ilginç ama ülkemiz dindarları yeni yıl ile noeli karıştırıyor. belki bilerek yapıyorlar bunu. ama noel denilen nane batıda 26 aralık günü kutlanır. biz yeni yılı idrak ederiz. son zamanlarda yeni yılın mekke'nin fethine denk geldiğini tespit ettiler. miladi olarak mekke'nin fethi kutlanır oldu. insanlara alternatif sunmak iyidir ama alternatifleri böyle günlere bulmak saçma. 23 nisana denk gelen kutlu doğum haftası var birde. aman neyse..
nesrin topkapı'yı hatırlayacak kadar yaşlı değilim ama 80'lerin yeni yıl kutlamaları daha iyiydi. yılda bir kez tavuk yerdik ve o da yeni yılda olurdu. muz da cabası. gerçi yeni yıla hep otobüs içinde girerdik. bursa'dan istanbul'a, sonraki yıllar bolu ve kastamonu'ya doğru. malum, yeni yıllar açık görüş zamanlarıdır. bir keresinde kardeşimle ben oyuncak tabancalarla açık görüşe girmeye karar vermiştik. kovboy hesabı, hapishaneyi bas ve kurtar. redkit zamanları.. girerken noel baba kıyafetleri giymiş sevimli(!) gardiyanlar tabancalarımıza el koymuşlardı :) boşverin şimdi, eskiden yeni yıl girişleri gerçekten çok eğlenceliydi. şimdi her şeyde olduğu gibi yeni yılın da içini boşaltıldı.
2012 victoria secret show ile yeni yılınızı kutlayayım. 2013 hepinize iyi gelsin :)
herhalde eski trt radyo günlerinin en eğlenceli şarkısı budur. zaman seksenler ve radyodan "şevişenler bu gece, civelek civelek civelek" mısraları yükseliyor. evet, şarkı erotik. ama civelek nedir ulan! nişanyan etimolojik sözlüğe göre "eşcinselliğe yatkın delikanlı" demek. upss! yani o düğün dernek ve sevişenler.. yoksa.. abovvv..
"acaba bu işin tarihi arpa planı nedir" diye merak ederken onu buldum. bilgi gürkan hacır'ın akşam gazetesindeki bir yazısı.. yeniçeriler zamanında askerlik yaşı gelen eşcinsellerden şimdiki gibi durumunun ispatlanması istenmiyor. dahası onlar yeniçerilerinin hizmetine koşulacak kişiler oluyorlar. işte bu kişilere civelek denirmiş. üstelik savaş zamanı ihtiyacı karşılamak için civelek taburu bile oluşturulmuş ve her bir civeleği bir yeniçeri sahiplenirmiş. işin özü aralarında karı-koca ilişkisi varmış. hatta öyle ki 1810 yılında bir civelek için galata'dan sorumlu 25. orta ile 75. orta yeniçeri birlikleri iki gün boyunca çatışmış.
vayy, mehmet zeki pakalın ise civelekler hakkında şunları yazmış, "civelekler nadiren sokağa çıkarlardı. genç ve güzel oldukları için münasebetsiz bazı adamların tecavüzüne uğramamaları için yüzlerini bir saçak peçe ile örterlerdi. ancak, gözleri peçenin arasından pırıl pırıl parladığından, belki de bu hal daha çok dikkati çekerdi."
obaa..
neyse, rivayete göre eşcinsellik bize iran üzerinden gelmiş. öyle ki acemi oğlan tabirinin gerçek nedeni bu işin acem olması. acem keykavus bin iskender namlı kişi, 1082'de kaleme aldığı kabusname adlı eserinde "yaz olunca avratlara meylet, kış olunca oğlanlara ki, vücutça sıhhat bulasın. avrat teni soğuktur. iki soğuk bir araya gelirse birbiriniz kurutur" der. ama bu açıklama bana fazlasıyla gereksiz geliyor. çünkü eski yunanda encinsellik oldukça sıradan bir durumdu. öyle ki öğrencilerin(erkek) öğretmenlerine(erkek) vermesi çok sıradandı. hep merak etmişimdir aslında, aristo, büyük iskender'i götürdü mü? bence kesin götürdü(!) neyse, eski yunanda evlenen erkekler kadına alışkın olmadıkları için ilk gece kadının saçı sıfıra vurulurmuş ve ilk gece ilişkisinin nereden başlayacağı da belli aslında(!)
vayy, işte size bomba bir bilgi daha. murat belge, akşam gazetesindeki bir röportajında söyledi bunları. dediğine göre fatih'in drakula'nın kardeşi radu'dan başka birden fazla erkekle ilişkisi varmış. yavuz selim, kadın sevmez bir adammış. zaten o yüzden tek çocuğu süleyman'mış. dördüncü murat sıkı kulampara ona göre. genç osman ise en fecisi. ayakkabılarının altına kabaralar çaktırıyor. böylece taş üstünde yürürken ses çıkıyor ve kadınlar gözüne görünmesin, toz olsunlar diye.
