadar gelen şeklidir. temelinde insanların eşitliğini savunur ve bunun için çabalarlar. ancak günümüze geliş şekli farklı olmuştır. sanılanın aksine yahudilerle alakaları pek yoktur. hiram abif efsanesi de, dul kadının oğlu da, derecelendirmeler de tevrata değil, paganizme dayanır. sizin okuduğunuz o efsanelerin hepsi efsanedir. yoktur öyle bir şey. göz boyamacadır. kendilerini koruyabilmek için kendi efsanelerini tevrat a dayayıp meşruiyet kazanmışlardır. neyse tapınak şövalyelerinin bir kısmı o meşhur 13. cuma katliamından sonra iskoçya'ya kaçar. orada yeni bir örgütlenmeye girişirler. güney fransa dan kaçan çok çok az cathar ın(katolik roma onları bebeklerine kadar öldürüp soylarını kazımıştır) bir kısmı yine iskoçya ya kaçar. işte günümüz masonluğu bu iki grubun birleşmesi ile oluşmuştur. burjuva devrimlerinde başroldedirler. ama günümüze gelince artık işlevlerini kaybetmişlerdir. en büyük sırları olan sirius takım yıldızına(dolayısıyla isis'e) tapma eylemleri bile açığa çıkmıştır.


sadece ve sadece en üst derece masonların okuyabildiği sibylline kitapları(ki orjinali büyük capitol yangınında yok olmuştur), kalde kitapları, hermes'in tabletleri ve fenike kitapları ellerindedir. onlardaki bilgilere ulaşabilmek için mason bile olabilirim, ama şerefsizler bana nasıl olsa okutmaz!

sibylline kitaplarının da ayrı bir öyküsü vardır. ayrı bir yazıyı hakediyor aslında. roma daha büyümemişken geçiyor hikaye. plep ve patricilerin keyfi yerindedir. kölelik bir kurum olarak ortaya çıkmamıştır. işte o zamanlar bir kahin huzura çıkar ve elindeki 8 kitap için 1000 altın ister. vermezler elbet. bu sefer 4'ünü yakar ve 2000 ister. yine vermezler. 2 sini daha yakar ve 4000 ister. en sonunda istediği altına kavuşur ve kitapları verir. imparator okur okumaz çok heycanlanır ve hemen büyük capitol binasına konulmasını ister. sadece ve sadece çok önemli durumlarda bu kitaba danışılacaktır. danışıldığı durumlardan biri de büyük plep isyanıdır.

bu dünyanın en bilinen gizli örgütü(nasıl oluyorsa artık!) bence bu işin maskesi. tüm gizli örgütlenmeler masonları gün yüzüne çıkartıp kendi işlerini rahat rahat görüyorlar. ezoterik örgütler daha iyi bir dünya için çabalasa bile roma nın ağır katliamları ile bilgili kişileri sürekli öldürülmüş ve bilgi kuşaktan kuşağa aktarılamaz olmuştur. akabinde kalan bilgiyi devrim yeni gücü ile yani burjuva ile paylaşmışlardır. "daha iyi bir dünya, insanların eşitliği" derken burjuvanın hizmetine girmişlerdir. aslında tarihte üç büyük yangına maruz kalan iskenderiye kütüphanesinin yüzde onluk bir kısmı dahi varolabilseydi dünya tarihi bambaşka yazılabilirdi. ama hristiyanların mısır ı ele geçirmesinden sonra kütüphanenin neredeyse tamamını yakmışlar ve tarihi kendi kafalarına göre uydrmuşlardır. arkeoloji de olmasa tanrılar/tanrıçalar çağından hiç haberimiz olmayacaktı. kütüphanenin kalanını müslümanlar mısır ı ele geçirince yakmıştır.

tabii mısır deyince en önemli mitinden de bahsetmek lazım. şu dul kadının oğlu meselesi. masonlar çok sık dillendirir bunu. dul kadın isis'tir. mısır'ın en önemli tanrıçasıdır. roma, mısır'ı ele geçirdikten sonra avrupa'da barbar akınlarona karşı koymak için mısır lejyonlarını kullanmıştır. bunlar için şehirler kurmuştur. paris'in ilk adı parisis dir. viyana ve köln de mısır lejyonları için kurulmuş şehirlerdendir. yani isis kültü avrupa'nın göbeğine kadar girmiştir. girdiği için zaten isa'nın bir çok özelliği bu kültten alınmadır. hikayeye başlayayım artık;


mısır'da, ra'nın hükümranlığından sonra başa oğlu osiris geçer. ama kardeşi seth buna karşı koyar. osiris, kardeşi isis ile evlidir. neyse, seth bir gün osiris'e bir ziyafet verir ve onun sarhoş olmasından faydalanıp onu bir sandığa kilitler. sandığı akdeniz'e atar. ama osiris, isis'in yalvarması ile path sayesinde ölümden döner. akabinde başka bir ziyafet esnasında seth, osiris'i zehirler. tüm bedenini parçalara ayırır ve bu parçaları mısır'ın dört bir yanına dağıtır. isis, yine path'a yalvarır ve parçalanmış osiris'den çocuk sahibi olmak ister. path tüm parçaları toplar ve en önemli parçayı, yani osiris'in penisini de birleştirir. ölmüş bedenin ölü penisi ile cinsel ilişkiye giren isis, horus'a hamile kalır.

horus'un, yani dul kadının oğlunun gizli bir hayatı olur. en sonunda babasının intikamını almak için yemin eder! bir gün amcası seth'in evine gider ve yasal varis osiris'in oğlu olduğunu, krallığı kendisinden almaya geldiğini söyler. seth ona ziyafet verir. gece yeğenine iyice sırnaşır ve onu becermeye kalkar. zaten ibneliğe meyilli olan horus olaya sesini çıkarmaz. sabah olunca seth horus'u uyandırır ve gecesinin nasıl geçtiğini, zevk alıp almadığını sormaz elbette. hemen tanrı path'ı çağırıp yasal varisin içinde kendi tohumlarının olduğunu söyler. böylece onun yasal varis olmayacağını belirtir. ama iş sandığı gibi değildir. plandan annesi isis sayesinde haberdar olan horus, amcasını iyice içirmiştir ve tabiri caiz ise içine boşalmasını önlemiştir. üstelik amcasının kalvaltıda yemeyi çok sevdiği marula kendi tohumlarını boşaltmıştır. sabah olunca o marulları yiyen seth'in içinde horus'un tohumları vardır. path bu gerçeği kabul edince tanrıların savaşları başlar.

horus ile seth kapışır. horus bir gözünü de bu savaşta kaybeder. ama savaş onun üstünlüğü ile biter. seth mısır'ı terk eder ve lübnan civarına yerleşir.

elbette bu tanrıların son savaşı değildir. yakın coğrafyada, yani mezapotamyada tanrı marduk tüm rakiplerini alt eder ve tüm rakiplerinin ünvanlarını, sayılarını ve adlarını alıp kendini tek tanrı ilan eder. tek tanrı böyle doğmakla birlikle tüm babil bir rüzgar yüzünden yok olmuştur.

bir de bağdat kütüphanesi var tabii. kur an'da adları geçtiği için dinlerini koruyabilen sabiiler abbasi halifesinin emrine girmişler ve bağdat kütüphanesini kurmuşlardır. bunu da moğollar mahvetmiştir. kitapların hepsini dicle'ye atmışlar. size şöyle diyeyim, dünyanın yedi harikasından biri olan giza piramidini ilk kurcalayan kişi abbasi halifesi me'mun'dur. küçük bir askeri birlik ile piramitde bir kapı açtırmış ve içine girmiştir. çünkü piramidin içinde çok eski çağlardan kalma çok güçlü silahlar olduğuna dair kendisine bilgi verilmişti. yani yukarıda anlattığım savaşta kullanılmış silahlar.

ezoterizmin yahudi boyutu, yani kabbala apayrı bir mesele elbette. bunun isa'sı da var elbette. islam boyutu yani batinilik ilginç. sonuçta tüm boyutları dicle ile fırat arasında, filistin ve lübnan da ve nil deltasındadır. az biraz iş ganj'a da taşmıştır.

ve; ordo ab chao baby!!!

