31 mayıs 1971'de sinan cemgil, kadir manga ve alparslan özdoğan nurhak'da öldürüldü. hacı tonak ile mustafa yalçıner ağır yaralandı. amaçları amerikan radar üssünü basmaktı. kendilerinden uzun uzun bahsetmek haddim değil. ama sinan cemgil, türk devrim tarihinin en büyük isimlerinden birisidir. yeni doğan oğlu taylan sinan'ı göremeden öldürülmüştür.
sözleri hasan hüseyin korkmazgil, müziği zülfü livaneli'ye ait türkü, ilkay akkaya'nın sesinden dinlerseniz ne demek istediğimi anlarsanız. sözleri de, müziği de her şeyi açıklıyor zaten. şiir gerçekten çok güzeldir. türkü, o kuşağın en güzel türküsüdür.
dört bir yana haber salsam,
öldü desem inanır mı?
dağlar bana geri verin
kadir'imi, sinan'ımı...
jandarma kurşunu çaldı,
canımı tenimden aldı
nurhak'a abide kaldı
dağlar aldı selamımı...
nurhak sana güneş doğmaz,
uçan kuşlar yuva kurmaz
dökülen kan, yerde kalmaz
soracağız hesabını...
böyle kalır sanma devran,
yola devam eder kervan
öldü sinan, doğdu sinan
omuzladı silahını...
not: bu videoyu kullanma nedenin türkünün başındaki şiire yer vermemesidir. direkt türkü başlar. yoksa hatırla sevgili adlı diziye özel bir durum yoktur.
31 Mayıs 2011 Salı
30 Mayıs 2011 Pazartesi
ara beni boya beni - 2
(bana ulaşanların google aramalarını incelemek üzere devam edilmesine oy çokluğu ile karar verildiğinden dolayı vs vs vs)
kızları yerin dibine sokacak şiirler: adana'dan bir kişi bu şekilde bana ulaşmış. demek blogumda kızları yerin dibine sokan şiirlerden örnekler veriyorum ve bazı insanlar bu tür şiirleri merak ediyor ve aratıyor.
zevk seyu gelen kadının porno filmi: kıbrıs'dan birisi zevk seyunu(suyu elbette) ve hatta porno filmini merak etmiş. merak etmekle kalmamış, üstelik aratmış ve beni bulmuş.
jennifer lopez sıçar mı: ankara'dan bir okur bunu merak etmiş. cevap veriyorum: evet, sıçar. kendisi zaten bok gibi, sıçmayıp napsın.
aslı karagöz ve seksi vücudu: yine ankara. bu kişi http://www.ajanspost.com/profile.asp?id=loliita adresinden aslı karagöz'ün seksi vücuduna ulaşabilir.
DENİZLERİNEFENDİSİ 11@HOTMAİL.COM. izmir'den biri böyle yazmış. kendi maili sanırım ve ben çıkmışım. ne alaka lan.
herkes bana dalıyor abramın kalesi şarkı. ankara yine. böyle bir şarkının varlığından bile haberdar değildim, ama artık haberdarım!
halle berry gerçekten sevişti mi. izmit. evet, gerçekten sevişti, valla bak. hatta geçenlerde çocuğu bile oldu.
banu alkan pornosu suudi arabistan. ne zaman bir arabistan araması görsem kesin pornodur diyorum ve hep haklı çıkıyorum. porno iyidir hoştur, ama insan banu alkan'ın pornosuna bakmaz. düşünüyorum, neyse düşünmeyeyim. düşünemeyecek kadar kötü olur çünkü.
kocasından ayrılmış çocuklu kadın ile evlenilir mi? ankara. evet, evlenebilirsiniz, herhangi bir sakıncası yok. bunun için google araması yapmaya hiç gerek yok. dinen de caizdir. ha, ama sen bu soruyu google amcaya soruyorsan eğer, evlenme bence. yazık lan sana, kadına daha da yazık.
amerika kacıncı dünya savaşında japonyaya atom bombası attı ankara. ikincisinde.
askerden önce evlenilir mi eskişehir. evet, evlenebilirsiniz. sakıncası yok. ama yaşınız uygun olmalı. hepten çocuklaşmayın a q.
dul karıların sikiş filmi. kayseri. gerçekten bu sikiş filmi bulsan, karıların dul olduğunu nereden anlayacaksın?
bayan asker esir kamp filmi. mersin. ve amazonlar erkeklere esir düşer ve gerisi gelir.
31 03 2011 tekstile kesimci arayan. ankara. umarım iş bulmuştur.
almanyada yaşayan selma yaşar varmı fecebok varmı. izmir. bilmiyorum, sanırım yoktur. ama aramaya devam et.
arap araba pornosu suudi arabistan. gördüğünüz gibi yanılmıyorum.
komşu komşu hu hu erzurum. ??? bir ödev mi acaba?
domalan ünlü resimleri izmir. çok salakça bir talep. yani hangi ünlüye bir fotoğrafçı "ayla, domal resmini çekiyorum" der ki?
aynı anda iki erkeği idare etmek tekirdağ. tam yerine gelmişsin. aferin sana, işte bu blog, bu yüzden var.
iki kişiyi idare etmek günah mı. ankara. değil. sen gönlünü ferah tut.
gelibolu avrupadamı sakarya. evet, avrupa'da.
sekiz saat çalışmaya ne zaman geçilecek istanbul. sen patronunu ikna ettiğinde.
yanardağ patlamaları cehennemden mi geliyor istanbul. bilimsel açıklaması uzun sürer, ama magmadan gelir. cehennem falan yok.
bir insanı nasıl kurbaya dönüştürürüz turkey. öperek. olmadı kurbağa kıyafeti de olur hani.
MAKODONYA KIZLARI PARA ICIN TÜRK ERKEGINDEN NEDEN HAMILE KALIYOR Henstedt-ulzburg, Schleswig-Holstein. inan bana, sen olmasan böyle bir sorundan haberim olmayacaktı. demek böyle kadınlar da varmış!
cinler boy hamlesinden korkarmı tekirdağ. sanırım boy abdesti demek istedin? hem yok ki korksunlar, valla bak!
evleneceğiz kişi kaderimizmidir bursa. halk içinde böyle bir rivayet vardır kısmet tam olarak bunu açıklar. ama gerçekte böyle bir şey yoktur.
sabah namazıyla güne merhebe demenin dayanılmaz hafifliği ankara.güzel bir düşünce elbette,dayanılmaz hafifliği demenin dayanılmaz bir hafifliği de var elbette.
islami savaş filmleri. istanbul. bunlara uyuz oluyorum işte, sanki savaş islami olunca insanlar ölmüyor. ne alaka lan. hristiyani savaş filmleri de mi var? veya taocu savaş filmleri?
26 Mayıs 2011 Perşembe
anne-çocuk
benim ev bahçeli ve çocuklar o bahçede, göt kadar alanda top oynuyorlar. bir iki derken bir gün sordum, "çıkın sokakta top oynasanıza, burada gürültü oluyor." bir an için beni bahçesine top kaçınca topu kesen huysuz ihtiyarlara benzetebilirsiniz ve haklısınız. ama o dar alanda top ve çocuk sesi birleşince çok fazla gürültü oluyor. neyse işte, çocuğun biri, "ağbi biz de oynamak istiyoruz. ama annelerimiz korkak, izin vermiyorlar" dedi.
hobaaa...
devir çok değişti. tek kanallı zamanlarda sabah programları yoktu ve her şey rahattı. ebeveynler çocuklarını top oynarken ayakkabalarını yırtmamaları konusunda uyarırlardı. sanırım o zamanlar ayakkabı pahalıydı. yırtılınca dikilmeye giderdi zaten. neyse, gece yarısına kadar sokaklarda gezip tozduğumu bilirim ben. şimdi güneş batınca herkes eve. sabah programları, 80'lerin gençleri şimdinin anne babalarını çok değiştirdi çok. kadın sabah bir kalkıyor, yeni bir cinayet haberi daha. bir kaç çocuk katledilmiş, tecavüze uğramış. bu öyle bir duygu ki hemen kendisini o anne baba yerine koyuyor ve çocuklarını daha da bir sahipleniyor. gündüz vakti 10 yaşındaki çocuğun bile kaçırılıp tecavüze uğrayacağını düşünüyor. onlara tanımadıkları kişilerle konuşmamaları gerektiğini söyleseler ve uzaktan takip etseler yeter. çocukların bu yüzden kendilerine güveni gelişmiyor. tek başına hiç bir şey yapamıyor çünkü. aynen uyuşturucu bağımlılığı gibi, anne bağımlısı bir tip oluyor. annesini iki dakika görmeyince zırıl zırıl ağlayan 10 yaşında çocuklar var ya hu. üstelik bunlar erkek çocuğu. şu ara toplu konutlarda ikamet eden acayip naif bir nesil yetişiyor.
bir neden daha var elbette. eskinin insanları anne baba olmayı bilmezdi. üstüne bir de en az 5 çocuk ekleyince, çocukları nasıl sevilir hiç düşünmezlerdi. şimdi o 5 çocuklu insanların az bir miktarının çok çocuğu var ve geneli ikide takılıyor. bu yüzden çocuklarına karşı, anne babalarının kendilerine göstermedikleri sevgiyi onlara gösteriyorlar ve sevgi öyle bir boyuta varıyor ki aşırı korumacı oluyor. üstelik kadınlara annelik duygusu öyle bir pompalanıyor ki inanılmaz. çocuk sayısı da az olunca ve eşini de yeterince sevmediğinden(eşi başka kadınlarla birliktedir, kendi kanı haricinde birisini sevmeyi öğrenememiştir) tüm sevgi bir kaç kişi üzerinde toplanıyor. bir keresinde birisi "kızımı o kadar çok seviyorum ki sarıldığımda onu içime sokasım geliyor" demişti. "içime sokasım" kısmını yanlış anlamayın. sadece sarıldığında daha da fazla ona sevgisini göstermek istediğini söylemişti. bunun bir nedeni de kadınların büyük bir kısmının çalışmaması. enerji tamamen sevgi üzerine birikiyor. öyle bir duruma geldik ki annelerine aşık erkekler ve oğullarına aşık kadınlar peydah oldu ortalıkta. bu çok salakça bir durum ya hu. neyse, uzun sürelerde çalışan kadınlar çocuklarına neredeyse hiç sevgi gösteremiyor, o da ayrı bir durum.
okula başladığımda annemin beni okuldan aldığını hiç hatırlamam. yürüye yürüye eve gelirdim. zaten okul yakındı. şimdi okul dağıldığında etrafa bir bakıyorum, mavi önlüklerden daha fazla anne var. çocuk kapıdan çıkar çıkmaz kapıp götürüyorlar hemen. tamam bu lazım, ama bana saçma geliyor be. ben okurken hiç böyle şeyler olmazdı. üniversite sınavlarını düşünün, koskoca kızlar, kapıda anneleri. çok feci bir tablo bu. büyük ihtimal eskiden de çocuklar kaçırılıyordu. ama o zamanlar bu tür haberler pek duyulmazdı. üstelik gazeteler istanbul'un dışından haber vermedikleri için kaybolmalar hiç bilinmezdi. şimdi her taraf bbg evi gibi. bu tür haberlerin patlama yapmasının bir nedeni de bence devletin kendisidir. insanları korkutarak güvenleri kazanmak bir politikadır. bir anne öyle bir şey başına geldiğinde sığınabileceği iki kurum bilir. birincisi allah, diğeri devlet. eğer çocuğunun kaçırılmasını istemiyorsa ikisine de güvenmek zorundadır. kadın, çocuğunun başına bir şey gelmemesi için allah'a dua ediyor ve devletinin istediği tarzda davranıyor. oysa bu kurumlar bazı çocukları korumaya pek yanaşmıyor!