hmmm, ilginç bilgiler doğrusu, peki ya bu kadar yaygın olan eşcinsellik, bu toplumda şimdi nasıl bu kadar dışlanıyor? birinci nedeni kendimizi ingilizlerin kucağına attıktan sonra bize de geçen püriten ahlak. ikinsici ise kadınların toplumsal hayata karışması. bu da yeniçeri ocağını ortadan kaldıran ikinci mahmud'un oğlu abdullmecid zamanında oluyor. abdulmecid, şimdiki islamcılara göre bile oldukça açık fikirli bir padişahtır ve kadınların topluma karışmasına ön ayak olur. kendi kızını elinden tutarak okula yazdırmıştır ve kısa zamanda kadınlar çarşı, pazar ve mesire yerlerini doldurmuştur. cevdet paşa, maruzad adlı eserinde bu durumu sevinerek karşılar ve "zendostlar çoğalmış, mahbuplar azalmıştı, kavm-i lut sanki yere batmıştı" diye yazar. demek oluyor ki eşcinselliğin temel nedeni kadının toplumda olmamasıydı.
neyse, bu şarkıyı bi de bu şekilde dinleyin. eminim daha çok eğleneceksiniz..
bu gece düğün dernek
binbir geceden örnek
sevişenler bu gece
civelek civelek civelek civelek
bir çiçek bir kelebek
bu gece mutlu gece
vur patlasın eğlence
dirlik düzenlik olsun
civelek civelek civelek civelek
sevişen iki gence
bu gecenin adına
doyulur mu tadına
sevişenler bu gece
civelek civelek civelek civelek
erecek muradına
bu gece mutlu gece
vur patlasın eğlence
dirlik düzenlik olsun
civelek civelek civelek civelek
sevişen iki gence
bu şarkı bana netten aşık olduğu kıza kavuşamayan gencin hikayesi gibi geliyor. sözlerin üzerinden tek tek gidince ne demek istediğimi anlayacaksınız. neyse, pinhani güzel gruptur, hoştur, ilk albümleri şahaneydi, sonra kendi kendilerini tekrar edip durur oldular. olsun, yine de güzel gruptur. şarkının kavak yelleri ile anılması kaçınılmaz. hatta grubun da. o kadar olur diyelim..
belki durup dururken yanına gelince söylediklerimi anlamsız buldun oysa vakit yoktu ama sen haklıydın çünkü böyle şeyler aceleye gelmezdi
yalandan da olsa ne güzel güldün o akşam bana
(evet seni netten tanıdım ve birden bire yanına geldim, haklısın çok ani oldu ama, o akşam web cam'den öyle bir güldün bana, gelmemem imkansızdı, haklısın, böyle şeyler aceleye gelmez, ama ben de haklıyım, çünkü vakit yok, seni kaybedemem)
belki tanışmak zor iyi anlaşmak zor peki görüşmek çok mu kolaydı çok kısa bir zamanda belki birazda zorla bence gayet iyi de anlaştık
yalandan da olsa ne güzel güldün o akşam bana..
(seninle karşılıklı tanışmak çok zordu, karşılıklı iyi anlaşmak da zordu, ama sen bu görüşmenin çok mu kolay olduğunu sanıyorsun. çok kısa bir zaman önce tanışmış olabiliriz, zorladım seni evet, ama sonuçta çok iyi anlaştık işte, zarar ziyan yok, o akşam benim anlatıklarıma içtenlikle gülümsemen yalan olabilir, ama çok hoşuma gitti)
bana bir söz verdin yine gelirim diye sen gelmesen bile ben gelirdim sana bir şarkı yazdım söylersin diye beni hiç unutmamanı istedim
yalandan da olsa ne güzel güldün o akşam bana..
(bana msn'e bi daha gelirim diye söz verdin, sen gelmesen de inan bana tam o söz verdiğin anda ben gelirim, seni kapaklamak için sana bu şarkıyı yazdım, çünkü beni hiç unutma, sanal alem burası, birileri gider ve gelir, ama sen beni unutma ve yalan da olsa ne güzel güldün dün sen öyle)
anka kralı ozai'nin çocukları azula ve zuko'nun finali nefes kesicidir. yanına katara'yı alan zuko, ateş kraliçesi olmak üzere olan azula ile agni kai'de çarpışır. müzik ve görüntüler nefes kesici. sozin kuyruklu yıldızı yüzünden ateş bükücüler güçlerine güç katmış haldeler ve çarpışma başlar..
ty lee ve mai'nın ihanetine uğrayan azula, dai li grubu da kovar ve tek başına kalır. kaybettiğindeki çılgın halleri enfestir. mavi ve kırmızı ateşin inanılmaz güzellikteki kapışmasıdır bu ve evrenin en iyi ateş bükücüsü, babasından bile daha manyak olan, güç delisi isterik azula kaybeder..
carlos santana, mana, ateşli bir latin güzeli, fıstık yeşili harika bir araba ve güzel sözler; "bu kadın beni öldürüyor, ben onu unutmaya çalıştıkça, yüreğime diken gibi batıyor."