29 Nisan 2009 Çarşamba

mülksüzler

ursula k. le guin in, urras ve annarres adlı birbirlerinin uydusu olan iki gök cisminde yaşayan insanları anlattığı, arada dünyadan gelen bir kişiyi de kattığı, kahramanı shevek olan roman. gezegenlerden urras da bolluk, müzik, saraylar, yani aklınıza gelebilecek her şey vardır. gezegende emperyalist a-io ve sosyalist thu hükümetleri rekabet halindedir. bu rekabet kitabın yazıldığı soğuk savaş dönemine gönderme çok açıktır. aslında asıl ütopik olan gezegen urras dır. anarres de ise binyıllardır anarşizm hüküm sürmekte ve bu kurak gezegende insanlar yardımlaşarak, kimsenin kimseye hükmetmediği bir şekilde yaşamaktadırlar. her meslek grubunun bir sendikası vardır. urras a maden yollarlar ve karşılığında gezegende yetişebilecek meyve ağacı alırlar. urras a gitmek yasaktır. zaten tek gidebilen shevek tir, ki o da fizikçi. elleri daha çok işçi eli.

işte bu ütopik gezegen, ütopik topluluk bir çok sıkıntılara göğüs gererek varolabilmiştir. kıtlık vardır, açlık vardır, çöl vardır, hiçbir şey istediğiniz gibi olmayabilir. ama özgürsünüzdür.

romanda diğer gezegenler olarak hainliler ve arzlılardan ve yaşadıklarından kısaca bahsedilir. arz olarak bahsedilen yer bizim dünyamızdır ve dünyanın geleceğine yönelik kehanetlerinden le guin bahseder. aslında bana göre hikaye tamamen bitmemiştir. gerçi shevek in anarres e dönmesi ile biter, ama geri kalan kısımlar okuyucunun hayal gücüne bırakılmıştır.

"hayır. harika değil. çirkin bir dünya. bu dünyaya benzemiyor. anarres sadece tozdan ve kuru tepelerden oluşuyor. herşey az, herşey kupkuru. insanlar da güzel değil. hepsinin kocaman elleri ve ayakları var. benimkiler ve burdaki garsonlarınkiler gibi. ama kocaman göbekleri yok. çok kirlenir, birlikte yıkanırlar, burada kimse bunu yapmaz. kentler çok küçük ve sönük, sıkıcıdırlar. hiç saray yoktur. yaşam sıkıcıdır ve çok çalışılır. her zaman istediğinizi alamazsınız, hatta bazen gereksimlerinizi bile, çünkü yeterince yoktur. siz urras lıların herşeyi yeterince var. yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makinalar, kitaplar, giyisiler, tarih. siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. biz yoksuluz, biz yoksunuz. sizde var, bizde yok. burada herşey çok güzel. güzel olmayan yalnızca yüzler. anarres de hiçbir şey güzel değildir, yalnızca yüzler güzeldir. diğer yüzler, erkek ve kadın yüzleri. bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir şeyimiz yok. burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. gözlerde de görkemi, insan ruhunun görkemini görürsünüz. çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiçbir şeye sahip olmadıkları için özgürdürler. siz sahipler ise sahiplisiniz. hepiniz hapistesiniz. herkes yalnız, tek başına, sahip olduğu yığınla birlikte. hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu-duvar, duvar."

"burdayım, çünkü bende vaadi, ikiyüz yıl önce bu kentte ettiğimiz vaadi -yerine getirilen vaadi görüyorsunuz. vaadi yerine getirdik biz, anarreste. özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok. hükümetimiz yok, yalnızca özgür bir ilkemiz var. devletlerimiz, ulusumuz, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok. başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. biz paylaşırız, sahip olmayız. varlıklı değliz. hiçbirmiz zengin değiliz. hiçbirmiz iktidar sahibi değiliz. eğer istediğiniz anarres ise, aradığınız gelecek oysa, o zaman ona eli boş gelmeniz gerektiğini söylüyorum. ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. devrimi satın alamazsınız. devrimi yapamazsınız. devrim olabilirsiniz ancak. devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir."

28 Nisan 2009 Salı

ronin


bir john frankenheimer filmi. aynı zamanda ronin onun son filmidir. harika görüntüler eşliğinde nefes takip ve çatışma sahneleri ile çok hoş replikleri vardır. de niro nun gençlik filmleri harikadır. ama yaşlandığında çevirdiği, ronin hariç hiçbir filmi sevmedim. sanırım de niro yaşlandığında fazlaca göt göbek bağladı. nerede bickle, nerede şimdiki hali. onun en büyük rakibi! olan pacino nun ise gençlik filmlerini sevmem. yaşlandığında çevirdiği filmler daha hoş. scarface bile kötüydü. baba serisini başından sonuna kadar izleyebilmişliğim yoktur. bu seri nasıl en muhteşem filmler kategorisine giriyor, hiç anlamıyorum. baba serisi boktan yahu.

ronin japonca 'efendisiz samuray' demektir. efendileri olan dayimiyo(derebeyi) öldürünce intikamlarını alırlar ve toplu halde seppuku(törensel bir intihar) yaparlar. 47 kişidirler. filmde ise bir grup suçlu, biri tarafından, bir çanta hırsızlığı için toplanır. suçlulardan biri, eski bir cia ajanı olan ve kovulan de niro dur. filmde koskoca jean reno bile de niro nun yanında ezik kalır. araba takip sahnelerini ilk izlediğimde de çok etkilenmiştim. yani en iyi 10 araba takip sahnesini yazsam ronindekiler 1 numara olur. o dar yollardaki manevralar, kamera açıları müthiş. üstelik o yollarda lady diana da kaza geçirip ölmüş. aynı zamanda çok hoş fransa manzaraları ile sizi başbaşa bırakır. yani insan sırf bu film yüzünden bile fransa da o yerleri gezmek isteyebilir.

neyse, ronin in enfes repliklerini zamanında yazmıştım bir yerlere. oradan arak yapıp bloga aktarayım;


- neden ilk önce arka tarafa baktın?
+ küçük hanım, asla çıkışı olmayan bir yere girmem!
- peki neden bu arabaya biniyorsun?
+ sebebini zaten biliyorsun...

- hiç birini öldürdün mü?
+ birinin hislerini incitmiştim...


- sen eski asker misin?
+ hayır bu işi gazete ilanıyla buldum...


- amacın postunu kurtarmak mı?
+ evet, çünkü vücudumu sarıyor...


- bu kız kimin için çalışıyor?
+ şeyyy, bizden daha iyileri için!!!


- silah almaya geldik diye silahımızın olmadığını sanmayın sakın...
+ hey dostum, sadece takas....


- senin ölümünden ne elde edebilirim ki?
+ parayı alabilirsin.
- para zaten bende!


- biliyor musun, çok düşünüyorsun.
+ bunu kimse söylememişti!!!

+ bir şey ters giderse onlardan birine yanaş. keskin nişancı kendi adamını vurmaz.
- tamam...


+ sen bu işi neden aldın?
- paraya ihtiyacım var.
+ işte para burda...


+ bir şeyler yapsak iyi olurdu!
- bir şey yapıyoruz, oturup bekliyoruz...


- çantanın içinde ne var?
+ patronlarımızın bize para verme nedeni var.


- sen bu işe nasıl başladın?
+ zengin bir pislik beni baştan çıkardı ve böyle başladım.
- çok ilginç, bende aynı nedenden başladım!


- eski arkadaşlarım emekli olunca bar açmak isterlerdi.
+ demek kendileri ile birlikte hayalleri de ölmüş.


- bunu nasıl bildin?
+ şüpheli bir durum olduğunda şüphelenecek birşey yoktur. öğrettikleri ilk kural buydu.
- kim öğretti?
+ hatırlamıyorum. öğrettikleri ikinci kural da buydu.


- o çantada ne vardı?
+ hatırlamıyorum.
- iki numaralı ders...
+ seni arıyacağım..