acaba gerçekten çocuklarını kaybetmekten mi korkuyorlar, yoksa sevgilerini verebilecekleri başka bir şey kalmadığı için mi böyleler, bilemiyorum. çocuklarından başka kim onları o kadar çok ve koşulsuz sevebilir ki? üstelik gösterdikleri sevgi, kıskançlık da içeriyor. kendi yalnızlıkları ile yüzleşemiyorlar mı? yaşı benden çokca büyük hemen her kadın, çocuk sahibi olmalarındaki bir nedenin de yaşlandıklarında kendilerine bakacak birinin olmasını istediklerini söylüyorlar. kaçırılan çocuk bakamaz sanırım. korku pis bir şeydir. karanlık tarafa giden yol, korkudan geçer.
psikanalist adam philips “korku, nesnesi gelecek olan, ama kuşkusuz ancak geçmişten türetilebilecek bilginin yarattığı zihinsel durumdur. korku hallerinde bilinen veya sezilen gelecek, geçmişin olasılıklar repertuarıdır. korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. korktuğumuzda, bilmek dereyi görmeden paçaları sıvamaya dönüşür, adeta gelecek şimdiden olup bitmiştir”
hobaaa...
devir çok değişti. tek kanallı zamanlarda sabah programları yoktu ve her şey rahattı. ebeveynler çocuklarını top oynarken ayakkabalarını yırtmamaları konusunda uyarırlardı. sanırım o zamanlar ayakkabı pahalıydı. yırtılınca dikilmeye giderdi zaten. neyse, gece yarısına kadar sokaklarda gezip tozduğumu bilirim ben. şimdi güneş batınca herkes eve. sabah programları, 80'lerin gençleri şimdinin anne babalarını çok değiştirdi çok. kadın sabah bir kalkıyor, yeni bir cinayet haberi daha. bir kaç çocuk katledilmiş, tecavüze uğramış. bu öyle bir duygu ki hemen kendisini o anne baba yerine koyuyor ve çocuklarını daha da bir sahipleniyor. gündüz vakti 10 yaşındaki çocuğun bile kaçırılıp tecavüze uğrayacağını düşünüyor. onlara tanımadıkları kişilerle konuşmamaları gerektiğini söyleseler ve uzaktan takip etseler yeter. çocukların bu yüzden kendilerine güveni gelişmiyor. tek başına hiç bir şey yapamıyor çünkü. aynen uyuşturucu bağımlılığı gibi, anne bağımlısı bir tip oluyor. annesini iki dakika görmeyince zırıl zırıl ağlayan 10 yaşında çocuklar var ya hu. üstelik bunlar erkek çocuğu. şu ara toplu konutlarda ikamet eden acayip naif bir nesil yetişiyor.
bir neden daha var elbette. eskinin insanları anne baba olmayı bilmezdi. üstüne bir de en az 5 çocuk ekleyince, çocukları nasıl sevilir hiç düşünmezlerdi. şimdi o 5 çocuklu insanların az bir miktarının çok çocuğu var ve geneli ikide takılıyor. bu yüzden çocuklarına karşı, anne babalarının kendilerine göstermedikleri sevgiyi onlara gösteriyorlar ve sevgi öyle bir boyuta varıyor ki aşırı korumacı oluyor. üstelik kadınlara annelik duygusu öyle bir pompalanıyor ki inanılmaz. çocuk sayısı da az olunca ve eşini de yeterince sevmediğinden(eşi başka kadınlarla birliktedir, kendi kanı haricinde birisini sevmeyi öğrenememiştir) tüm sevgi bir kaç kişi üzerinde toplanıyor. bir keresinde birisi "kızımı o kadar çok seviyorum ki sarıldığımda onu içime sokasım geliyor" demişti. "içime sokasım" kısmını yanlış anlamayın. sadece sarıldığında daha da fazla ona sevgisini göstermek istediğini söylemişti. bunun bir nedeni de kadınların büyük bir kısmının çalışmaması. enerji tamamen sevgi üzerine birikiyor. öyle bir duruma geldik ki annelerine aşık erkekler ve oğullarına aşık kadınlar peydah oldu ortalıkta. bu çok salakça bir durum ya hu. neyse, uzun sürelerde çalışan kadınlar çocuklarına neredeyse hiç sevgi gösteremiyor, o da ayrı bir durum.
okula başladığımda annemin beni okuldan aldığını hiç hatırlamam. yürüye yürüye eve gelirdim. zaten okul yakındı. şimdi okul dağıldığında etrafa bir bakıyorum, mavi önlüklerden daha fazla anne var. çocuk kapıdan çıkar çıkmaz kapıp götürüyorlar hemen. tamam bu lazım, ama bana saçma geliyor be. ben okurken hiç böyle şeyler olmazdı. üniversite sınavlarını düşünün, koskoca kızlar, kapıda anneleri. çok feci bir tablo bu. büyük ihtimal eskiden de çocuklar kaçırılıyordu. ama o zamanlar bu tür haberler pek duyulmazdı. üstelik gazeteler istanbul'un dışından haber vermedikleri için kaybolmalar hiç bilinmezdi. şimdi her taraf bbg evi gibi. bu tür haberlerin patlama yapmasının bir nedeni de bence devletin kendisidir. insanları korkutarak güvenleri kazanmak bir politikadır. bir anne öyle bir şey başına geldiğinde sığınabileceği iki kurum bilir. birincisi allah, diğeri devlet. eğer çocuğunun kaçırılmasını istemiyorsa ikisine de güvenmek zorundadır. kadın, çocuğunun başına bir şey gelmemesi için allah'a dua ediyor ve devletinin istediği tarzda davranıyor. oysa bu kurumlar bazı çocukları korumaya pek yanaşmıyor!
acaba gerçekten çocuklarını kaybetmekten mi korkuyorlar, yoksa sevgilerini verebilecekleri başka bir şey kalmadığı için mi böyleler, bilemiyorum. çocuklarından başka kim onları o kadar çok ve koşulsuz sevebilir ki? üstelik gösterdikleri sevgi, kıskançlık da içeriyor. kendi yalnızlıkları ile yüzleşemiyorlar mı? yaşı benden çokca büyük hemen her kadın, çocuk sahibi olmalarındaki bir nedenin de yaşlandıklarında kendilerine bakacak birinin olmasını istediklerini söylüyorlar. kaçırılan çocuk bakamaz sanırım. korku pis bir şeydir. karanlık tarafa giden yol, korkudan geçer.
psikanalist adam philips “korku, nesnesi gelecek olan, ama kuşkusuz ancak geçmişten türetilebilecek bilginin yarattığı zihinsel durumdur. korku hallerinde bilinen veya sezilen gelecek, geçmişin olasılıklar repertuarıdır. korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. korktuğumuzda, bilmek dereyi görmeden paçaları sıvamaya dönüşür, adeta gelecek şimdiden olup bitmiştir”
24 Mayıs 2011 Salı
freud ne diyor?
moravyalı bir insan olan sigmund freud, ömrü boyunca insan davranışlarını açıklayacak, birbiriyle tutarlı, tek bir büyük teoriye odaklanmıştır. ancak bu hedefine varamadan ölmüştür. amacına ulaşamamış olması, amaca giden yolda düşündüklerini anlatmaya engel değil.
onun psikodinamik görüşünü açıklamak için beş temel teorisini anlatmak gerek. kendisi karakter oluşumunun psikoseksüel gelişim üzerine kurulu olduğunu savunmuş ve psikoseksüel gelişimi beş farklı etap halinde açıklamıtır. bu gelişim evrelerinin herhangi birinde ihtiyaçlarımız yeterli düzeyde karşılanmazsa kişilik bozukluklarımızın ortaya çıktığını söylemiştir. ama önce zihin(birinci teori)den bahsedelim.
ona göre bilinç, uyanıkken farkında olduğumuz kısımdır. önbilinç, rüyalarımızda hatırladıklarımızı(rüyalarda direkt anlatım olmaz, sembollerle ile anlatılır. bu sayede bilinçdışının ipuçları bize verilir) ve dil sürçmelerini(dil sürçmeleri aslında dil sürçmesi değildir. söylemek istediğimiz şey ve söylediğimiz şey farklıdır, çünkü söylemek üzere olduğumuz şeyle ilgili bastırmış olduğumuz bir takım duygular vardır.) içerir. bilinçdışı ise gizli kalmış korkularımızı, travmalarımızı barındırır. bilinçdışı tümüyle saklıdır. bilinçdışını doğrudan görmek mümkün değildir. freud bu görüşünde son derece katıdır.
ona göre ikinci teori ise libido, yani hayatta kalma güdüsüdür. yani doğuştan sahip olduğumuz enerjidir. libido salt cinsel dürtü değildir. cinsel dürtü libidonun bir parçasıdır.
freud'a göre zihin ise kendine özgü güdüleri ve izlediği gelişim çizgisi olan üç kısımdan oluşur(üçüncü teori). önce id ortaya çıkar. id, ilk iki yıl tek başınadır ve bencildir. yani kendisinden başka hiç kimseyi düşünmez. haz ilkesi gereği harekete geçer. bebek sürekli haz, yani rahatlama peşindedir. yemek, içmek, ısınmak ve rahatlamak ister. açlıktan, ıslanmaktan ve soğuktan hoşlanmaz. iki yaşından sonra ise ego ortaya çıkar. hayatta kalmak için planlar yapmak gerekmektedir ve bu işin sadece id ile olmayacağını anlar. ego ile id kavga halindedir. ego engelleyicidir. ego, idler yüzünden kişinin zarar görmesini engellemeye çalışır. üç yaşından sonra ise anne babanın etkisiyle süper ego ortaya çıkar. süper ego çocukluk boyunca gelişir ve ergenlikle beraber olgunlaşır. süper ego bizi anti sosyal olmaktan korur. o bizim vicdanımız ve ahlak bekçimizdir. id ve egonun mücadelesini yukarıdan izler. onlar gibi bencil değildir. süper ego başkalarını da düşünür. süper egosu gelişmemiş kişiler işledikleri suçlardan ötürü pişmanlık duymazlar. ama id'leri fazlasıyla bunaltmamak lazım. yoksa olmadık zamanlarda ve yerlerde id'ler kendi bildiklerini okumaya kalkar. bu durumda bile ego devreye girer ve kişinin zarar görmesine engel olur. her şeye rağmen süper ego da çok masum değildir. sağ ve sol melek gibi değillerdir en azından. daha çok toplumsal kabuller, toplumun olmasını isteklerini kapsar. kimi zaman ego dengeyi kuramaz ve süper ego baskın gelirse, bu da kişilik bozukluğu yaratır. bunun yanı sıra aşırı korumacı, kıskanç kişiliklerin bu grupta olduğundan bahsediliyor.