Sevgili
Güzin Abla, Haydar Dümen ağbi, değerli Playboy okurları!
Bugüne kadar anlattığınız tüm hikâyelerin yalan olduğunu düşünüyordum. Ta ki
başıma gelene kadar!
Onu bir kez, o da 15–16 yaşlarındayken, sokaklarda boş boş dolaşırken
görmüştüm. Ben bir lokantada yemek yiyordum ve o yerinde zıplar gibi hareket
ediyordu. Bildiğin sıkışmıştı işte. Sonra yemek yediğim dükkâna girdi ve kasadaki
görevliye "lavabonuzu kullanabilir miyim" dedi. Görevli büyük bir
nezaketle, "tabii" dedi ve kız adımlarını hızlandırdı. Bacaklarını
sıkı sıkıya kilitlemiş gibiydi ve saçları, altına kaçırmamak için yerinde
duramadığından, dalga dalga sallanıyordu. Kim demiş güzel kadınlar işemez ve
sıçmaz diye, al işte, canlı örneği karşımda!
Sonradan öğrendim ki bu ilk karşılaşmamız değilmiş. Meğer ikimiz de aynı yıl
içerisinde aynı batan güneşe bakmışız, aynı yazlık sinemada çekirdek
çitlemişiz. Ama onun yaşı itibariyle bu ayrıntılara girmek abes kaçar. O
zamanlar çok küçükmüş.
Aradan yıllar yıllar ve hatta yüzyıllar geçtikten sonra, belki de Cern mühendisleri
kendi kurum içi muhabbetlerini ilerletmekten çok, sırf ben onu tekrar göreyim
diye interneti icat ettiler. Bu kadar uzun zamandan sonra tamamen tesadüf eseri
olarak, onu ilk görmeme neden olan hadiseyi, bir de onun parmaklarından çıkmış
bir şekilde okuyunca elbette şaşırdım. Harbi o muydu?
Hemen 3 aylık kısa ve 6 aylık uzun planlarımı yaptım. Öğrenmek zorundaydım! Yazılarını
tek tek okumam fazla uzun sürmedi. İlgisini çekecek konuları tek tek
listeledim. Artık tek yapmam gereken şey, uygun bir fırsatı yakalamaktı. Ve bu
fırsata da sahip oldum.
“İnsan kendi fırsatını kendi yaratır. Önemli olan o anı kaçırmamaktır. Kaçırırsanız
her şey biter. Bir daha asla sil baştan yapamazsınız” demişti Oğuz Atay. Evet,
fırsatı kaçırmamalıydım.
Üç aylık plan; hemen şimdi nerede yaşadığını bul, adını ve adresini öğren,
telefon numarasını edin, aklından çıkmamak için çabala, sevdiği ve sevmediği
ayrıntıları önemseme, nasıl olsa zamanla öğrenirsin. Kısa vadede aklında kal,
seni unutmasın.
Bu yüzden elime geçen tek ve mükemmel fırsatı kolladım. Öncelikle en azından nikim
aklında kalmalıydı. Yazı yazdığı yere abuk subuk yorumlar yapmadan, “pat” diye
cevap vermesini de sağlamadan ve hatta ufak tefek ayarlarına da maruz kalarak,
belki hafiften sinirlendirmeye çalışarak aklında kalmalıydım. "İlk intiba
önemli değildir. Önemli olan senin için kafa yormasıdır" dedim kendi
kendime.
Yazdım, durarak yazdım, düşünerek yazdım, cümleleri tartarak yazdım, ama
yazdım. Cevap bekledim ve sabırlıydım. Cevaplar geldi, daha feci üstelemek
geldi içimden, verdiği her cevapta biraz daha tanımak mümkün oluyordu onu. En
sonunda benim yazı yazdığım yere de teşrif etti. O da yazmaya başladı. Ve
ilginçtir, planın ikinci aşamasına geçmem beklediğimden de kolay oldu! Tamamen
plansız, programsız, “pat” diye. Ee, her şeyi devletten beklememek lazım, kader
de ağlarını örüyor...