27 Nisan 2009 Pazartesi

ayrıntıladım!!!

ilginç, adam hem para kazanıyor, hem de "bu benim hobim" diyor. "hade lan" diyeceğim burada. para kazanıyorsan eğer bu senin işindir. hobinden para kazanılmaz.

aynen şey gibi, halk aşık olunca türkü yakar, entel ise aşık olunca bu türküyü dinler. dağdaki aşığın oyu ile şehirdeki aşığın oyu ile eşit olmamalı!

sevgilisinin kendisine neler neler yaptığını ballandıra ballandıra diğer kadınlara anlatan kadın aslında sevgilisini değil, öyle birini hala daha nasıl elinde tuttuğunu ispat ettiği için kendisini övmüş olur.

iki nokta arasındaki en kısa yolun düz bir çizgi olduğu saçma aslında. en kısa yol, en iyi bildiğin yoldur. üstelik iki noktayı üst üste birleştirebiliriz. yani evreni bir güzel bükeriz ve ortaya çıkan tünelden geçip gideriz. yol daha da kısalır.

mitolojide ilk uçan insan olan ikaros, ilk uçan aygıt tasarımını leonardo da vinci, "padişahım, size isa aleyselamdan selam getirdim" diyerek üçüncü ahmet in çocuklarının sünnet düğününde füze benzeri bir aygıtla havalanan lagari hasan çelebi, istanbul u kanatları altına alan hazerfan ahmet çelebi, ilk defa balonla havalanan montgolfier kardeşler, ilk defa uçak yapıp uçan wright kardeşler, uzaya ilk çıkan insan yuri gagarin ve aya ilk ayak basan insan neil amstrong.

uykusuzluğun nedeni uyumayı istememektir. aksini iddia eden yalancıdır!

insan gerçekleştiremeyeceği şeylerin hayalini kurar. gerçekleştirebilse zaten onun hayali ile uğraşmaz. hayallerde yaşıyor harbiden bazı ibneler!

"eskiden hem noel babaya hemde tanrıya inanırdım.şimdi sadece noel babaya inanıyorum." -td-

çok alkol aldığınızda susun. boş boğazlık yapıp her şeyi söylemeyin.

küvette duş alınmaz. doldurulur ve içinde uzanılır. duş almak için lütfen küveti kullanmayınız!

yağmur yağıp seller akınca arap kızı neden camdan bakar? arabistan da seller akacak kadar yağmur yağmaz ve zavallı kız gördüğü bu olağanüstü hal karşısında şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştur.


çizilen kalp şekli bana hep kadın cinsel organını hatırlatıyor. ya size?!

robinson kafayı yediği için ikinci kişiliğini yani cuma yı oluşturmuştur. ıssız bir adada ben de senelerce yalnız kalsam, bende oluştururdum. robinson a hak veriyorum!
eğer donma tehlikesi yaşarsanız eldivenlerinizi ayaklarınıza geçirin. iyi geliyor.

neden bir kızla gece dışarı çıkınca gecenin sonunda sevişip sevişmeyeceğinizi sadece kız biliyor? benim de hakkım, bende öğrenmek istiyorum!

1200 lerde göbeği artık yere değen bir ingiliz kralı yağ aldırmak istemiş. kendisine tarihte ilk yağ aldırma işlemi yapılma esnasında anastesi olmadığı için canlı canlı karnı yarılmış ve kan kaybından dolayı ölmüş.
o kadar poker oynadım, elime hiç flush royale gelmedi.

iskenderiye fenerinin feneri dev bir penismiş. denizciler neye bakacağını biliyorlarmış!

bir gün uzaylılar bana gelip "selam lan, biz dostuz" derlerse eğer "aman tanrım, tanrı harbiden yokmuş!" diyeceğim.

ütü yapmayı seviyorum sanırım. çünkü uzun sürüyor!

10.000 tl sına bir erkeği öpebilirim sanırım. ama para peşin!

en sonunda çok ilginç bir sonuca ulaştım. tohum tarihim 1 mayıs.

zaloğlu rüstem yenilmez bir savaşçıdır. şeytanı bile teke tek döğüşte yenmiş ve böylece yenilmez olduğunu ispatlamıştır. şeytan "seni, yine kendin öldürüceksin" demiş ve bunu yapmak için epeyce uğraşmıştır. en sonunda şeytan, sudan tahmina adlı bir güzeller güzeli kadın yapmış ve zaloğlu nun tahmina ya aşık olmasını ve onu elde edememesini sağlamıştır. neyse, kralı ile arası bozulan rüstem, doğu sınırını tek başına korumak için sınıra yollanmış ve şeytan ile ahbaplık kurup arkadaş olmaya başlamıştır. sınırında zaloğlu nun olduğunu öğrenen komşu kral büyük bir ordu ile onun üstüne gidecekken rüstem in yaptıklarından etkilenen komşu prenses bunu önlemiş ve rüstem i saraya çağırmıştır. ama bu prenses rüstem in her zaman hayalini kurduğu tahmina dır ve su değildir. evlenirler. bir çocukları olur. rüstem savaşmaya tekrar başlar ve yirmi küsür yıl sonra bilmeden kendi oğlu ile çarpışır. kaybeder. rüstem i yenen zaloğludur.

amerikalı savaş karşıtlarının genel amerikan politikasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum. tüm dünya onlara nefret kusarken aynı zamanda bu savaş karşıtı gösteriler ile tüm dünyaya şirin görünmeyi de başarabiliyorlar. yani kesin bir amerikan düşmanlığı hiçbir zaman oluşmuyor.
nükleer füzeler soğuk savaş bittiğinde gereksiz bir konuma düşmüştü. savaş önleyeciliği kalmamıştı. amerikan yönetimi bu sorunu hollywood a havale ederek çözdü. nükleer başlıklar uzaylılara veya meteorlara karşı kullanılabilir. hala daha ciddi tehdit altındayız!

eskiden filmlerde dünyayı ya uzaylılar istila etmeye çalışır, ya da büyük bir afet son anda önlenirdi. ama bir kaç yıldır dünya tamamen yok ediliyor. nedendir bilinmez, uzaylılar nuh un gemisi işlevi görüyor ve bir kısım canlıyı ve insanı kurtarıp afetin etkisini hafifletiyorlar. sanki uzaylıları sevdirmek için bir kampanya var!

kesin bir önerme olmamakla birlikte gözlemlediğim kadarı ile tüm şaşılar fenerli, tüm kepçe kulaklılar beşiktaşlıdır!

kullanılmayan organlar körelir değil mi? ey erkekler, penisinizi sadece işemek için kullanırsanız bir süre sonra bahçe hortumundan farkı kalmaz!

sağır sultan mısır lıdır. istanbul daki ajanları vasıtasıyla herşeyi öğrenirmiş.keltlere göre yılın son günü, yani 31 ekimde(cadılar bayramı) ruhlar dünyaya inermiş. canlılar bu ruhlarla karşılaşmamak için korkunç kıyafet giyip sokaklarda dolaşırlarmış. böylece kim ruh, kim canlı belli olmazmış.