neyse, ego, işte bu temel güdülerimizle kültürel elemanlar arasında bir köprü görevi görür ve id'i sosyal açıdan kabul görecek yollarla tatmin etmeye çalışır. ancak bazen id o denli büyüyor ki, kontrolden çıkabiliyor. böylece kişi kendini içinden çıkılamaz bir kaygının eşiğinde buluyor. bu kaygıysa gerginlik, öfke ve üzüntü getiriyor. insan, id ile süper ego arasındaki savaşta bir uzlaşma yakalayamıyor. mesela arzuladığı bir beraberliği ahlaki değerlerle örtüşmediği için yaşayamıyor. işte böyle durumlarda ego, savunma mekanizmalarını (dördüncü teori) araç olarak kullanıyor. bunlar bizi istemediğimiz düşüncelerden koruyan bilinçdışı çarelerdir.
en sonunda psikoseksüel gelişim evrelerine geldik(beşinci teori). ona göre kişilik ilk beş yılda oluşur ve daha sonraki yıllarda da gelişmeye devam eder(işlenir). altıncı yılda durgunluk başlar ve kişilik dinamikleri daha dingin hale gelir. ergenlikle kişilik dibamikleri yeniden canlanır ve yetişkinliğe doğru tekrar durulur. neyse, bu evrelerin adları ise;
oral evre (0-2 yaş), anal evre (2-3 yaş), fallik evresi (3-6 yaş), latan evre (6-11 yaş) ve genital evre (11 yaş ve sonrası)
oral evrede haz kaynağı ağızdır. bebek iç güdüsel bir emme davranışı gösterir. bebeğin oral tatmini tam olarak karşılanırsa kişinin güven duygusu gelişir ve olumlu bir kişilik gösterir. diğer türlü ise karamsar, güvensiz, şüpheci ve saldırgan olur. bu dönemde anneye bağlılık çok ön plandadır. bağımlılık duygusu da bu dönemde oluşur ve yaşam boyu da sürer(ekşi sözlük'deki freud'a göre star wars yorumları başlığına tıklayın. ne demek istediğimi tam olarak anlayacaksınız). bağımlılık, en zor giderilen duygudur. egonun gelişmesinden sonra bile bireyin kaygılı, korkulu, güvenini yitirdiği dönemlerde bu bağımlılık duyguları tekrar görülür. en aşırısı ana rahmine dönme isteğidir. bu devrede takılıp kalmak oral saplantıdır.
anal evrede ise bebek barsaklarını nasıl kontrol edebileceğini öğrenir. haz odağı anüstür. temizlik bu devrede öğretilir. yine bu evrede güven duyma ve vazgeçme zamanını bilme öğrenir. ama çocuk tuvalet yapmaya zorlanırsa, vazgeçmeyen, istifçi ve pinti bir kişiliğe bürünebilir. mesela çöp biriktirenler gibi. hatta bu baskı onu eziyet etmeyi seven biri haline bile getirebilir. eğer düzenli yapmak konusunda zorlanırsa her zaman düzenli olmak konusunda bir takıntıya ya da isyana veya düzensiz ve dağınık olmasına yol açar. bu dönemi çok serbest bir ortamda geçiren çocuk ise savurgan, kumarbaz, düzensiz, sorumsuz, dağınık bir insan olabilir. buna da anal sadizm adı verilir. bu devre ile alakalı olarak de sade'nin yatak odasında felsefe'nin baş karakteri dolmance gelir aklıma.herif tam bir pisliktir bana göre.
fallik evresinde ise çocuk kendi cinsel organı ile oynar ve cinsiyetinin farkına varır. kız ve erkek çocuklarda evre farklı şekilde işler. erkek çocuk annesine karşı güçlü bir arzu duyar ve anne babası arasındaki bağı fark eder. babasını kıskanır ve ona nefret besler(oedipus kompleksi). üstelik babasının gerçek arzusunu bileceğinden de korkar. en sonunda ise cezalandırılmaktan, yani iğdiş edilmekten korkar. çözümünde ise babasına benzer. sonunda babası onu sevecek ve cezalandırmayacaktır. kız çocukları ise erkeklerden farklı bir cinsel organa sahip olduklarını anlayınca düş kırıklığına uğrarlar. bu durumdan annesini sorumlu tutar. bu nedenle de annesi bir sevgi nesnesi olmaktan çıkar, tüm sevgisini babaya yöneltir. çünkü baba değerli bir organa sahiptir. babasına ve diğer erkeklere bir kıskançlık duyar. freud buna "penise imrenme" diyor. kız çocuk ileride erkek doğurursa bu korku büyük ölçüde giderilir. yine bu dönemde cinsel kimliğe uygun oyuncak, kıyafet vb seçilmelidir. kız çocuklarının bu dönemdeki spesifik davranışı ise kesmektir(saç, elbise, vs). nedeni ise kendisinden kesildiğine inandığı şeydir.
latan evre ise 6-12 yaş arasındadır. bu dönemde cinsel içgüdüler uykudadır. beşinci yaştan sonra çocuk yoğun bir dinginlik içine girer. bu da genital dönemine kadar sürer. (erikson'a göre ise bu devre en önemli devredir. çocuk, ortaya çıkardığı ürünlerle tanınmak, takdir edilmek ister. bu dönemin en büyük tehlikesi aşağılanma ve yetersizlik duygusunun gelişmesidir. insan bu dönemi sağlıklı atlatamadığında aşağılık duygusu gelişmiş olabilir. mesela seri katiller, aşağılık duygusunu bastırmak için öldürür ve genelde bu evrede yaşadıklarından etkilenmişlerdir.)
genital dönem öncesinin nesne seçimleri doğaları itibariyle narsistiktir. birey kendi bedenini uyararak doyum sağlar. bireyler sadece kendi bedeninden aldığı doyuma bazı hoşlanımlar katabilirler. ergenlik döneminde özseverci duyguların bir kısmı gerçek nesne seçimlerine yönelir. ergen, diğer insanları yalnızca özseverci araçlar diye değil, onları düşünerek sevmeye başlar. bu dönemde yine cinsel çekicilik, toplumsallaşma, grup etkinlikleri, meslek planlaması ve yuva kurma isteği belirir. ergenliğin sonuna doğru toplumsallaşmış ve diğer insanları düşünerek yapılan nesne seçimleri oldukça tutarlılık göstermeye başlar. artık birey hoşlanım arayan özseverci çocuktan, gerçeklere yönelik toplumsallaşmış yetişkine dönüşür. genital öncesi tepiler, genital dönem tepileriyle yer değiştirmemiştir. oral, anal, fallik dönem tepileri, genital dönem tepileriyle birleşmiş, kaynaşmıştır.
genital dönemin en önemli ve belirgin işlevi üremeye yöneliktir. psikolojik süreçler ise bu işlevin başarılmasına yardım eder.
ama şunu belirtmekte fayda vardır. freud, pek çok psikolog tarafından bilimsel olmaması veya test edilemez olması nedeniyle dışlanmıştır. onunla 7 yıl birlikte çalışan jung, onun cinselliğe fazla önem verdiğini söylemiştir. bu yüzden freud ile yollarını ayırmıştır.
kaynak: ntv yayınları'nın psikoloji adlı çalışması, bir kaç internet sitesi ve ekşi sözlük ve bir arkadaşımın yazdıkları.
not: ekletmek istediklerinizi eklerim.
onun psikodinamik görüşünü açıklamak için beş temel teorisini anlatmak gerek. kendisi karakter oluşumunun psikoseksüel gelişim üzerine kurulu olduğunu savunmuş ve psikoseksüel gelişimi beş farklı etap halinde açıklamıtır. bu gelişim evrelerinin herhangi birinde ihtiyaçlarımız yeterli düzeyde karşılanmazsa kişilik bozukluklarımızın ortaya çıktığını söylemiştir. ama önce zihin(birinci teori)den bahsedelim.
ona göre bilinç, uyanıkken farkında olduğumuz kısımdır. önbilinç, rüyalarımızda hatırladıklarımızı(rüyalarda direkt anlatım olmaz, sembollerle ile anlatılır. bu sayede bilinçdışının ipuçları bize verilir) ve dil sürçmelerini(dil sürçmeleri aslında dil sürçmesi değildir. söylemek istediğimiz şey ve söylediğimiz şey farklıdır, çünkü söylemek üzere olduğumuz şeyle ilgili bastırmış olduğumuz bir takım duygular vardır.) içerir. bilinçdışı ise gizli kalmış korkularımızı, travmalarımızı barındırır. bilinçdışı tümüyle saklıdır. bilinçdışını doğrudan görmek mümkün değildir. freud bu görüşünde son derece katıdır.
ona göre ikinci teori ise libido, yani hayatta kalma güdüsüdür. yani doğuştan sahip olduğumuz enerjidir. libido salt cinsel dürtü değildir. cinsel dürtü libidonun bir parçasıdır.
freud'a göre zihin ise kendine özgü güdüleri ve izlediği gelişim çizgisi olan üç kısımdan oluşur(üçüncü teori). önce id ortaya çıkar. id, ilk iki yıl tek başınadır ve bencildir. yani kendisinden başka hiç kimseyi düşünmez. haz ilkesi gereği harekete geçer. bebek sürekli haz, yani rahatlama peşindedir. yemek, içmek, ısınmak ve rahatlamak ister. açlıktan, ıslanmaktan ve soğuktan hoşlanmaz. iki yaşından sonra ise ego ortaya çıkar. hayatta kalmak için planlar yapmak gerekmektedir ve bu işin sadece id ile olmayacağını anlar. ego ile id kavga halindedir. ego engelleyicidir. ego, idler yüzünden kişinin zarar görmesini engellemeye çalışır. üç yaşından sonra ise anne babanın etkisiyle süper ego ortaya çıkar. süper ego çocukluk boyunca gelişir ve ergenlikle beraber olgunlaşır. süper ego bizi anti sosyal olmaktan korur. o bizim vicdanımız ve ahlak bekçimizdir. id ve egonun mücadelesini yukarıdan izler. onlar gibi bencil değildir. süper ego başkalarını da düşünür. süper egosu gelişmemiş kişiler işledikleri suçlardan ötürü pişmanlık duymazlar. ama id'leri fazlasıyla bunaltmamak lazım. yoksa olmadık zamanlarda ve yerlerde id'ler kendi bildiklerini okumaya kalkar. bu durumda bile ego devreye girer ve kişinin zarar görmesine engel olur. her şeye rağmen süper ego da çok masum değildir. sağ ve sol melek gibi değillerdir en azından. daha çok toplumsal kabuller, toplumun olmasını isteklerini kapsar. kimi zaman ego dengeyi kuramaz ve süper ego baskın gelirse, bu da kişilik bozukluğu yaratır. bunun yanı sıra aşırı korumacı, kıskanç kişiliklerin bu grupta olduğundan bahsediliyor.
neyse, ego, işte bu temel güdülerimizle kültürel elemanlar arasında bir köprü görevi görür ve id'i sosyal açıdan kabul görecek yollarla tatmin etmeye çalışır. ancak bazen id o denli büyüyor ki, kontrolden çıkabiliyor. böylece kişi kendini içinden çıkılamaz bir kaygının eşiğinde buluyor. bu kaygıysa gerginlik, öfke ve üzüntü getiriyor. insan, id ile süper ego arasındaki savaşta bir uzlaşma yakalayamıyor. mesela arzuladığı bir beraberliği ahlaki değerlerle örtüşmediği için yaşayamıyor. işte böyle durumlarda ego, savunma mekanizmalarını (dördüncü teori) araç olarak kullanıyor. bunlar bizi istemediğimiz düşüncelerden koruyan bilinçdışı çarelerdir.