Palahniuk sağ olsun, büyük adam vesselam ve o yazdı Güzin Abla, Palahniuk'dan
bahsetmedi bile Haydar Dümen Ağbi, sevgili Playboy, inan bana hiç erotik bir
durum da yoktu ortada. Ben sadece Adsız Alkolikler grubundan bahsettim. O, Tıkanma'yı
daha çok beğendiğini söyledi, ben hemen atladım, “filmi çekilmiş, yollasana
bana...”
Amaa, tüh be, bir portakallık canım varmış meğer. Yenilerek ödenecek borcum yokmuş
ve izlemek istediğim filmleri toplasam 2 deve yükü olurmuş. En azından ikinci
safhayı da geçmiştim. Aslında zaman hızla akıyordu ve biraz acele etmezsem,
kesinlikle hemen kapatılacağını düşünüyordum. Acele et Haydar Dümen Ağbi, bana
akıl ver!"
"her sabah baktığın ayna bilir senin
adını
her sabah baktığın ayna bilir dudaklarındaki erik tadını
her gün bastığın kaldırımlar bilir ayaklarının çiğneyip geçişini
her gün bastığın kaldırımlar bilir bacaklarının mızrak gibi delip geçişini
onlar dilsiz, onlar sağır, ne bilsinler senin tadını ve adını
oysa benim bir şansım var öğreneceğim bütün bunları
hepsi kenara çekilsin, sıra geceleyin bana gelsin
parmakların dokunsun tuşlara, sadece benim için
gözlerini sıkıca kapat, tutacağım ben seni
ve parmaklarının ucunda oynat sen beni!"
Yazdım, her gün bir şeyler yazdım, her gün saçmaladım, kafam fırıl fırıl çalışıyordu,
sürekli düşünebiliyordum, zehir gibiydim, yeni bir enerji türüne dönüşmüştüm,
erke dönengeci gibi olmuştum!
Mart 20, cd işini ayarladım, Mayıs 15, ancak adını öğrenebildim! Mayıs sonu, en
sonunda msn adresini alabildim!
Her şey bitmiş olabilirdi Güzin Abla!
"Oyy bebek, bebekkk, beni buralarda
yalnız koyma, görünürde yoksun, offf, seninle olmadığım zaman aklımı
kaçırıyorum, vur bana bebek bir kez daha, bari yanağımda vurduğun yerin izi
kalsın, senden bir parça hatıra, vücuduma asılı kalsın.
Aman bebek, bebek, bak bu deniz kabuklarını o sitenin sahilinden taa o zamanlar
almıştım, demek senin içinmiş, vur, aban o kabuklarla bebek, yanağımda façan
kalsın...
Offf bebek, bebek, bak bu duvarı hatırlıyor musun? Hani yanı başında sana mail
atmış ve gülüşmüştük, işte onu söktüm bebek, sana getirdim, hatıra kalsın, al
bir parçasını duvarın, vur bana bebek, hem de sertçe, kaybedeceksem hafızamı,
senin elinden olsun.
Hey bebek, bebek, bak bu bilgisayar kasası, hani seninle tanıştığımızda
kullandığın. Gittim çöplüğü karıştırıp aldım onu bebek, bakma koktuğuna, senin
kokunu hala seçebiliyor burnum, vur bana o monitörle bebek, burnuma vur, burun
kırığım da senin monitörün yüzünden olsun.
Hi bebek, merhaba, ben falan, istersen filan, adımı zor hatırlayabiliyorum
artık, koş bana bebek, bebek, ayda 3500 mesaj atmak istiyorum sana,
parmaklarıma vur bebek, kırılsın güzelce, mesaj atamayım sana, ellerimi tedavi
etmek sana kalsın.
Yuh be bebek, bebek, o ne güzel parmaklar öyle, çimdikle beni, gerçek değilsin sanki
evrenin hangi köşesinden geldin ki, otostop çekerken gördüm parmaklarını, kır
direksiyonu bebek, araba parçalansın, altında ezileyim güzelce, yaralanayım,
ama sen beni göm bebek, yoksa beni köyümün yağmurlarıyla gömerler, gömüldüğüm
toprakta senin parmaklarının izi kalsın...
Hoh ho bebek, bebek, Noel Baba size yakın bir yerde doğmuş bebek, bir dünya
bırak bana bebek, ıslanmış olmasın gözyaşlarıyla, oynaya oynaya geleceğim sana
bebek, vur sopayı, kır belimi, döktüreyim sana incilerimi, bu dünyada bari
attığım göbeciğin izi kalsın..."
Mart nisan mayıs, ilk bölüm başarıyla sonuca ulaşmıştı sevgili Playboy
okurları. Uzun vadeli 6 aylık plana, siz de dâhildiniz!