24 Nisan 2009 Cuma

domates

meksika kökenli bu bitki 1528'de hernan cortes tarafından avrupa'ya getirilmiş. kelime anlamı olarak 'frenk patlıcanı' demekmiş. yunanca 'tomates'den evrilmiş türkçeye. avrupa'da, kırmızı renginden dolayı uzun süre zehirli olduğu düşünülüp sadece süs bitkisi olarak kullanılmış, meyvesi yenen sebzedir. aynen kavun ve karpuzun meyvesi yenen sebze olması gibi. dünyada bu sebzeyi değişik şekillerde tüketiyorlar. koreliler yeşilken yermiş mesela. brezilyalılar ise tuzsuz tüketimiş. 20 yıl öncesine kadar mutlak bir yaz sebzesiydi ülkemizde. ancak sera işinin çıkması her mevsimin sebzesi yaptı.

neyse, konusunu açma sebebim şu evinin küçük balkonunda, bir saksı içinde domates yetiştiren kişiyi gösteren tat salça'nın reklamı. izlediyseniz reklamı, domatesin saksıda yetişebileceğini sanabilirsiniz. işte bu yüzden, sırf bu yüzden olaya açıklık getirme ihtiyacı hissettim! domates yüzde yüz toprakta yetiştiriciliği yapılan bir sebzedir. kökleri kazık köktür. anlayacağınız kökü oldukça derine gider. ayrıyeten domates bitkisinde bir tane meyve olmaz. onlarca olur. eğer reklamdaki gibi her bitkide bir meyve olsa, domatesin kilosu altının gramından daha pahalı olur. hemen herkes duymuştur, f1 hibrit domates tohumunun gramı, altının gramından daha pahalıdır.

ayrıyeten; yeşil domates toplarsanız ve bu domatesleri serin bir yerde bekletirseniz domates kızarır. hormonlu domatesi anlamak basittir. eğer domatesi ikiye bölerseniz, çekirdek ve meyve eti bölümünü görürsünüz. bunların arasında boşluk bulunmaması gerekir. boşluk varsa bilin ki o domates hormonludur. ayrıca şekli bozuk domatesleri almamanızı tavsiye ederim. ayriyeten kesinlikle kabuklarını soyun derim size. feci şekilde ilaç kalıntısı vardır üzerlerinde.


bu reklamacılar azıcık açıp nete baksalar yeter aslında. abartıyorlar reklamlarını. neyse, domates ve birçok sebzede hormon kullanılmasının nedeni çiçeklenmeyi sağlamaktır. sera yetiştiriciliğinde ısıtma büyük maliyet gerektiren bir problemdir. +7 derece olmadan bitkiler çiçek açamaz. sera yetiştiriciliğinde kış aylarında hormon verilir ve bitkiler kendileri +7 derecede hisseder ve çiçek açarlar. güneş ışığı olmadığı için fazla kızaramaz ve tadı bozuk olur.

yaa, işte böyle bir sebzedir domates. normal yetiştiriciliği daha fecidir. şubatta tohumlar ekilir, çimlenir, şaşırtılır, tarlaya alması nisan sonu, mayıs başını bulur ve meyveye bağlaması eylüle kadar devam eder. yani yılın 7-8 ayını kapsar, ki bu özelliğinden dolayı ilk aşamalar tarlada değil, sera koşullarında yerine getirilir. üstelik bakımı da zordur. gerçi salçacılar ne bulursa alır.

ek bilgi: hazır konu gıdadan açılmışken size tavsiyem tavuk salam, sosis, sucuğuna hiç bulaşmayın.

22 Nisan 2009 Çarşamba

intihar düşüncesinin dayanılmaz hafifliği

nietzsche'nin müthiş bir lafı vardır;

"bir uçurumun dibine uzun uzun ve dikkatlice bakarsan, uçurum da senin içini merak eder, senin gözlerinin arkasında neler olduğunu görmek ister. bazı uçurumlar cesurdur, ilk hamleyi o yapar ve seni yanına davet eder."

intihar imgesiyle tanıştığımdan beri -ki çok uzak bir zaman olmuyor bu- işin büyüleyiciliğine kapılmamak imkansız. bu işi düşünen herkes eninde sonunda bir metot bulmuştur kendine, ki ben de iki tane düşündüm. birincisinde kendimi iş bankası kuleleririn birinden aşağıya atıyorum ve düşerken silah çıkarıp beynimi dağıtıyorum. çarpmayı hissetmemem lazım. ikincisinde ise ellerimi yumruk yapıp camdan geçiriyorum ve akabinde kırılmış pencere camında kolumu boydan boya çiziyorum. ikincisinde kurtulma ihtimali fazla, o yüzden ikinci planda zaten. intihar dediğin kesin ve garantili olmalı. tek seferde işlem bitmeli. kurtulamaman lazım. ikinci bir şans istesem, neden deneyim?

neredeyse herkesin bir yakınının veya arkadaşının intihar macerası olmuştur. ben birini 3 kez ciddi manada intihardan döndürdüm. sebebi belli, çünkü ona ihtiyacım vardı. 2 kez kusturmuştum, bir kez vazgeçirdim. başka bir arkadaşım kimyagerdi ve burundan çekilen bir asitle işi bitirmeye çalışmıştı. başarısız oldu. ikinci seferinde halı batmasın diye yere naylon sermiş ve bileğini kesmişti. yine kurtuldu. o da bana, dener ve kurtulursam eğer hastane prosüdürünü anlatmıştı. doktora kesinlikle ve kesinlikle "bir daha denemeyeceğim, pişman oldum" diyeceksin. yoksa bir süre seni içerde tutarlar. bambaşka biri ise hapı içtikten sonra komşunu arayıp acele hastaneye kaldırılmıştı. karısıyla kavga eden bir arkadaşım bileklerini kesmiş, pişman olduğunda ise planını çok iyi yapıp olaya kaza süsü vermişti. anlatması uzun sürer şimdi.

"ulan hiç mi ölen olmadı" dediğizi duyar gibiyim. garantili metot denemiyorlar bence. herkes kurtuldu. ama bir dostumun sevgilisi, kendisini onun hediye ettiği atkı ile asmış, ki dostumun yaşadığı travmayı düşünemiyorum bile. demek ölen oluyor, imam cenaze namazına pek tenellüz etmese bile o işlem de hallediliyor. halledilemeyen mesele birazda polis. çok soru soruyorlar. herkes çok soru soruyor, herkes. bazen olay kazamı intihar mı belli olmuyor, o durum daha da beter.

kullanılan metot da önemli tabii. mesela hakan günday - piç'deydi sanırım, yoksa zargana mıydı, tam hatırlayamadım şimdi, kimin neresinden problemi varsa orasını yok etsin diyordu. kafamda olup bitenler seni sınıra kadar getirmişse eğer, beynini uçur. aşk acısı çekiyorsan kalbinden vur kendini. zargana'da bir söz vardı. üniversite binası basılır ve polislere karşı bir pankart asılır:

"hepimizi öldürün!"

bence müthiş bir söz. hakan günday'a birazda bu yüzden hayranım. adam süper.

yöntemler içinde bilek kesmek hala saçma geliyor bana. üstelik yan ve düz bir hattan kesiyorlar. bileğini çapraz keseceksin. damardan daha çok kan gelir, daha kesin bir yöntem olur bu. ben iğneden bile korkarım, fiziksel acıdan nefret ederim. pek benim yöntemim değil. asılırkende çırpınmak feci. üstelik boynum koparsa her taraf kan gölü olur. 50'lerde ünlü bir japon, ülkesinde amerikan askeri olmasını kaldıramamış, uçağına atlayıp meclise son sürrat dalmış. güzel yöntem. ama adın kalıcı hale geliyor. oysa hiç hatırlanmamak iyi bir şey. yani kaydının kuydunun olmaması.

bu işin birde notu var elbette. çok saçma, acayip saçma, hatta öküzlük. dünyaya neden bir mesaj bırakmak isteyisinki? zaten bıkmışsın, sessizce çek git işte. ahmet kaya gibi: "kafama sıkar giderim!"
tüm bunlara nereden mi geldim? yaşadığım yerde kıyıda bir yunus cesedi bulmuşlar. beni de çağırdılar. düşünüyorum şimdi, intihar mı etti acaba? ama balina ve yunuslar genelde toplu intihar eder. tek olmaz, cık, kesin balıkçıların ağlarına takıldı. sonra, harbi yunuslar ve balinalar nasıl intihar eder? insanlar başka intihar edebilen tek canlılardır. bir köpek intihar edemez mesela.

yunus ve balinalar nefes alıp vermelerini kontrol edebilen memelilerdendir. bizim gibi otomatik değildir. canları herhangi bir şeye sıkıldığında kıyıya vururlar ve nefes alıp vermelerini keserler, yavaş yavaş ölürler. oldukça acı verici bir ölüm olmalı bu. boğularak ölmek gibi bir şey. herhalde herkes rüyasında boğulmuştur. anlayabilir yöntemi.

bilim insanları hala daha araştırıyor balina ve yunusların neden intihar ettiklerini, ama sonuç yok. belki bulsalar, insanlara da çare olurlardı. otostopçunun galaksi rehberi'nde, yunuslar terk ediyor dünyayı, sebebi ise dünyanın bir uzay karayolu üzerinde olmasından dolayı yokedilecek olması. üstelik gezegenin en akıllı canlıları, biliyorlar karayolu hattını, senelerce insanları uyarmaya çalışıyorlar, ama insanlar onların bu konuşmalarını anlamıyor, sadece eğleniyorlar sanıyor. paralel evrende geçen hikayede ise yunus dünyada yok. paralel evreni bile terk etmişler. zaten biz "çoğunlukla zararsız" değil miyiz?

peki ya biz? harbiden, görecek bir şey kalmayınca, ölmeli miyiz? dancer in the dark'da selma'nın dediği gibi: "görecek ne kaldı ki?"