bunlardan birincisi bastırmadır. freud'un savunma sistemlerinin temelinde bastırma yer alır. kişi, kendisini tehdit eden herhangi bir uyaranı ya da hayatına giren ve ona travmatik deneyimler yaşatan herhangi birini tamamen unutabiliyor. yani istemediğimiz düşünceleri bilinçdışına atarız. korkunç anılar, suçluluk hissettiren arzular gibi. ama bilinçdışı, düşünceleri saklı tutarken libidoyu tüketebilir. psikanalizin görevi genelde burada başlar. istenmeyen düşüncelerle yüzleşmek ve üstesinden gelmek için onu bilinçli zihne çıkarır. yani yüzleşme sağlanır. bir diğer mekanizme ise reddetmedir. kişi, bastırmanın aksine gerçeğe dair herhangi bir bilince sahip olsa da kaygı yaratan uyaranın varlığını reddederek yok sayar. mesela sınav sonuçları açıklanır ve kötü bir not alınır. bu kötü notun alınmış olmadığını varsayarak, öğretmenin puanları toplarken bir yanlışlık yapmış olduğunu düşünmek kişiyi rahatlatır. yöneltmede ise kişi kabul görmesi güç bir iç tepiyi başka bir uyarana yöneltiyor. mesela iş yerinde patronla bir gerginlik yaşayıp siniri eve döndükten sonra, siniri eşten çıkarma. başka bir savunma mekanizması da olayları entelektüelleştirmedir. kişi herhangi bir olayın duygusal yönünü görmezlikten gelerek, onun entelektüel açıdan göze çarpan özelliklerine odaklanıyor. bir yakınınızın kaybında, üzüntü ve yas duyulacağına cenaze töreninin detaylarına takılabilirsiniz. yansıtmada ise içsel bir gerçeğin yarattığı kaygı nedeniyle, kişi, kişisel etmenlerle ilgili bir durumu dışarıdaki bir uyarana bağlar. mesela herhangi biriyle tartışılırken tartışma kaybediliyorsa, tartışmada haksız duruma düşmemek adına karşıdakinin "akılsız" olduğunu söylemek gibi. mantık çıkarımlarında ise olayların gerçek nedenlerinden farklı mantık çıkarımları yapılır. mesela hoşlandığı insan tarafından reddedilen bir insan "zaten yeterince iyi değildi" gibi bir sonuca varabilir. tepki oluşturmada ise kişi, istenmeyen düşünce ve davranışları reddetmekle kalmayıp, kendisinin bu düşünce ve davranışları sergileyen gruptan olmadığına inanır. herhangi bir arkadaşından nefret eden bir kişi, ona aşırı sevgi gösterilerinde bulunuyor olabilir. geri çekilmede ise kişi, geçmişte kendisini güvende hissettiği bir gelişimsel döneme geri döner. mesela baskı altındayken parmak, kalem emmek, sigara, içki içmek gibi. süblimasyon ise saldırganlığın ardında yatan itici kuvvet olarak görülüyor. mesela kişinin içindeki saldırganlık duygularını sert futbol oynayarak boşaltması.
en sonunda psikoseksüel gelişim evrelerine geldik(beşinci teori). ona göre kişilik ilk beş yılda oluşur ve daha sonraki yıllarda da gelişmeye devam eder(işlenir). altıncı yılda durgunluk başlar ve kişilik dinamikleri daha dingin hale gelir. ergenlikle kişilik dibamikleri yeniden canlanır ve yetişkinliğe doğru tekrar durulur. neyse, bu evrelerin adları ise;
oral evre (0-2 yaş), anal evre (2-3 yaş), fallik evresi (3-6 yaş), latan evre (6-11 yaş) ve genital evre (11 yaş ve sonrası)
oral evrede haz kaynağı ağızdır. bebek iç güdüsel bir emme davranışı gösterir. bebeğin oral tatmini tam olarak karşılanırsa kişinin güven duygusu gelişir ve olumlu bir kişilik gösterir. diğer türlü ise karamsar, güvensiz, şüpheci ve saldırgan olur. bu dönemde anneye bağlılık çok ön plandadır. bağımlılık duygusu da bu dönemde oluşur ve yaşam boyu da sürer(ekşi sözlük'deki freud'a göre star wars yorumları başlığına tıklayın. ne demek istediğimi tam olarak anlayacaksınız). bağımlılık, en zor giderilen duygudur. egonun gelişmesinden sonra bile bireyin kaygılı, korkulu, güvenini yitirdiği dönemlerde bu bağımlılık duyguları tekrar görülür. en aşırısı ana rahmine dönme isteğidir. bu devrede takılıp kalmak oral saplantıdır.
anal evrede ise bebek barsaklarını nasıl kontrol edebileceğini öğrenir. haz odağı anüstür. temizlik bu devrede öğretilir. yine bu evrede güven duyma ve vazgeçme zamanını bilme öğrenir. ama çocuk tuvalet yapmaya zorlanırsa, vazgeçmeyen, istifçi ve pinti bir kişiliğe bürünebilir. mesela çöp biriktirenler gibi. hatta bu baskı onu eziyet etmeyi seven biri haline bile getirebilir. eğer düzenli yapmak konusunda zorlanırsa her zaman düzenli olmak konusunda bir takıntıya ya da isyana veya düzensiz ve dağınık olmasına yol açar. bu dönemi çok serbest bir ortamda geçiren çocuk ise savurgan, kumarbaz, düzensiz, sorumsuz, dağınık bir insan olabilir. buna da anal sadizm adı verilir. bu devre ile alakalı olarak de sade'nin yatak odasında felsefe'nin baş karakteri dolmance gelir aklıma.herif tam bir pisliktir bana göre.
fallik evresinde ise çocuk kendi cinsel organı ile oynar ve cinsiyetinin farkına varır. kız ve erkek çocuklarda evre farklı şekilde işler. erkek çocuk annesine karşı güçlü bir arzu duyar ve anne babası arasındaki bağı fark eder. babasını kıskanır ve ona nefret besler(oedipus kompleksi). üstelik babasının gerçek arzusunu bileceğinden de korkar. en sonunda ise cezalandırılmaktan, yani iğdiş edilmekten korkar. çözümünde ise babasına benzer. sonunda babası onu sevecek ve cezalandırmayacaktır. kız çocukları ise erkeklerden farklı bir cinsel organa sahip olduklarını anlayınca düş kırıklığına uğrarlar. bu durumdan annesini sorumlu tutar. bu nedenle de annesi bir sevgi nesnesi olmaktan çıkar, tüm sevgisini babaya yöneltir. çünkü baba değerli bir organa sahiptir. babasına ve diğer erkeklere bir kıskançlık duyar. freud buna "penise imrenme" diyor. kız çocuk ileride erkek doğurursa bu korku büyük ölçüde giderilir. yine bu dönemde cinsel kimliğe uygun oyuncak, kıyafet vb seçilmelidir. kız çocuklarının bu dönemdeki spesifik davranışı ise kesmektir(saç, elbise, vs). nedeni ise kendisinden kesildiğine inandığı şeydir.
latan evre ise 6-12 yaş arasındadır. bu dönemde cinsel içgüdüler uykudadır. beşinci yaştan sonra çocuk yoğun bir dinginlik içine girer. bu da genital dönemine kadar sürer. (erikson'a göre ise bu devre en önemli devredir. çocuk, ortaya çıkardığı ürünlerle tanınmak, takdir edilmek ister. bu dönemin en büyük tehlikesi aşağılanma ve yetersizlik duygusunun gelişmesidir. insan bu dönemi sağlıklı atlatamadığında aşağılık duygusu gelişmiş olabilir. mesela seri katiller, aşağılık duygusunu bastırmak için öldürür ve genelde bu evrede yaşadıklarından etkilenmişlerdir.)
genital dönem öncesinin nesne seçimleri doğaları itibariyle narsistiktir. birey kendi bedenini uyararak doyum sağlar. bireyler sadece kendi bedeninden aldığı doyuma bazı hoşlanımlar katabilirler. ergenlik döneminde özseverci duyguların bir kısmı gerçek nesne seçimlerine yönelir. ergen, diğer insanları yalnızca özseverci araçlar diye değil, onları düşünerek sevmeye başlar. bu dönemde yine cinsel çekicilik, toplumsallaşma, grup etkinlikleri, meslek planlaması ve yuva kurma isteği belirir. ergenliğin sonuna doğru toplumsallaşmış ve diğer insanları düşünerek yapılan nesne seçimleri oldukça tutarlılık göstermeye başlar. artık birey hoşlanım arayan özseverci çocuktan, gerçeklere yönelik toplumsallaşmış yetişkine dönüşür. genital öncesi tepiler, genital dönem tepileriyle yer değiştirmemiştir. oral, anal, fallik dönem tepileri, genital dönem tepileriyle birleşmiş, kaynaşmıştır.
genital dönemin en önemli ve belirgin işlevi üremeye yöneliktir. psikolojik süreçler ise bu işlevin başarılmasına yardım eder.
ama şunu belirtmekte fayda vardır. freud, pek çok psikolog tarafından bilimsel olmaması veya test edilemez olması nedeniyle dışlanmıştır. onunla 7 yıl birlikte çalışan jung, onun cinselliğe fazla önem verdiğini söylemiştir. bu yüzden freud ile yollarını ayırmıştır.
kaynak: ntv yayınları'nın psikoloji adlı çalışması, bir kaç internet sitesi ve ekşi sözlük ve bir arkadaşımın yazdıkları.
not: ekletmek istediklerinizi eklerim.
20 Mayıs 2011 Cuma
% 10
her ülke vatandaşının en az % 10 nüfusu tanrıya inanmaz veya olduğundan şüphelidir ve olsa da olmasa da umrumda değilcidirler. inanır görünür, ama inanmaz. bu bilinen bir gerçektir. oran mekke'de de aynıdır, kabil'de de. roma'yı falan yazmıyorum, kesin orada daha yüksektir. tibet'de bile bu oran vardır. en son geçtiğimiz haftaların birinde vatan gazetesi bir araştırma yayınladı. sonuçlar tam düşündüğüm gibi. bu ülkenin % 99'u müslüman falan değil. ayrıca o araştırmadan bağımsız olarak yukarıdaki haritaya dikkatli bakarsanız ateist ve agnostik oranları veriliyor. dünya nüfusunun % 2,4'ü ateist, %12,5'i agnostik.
türkiye'de;
- panteizme(insan-tanrı-evren bütünlüğü) inananların oranı % 2. (hindistan'da oran % 24).
- ölümden sonra ne olacağını bilmeyenlerin oranı % 14. yani büyük bir nüfus mezarın ötesi ile ilgilenmiyor. bu bile nüfusun önemli bir çoğunluğunun şüphecilerden oluştuğunu gösteriyor. yani agnostiklerden. ama tam olarak agnostik değil bu kişiler. müslüman agnostik diyeyim ben. "ya varsa" şüphesi islama kaymış agnostikler. isveç % 41 ile ilk sırada.
- ateistlerin oranı % 2. dünya ortalaması % 18. bizde düşük olmasının nedeni bence çok sağlam bir islami eğitimden geçmiş olmamız. kur'an kurslarından başlayarak lise bitirene kadar dini eğitim devam ediyor. dediğim gibi, şüpheci daha çok bizde. yani olmadığını bilmek yerine şüpheleniyoruz. dedim ya, çok sağlam bir dini eğitimden geçen bir toplumuz.