II
Giriş,
gelişme ve sonuç. Her şey üç aşamalı, bu plan gibi. Gelişme aşamasına büyük bir
hevesle başladım. Artık msn'de karşılıklı bira içip, tv seyretmelere, sanki yan
yanaymış gibi yorumlarda bulunmaya ve hatta şişe tokuşturma işlemine bile
geçtik. Thelma ve Louis, Leyla ile Mecnun, Lorel ile Hardy gibiydik. Yaşadığı
yer çok mu sıcak, benim yaşadığım yer o an serin ya, hatta yağmur yağıyor,
hemen çekiyorum serin havanın fotoğrafını, yolluyorum, ona klimanın bile yerini
tutmayan serin havalar gönderiyorum.
"güzel kuşum, ben sana vurulmuşum,
beni kütüğüne kaydet!"
"dün bizim yarışmamıza denk geldim,
o eleman yoktu elbette, bir dizinin elemanları yarışıyordu, ahh çektim şöyle
karşı dağlara, şimdi sen msn'de olsa da yarışsak :) hayat seni özlemekle geçecek...."
Yazılmadık yazıların yüzde birini bile daha yazmadık, konuşulmadıkların hiçbirini
konuşmadık, gösterilmedik hedelerin çok az bir kısmını gördük, dinlenilmedik
şarkıların ucundan kıyısından dolaştık, gidilmedik konserlerin provalarını
yapmadık. Yani ne yaparsak yapalım, aslında yapılabileceklerin binde birini
bile yapmadık o üç ayda. Mübarek üç aylarda..
Ama işte, kader ağlarını örünce, ipin ucu farkına varmadan kaçtı gitti, plan
falan kalmadı ortada. İlk plan neydi, sadık kalsana işte, ürkütme kızı! Amaç,
hedef hepsi boşaldı, elimde bunların posası kaldı!
Sevgili Playboy, bu zamana kadar yazdığınız tüm hikâyelerin yalan olduğunu
düşünüyordum. Ta ki başıma gelene kadar.
Her kadın elde edilebilir. Ağzından çıkan "çok güzelsin” veya “seni
seviyorum" türü lafa bakar. Akıllı kadın bu lafı duyunca sahtekârlık
olduğunu anlar. Zaten iş bu lafa kadar geldiği için lafı önemsemez, keyfine
bakar. Avanak kadın ise lafı duyunca kendini bir bok sanır, naz yapmaya başlar.
Onu ilk gördüğümde kayık burnu ve simsiyah saçları beni etkilemişti. Elmacık
kemikleri çok hoştu. Nedense kulak memelerine saldırmak gelmişti içimden. Onun
için sol yanımı bile feda edebilirdim.
Akıllı kadınmış, her şey bir bira ısmarlamak kadar kolaymış. Kollarıma
aldığımda dilim boynunda geziniyordu!
Ama ne demiştim en başta, bu zamana kadar yazdıklarınızın hep fake olduğunu düşünüyordum.
Şimdi yine fake olacak. Demek tüm yazdıklarınız harbiden fakeymiş!
İpin ucunun nasıl kaçtığını gerçekten bilmiyorum. Bildiğim tek şey kendimi
kaptırıp gittiğim. Dedim ya yukarıda, rüya gibi geçen, var olmuş ama olmamış
bir yazdı. Hava sıcak veya soğuk, fark etmiyor, yaşadığınız en iyi içki
muhabbetlerini, tv başında eğlenmeleri, laf sokmalarını, trip atmaları, ayar
vermeleri, gıcık etme çalışmalarını on ile çarpın, bizim muhabbetimizin yanına
bile yaklaşamazsınız. İşte zaten ipin kaçtığı nokta buydu, çok fazla zevk
alınca bu karşılıklısız hallerden, gerçek ile hayal tamamen iç içe geçebiliyor.
Neyin gerçek veya hayal olduğunun pek fazla önemi kalmıyor. Gerçekten yanımda
olsa bu kadar eğlenebilir miydim veya eğlenir miydi, bilemezsin.
Artık öğrenmenin vakti gelip çatmıştı aslında. Israr etmeden ağız
yoklamalarıyla başlayan çalışmalarım neticesinde duyduğum ilk laf "beni tedirgin ediyorsun" oldu. Bu
laftan tırstım hafiften. Gülüp geçesim geldi ama yapamadım. Kafamın bir
noktasına adı gibi kazıdım. Hayır, hayır, olduğumdan farklı olma ihtimali
yüzünden tedirgin olmuyordu sanırım. Kendisini tedirgin hissetmek istiyordu
belki. İnsanların herhangi bir şeyi yapmamak için bahanesi olmalı. Yoksa yapmak
zorunda kalırlar. Zaten bu laftan sonra içimdeki umudu portmantoya astım. Eskiden
sigara içmek gibi olan bu duygu, kapıya baktıkça aklıma gelir oldu. İnsan
başaramayacağını anladığı konularda ısrar etmemeli, çünkü daha çok canı
sıkılır. Eğer ki can sıkıntısının peşinde koşuyorsa, başaramayacağı ne kadar
çok şey varsa onları yapmaya çalışsın. Ben başaramayacağımı sezdim, yüzüme
tokat gibi vurulacağı zaman da gelecekti!