çin seddi var, torunlar var, sen, yani bunu okuyan var. görecek çok şey var, mı? internet ve tv sağolsun, görecek, okuyacak hiçbir şey bırakmadılar. heyecan bitti, merak bitti, sadece eğlence var. biri bana, yaşayabileceği her şeyi yaşadığını, zevk alabileceği bir şey kalmadığını söylediğinde "ibnelikde mi yaptın ulan!" demiştim. yapmamış, ee sonuçta deneyecek bir şey kalmış onun için. zevkler bitebiliyor. ama zaten biz insanoğlu bu zevk ve heves ve hazların peşinde koşmuyor muyuz?

belkide tekrar tekrar aynı şeyleri yaşamanın verdiği huzursuzluktur bu intihar düşüncesi. belki bu sadece benim içimdir. belkide sadece bu 'belki' nin cevabı için yaşamaya inancım devam ediyordur. bir ara peder demişti: "oğlum sen intihara mı meyillisin?" "yoo" dedim elbette. sadece hiçbir şey yapmak istemiyordum o dönem, bıkmıştım, herkes bıkıyor sonuçta.

mesele nerden nereye geldi bak, gördün mü? biriyle şiddetli bir şekilde tartışmıştım zamanında, tanımıyorum adamı, ama tanıyanları tanıyorum. 2 gün sonra haberi gelmişti, adam kendini asmıştı. "ben mi tetikledim?" diye de düşündüm. zannetmem, zaten sorunluymuş. üzerime doğru yürürken "siktir et ibneyi" de demiştim kendi kendime. siktir ettim işte!

sonuçta bu dünyaya yalnız geliyoruz, yalnız gidiyorum. dünyaya gelmek harbiden sizin seçiminiz değil, en azından gitme vaktinizi seçmeniz sizin elinizde. bir doktorun elinde ölmektense seçimi kendim yapmam daha mantıklı. trainspotting'de der: "70 yaşımda torumlarımın dalga geçeceği, kendi altını bile tutamayan biri olmaktansa, o rezil hayatı seçmektense kendi kaderini çiz." çizeriz elbette. bir alman komünist çift varmış, adlarını hatırlayamadım, affola, 65 yaşlarını geçince ikiside intiharı seçmişler. çünkü kimseye yük olmak istemiyorlar. arkalarını toplarlayacak birinin olmasını kaldıramıyorlar. kendi işlerini kendileri yapıyor. çünkü bu sadece bir seçim. yaşamak mı veya ölmek mi değil, ister yaşarlar ister ölürler. intihar eden kişinin cehenneme gideceğini söylemek kadar saçma. sana ne imam efendi.

harbiden, tanrıya ilk yarattığı insan olan adem bile isyan etmiş, adem'in çocuğu kabil bile, tanrıdan haberdar olduğu halde kardeşi habil'i öldürmekten çekinmiyorken, sana ne onun intiharından. hem zaten intihar, depresyonun ileriki safhalarında ortaya çıkan, tamamen hastalığın bir sonucu değil mi, a bunu söyleyen embesil!

kim ne derse desin intihar düşünsel bir acının neticesidir. bastıramadığın acıyı kökünden söküp atmaktır.

tabii birde ronin var. efendileri öldürülünce önce efendilerinin intikamını alırlar. yaşamak için amaçları kalmayınca kılıçlarını karınlarının sağından sokarlar ve sola doğru düz bir kesik açarlar. intihar işte bu. nedeni önemli değil, harbi bu. yaşamları bir efendiye bağlı olsa bile sonuçta seçim onların, becerebiliyorlar.

aklımda bir intihar metodu daha var elbette. hatta kısa filmini bile düşündüm. sadece el, göz, kulak, burun, saç, ayak görülecek. iki kişinin de, ve hazza ulaşırken, silah çıkacak ortaya, bir kurşun, çırpınırsa bir daha. bitti.

"insan o kadar çok acı çeker ki en sonunda gülmeyi icat etmiştir."


hayatı film tadında yaşamak


vicky cristina barcelona'yı izlerken aklıma iyice yerleşti bu düşünce. yani hayatı film tadında yaşamak düşüncesi. şimdi;

scarlett ile beraber bir kaç saniyeliğine bisiklete binmem lazım. hemen ardından dondurma yalamalıyız. ama bisikletteyken scarlett kollarını açıp taytanik du
ruşu yapacak ve kesinlikle bisikleti devirmeyeceğim. dondurma yalarken burnu da dondurma olacak ve ben dondurmayı burnundan yiyeceğim, sonra beraber güleceğiz. akabinde benim sırtıma çıkacak, onu döndüreceğim ve merkezkaç kuvvetine kapılıp onunla beraber devrilip, çimenlerin üstünde gülüp, koklaşacağım. ikimiz daha sonra güzel bir film izleyeceğiz, ama içinde scarlett olmayacak. pehh, grace kelly olabilir bak. her genç kızın hayali onun gibi prenses olmak sonuçta. tabi filmi izlerken gazoz da içeceğiz. birbirimizin gazozlarını da içeceğiz.

ama hepsi bir kaç saniye sürecek. flört evresi taş çatlasa 1 dakika olmak zorunda. çünkü filmlerde flört gereksizdir. bu yüzden kısa tutulur. işin komiği gerçek hayatta da gereksizdir.

akşam yemeğini de şarap eşliğinde içtikten hemen sonra alkolün etkisiyle yatağa girmek, çok hızlı bir sevişmenin ardından kadının gözlerini kaydırması ve erkeğin kendinden geçmesi ve iki birbirini çok seven, yani scarlett ile benim birbirimize sarılarak uyuması ile bu flört sahnesi biter. filmlerde her şey kısadır, anlıktır. çünkü süre kısıtlaması vardır. normalda seks, bildiğin soft pornodur. ama bu tür filmler yüzünden kadın milleti delirdi harbi, kontrolden çıkmaya başladı!

ve; tüm sahne taş çatlasa 5 dakika sürdü. ama aynı filmde, yani scarlett ile benim filmimde kavgalar, üzüntüler, tartışmalar, pişmanlıklar on dakikalarca gösterilir. her bir sahne yavaş çekim beyinlerimize kazınır, her sözü hatırlarsınız, scarlett in her bok yemesini unutmazsınız. yani hayatı gerçekten film tadında yaşıyor olsak hazlarımız bir kaç saniye sürer. geri kalan tüm zamanlar pişmanlıklar ve üzüntülerle doludur. tamam, haz peşinde koşulan bir duygudur, hatta erteleyicileri bile vardır, ama filmlerdeki kadar kısa sürmez. her şeye rağmen filmlerde genelde mutlu son olur. 1,5 saatin 1 saati pişmanlıkla geçerse eğer, napayım ben öyle hayatı? siz siz olun, hayatı film tadında yaşamayın. zevk ve haz peşinde koşarken kendi yalnızlığınıza başkalarını kalkan etmeyin. her şey çürür, her şey paslanır. sonsuz diye bir şey yok. harbi bak!!!