- cennet ve cehenneme inanma oranı ise inanılmaz düşük. sadece % 52. buna rağmen, dünyada endonezya'dan sonra ikinciyiz. bu oran bana abartı geldi. soruyu sorma ile alakalı bir durum olabilir. ama % 48 cennet ve cehenneme inanmıyor. bu çok abartı bir rakam bence.
- deist ve agnostik diye adlandırılabilecek dini inancından emin olmayanların oranı % 2. yani gerçek agnostikler ve deistler bu kadar. isveç’te oran % 24. ateistlerle beraber oran sadece % 4 olur. çok düşük aslında.
- reenkarnasyona en az inanan ülke biziz. zaten bir karma yok, ne öyle, her şeyi karmaya yükle kurtul. geçmiş hayatımda kötü biri olduğum için mi bu haldeyim? pehh..
- cennetin varlığına inanıp cehennemin varlığına inanmama gibi bir durum yok. oysa geri zekalı amerikalıların % 4'ü cennet var, cehennem yok diyormuş. evanjelist kiliseleri taraftar toplamak için, yani para için akla hayale gelmeyecek bir sürü şey uyduruyor.
- evrim teorisinin doğru olduğunu düşünenlerin oranı % 19. işte benim için hayatlarından dini dışlayanların gerçek oranı budur. bu kişiler yaşantılarına dinin karışmasını istemeyenlerdir.
ülkelerin tanrıya inanma oranları incelenirse müslüman ve katolik ülkelerde oran daha yüksek olduğu rahatça görülüyor.
1- endonezya %93
2- türkiye %91 (burada da oran % 9. ateist, deist ve agnostik oranının toplamı % 4'tü. neyse işte. 5 nereden geldi lan!)
3- brezilya %88
4- güney afrika %83
5- meksika %78
6- abd %70
7- arjantin %62
8- hindistan %56 (panteizm dahildir sanırım)
9- rusya %56
10- polonya %51
evrim teorisinin doğru olduğunu düşünme oranları:
1- isveç %68
2- almanya %65
3- çin %64
4- belçika %61
5- japonya %60
6- fransa %55
7- ingiltere %55
8- macaristan %55
9- ispanya %53
10- avustralya %51
11- kanada %45
12- güney kore %41
13- italya %40
14- hindistan %39
15- polonya %38
16- arjantin %37
17- meksika %34
18- abd %28
19- rusya %26
20- brezilya %22
21- türkiye %19
22- güney afrika %18
23- endonezya %11
türkiye'de;
- panteizme(insan-tanrı-evren bütünlüğü) inananların oranı % 2. (hindistan'da oran % 24).
- ölümden sonra ne olacağını bilmeyenlerin oranı % 14. yani büyük bir nüfus mezarın ötesi ile ilgilenmiyor. bu bile nüfusun önemli bir çoğunluğunun şüphecilerden oluştuğunu gösteriyor. yani agnostiklerden. ama tam olarak agnostik değil bu kişiler. müslüman agnostik diyeyim ben. "ya varsa" şüphesi islama kaymış agnostikler. isveç % 41 ile ilk sırada.
- ateistlerin oranı % 2. dünya ortalaması % 18. bizde düşük olmasının nedeni bence çok sağlam bir islami eğitimden geçmiş olmamız. kur'an kurslarından başlayarak lise bitirene kadar dini eğitim devam ediyor. dediğim gibi, şüpheci daha çok bizde. yani olmadığını bilmek yerine şüpheleniyoruz. dedim ya, çok sağlam bir dini eğitimden geçen bir toplumuz.
- cennet ve cehenneme inanma oranı ise inanılmaz düşük. sadece % 52. buna rağmen, dünyada endonezya'dan sonra ikinciyiz. bu oran bana abartı geldi. soruyu sorma ile alakalı bir durum olabilir. ama % 48 cennet ve cehenneme inanmıyor. bu çok abartı bir rakam bence.
- deist ve agnostik diye adlandırılabilecek dini inancından emin olmayanların oranı % 2. yani gerçek agnostikler ve deistler bu kadar. isveç’te oran % 24. ateistlerle beraber oran sadece % 4 olur. çok düşük aslında.
- reenkarnasyona en az inanan ülke biziz. zaten bir karma yok, ne öyle, her şeyi karmaya yükle kurtul. geçmiş hayatımda kötü biri olduğum için mi bu haldeyim? pehh..
- cennetin varlığına inanıp cehennemin varlığına inanmama gibi bir durum yok. oysa geri zekalı amerikalıların % 4'ü cennet var, cehennem yok diyormuş. evanjelist kiliseleri taraftar toplamak için, yani para için akla hayale gelmeyecek bir sürü şey uyduruyor.
- evrim teorisinin doğru olduğunu düşünenlerin oranı % 19. işte benim için hayatlarından dini dışlayanların gerçek oranı budur. bu kişiler yaşantılarına dinin karışmasını istemeyenlerdir.
ülkelerin tanrıya inanma oranları incelenirse müslüman ve katolik ülkelerde oran daha yüksek olduğu rahatça görülüyor.
1- endonezya %93
2- türkiye %91 (burada da oran % 9. ateist, deist ve agnostik oranının toplamı % 4'tü. neyse işte. 5 nereden geldi lan!)
3- brezilya %88
4- güney afrika %83
5- meksika %78
6- abd %70
7- arjantin %62
8- hindistan %56 (panteizm dahildir sanırım)
9- rusya %56
10- polonya %51
evrim teorisinin doğru olduğunu düşünme oranları:
1- isveç %68
2- almanya %65
3- çin %64
4- belçika %61
5- japonya %60
6- fransa %55
7- ingiltere %55
8- macaristan %55
9- ispanya %53
10- avustralya %51
11- kanada %45
12- güney kore %41
13- italya %40
14- hindistan %39
15- polonya %38
16- arjantin %37
17- meksika %34
18- abd %28
19- rusya %26
20- brezilya %22
21- türkiye %19
22- güney afrika %18
23- endonezya %11
18 Mayıs 2011 Çarşamba
yeterli düzeye erişmiş herhangi bir teknoloji, büyüden ayırt edilemez
richard dawkins'in tanrı yanılgısı adlı kitabında geçer;
büyük okyanus adalarındaki yerliler, adalarına ayak basan beyaz adamın son teknolojisinden etkilenmişlerdir. ama etkilendikleri daha müthiş bir durum vardı. beyaz adam, bozulan, kırılan, dökülen aletlerini tamir etmezdi. ama ellerinde sürekli yeni aletler vardı. yerliler bu aletlerin hiç birini beyazların üretmediğini fark etmişlerdi. üstelik beyazlar onlara göre faydalı bir tane bile iş yapmıyordu. bir masanın arkasında oturup kağıt karıştırıyorlardı. bu yüzden yerliler bu aletlerin doğaüstü bir kaynaktan geldiğini anlamakta gecikmediler!
beyazlar ise yerli halkı kendileri gibi giydiriyorlar ve uygun adım yürütüyorlardı. bazen de garip sesler çıkarıyorlardı. bu ayinleri esnasında yerliler, aletlerin gizemini tesadüfen buldular. beyazlar, kargolar için tanrılarına dua ediyorlardı ve tanrıları onlar için bu aletleri kargoya verip yolluyordu! şöyle düşündüler. "eğer biz de aynı kıyafetleri giyip, aynı duaları edersek, bize de aynı aletler gelir."
ve bu salgın tek bir yerde çıkmadı. okyanus adalarında onlarca kargo kültü(tapımını), birden bire ortaya çıktı. nerdeyse hepsi birinden bağımsız ve bağlantısızdı. hemen hepsi, vahiy günü bir mesihin kendilerine bu kargolardan biriyle geleceğini düşünüyordu.
bu kültlerin en meşhuru vanutu adasında ortaya çıkmış ve günümüzde de hala inananı devam ediyormuş. john frum adlı bir mesih figürü var ve 1940'ın hemen öncesinde ortaya çıkmış. frum'un yaşayıp yaşamadığı da belli değil aslında. ama efsanedeki tanıma göre(70 yıllık efsane!) bu adam tiz sesli, kısa boylu, kır saçlı ve parlak düğmeleri olan bir palto giyer. tuhaf kehanetleri vardır ve yerli halkı misyonerlere karşı düşman etmekle uğraşır. ortadan kaybolduktan sonra dünyaya ikinci kez geleceğini ve yanında cömert bir kargo getireceğini belirtir. bu kişinin bir vahyi de vardır. buna göre büyük bir felaket gelecektir. dağlar dümdüz olacak, vadiler dolacaktır. yaşlılar tekrar zindeliklerine kavuşacak, hastalıklar yok olacak, beyaz adamlar dönmemek üzere gidecek ve yerlilerin her istediklerini alabilecekleri büyük bir kargo gelecektir. üstelik frum tekrar geldğinde üzerinde hindistan cevizi olan bir para ile geleceğini de belirtmiştir.
bu yüzden ada halkı çalışmayı kesti ve ellerindeki tüm beyaz adam parasını harcadılar. bu yüzden ada ekonomisi batma noktasına geldi. bu seviyeden sonra kült biraz daha gelişti ve frum'un amerika'nın kralı olduğuna inanıldı. ama bu sefer amerikan askerleri adaya geldi. içlerinde siyah askerler de vardı ve bu askerler, beyazlar gibi kargodan faydalanıyorlardı! bu durum yerliler tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. artık frum'un gelişi yakındı. bu kültün liderlerinden birisi frum'un amerika'dan uçakla geleceğini söyledi ve yerliler büyük bir hevesle adanın ortasında küçük bir havaalanı yaptılar. üstelik bambudan kontrol kulesi bile inşa ettiler ve kuledeki yerliler kendilerine tahtadan kulaklıklar bile imal ettiler. daha da ilginci ise frum'un uçağı buraya insin diye sahte uçaklar bile yapmışlardı.
bu kültü 1950'lerde inceleyen kişiler ise daha ilginç noktalara ulaştı. bir kadın, frum ile radyodan konuştuğunu söylüyordu. ona vahiy geliyordu(bir nevi peygamberlik iddiası). ona göre frum beyazdı ve uzun boyluydu! oysa işin başlangıcında frum kısa boyluydu. tipi bile bu kadar kısa sürede değişmişti.
frum'un gelişi 15 şubata tarihlendirildiği için her yılın 15 şubatında büyük dini ayinler yapmayı da ihmal etmiyorlardı.
ama esas bomba kraliçe ile prens philip'in 1974'de adaya gelişiyle patladı. prens philip daha sonra ilahlaştırılıp frum benzeri bir kültün doğmasına daha neden oldu! çünkü prens, tüylü bir şapka takmıştır! kraliçeden de daha gösterişlidir ve parlak giyisileri içinde ilahlaştırılması son derece normaldir!
bunların hepsini alın ve ortadoğu dinlerine uyarlayın. göreceksiniz ki aralarında hiç bir fark yoktur. dinlerin nasıl birden bire doğduğunu bu sayede kolayca çözebilirsiniz.
büyük okyanus adalarındaki yerliler, adalarına ayak basan beyaz adamın son teknolojisinden etkilenmişlerdir. ama etkilendikleri daha müthiş bir durum vardı. beyaz adam, bozulan, kırılan, dökülen aletlerini tamir etmezdi. ama ellerinde sürekli yeni aletler vardı. yerliler bu aletlerin hiç birini beyazların üretmediğini fark etmişlerdi. üstelik beyazlar onlara göre faydalı bir tane bile iş yapmıyordu. bir masanın arkasında oturup kağıt karıştırıyorlardı. bu yüzden yerliler bu aletlerin doğaüstü bir kaynaktan geldiğini anlamakta gecikmediler!