Dostlar da olmasa bu cenabet dünya çekilmez. Çünkü önündeki düşmanı veya düşman
sandıklarını görsen bile arkanı kollaman için dostlar gerekir. Onlar, dost sandıkların
arkadan seni vurmasın diye gerekir. Bu yalandan kurtulmak için, gerçek dünyanın
ikiyüzlülüğünü görmemek için, gerçek olmayan dünyaya geçmek kadar eğlenceli bir
iş yoktur. Dörtte üçü su olsa bile dünya cenabettir. Yapmam gereken bu suyla
insanları temizlemek değil, kaçmaktır. Çünkü ben peygamber değilim. Belki de
onunla ilişkimin güzelliği bu noktadaydı. Bukowski'nin dediği gibi, gerçek
ilişkiler karşılıklı söz ve yemine dayanmayanlardı. İşte onunla o mertebeye
kadar geldim. Onu temizlemek zorunda kalmadan onunla ilişki kurdum. Sanal gibi
görünmesi önemli değil. O gerçekti. Ne kadar görünmez olursa olsun, onunla
birlikte olduğum dünya kablolara ve uydulara teslim bile olsa gerçekti. İşte
onu o yüzden daha çok sevdim Güzin Abla...
Ama... Kinyas ve Kayra, Kayra'nın Yolu; “kan kardeşim Kinyas gitti, yok oldu!”
"Sen beni kaçırdın olum. Ben ciddi
ciddi evlenmeyi düşünüyorum çünkü. Şu son günlerden sonra."
Meğer o ve ben Kinyas ve Kayra gibiymişiz! Sağlık olsun...
III
Benimle muhabbeti ilerletirken boş bulundu sanırım. Birini sevseydi o sıralar,
yüzüme bile bakmayacağına kalıbımı basarım! Çünkü bu her zaman böyledir. Tamamen
dolu yüreğe toplu iğne bile giremezken, ben olanca gücümle dalmıştım içeri veya
öyle sanmışım ve girmiştim.
İlk zamanlar bu evlenme olayını normal karşıladım. Zaten olacağı buydu, işim de
başımdan aşkındı. Evden tonlarca çöp çıkıyordu ve ben hepsini sınıflara ayırıp
işe yararları kolileyip ayırıyordum. Yaramazları çöp poşetlerine doldurup atıyordum.
Anlayacağınız bir telaş, bir telaş var bende. Fazla düşünmeyi gerektirecek bir
durum yok. En sonunda mekân değişti, ben de yavaş yavaş değiştim!
Yakamı bırakmadı bir türlü! Yavaş yavaş muhabbet azalır, kıvamı düşer, her şey
olacağına varır derken, muhabbet son hız devam etti. "gerçekten boş olan
kısmı, yani doldurduğum kısmı neresi" diye de düşündüm. ‘Dost başka, aşk
başka’ işi hikâye. Birini evlenecek kadar sevdiysen eğer, gerçekten sevdiğin
tek kişi odur. Geri kalanın üstü çizilmez bile, tamamen silinir. Artık o
kişinin aklındaki tek şey, tüm vaktini onunla geçirmektir. Bu, normal bir insan
davranışıdır. Başka biri kendisine "canım" dediğinde hoşlanmaz, başka
biri sevdiğine "canım" dediğinde de hoşlanmaz. Sahiplenmenin çok
ötesinde bir duygudur bu. Mülk edinmektir, malı garantiye almaktır. Zenginler
harcamayacaklarını bile bile para biriktirir, fakirler bir gün lazım olur diye
her şeyi saklarlar. Böyle bir duygudur. Bir gün ona lazım mı olurdum, yoksa
harcamayacağını bile bile yanında tuttuğu biri miydim acaba!
Ne yani, o başka, ben başka mı, güldürmeyin beni!
"Sen masum görüntünün altına
saklanmış tanıdığım en acayip adamsın."
Odasının kanepesi altında unutulmuş, süpürülmemiş bir böcek gibiyim. Yavaş
yavaş diğer böcekler tarafından kemiriliyorum ve bu hiç umrumda değil. Önemli
olan, onun yattığı kanepenin altında kalmaktı.