21 Nisan 2009 Salı

travis bickle


bilimum şerefsizlerin, pezevenklerin ve hırsızların düşmanı olan seri katilimsi taksi şoförüdür. hiç bir art niyet taşımadan, tamamen saflığından sevgili adayını porno filme götürmesi ile aslında ne kadar yardıma muhtaç olduğunu belli eder. çünkü o bir asosyaldir ve pişmanlığın ne olduğunu bile bilmemektedir. geceleri gördükleri yüzünden en sonunda hayatının amacını bulur. 12 yaşında bir fahişeyi kurtarmak için önce vücut geliştirir sonra silah seçer, markette siyah bir çocuğun üzerinde cesaretini sınar. kan tarlasının içinden çıktığında ise o artık bir halk kahramandır.


kızları iris kurtulduktan sonra anne ve babanın travis bickle'a yazdığı mektup:

"sevgili bay bickle;

ben ve bayan steensma tekrar sağlınıza kavuştuğunuza duyduğumuzu ne kadar sevindik, anlatamam.

iris'i almaya new york'a geldiğimizde hastanede ziyaretinize gelmeyi istedik. fakat hala komadaydınız. iris'imizi geri gönderdiğiniz için size olan borcumuzu asla ödeyemeyiz. onu kaybettiğimizi düşünürken hayatımız yeniden doldu. söylemeye bile gerek yok, ama siz bu evin bir kahramanısınız. iris'in nasıl olduğunu merak ediyorsunuzdur. okuluna geri döndü ve çok çalışıyor. sizin de tahmin edebilceğiniz gibi uyum sağlaması biraz zor oldu. ancak biz de onun tekrar kaçmasına gerek kalmaması için gerekeni yaptık.

sonuç olarak bayan steensma ve ben size tekrar yürekten teşekkür etmek istiyoruz. ne yazık ki new york'a tekrar gelip size, şahsen teşekkür edebilmek için durumumuz müsait değil. fakat siz pittsburgh'a gelirseniz sizi evimizde ağırlamaktan büyük mutluluk duyarız.

en derin teşekkürlerimizle burt ve ivy steensma..."

osman gazi


asıl adının ataman, otman, tuman olduğu tahmin edilen, şamanizme inancı kuvvetle muhtemel devam eden, sonradan müslümanlaştırılarak adı osman yapılan osmanlı devletinin kurucu lideri. yaygın kanaat adının ataman olduğudur. aşiretin başına geçmek için amcası savcı beyi okla vurmuştur. osmanlı devletinde doğru düzgün tarih yazıcılığı 15. yy'da başladığı için bu tarihe kadar adı pek geçmez. oğlu orhan gazi bile bastırdığı paralara sadece kendi adını yazdırmıştır. adı ilk kez çelebi mehmet zamanında bursa-ulucami ye konulan bir kitabede geçer.

bizanslı tarihçilere göre denizcidir. rivayete göre kendi gemileri meriç nehrine girmiş ve bizansa baskın üstüne baskın vermiştir. yıldırım beyazıt ın timur ile mektuplaşmalarında timur, atası denizci olan yıldırım ile bol bol dalga geçmiştir. orta asya toplumlarında denizci olmakla baldırı çıplak olmak aynı anlama gelmektedir. çok büyük ihtimal okuma yazması yoktur. okuma yazma bilen ilk osmanlı padişahı çelebi mehmet'tir. çelebi'nin anlamı zaten okuma yazma bilen kişidir.

osman gazi'yi soyca oğuz hana bağlayan kayıtları 15 ve 16. yy osmanlı tarihçileri düzenlemişlerdir. ertuğrul, kayı'ların başı değil, sadece kayı'ların bir oymağının başıdır. kayı'ların geri kalanı anadolu ve suriye'nin bir çok değişik yerlerinde yaşamıştır. sevan nişanyan kayı kelimesinin 'kaymak' tan türeyebileceğini ve bunun da eski türkçede dönme manasına geldiğini yazmıştır. hatta kaşgarlı mahmut'un sözlüğünde kaymak 'sapık' anlamına bile geliyormuş.

bazı tarihçiler osmanlı soyunu bizans hanedan soyu kommen'lere bazılarıda muhammed'e dayandırmıştır. resmi tarih, kayı boyunu esas alarak yazılmıştır. en uçukları ise verdikleri silsilelerle soyu nuh' a kadar uzatırlar.

hakkında olduğu söylenen tüm islami hikayeler büyük ihtimal uydurmadır. şeyh edebali'nin evinde uyuyup karnından bir şeylerin dallanıp budaklanması gibi hikayeler çok sonları söylenegelmiştir. ayrıca kendisi 1299 da değil, 1281 de aşiretin lideri olmuştur. 1299 da olan olay selçuklu sultanının onu bir devlet olarak tanımasıdır. 1326 ya kadar yaşadığından 47 yıl aşiretini yönetmiştir.

20 Nisan 2009 Pazartesi

elli üç dakika

"günaydın," dedi küçük prens. "günaydın," dedi tüccar. susuzluk giderici haplar satan bir tüccardı bu. haftada yalnızca bir hap yutuyordunuz ve hiç susamıyordunuz. küçük prens;

"bunları neden satıyorsunuz?"

"çünkü çok zaman kazandırıyor, uzmanlar hesaplamışlar. bu haplarla haftada elli üç dakika kazanılıyor."

"peki ne yapacağım o elli üç dakikada?"

"ne istersen..."

"bana sorarsanız, dilediğimi yapacağım bir elli üç dakikam varsa, bir su kaynağına doğru gönlümce yürümeyi seçerim."

ilk ne zaman okudum, hatırlamıyorum küçük prens'i. ama ilk okuduğumdan beri aklımdadır bu diyalog. sürekli "işim var" diye seni ekenler içindir. bir bıtkınlığın cevabıdır bu kısım. ne zaman acele ile bir yere yetişmesi gereken birini fark etsem, bir yere aceleyle gittiğimi fark etsem, arabasıyla hızla biri yanımdan geçse, kafası önünde, elinde bir çanta birini tespit etsem, içimden "işte susuzluğu giderici hap satın almış bir kişi daha" derim. 53 dakikasını daha çok çalışmak için kullanıyordur. oysa tilki bölümünü hatırlasa hikayenin, elde ettiğini zannettiği bu zamanı daha güzel kullanırdı, en azından tilkiyi tanırdı.

"merhaba arkadaş olalım mı?"

"olamayız. sen benim için binlerce çocuktan herhangi birisisin. ben de senin için herhangi bir tilkiyim."

"arkadaş olmamız için ne yapmamız lazım?"

"birbirimiz için özel bir tilki ve özel bir çocuk olmamız lazım. bunun için haydi beni yakala ve evcilleştir. sana güvenmemi sağla. o zaman benim için özel bir çocuk olursun, ben de senin için özel bir tilki."

güneşi ben gördüm, sakın siz görmeyin


eski arabeskçi yeni sinemacı mahsun un güneşini göreyim dedim. görmez olaydım, gitmez olaydım, ne boktan bir filmdi o öyle. adam hala daha arabeskçi, hala daha ajitasyon üstüne ajitasyon, sürekli bir acındırma hali, film, hikaye namına hiçbir şey yok, üstelik film iğrenç. yarısında çıkacaktım, belki hikaye düzelir dedim, ama yok, inadına berbat bir şekilde devam etti ve bitti.

- bir defa mahsun ve demet evgar çok zorlama bir türkçe konuşuyor. yani bir kürt öyle türkçe konuşmaz. biliyorum, o yüzden yazıyorum. hele öyle homur homur hiç konuşmaz. üstelik bu kişilerin hepsi köylerinde bile türkçe konuşuyor, kendi aralarında bile. kürtçe konuştur işte kardeşim, hala günah veya yasak değil.

- hiçbir yüzbaşı köylü ile öyle şekilde samimi olmaz, olamaz. samimi olursa hakkında istihbarat toplanacağını ve bu bilginin dağa gideceğini bilir.

- ah yavrum ya, her istanbul a göç eden keşke senin oturmaya başladığın semtte yaşasa, ama nerdeee.

- öyle bir türkiye-norveç karşılaştırması yapılmışki ben en sonunda pes dedim. hele o topal çocuğa takma bacak taktılar ve çocuklar dizlerini kırarak koştu ya, ben içimden "run forest run" dedim. az kalsın o protez düşecek ve birden bire bir bacak uzayacaktı.