beyazlar ise yerli halkı kendileri gibi giydiriyorlar ve uygun adım yürütüyorlardı. bazen de garip sesler çıkarıyorlardı. bu ayinleri esnasında yerliler, aletlerin gizemini tesadüfen buldular. beyazlar, kargolar için tanrılarına dua ediyorlardı ve tanrıları onlar için bu aletleri kargoya verip yolluyordu! şöyle düşündüler. "eğer biz de aynı kıyafetleri giyip, aynı duaları edersek, bize de aynı aletler gelir."
ve bu salgın tek bir yerde çıkmadı. okyanus adalarında onlarca kargo kültü(tapımını), birden bire ortaya çıktı. nerdeyse hepsi birinden bağımsız ve bağlantısızdı. hemen hepsi, vahiy günü bir mesihin kendilerine bu kargolardan biriyle geleceğini düşünüyordu.
bu kültlerin en meşhuru vanutu adasında ortaya çıkmış ve günümüzde de hala inananı devam ediyormuş. john frum adlı bir mesih figürü var ve 1940'ın hemen öncesinde ortaya çıkmış. frum'un yaşayıp yaşamadığı da belli değil aslında. ama efsanedeki tanıma göre(70 yıllık efsane!) bu adam tiz sesli, kısa boylu, kır saçlı ve parlak düğmeleri olan bir palto giyer. tuhaf kehanetleri vardır ve yerli halkı misyonerlere karşı düşman etmekle uğraşır. ortadan kaybolduktan sonra dünyaya ikinci kez geleceğini ve yanında cömert bir kargo getireceğini belirtir. bu kişinin bir vahyi de vardır. buna göre büyük bir felaket gelecektir. dağlar dümdüz olacak, vadiler dolacaktır. yaşlılar tekrar zindeliklerine kavuşacak, hastalıklar yok olacak, beyaz adamlar dönmemek üzere gidecek ve yerlilerin her istediklerini alabilecekleri büyük bir kargo gelecektir. üstelik frum tekrar geldğinde üzerinde hindistan cevizi olan bir para ile geleceğini de belirtmiştir.
bu yüzden ada halkı çalışmayı kesti ve ellerindeki tüm beyaz adam parasını harcadılar. bu yüzden ada ekonomisi batma noktasına geldi. bu seviyeden sonra kült biraz daha gelişti ve frum'un amerika'nın kralı olduğuna inanıldı. ama bu sefer amerikan askerleri adaya geldi. içlerinde siyah askerler de vardı ve bu askerler, beyazlar gibi kargodan faydalanıyorlardı! bu durum yerliler tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. artık frum'un gelişi yakındı. bu kültün liderlerinden birisi frum'un amerika'dan uçakla geleceğini söyledi ve yerliler büyük bir hevesle adanın ortasında küçük bir havaalanı yaptılar. üstelik bambudan kontrol kulesi bile inşa ettiler ve kuledeki yerliler kendilerine tahtadan kulaklıklar bile imal ettiler. daha da ilginci ise frum'un uçağı buraya insin diye sahte uçaklar bile yapmışlardı.
bu kültü 1950'lerde inceleyen kişiler ise daha ilginç noktalara ulaştı. bir kadın, frum ile radyodan konuştuğunu söylüyordu. ona vahiy geliyordu(bir nevi peygamberlik iddiası). ona göre frum beyazdı ve uzun boyluydu! oysa işin başlangıcında frum kısa boyluydu. tipi bile bu kadar kısa sürede değişmişti.
frum'un gelişi 15 şubata tarihlendirildiği için her yılın 15 şubatında büyük dini ayinler yapmayı da ihmal etmiyorlardı.
ama esas bomba kraliçe ile prens philip'in 1974'de adaya gelişiyle patladı. prens philip daha sonra ilahlaştırılıp frum benzeri bir kültün doğmasına daha neden oldu! çünkü prens, tüylü bir şapka takmıştır! kraliçeden de daha gösterişlidir ve parlak giyisileri içinde ilahlaştırılması son derece normaldir!
bunların hepsini alın ve ortadoğu dinlerine uyarlayın. göreceksiniz ki aralarında hiç bir fark yoktur. dinlerin nasıl birden bire doğduğunu bu sayede kolayca çözebilirsiniz.
16 Mayıs 2011 Pazartesi
seven üzülür, üzen sevilir!
birisinden hoşlanıp hoşlanmayacağımızı veya aşık olup olmayacağımızı etkileyen bir kaç durum ve/veya aşama vardır.
birincisi: insanlar genellikle kendilerine benzeyen ya da kendilerine denk kişilerle çift olurlar. öğretmenler öğretmenlerle, işçiler işçilerle, köylüler köylülerle evlenirler. sosyal tabakalar bu yüzden vardır! bu yüzden çiftler, fiziksel çekicilik, eğitim, iq gibi başka etkenler bakımından da birbirine benzerler. aynı şekilde kültür ve din açısından benzerlik de bu olayda etkilidir. çoğunluk bir alt sosyal sınıftan biri ile takılmak bile istemez. ama onları kullanmaya meyillidirler. istisnayi olarak zıt kutuplar da birbirini çekebilir. kerem ile aslı farklı dinden olsalar bile sosyal sınıfları aynı olduğu için birbirini çekmiş olabilir. ama leyla ile mecnun ve ferhat ile şirin'de bu sosyal sınıf benzerliğini göremiyoruz. ne olursa olsun, güzel kadınların bir çoğu için fiziksel özelliği, sınıf atlama tahtasıdır.
ikincisi: elbette aşık olmayı etkileyen tek husus sosyal tabaka benzerliği değildir. bu denklik safhasını geçtikten sonra ödül ve bedel ortaya çıkar. yani işin içine ilgi, sevgi, güven, güvence, paylaşım, beceri, bilgi, para, enerji, üreme ve seks de girer. bir çok insana göre aşk bir muhasebeden başka bir şey değildir. yani; ödediğiniz bedel = kar - ödül. genelde ilişkinin bitme noktasına doğru onun ödediğiniz duygusal bedeli hak edip etmediğini düşünürsünüz. zaten bu aşamaya geldiğinizde ilişkiniz bitmiştir. sonuçta kafasını bu muhasebe hesabına takan birisinin mutlu olma şansı pek azdır. pek çok insanın temel mutsuzluk kaynağı da bu muhasebe hesabıdır. insanları sevmekte herhangi bir problem olacağını hiç sanmıyorum. mesele beklentinin fazla olmasıdır. insanları seviniz, ama beklentinizi düşük tutunuz. en delice sevgi, beklentisiz sevmektir.
üçüncüsü: olayın son aşamasınde ise belirli etkenler devlereye girer. mesela fiziksel çekicilik. ama ilişki, beklentilere göre bir ödün veya yatırım da olabilir. mesela "öyle yakışıklı/güzel bir eşim olmasını beklemiyordum" gibi. başlangıçta bu durum erkekler için oldukça önemlidir. ama bunun yanında tanışıklık ve sık karşılaşma da hoşlanmayı artırır. ve en önemlisi ise karşılıklı hoşlanmadır. sizden hoşlandığını düşündüğünüz kişilerden hoşlanmaya yatkınızdır. her şeye rağmen eski bir kural hala varlığını korumaktadır. seveni üzerler, üzeni severler!
kaynak: yukarısı
birincisi: insanlar genellikle kendilerine benzeyen ya da kendilerine denk kişilerle çift olurlar. öğretmenler öğretmenlerle, işçiler işçilerle, köylüler köylülerle evlenirler. sosyal tabakalar bu yüzden vardır! bu yüzden çiftler, fiziksel çekicilik, eğitim, iq gibi başka etkenler bakımından da birbirine benzerler. aynı şekilde kültür ve din açısından benzerlik de bu olayda etkilidir. çoğunluk bir alt sosyal sınıftan biri ile takılmak bile istemez. ama onları kullanmaya meyillidirler. istisnayi olarak zıt kutuplar da birbirini çekebilir. kerem ile aslı farklı dinden olsalar bile sosyal sınıfları aynı olduğu için birbirini çekmiş olabilir. ama leyla ile mecnun ve ferhat ile şirin'de bu sosyal sınıf benzerliğini göremiyoruz. ne olursa olsun, güzel kadınların bir çoğu için fiziksel özelliği, sınıf atlama tahtasıdır.
ikincisi: elbette aşık olmayı etkileyen tek husus sosyal tabaka benzerliği değildir. bu denklik safhasını geçtikten sonra ödül ve bedel ortaya çıkar. yani işin içine ilgi, sevgi, güven, güvence, paylaşım, beceri, bilgi, para, enerji, üreme ve seks de girer. bir çok insana göre aşk bir muhasebeden başka bir şey değildir. yani; ödediğiniz bedel = kar - ödül. genelde ilişkinin bitme noktasına doğru onun ödediğiniz duygusal bedeli hak edip etmediğini düşünürsünüz. zaten bu aşamaya geldiğinizde ilişkiniz bitmiştir. sonuçta kafasını bu muhasebe hesabına takan birisinin mutlu olma şansı pek azdır. pek çok insanın temel mutsuzluk kaynağı da bu muhasebe hesabıdır. insanları sevmekte herhangi bir problem olacağını hiç sanmıyorum. mesele beklentinin fazla olmasıdır. insanları seviniz, ama beklentinizi düşük tutunuz. en delice sevgi, beklentisiz sevmektir.
üçüncüsü: olayın son aşamasınde ise belirli etkenler devlereye girer. mesela fiziksel çekicilik. ama ilişki, beklentilere göre bir ödün veya yatırım da olabilir. mesela "öyle yakışıklı/güzel bir eşim olmasını beklemiyordum" gibi. başlangıçta bu durum erkekler için oldukça önemlidir. ama bunun yanında tanışıklık ve sık karşılaşma da hoşlanmayı artırır. ve en önemlisi ise karşılıklı hoşlanmadır. sizden hoşlandığını düşündüğünüz kişilerden hoşlanmaya yatkınızdır. her şeye rağmen eski bir kural hala varlığını korumaktadır. seveni üzerler, üzeni severler!
kaynak: yukarısı
11 Mayıs 2011 Çarşamba
twin peaks: fire talk with me
bazen "david lynch türkiye'de iki yıl yaşasa nasıl bir film çekerdi" diye düşünüyorum. sabah programlarını, üçüncü sayfaları, seks kasetlerini izleyecek, öysm sistemini anlayacak, öğrencilerin ve ailelerin hayatlarını kendilerine nasıl zindan ettiklerini görecek, mahkemelere gidip nasıl karar verildiğine bakacak, tv'lerdeki tartışmalara katılacak. sonuç nasıl bir şey olurdu sizce? adam amerika'nın psikolojinin a. q. ama bence yine aynı filmleri çekerdi. bizim kasabalar amerikan kasabaları gibi düzgün değil. evler de güzel değil. ama içinde yaşayanların ruh yapısı kesinlikle aynı. amerika'da da bizde de nüfusun büyük bir çoğunluğu manyak. ama bir şekilde bu manyakların büyük bir kısmı kendilerini engelleliyorlar. ama ölümlerde, o da gazetelerin üçüncü sayfalarında ve sabah programlarında ortaya çıkıyorlar.