Bütün saplantılarım tek oldu, bu yöne kaydı. Saplantılar ise korkudan beslenir.
Deli değilsek, elbet korkarız, elbette saplantı batağına saplanırız. Benim
saplantım ise onunla gerçek bir an geçirememe hali. Yani onunla hiçbir zaman
gerçek bir an geçiremeyeceğimi bilmenin korkusu. Oysa onun benimle son dokuz
aydır geçirdiği zamanı, başka hiç kimseyle geçirdiğini de düşünmüyorum. Hatta
annesiyle bile. Ama bu bana yetmiyordu. Yetmediği noktada ise ondan tamamen
kopmanın korkusunu/saplantısını yaşadım. Çünkü bana hiç ihtiyacı
kalmayabilirdi, "hem zaten neden ihtiyaç duysun ki" diye
düşünüyordum.
"Hiçbir şey değişmeyecek. Hayatıma
bir şekilde girdin ve bu şekilde kaldın sen. Benim için anlamsızlaşmayı bırak,
günden güne daha önem arz eder oldun. Anladın mı cicim."
Bana ihtiyacı olup olmamasının önemi yoktu aslında. Sadece, 'beni de' yanında
görmek istiyordu. Ona sımsıkı sarılırsam eğer, göğüs kafesinden içeriye doğru
girerken saydamlaşırım. Noel baba olsam, kızağıma atladığım gibi, sakalımın
tanelerini tek tek dizerek, yol yaparak, ona ulaşırım. Evinin bir odasında hala
daha baca varsa eğer, dalarım sessizce içeri. Hediye olarak kendimi sunamam
elbette. İkimizin birbirimize hediyesi olabilecek tek şey, devam etmek. Hediyeyi
verip ondan kurtulmak anlamında değil elbette.
Onun içinde görünmez bir vaziyette bekleyip, canı istediği zaman beni görmesini
sağlayıp, ellerimle tuşlara basarak, onun ellerinin yorulmasını da istemeyerek,
düşüncelerimi parmaklarımla kafasının içine yollarım. Onun düşüncelerini de kafasından
alırım. Gecenin karanlığında simsiyah saçlarının bir parçası yanağına düşmüş,
ay ışığı gözlerini ve saçlarını parlatırken, yüzünü yumuşatmış, dudaklarının
kırmızılığı aleve dönmüş bir halde, gözlerini kısıp o dudaklarıyla bana
kelimelerini yolladığında, boynunun gövdesi ile birleştiği noktadan, ameliyatlı
yerlerine hissettirmeden dokunup, sessizce seyrederim. Güneşin batışını
seyrediyorsa eğer, aynı güneşe bakmak için çırpınırım.
Sonuçta ben naptım? Bana sunulanı kabul etmeye karar verdim. Evinin bir
penceresinde kendisine ısmarlanacak kocasını gözleyen, her gün o kocası için
bir yemek daha yapmayı öğrenen, sabahları o kocasını giydirir gibi babasını
giydiren, "aferin kızım" lafını duyan, gündüz vakti tv seyrederken el
işi yapan, dizileri takip eden, en sonunda evlerine gelen komşu kadının bir
yakınına gelin olması karar verilen, çocukla çıkılan bir kaç park gezintisi
sonucu bakire olduğuna kanaat getirilip bozulması için büyük bir eğlence
tertiplenen, evimin kadını, çocuklarımın anası olacak olan, yeni annesinin ve
akrabalarının evlerine sık sık giden, onların takdirlerini kazanan bir kadın
hayal ettim. Çünkü en mükemmele ancak bu kadar yaklaşabildikten sonra, onun
özelliklerine yakın birisi sadece onu hatırlatırdı. Onun tam aksi ise hiçbir
şeyi. Çünkü hiçbir şeyi düşünmek istemiyordum. Çalışmak zorunda kalmasam evden
dışarı çıkmaya bile üşenirdim.
Fark ettiniz değil mi, uzun süredir onunla konuşmalarımdan bahsetmiyorum. Aslında
hikâyenin bu noktasında olayın tamamen bana döndüğünün farkındayım. Çok
romantik bir insanım sanırım. Romantik insan bencildir, kendisi için üzülür. Gerçekçi
olmak lazım. O zaman gerçekten onun için sevinebilirsin. Yani üzülmene gerek
yok. Çünkü kendi kararını vermiş, sana ne, sevineceksin elbette. Hatta
gerekirse gidip altın bile takacaksın!