- duygusal olacağım diye, milleti ağlatacağım diye müthiş boş duygusallık barındıran sahneler ile film boktan hale getirilmiş. insan arabeskçi dahi olsa bu kadar olmaz. kendimi ferdi tayfur filmlerini izlerken yakaladım. yani bahtsızlığın bu kadarına pes doğrusu. bir tek kutup ayısını görmedik. az kalsın o da görünüp mahsun a bir şeyler yapacaktı. o derece bahtsız bir aileydi.

- ülkemizin travesti sorununa da değinerek ne kadar büyük bir sinemacı olduğunu cümle aleme göstermiştir. meğer sonradan ibne olunmaz, ibne doğulurmuş.

- norveç in fyordları, gel hele gülüm gel hele, sallanır bacakları, aman tanrım ne güzelmiş. bir anda otostopçunun galaksi rehberini okurken buldum kendimi. hani fyordlar boyanıyordu ya, işte o anda, halay çekesim geldi, "lülülülü" diye bağırarak hemde.

- ülkemizin balıkçılık sorununa kamil sönmez üzerinden değinmeleri süper olmuş. karadenizli balıkçılar acaba elleri çatlamasın diye ne kullanıyor.

- ülkemizin çocuk yurdu sorununa da değinilmiştir. hemen bir sarışın müdire hanım bulunmuş ve devlet ana da yurda, dosta, düşmana, kktc ve dış temsilciliklere de gösterilmiştir. derya baykal ın bacakları gözüme çok ince geldi. süperdi hatta. ama gövde 50 yaşındaki çınar gibi kalın. ülkemizin kilo verememe problemi çok büyük çok.

- anladımki hiç kimse, hiç kimse sen değil mahsun. alem buysa kral sensin, yeni yılmaz güney'sin! ama saçlarını kısa kestirme. çünkü benim gibi silindir kafalı olduğun belli oluyor. hiç yakışmıyor hiç!

- ülkemizde kaliteli pezevenk sorunu var. bunu da mahsun sayesinde fark ettim. böyle bilgili, kültürlü, entelektüel pezevenkler yetiştirmemiz lazım.

14 Nisan 2009 Salı

golem


insan biçimli heykellerdir. 1500'lerde yahudiler tarafından söylenen bir efsaneye göre cemaatin koruyucusu olan golem adında metal bir dev vardır. aslında tevratta sözü geçen kusurlu varlık anlamına gelen bu sözcüktür. ama zamanla çeşitli söylencelere konu olmuş ve büyülü kağıtlar yazan bilgelerin, bu kağıtları yaratığın ağzının içine ya da başına koymaları ile canlanması ve o çağlarda dini ve fiziki baskılara uğrayan yahudileri koruması anlatılır olmuştur. bu söylencelerden en ünlüsü 16. yüzyılda prag'da yaşayan haham yehuda löw ben bezuel'in yarattığı golem'in öyküdür. bu öyküye göre yaratıcısı tarafından tanrının mistik ismi shem yazılı bir kağıdın ağzına yerleştirilmesiyle golem uyanır ve prag'da yaşayan yahudileri düşmanlarına, yani anti semitik saldırılara karşı korumaya başlar.

her şey iyi hoş giderken elbette bu söylencenin de bir sonu vardır. bunlardan biri yaratılan varlığın yaratıcılarına karşı ayaklanıp dünyasal amaçlara yönelmesi, tanrının hizmetinden çıkmasıdır.

başka bir rivayete göre cumartesi günleri alnına yazılı ameth(yaşam) yazısının a harfi haham tarafından silinir ve geriye meth(ölüm) kalırmış. bu sayede golem uykuya dalarmış. bir cumartesi günü haham harfi silmeyi unutur ve bu kutsal günde golem her tarafı yakıp yıkar. haham tarafından alnındaki tüm yazı silinir ve golem tuzla buz olur. bu golem'in kalıntılarının hala prag'da ki sinegogun çatısında olduğuna dair rivayetler söylenir durur.

ilginç bir rivayette de ispanya kralı felipe iber yarımadasını müslümanlardan kurtarınca ülkeyi korumak için yahudi yazmalarına sarılır ve bir golem yapmaya niyetlenir. ama golem yapma çabaları başarısızlığa mahkum olur.

(resim; prag felsefe fakültesinin bahçesindeki temsili golem heykeliymiş)

12 Nisan 2009 Pazar

lost: john locke is dead



5. sezon 12. bölümün adı dead is dead. aslında john locke is dead deseler daha doğru olurdu. çünkü locke harbiden ölmüş.

eko'nun yemi ile konuştuğu bölümlerde monster resmen onun canını okudu. aslında dalgasını geçti. o canavarın öyle bir özelliği var. neyse, eko'yu öldürürken yemi en sonunda "ben senin kardeşin değilim" de dedi.

3. sezonda jacob'ın saliselik görüntüsünün görünmesinden sonra lost un en önemli bölümüydü. ne hikmetse iki bölümde de ben ile locke var. ve locke harbiden ada için hiçbir anlam ifade etmiyormuş.

locke adaya geri dönünce monster onun içine girdi ve locke yaşıyor göründü. neden böyle bir şey yaptı bilmiyorum. ama tapınakta locke ip aramaya gitti. duman mazgaldan çıktı. duman mazgala geri döndü. alex ortaya çıktı(alex taş gibi olmuş). ben'e john'ın emirlerine uymasını söyledi. alex kayboldu. locke ortaya çıktı. artık linus direkt olarak monster ile muhatap oluyor. belki monster'ın amacı jacob'ı hapsedildiği kulubede öldürmektir. jacob'ın kulubesinin etrafının bir tozla çevrildiğini herkes hatırlıyordur ve jacob, john'a "help me" diye bağırıyordu.

elbette cristian da monster'ın kendisi. çünkü bu canavar istediği şekle giriyor.

adada jacob ile moster arasında da bir rekabet olduğu aslında çok açık. iki tarafta insanları kullanıyor. jacop kim, bilmiyorum. ama moster belli. her zaman bir the others var. aslında the others biziz. yani diziyi izleyenler.

ayrıca çakal başlı tanrı anubis'dir. ölülerin tanrısı, mezarların koruyucusudur. sanki kavga eder gibi göründüğü yılan ise path'dır. kendisi sağlık tanrısıdır. yani ölüm ile yaşamanın kavgası var gibi.

8 Nisan 2009 Çarşamba

the crystal ship


uyuşturucunun dibine vurmuş jim morrison'ın muhteşem bir şarkısıdır. nasıl başlamalı, nasıl anlatmalı, tam bilemiyorum bu 2:33'lük şarkıya.

bahsi geçen the crystal ship uyuşturucunun kendisi, zaten şarkı sanki uyuşturucu ile kadını arasında seçim yapamamayı anlatıyor gibi. ama öyle değil elbet. mary werbelow'dan ayrıldıktan sonra uyanık hayatını uyuşturucuya teslim etmiş morrison ve aklı yerinde kaldığında bu satırları döşemiş kağıda. hemde şiir okur gibi söylemiş. birazda marş gibi olmuş hani, daha bir akılda kalıcı hale gelmiş. ama jimmy'nin sesi elbette şarkıyı ölümsüz kılan, tıpkı morrison'ın ölümsüz oluşu gibi...
gördüğünüz üzere erkek jim morrison gibi ilahi bir varlık olsa bile terkedilebiliyor!

(türkçe sözler biribir çeviri değil elbette. kendi anladığımı yazdım)

"before you slip into unconsciousness
i'd like to have another kiss
another flashing chance at bliss
another kiss, another kiss

(uyuşturucudan bilincini yitirmeden önce, daha hala senken, bir öpücük daha ver bana, mutluluğa doğru giderken sen, bir öpücük, bir öpücük daha ver bana)

the days are bright and filled with pain
enclose me in your gentle rain
the time you ran was too insane

we'll meet again, we'll meet again

(günler acı ve mutluluk içinde, sarıl bana sıcak terlerinle beraber, sen gittikten sonra günler geçmez oldu, ama tekrar görüşeceğiz, tekrar, tekrar görüşeceğiz)

oh tell me where your freedom lies
the streets are fields that never die
deliver me from reasons why
you'd rather cry, i'd rather fly

(heyy, özgürlüğünü nerede bıraktın, sokaklar hiçbir zaman ölmez, senin ağlamana neden olan, benim kaçmamı sağlayan nedenlerden kurtar beni)

the crystal ship is being filled
a thousand girls, a thousand thrills
a million ways to spend your time
when we get back, i'll drop a line

(kristal gemi doluyor, uyuşturucu heyecanı artırı
yor, binlerce kez artıyor heyecan, zamanı harcamanın bir sürü yolu varken, aklım yerine geldiğinde sana bir şeyler yazacağım)

siz kaç kişisiniz!!!!