mekanımız tipik bir amerikan kasabasıdır ve obsesif kompulsif bir babanın, laura adlı şizofrenik hezeyanları olan seks ve uyuşturucu bağımlısı bir kızı vardır. kıza 12 yaşından beri babası sahip olmaktadır. kız ise onu tamamen başka biri sanmaktadır(bob). bir hayali kişi(belkide o hayali kişi gerçek, babası hayalidir!)
olayın öncesi de var elbette. bir fbi görevlisi kasabaya gelir. öldürülen bir kızın cesedini incelemektedir. kasaba şerifi ve yardımcısının salaklıklarına rağmen en sonunda bir yüzüğe ulaşılır ve her şey birbirine girer. olay bundan sonra kafa karıştırıcı ve bir seferde anlaşılamayan bir lynch filmine döner. gerçi bu diziymiş. izlediğimi hiç hatırlamıyorum. benim izlediğim ise filmdi. bu film, diziden kesilerek yapılmışsa bile enfes. yok, ayrı çekilmişse ve diziyle çok bağlantısı varsa bir bok anlamadığımı söyleyebilirim. mavi gül(çözdüm, kız ölünce huzura kavuşmuş), yeşil yüzük(çözemedim), yaşlı kadın ile küçük çocuk(o ilginç odanın çerçeveli fotoğrafını verenler), rüya odası(hobaaa), cüce(pehhh), iki sayfası yırtılan günlük(hah ha), donna(arkadaşı), bob(vs) falan derken, bir lynch filmini anlamak için, bazı şeyleri görmemezlikten gelmek gerektiğini bilmem gerekir elbet. aynen bizim ülkemizde olduğu gibi. huzur içinde yaşamak istiyorsanız, gözlerinizi kapayın ve tv izlemeyin. her şey çok güzel. lalalala!!
mekanımız tipik bir amerikan kasabasıdır ve obsesif kompulsif bir babanın, laura adlı şizofrenik hezeyanları olan seks ve uyuşturucu bağımlısı bir kızı vardır. kıza 12 yaşından beri babası sahip olmaktadır. kız ise onu tamamen başka biri sanmaktadır(bob). bir hayali kişi(belkide o hayali kişi gerçek, babası hayalidir!)
olayın öncesi de var elbette. bir fbi görevlisi kasabaya gelir. öldürülen bir kızın cesedini incelemektedir. kasaba şerifi ve yardımcısının salaklıklarına rağmen en sonunda bir yüzüğe ulaşılır ve her şey birbirine girer. olay bundan sonra kafa karıştırıcı ve bir seferde anlaşılamayan bir lynch filmine döner. gerçi bu diziymiş. izlediğimi hiç hatırlamıyorum. benim izlediğim ise filmdi. bu film, diziden kesilerek yapılmışsa bile enfes. yok, ayrı çekilmişse ve diziyle çok bağlantısı varsa bir bok anlamadığımı söyleyebilirim. mavi gül(çözdüm, kız ölünce huzura kavuşmuş), yeşil yüzük(çözemedim), yaşlı kadın ile küçük çocuk(o ilginç odanın çerçeveli fotoğrafını verenler), rüya odası(hobaaa), cüce(pehhh), iki sayfası yırtılan günlük(hah ha), donna(arkadaşı), bob(vs) falan derken, bir lynch filmini anlamak için, bazı şeyleri görmemezlikten gelmek gerektiğini bilmem gerekir elbet. aynen bizim ülkemizde olduğu gibi. huzur içinde yaşamak istiyorsanız, gözlerinizi kapayın ve tv izlemeyin. her şey çok güzel. lalalala!!
9 Mayıs 2011 Pazartesi
koşmak iyidir, yüzmek de...
değerli kadın okurlarım. yaz gelmiyor, ama ben size büyük bir iyilik yapacağım ve herkesin kolaylıkla bulabileceği besinlerin kalori değerlerini buraya kopyalayacağım. altına da herkesin kolaylıkla bulamayabileceği hangi sporu yaparsanız kaç kalori yakacağınızı gösteren tabloyu koyacağım. yani yiyin, için, spor yapın, ama kusmayın. kusmak çok geri zekalıca bir davranış. gidin spor yapın. havalar ısınmadı, olsun, siz yüzün. yüzmek güzeldir. ayrıca göbek yağlarını mekik eritmez. imkansızdır. rejim eritir. valla bak! ama ben rejim yapmam. kadınlar yapsın. erkeğe rejim yakışmaz. paranız varsa yağlarınızı aldırın. ben mesela göbeğime operasyon yaptıracağım. ama param olursa. bira göbeği pis bir göbek çeşidi.
aşağıdaki kaloriler besinlerin 100 gramları için geçerlidir. belirtilen kaloriler 7’ye bölünürse belirtilen kalorinin vücudunuzda ne kadar yağ yapacağını görürsünüz. örnek verilim hemen. mesela; (350/7=50) 350 kalori hiç hareket etmezseniz vücudunuza 50 gr yağ yapacaktır.
Meyve (100gr için)
Mandalina 46, Üzüm 67, Armut 61, Ananas 52, Elma 58, Kayısı 51, Muz 85, Kiraz 70, Vişne 58, Şeftali 38, Erik 75, Portakal 79, Limon 27, İncir 80, Çilek 37, Karpuz 26, Kavun 33, 1 portakal 77, 1 mandalina 46, 1 kivi 40, 100 gr kuru hurma 305, 1 kuru hurma 35, 1 taze hurma 275, 1 greyfurt 86, Ayva 86, Kavun 72, Karpuz 56, Şeftali 53, Kiraz(10 adet) 50, Üzüm çekirdekli(10 adet), 30 Kuru üzüm(2 yemek kaşığı) 38, 1 orta boy elma 75, 1 orta boy kayısı 20, 1 orta boy yeşil erik 6, 1 bardak erik 21, 10 gr çilek 33, 1 taze incir 33, 1 kuru incir 51, 1 muz(18 cm) 121, 1 armut 62, 1 dilim konserve ananas 110, 1 kase ananas 62, Avokado 375.
Sebzeler(100gr için)
Ispanak 26, Domates 22, Mantar 28, Kuru soğan 38, Bezelye 15, Salatalık 76, Patates(haşlanmış) 280, Patates(kızarmış) 280, Patates cipsi 568, Fasulye 32, Lahana 24, Havuç 42, Karnabahar 27, Kereviz 40, Taze mısır 96, Biber 22, Pancar 43, Turp 19, Pırasa 52, Marul 14, Maydanoz 44, Enginar 53, Patlıcan 25, Karnibahar 56, Kuru fasulye 328, Bezelye 128, Ayşe kadın 30, Havuç 50, 1 salatalık 14, 1 orta boy domates 23, Lahana 28, Tatlı kabağı 78, 1 kabak (taze) 27, 1 Dolma Biber 20, 6 Kırmızı Turp 10, Kereviz(Kök) 40, Kereviz(yaprak) 17, Mantar 4, Soya fasulyesi 194, 6 adet kuşkonmaz 15, Ispanak 24, Soğan 20, 1 Patlıcan 53, Pırasa 27, 1 Yeşil Biber 7, Kırmızı pancar(100 gr) 43, Kırmızı pancar(250 gr) 100, Bakla(250 gr) 125, Enginar 55, 1 orta boy patates 142.
yapılacak spordan önce bir diyeceğim daha var. sakın ola şu haşlanmış mısır danelerine falan bulaşmayın. patlamış mısır da yemeyin. soya, mısır, ayçiçeği ve kanola yağlarından uzak durun. zeytin yağı ve fındık yağından başka bir şey kullanmayın.
şimdi spora gelelim. bu değerler bir saat yapıldığında yakılacak kaloriyi gösterir.
aşağıdaki kaloriler besinlerin 100 gramları için geçerlidir. belirtilen kaloriler 7’ye bölünürse belirtilen kalorinin vücudunuzda ne kadar yağ yapacağını görürsünüz. örnek verilim hemen. mesela; (350/7=50) 350 kalori hiç hareket etmezseniz vücudunuza 50 gr yağ yapacaktır.
Meyve (100gr için)
Mandalina 46, Üzüm 67, Armut 61, Ananas 52, Elma 58, Kayısı 51, Muz 85, Kiraz 70, Vişne 58, Şeftali 38, Erik 75, Portakal 79, Limon 27, İncir 80, Çilek 37, Karpuz 26, Kavun 33, 1 portakal 77, 1 mandalina 46, 1 kivi 40, 100 gr kuru hurma 305, 1 kuru hurma 35, 1 taze hurma 275, 1 greyfurt 86, Ayva 86, Kavun 72, Karpuz 56, Şeftali 53, Kiraz(10 adet) 50, Üzüm çekirdekli(10 adet), 30 Kuru üzüm(2 yemek kaşığı) 38, 1 orta boy elma 75, 1 orta boy kayısı 20, 1 orta boy yeşil erik 6, 1 bardak erik 21, 10 gr çilek 33, 1 taze incir 33, 1 kuru incir 51, 1 muz(18 cm) 121, 1 armut 62, 1 dilim konserve ananas 110, 1 kase ananas 62, Avokado 375.
Sebzeler(100gr için)
Ispanak 26, Domates 22, Mantar 28, Kuru soğan 38, Bezelye 15, Salatalık 76, Patates(haşlanmış) 280, Patates(kızarmış) 280, Patates cipsi 568, Fasulye 32, Lahana 24, Havuç 42, Karnabahar 27, Kereviz 40, Taze mısır 96, Biber 22, Pancar 43, Turp 19, Pırasa 52, Marul 14, Maydanoz 44, Enginar 53, Patlıcan 25, Karnibahar 56, Kuru fasulye 328, Bezelye 128, Ayşe kadın 30, Havuç 50, 1 salatalık 14, 1 orta boy domates 23, Lahana 28, Tatlı kabağı 78, 1 kabak (taze) 27, 1 Dolma Biber 20, 6 Kırmızı Turp 10, Kereviz(Kök) 40, Kereviz(yaprak) 17, Mantar 4, Soya fasulyesi 194, 6 adet kuşkonmaz 15, Ispanak 24, Soğan 20, 1 Patlıcan 53, Pırasa 27, 1 Yeşil Biber 7, Kırmızı pancar(100 gr) 43, Kırmızı pancar(250 gr) 100, Bakla(250 gr) 125, Enginar 55, 1 orta boy patates 142.
yapılacak spordan önce bir diyeceğim daha var. sakın ola şu haşlanmış mısır danelerine falan bulaşmayın. patlamış mısır da yemeyin. soya, mısır, ayçiçeği ve kanola yağlarından uzak durun. zeytin yağı ve fındık yağından başka bir şey kullanmayın.
şimdi spora gelelim. bu değerler bir saat yapıldığında yakılacak kaloriyi gösterir.