şu yunan bağımsızlık gününe yakın zamanda vizyona giren, kahraman yunan erkeğini anlatan filmlere uyuz oluyorum. mesela; erkek hocalarına alanen veren sparta erkeklerini kadın sevdalısı göstermeleri yok mu, tam dayaklık. yahu bu spartalılar evlendiklerinde kadınları erkeğe benzesin diye(alışma süreci) onların saçlarını traş ederler ve erkek kıyafeti giydirirlermiş. heteroseksüel ilişkiye alışmaları için, uzun bir süre, sadece geceleri kadınlarıyla beraber olurlarmış. oysa pers erkekleri barbar, sayısal güçlerine güvenen, korkak, ödlek kişiler! ama o antik yunanlılar kaslı mı kaslı, hatta kıçları bile kas yığını içinde. yani kılıcı falan geçtim, o kaslara kurşun bile girmez! ama hocalarınınki giriyor işte!

herodotos'un abartması olan bu 300 kişilik kahramanlık destanı baştan sakat. o kişilerin sayısı 1000'den aşağı değil. hadi onu da geçtim, perslerin 50.000 kişi olduğu söylenir. ulan hepsi aynı anda tükürse tüm spartalılar boğulurdu!

ama spartalıların da haklarını yememek lazım. kendilerinden sayıca çok güçlü persleri perişan etmişlerdir. spartalılar "düşman kaç kişi" diye sormazlarmış. "nerede" diye sorarlarmış.

ayrıca truva saçmalığı da var tabii. çirkin mi çirkin, kadınların yüzüne bakmadığı akhilleus'u brad pitt'e oynattılar. üstelik akhilleus'un erkek sevgilisini filmde bize kuzeni diye yutturmaya çalıştılar, 10 yıllık savaşı 10 günde bitirdiler. e yuh yani. oysa akhilleus hektor'u hakladıktan sonra onun karısının tüm sülalesinin başından tepe yapmıştı. o filmde neden akhilleus ile amazon kraliçesinin çarpışması gösterilmedi acaba?! pitt'in kadın öldürmekten karizması mı sarsırıldı? üstelik şu "topuğuna sıkarım ulan" mevzu onun yüzünden çıktı galiba! filmde daha da fena olan şey ise güneşin denizden doğması, yani batıdan!

en nihayetinde hadesi boyladı ya, önemli olan o. priamos'un torunları roma'dan gelerek intikamlarını alacaklardır!

6 Nisan 2009 Pazartesi

truva'nın son kralı heinrich schliemann!


bu adamı nasıl tarif etsem bilemiyorum. tam bir bal küpüdür. işadamı olduğu halde kendisini tüm dünyaya arkeolog olarak pazarlamasını bilmiştir. neyse, tarihin en şanlı piçlerinden birini az buçuk anlatayım size;

- avrupa'da gelir getirici iyi bir işi varken, california'da altın bulunduğunu haberini alır. tası tarağı satıp california'da banka kurur. paraya para demez bir halde avrupa'ya geri döner.

- rusya'ya taşınır ve güherçile ticaretine başlar. tam o sırada kırım savaşı başlar. barutun hammaddesi olan güherçile ticaretinden krallar kadar servet kazanır.

- 1879'da hisarcık'ta ilk kazılarına başlar. 1873'de truva'nın son kralı priamos'un hazinelerini bulur. ama arkeolojiden hiç anlamadığı için kazı yaparken ortalığın içine sıçar. büyük bir alanı tahrip eder. hazineyi kaçırır. osmanlı dava açar. ama uzlaşma sağlanır.

- bu ünü ile yunanistan'da kazı çalışmalarına başlar ve 5 hazine mezarı ile agememnon'un altın maskesini bulur.

1822'de doğup, 1890'da nihayet geberen bu herife tanrı "yürü ya kulum" demiştir. o da yürümeyi ihmal etmemiş, büyük bir üne ve servete kavuşmuştur.

onun bu kazılarından etkilenip minos uygarlığınu keşfeden kişi için; sir arthur john evans

düvel-i muazzama


düvel i muazzama, gerçekte ihtilal fransa'sına karşı kurulan 7 büyük ordu, yani koalisyon savaşları sonunda avrupa yı yeniden yapılandırmak için 1814 de viyana daki büyük kongreye katılan ülkeleri ifade eder. ama bu devletler arasına 1854 kırım savaşından sonra osmanlı(avrupa nın bir parçası sayılmıştır), birliğini tamamladıktan sonra italya ve 1905 rus-japon savaşından sonra japonya da dahil olmuştur. amerika ise iç savaşının akabinde bu ülkelerden sayılmıştır. ama büyük devletlerden sayılması durumunu pek sallamamışlardır. onlar, 1916 ya kadar amerika kıtası hariç dünyaya kıçını dönmüşlerdir(monroe doktirini) yani avrupa işlerini hiç sallamazlar. düvel i muazzama nın ana ülkeler; ingiltere, fransa, avusturya(daha sonra avusturya-macaristan), prusya(daha sonra almanya), rusya ve ispanya dır.

neyse, işin özü şudur: sadece ve sadece bu büyük ülkeler arasında büyükelçi yollanırmış. yunanistan, sırbistan gibi diğer küçük ülkelere büyükelçiyi geçtim, doğru düzgün temsilci bile yollanmazmış. sömürge sahibi olan belçika ve hollanda gibi ülkeler ise kendilerini ilgilendiren konularda görüşleri alınırmış. berlin konferansı gibi büyük konferanslarda ise bu küçük ülkeleri kapıda bekletip belirlenen kararları onlara dikte etmişlerdir. yani neredeyse hiç sözleri geçmez. o küçük ülkelere köpek muamelesi yapmışlardır.

bu küçük ülkelere büyükelçi yollamama işi ikinci dünya savaşından sonra sonlandırılmıştır. malum, artık bm de 5 büyük ülke, ekonomide de g 7 var.

osmanlının büyük ülke sayılması işlemi aslında feci balkan hezimetinden sonra unutulmuş gibidir. çünkü osmanlı kendi hinterlandının küçücük ülkeleri karşısında resmen ezilmiştir. zaten osmanlının ve ardılının son yüzyılında tek başına kazandığı 3 savaş vardır. 1897 osmanlı-yunan savaşı, türk kurtuluş savaşı ve kıbrıs harekatı.

tabii o zamanların üper gücü olan düvel i muazzama nın en büyük devleti ingiltere dir. şöyle diyeyim; ingiltere nin istemediği hiçbir iş olmaz. ingilizler ne isterlerse o olur. kabul ettiremediklerinde savaşır ve kabul ettirir. aynen günümüzün amerikası gibidirler. amerikalılar da karşılarındakine sözü geçmediğinde savaşmayı ve işgal etmeyi tercih ediyorlar.

fransızlar ise çıkarları ingilizlerle çatışmadığı sürece istemedikleri hiçbir şeyi yaptırmazlar. ama istediklerini yaptırmaları için savaşmaları gerekmektedir. aynen almanlar gibi. birliklerini kurduktan sonra her istediklerini yapmak için 2 büyük dünya savaşını göze almışlardır.

osmanlının bu organisyondaki rolü çok büyük değildir. kendisini ingilendiren konularda kendisine danışılmadan iş yapılmamıştır. ama genelde sallanmamıştır. büyük devletlere saygıdan dinlenir olmuştur.

özellikle kurtuluş savaşı sırasında söylenen "yedi düvele karşı savaştık" lafı boştan da öte, yalandır.

3 Nisan 2009 Cuma

Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.