Yürüme / Jogging | 5 km/s süratte 330-420 Yokuş yukarı 660-900 |
Paten | 500-600 |
Bisiklet | 600-900 |
Tenis | Tekli 560-660 Çiftler 420-480 |
Yüzme | 550-750 |
Kürek | 400-600 |
Badminton | 430-490 |
Plaj Voleybolu | 490-570 |
Frizbi | 260-310 |
4 Mayıs 2011 Çarşamba
chinatown
jack nicholson'ın tek bir filmini severdim. o da çok iyi bir oyunculuk sergilediği the shining. one flew over the cuckoo's nest'i sevmedim demeyim, ama çok da ilginç bir film değildi benim için. postacının kapıyı iki kere çaldığı film de öyle aman aman değildi. ama roman polanski'nin yönettiği bu film, başka bir şey.
jake gittes özel bir dedektiftir ve yaşlı bir kadın, kendisini aldattığını düşündüğü kocasını takip etmesi için onunla anlaşır. bu adam, o yaz sususzluktan kırılan los angeles sular idaresinin başkanıdır! tam olarak değil aslında, noah cross adlı ortağı ile beraber eski sahibidir ve ortağından ayrılma nedeni, bu suyun halka ait olduğuna inanmasıdır. neyse, jake, onun sarışın bir kadınla görüştüğünü tespit eder ve fotoğrafları çeker. ertesi gün bu fotoğraflar gazetelerde yayınlanır. aynı gün mulwray'in gerçek eşi ortaya çıkar. takip emrini kendisi vermemiştir. o yaşlı kadın jake'i kandırmıştır. ortada büyük bir bir tezgah vardır. jake, mulwray'in kendisine ulaşmaya çalışırken onun cesedine ulaşır. acaba intihar mı etti, yoksa cinayete mi kurban gitti?
filmin geri kalanı doğal olarak bu tezgahı çözme sürecini işler. anlatımı heyecanlıdır. yıl 1930'lar olunca işlemler daha ilginç oluyor. neyse, mulwray'in gerçek eşinin, mulwray'in eski ortağının kızı olduğu olduğu ortaya çıkar. los angeles'daki susuzluk ve bu adamın da portakal bahçeleri. iş çetrefillidir. tapu daireleri, huzur evleri, orkinos kulüpleri falan derken iş bambaşka bir noktaya doğru gider. işin sırrı ise mulwray ile fotoğrafı çekilen sarışın kadındır.
sonunda film chinatown'da silah sesleri eşliğinde biter ve kötü kazanır. ama siz iğrenme ile filmi bitirirsiniz. şahsen ekranın içine dalıp, o kızı kurtarasım geldi. şahane bir filmdir. faye dunaway ve jack nicholson'ın ve diğer oyuncuların performannları müthiş.
jake gittes özel bir dedektiftir ve yaşlı bir kadın, kendisini aldattığını düşündüğü kocasını takip etmesi için onunla anlaşır. bu adam, o yaz sususzluktan kırılan los angeles sular idaresinin başkanıdır! tam olarak değil aslında, noah cross adlı ortağı ile beraber eski sahibidir ve ortağından ayrılma nedeni, bu suyun halka ait olduğuna inanmasıdır. neyse, jake, onun sarışın bir kadınla görüştüğünü tespit eder ve fotoğrafları çeker. ertesi gün bu fotoğraflar gazetelerde yayınlanır. aynı gün mulwray'in gerçek eşi ortaya çıkar. takip emrini kendisi vermemiştir. o yaşlı kadın jake'i kandırmıştır. ortada büyük bir bir tezgah vardır. jake, mulwray'in kendisine ulaşmaya çalışırken onun cesedine ulaşır. acaba intihar mı etti, yoksa cinayete mi kurban gitti?
filmin geri kalanı doğal olarak bu tezgahı çözme sürecini işler. anlatımı heyecanlıdır. yıl 1930'lar olunca işlemler daha ilginç oluyor. neyse, mulwray'in gerçek eşinin, mulwray'in eski ortağının kızı olduğu olduğu ortaya çıkar. los angeles'daki susuzluk ve bu adamın da portakal bahçeleri. iş çetrefillidir. tapu daireleri, huzur evleri, orkinos kulüpleri falan derken iş bambaşka bir noktaya doğru gider. işin sırrı ise mulwray ile fotoğrafı çekilen sarışın kadındır.
sonunda film chinatown'da silah sesleri eşliğinde biter ve kötü kazanır. ama siz iğrenme ile filmi bitirirsiniz. şahsen ekranın içine dalıp, o kızı kurtarasım geldi. şahane bir filmdir. faye dunaway ve jack nicholson'ın ve diğer oyuncuların performannları müthiş.
2 Mayıs 2011 Pazartesi
sadece koklayacaktım
duman'ın eğlenceli ve kafa şarkılarından birisi de sadece koklayacaktım adlı leziz eseridir. bu sefer bu adamlar ne demek istiyor, ne gibi gizli anlamları var sizin için araştırdım ve buldum. doya doya okuyun.
ben ademin torunuyum
hem deliyim hem doluyum
yasak ormandan yem kaptım
tadına bakmayacaktım
sadece koklayacaktım
(adem aldı tavrını, vurdu masaya yumruğunu, gidip elmayı yedi, işte ben de aynen onun gibiyim, benim elmam başka, tadına bakılmaz onun, koklanır. yani burna çekilir, sonra da eğlenilir!)
gel bir türkü söyleyelim
hep beraber oynayalım
anlamazsın neyleyelim
buraya gelmeyecektin
sadece koklayacaktın
(bak keyfim yerine geldi, ne içiyorsam artık! hep beraber oynamak istiyorum. ulan madem buraya geldin, biliyordun ne yapacağımızı, nerden bilesin bu güzelliği, şu an beni anlamıyorsan eğer, bu senin salaklığın bebeğim)
bir acaip yarıştasın
hem öndesin hem rahatsın
o zaman ne için ağlarsın
ödülü almayacaktım
sadece koklayacaktım
(kafam çok güzel, dünya işleri ne saçma lan, kendini büyük biri gibi hissetmen normal, çünkü salaksın. ama hala daha herkesin sana zarar vermek için uğraştığını mı düşünüyorsun, ne sikime kendini paralayıp, büyük büyük ödüller peşinde koştun ki! uğraşma boşuna, hepsine tek bir koklamada sahip olabilirsin)
tadına bakmayacaktım
sadece koklayacaktım
(yutar gibi içine çekip bok etme şu güzelliği, miden anlamaz, ciğerlerin anlar, kokla sadece)
deli gönlüm kaynayınca
bir çiçek aldım koynuma
tepelerden düştüm takla
aşık olmayacaktım
sadece koklayacaktım
(offf, algı kapıları açıldı, her şey ne kadar güzel, bak bak herkes ne güzel uçuyor, her şeyi çok seviyorum ve mutluyum ve sadece kokluyorum)
sevenin gönlü dumandır
hem karanlık hem sıcaktır
böyle sevda akla ziyandır
içine çekmeyecektin
sadece koklayacaktım
(seviyorsan eğer gönlün dumanlıdır-şair burada eski halk ozanları gibi yapmış- karanlığa düşsen bile etraf sıcaktır, o kadar çok seviyorum ki aklım zarardadır, pişmansan eğer içine çekmeyecektin, benim yaptığım gibi yap, sadece kokla)
tadına bakmayacaktım
sadece koklayacaktım
(üstündeyim ve çıplağım diye olayı yanlış anlama, oral seks yapmayacağım, sadece koklayacağım!)
ben ademin torunuyum
hem deliyim hem doluyum
yasak ormandan yem kaptım
tadına bakmayacaktım
sadece koklayacaktım
(adem aldı tavrını, vurdu masaya yumruğunu, gidip elmayı yedi, işte ben de aynen onun gibiyim, benim elmam başka, tadına bakılmaz onun, koklanır. yani burna çekilir, sonra da eğlenilir!)
gel bir türkü söyleyelim
hep beraber oynayalım
anlamazsın neyleyelim
buraya gelmeyecektin
sadece koklayacaktın
(bak keyfim yerine geldi, ne içiyorsam artık! hep beraber oynamak istiyorum. ulan madem buraya geldin, biliyordun ne yapacağımızı, nerden bilesin bu güzelliği, şu an beni anlamıyorsan eğer, bu senin salaklığın bebeğim)
bir acaip yarıştasın
hem öndesin hem rahatsın
o zaman ne için ağlarsın
ödülü almayacaktım
sadece koklayacaktım
(kafam çok güzel, dünya işleri ne saçma lan, kendini büyük biri gibi hissetmen normal, çünkü salaksın. ama hala daha herkesin sana zarar vermek için uğraştığını mı düşünüyorsun, ne sikime kendini paralayıp, büyük büyük ödüller peşinde koştun ki! uğraşma boşuna, hepsine tek bir koklamada sahip olabilirsin)
tadına bakmayacaktım
sadece koklayacaktım
(yutar gibi içine çekip bok etme şu güzelliği, miden anlamaz, ciğerlerin anlar, kokla sadece)
deli gönlüm kaynayınca
bir çiçek aldım koynuma
tepelerden düştüm takla
aşık olmayacaktım
sadece koklayacaktım
(offf, algı kapıları açıldı, her şey ne kadar güzel, bak bak herkes ne güzel uçuyor, her şeyi çok seviyorum ve mutluyum ve sadece kokluyorum)
sevenin gönlü dumandır
hem karanlık hem sıcaktır
böyle sevda akla ziyandır
içine çekmeyecektin
sadece koklayacaktım
(seviyorsan eğer gönlün dumanlıdır-şair burada eski halk ozanları gibi yapmış- karanlığa düşsen bile etraf sıcaktır, o kadar çok seviyorum ki aklım zarardadır, pişmansan eğer içine çekmeyecektin, benim yaptığım gibi yap, sadece kokla)
tadına bakmayacaktım
sadece koklayacaktım
(üstündeyim ve çıplağım diye olayı yanlış anlama, oral seks yapmayacağım, sadece koklayacağım!)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
...
ilet:
ytravisbickle@hotmail.com
en sevdiğim yazılarım
1- stanley kubrick ve savaş sanatı
2- tanrı, şeytan ve her şey hakkında
3- mesih, deccal ve armageddon savaşı
4- hepimiz öleceğiz!
5- anormal düzeyde ilişki yaşayan insanların bilmediği gerçekler
6- quentin taratino'nun arka koltuk sendromu ve winston wolf
7- new amsterdam'dan new york'a ve saint peter
8- haberin yok, ölüyorum
9- bursa hakkında bilmediğiniz gerçekler
10- çizgilere basarak yürümeye çalışan insan
11- olasılık çiftler, gerçeklik katmanlar halindedir
12- ebedi rekabet
13- kuş sütüyle beslerim seni
14- tembellik hakkımız, söke söke almalıyız
15- tek eşliliğin insan doğasına aykırı olması
16- hazza ulaşmak ne kadar zor ulan!!
17- kafaların güzelliği
18- judith vs holofernes
2- tanrı, şeytan ve her şey hakkında
3- mesih, deccal ve armageddon savaşı
4- hepimiz öleceğiz!
5- anormal düzeyde ilişki yaşayan insanların bilmediği gerçekler
6- quentin taratino'nun arka koltuk sendromu ve winston wolf
7- new amsterdam'dan new york'a ve saint peter
8- haberin yok, ölüyorum
9- bursa hakkında bilmediğiniz gerçekler
10- çizgilere basarak yürümeye çalışan insan
11- olasılık çiftler, gerçeklik katmanlar halindedir
12- ebedi rekabet
13- kuş sütüyle beslerim seni
14- tembellik hakkımız, söke söke almalıyız
15- tek eşliliğin insan doğasına aykırı olması
16- hazza ulaşmak ne kadar zor ulan!!
17- kafaların güzelliği
18- judith vs holofernes
Sayfalar
telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.