İşin esasında ben inanmaya meyilli bir insanım. O kadar konuşma, muhabbet ve
vs... kendi kendimi inandırmıştım. Belki işime öyle geliyordu ve hoşuma
gidiyordu. Yani kimse kimseyi aldatmaz, herkes bilerek aldanır. Evet, plan
yaptım, işleme koydum, çünkü bu vakit kaybı değildir. Biraz eğlence, biraz da
yine kendimi kandırma meselesi işte. En kestirmeden amaca varmak sadece çok
hırslı kişilerin işidir. Hırs ise insanı çirkinleştirir. İnsan vardır, sevdiği
kişiyi kendi yönüne doğru ikna etmeye çalışarak, kendi iyisine çekmeye çalışır.
Kendi işini kendi yapan kişilerden de hoşlanmazlar. İnsan vardır, kendi
kişiliği olan, bundan taviz vermeyen, otoriter değil ama sağlam karakterde
insanlardan hoşlanır. Bilir ki, bu sayede kendisi de bir şeyler kapabilecektir.
Ondan esinlenebilecektir, bu sentez neticesinde yepyeni bir kişi olarak
çıkabilecektir. İşte ben, onun sayesinde yepyeni bir ben olarak ortaya çıktım.
Gerçekte, yeni bir ben ortada olsa bile, eski ben de olduğu gibi duruyordu. Bir
noktadan sonra çok direndim, hem de çok. Kendim bitirmeye çalıştım, ama kendi
kendime kızdım. İçimdekileri döküp illa birine anlatmam gerekiyordu. Normalde
öyle bir derdim olamaz aslında. İnsanın kendisini birine anlatmaya çalışması
kötü değil mi Güzin Abla. Aslında böyle abuklukları sevmem Haydar Ağbi. Hele
size herşeyi anlatacağımı mı sandınız playboycular, hah ha! Ama eğlence devam
ediyor bebek. "Reytingimi daha da artırabilir miyim" diye
düşünüyordum başlarda, onun gözünde. Olağan olmamalıyım, ilgisini çekebilecek
garip davranışlar sergilemeliyim, kendimi kasmadan, onun damarından içeriye
girmeliydim. Bir kült film gibi onun beni keşfetmesini bekleyerek onun ilgisini
çekemezdim. Bizzat onun gözünde o filmi oynatmalıydım. Senaryo kendiliğinden
gelişmeliydi, yazmamalıydım, plan hariç tabii. En sonunda suskunluğumu bozdum
ve on yıllardır yapmak istediğimi yaptım. Onunla tanıştım, konuştum, yazıştım,
koklaştım, paylaştım, anlaştım, darlandım, sabahladım, koştum, yoruldum,
düştüm, kalktım, kustum, içtim, kaçtım, yüzdüm, güneşlendim, çektim, yolladım,
seyrettim, yaptırdım, izledim, okudum, dondum, ısındım, titredim, bilemedim,
ayaklandım, yavşadım, değiştim, geliştim, dönüştüm. Çünkü ihtiyacım var...
“şaka
bir yana da, aklına takılan şeyler varsa çözeriz:)”
şimdi arkadaş, behzat ç. izledikçe fark ettim. komserimin bürosunun duvarında ankara haritası var ya, hah işte orada oldu her şey. ankara ile fransa haritası feci şekilde birbirine benziyor. nallıhan ile breton, korsika ile şereflikoçhisar, alsace ile kalecik, kuzey ile güney, doğu ile batı. çok ilginç, iyice bakın, siz de fark edeceksiniz..
"fakir insanlar doğaları gereği egoisttirler. tabiat böyle dilemiş.. önceleri de bu öngörüye sahiptim. fakir insanlar şüphecidirler. dünyaya bakışları tüm insanlardan farklıdır, sokakta önünden yürüyenleri korkarak, etrafını sakınarak izler; kendisinden konuşuluyormuş, o zavallı durumu yeriliyormuşcasına, söylenen her şeye kulak verir. tüm insanların kabullendiği bir doğru vardır varenka: fakir insanların eskimiş bir kumaş kadar değeri yoktur. elalem istediğini söylesin, istediğini yazsın, fakirlere asla saygı gösterilmez. evet aydınlar dilediğini yazsın, onların konumu aynı kalacaktır. niye mi? çünkü aydınlara bakarsan, fakirin her şeyi, arkası önü ayan beyan açığa vurulmalıdır. kendine has bir hayatı, özel hiçbir tarafı kalmamalıdır onların! geçenlerde emelyan sözünü etmişti: bir yerde birazcık para toplamışlar ona, bunun için özene bezene didiklemişler hayatını. parayı ona yok yere veriyor düşüncesi mi şüphelendiriyor onları dersin? böyle olduğunu düşünmüyorum! bu parayı fakir birini izleme fırsatı yakaladıkları için veriyorlar. bu günlerde iyilik yapmak da garip bir kılığa büründü, anacığım. eskiden de böyle miydi bu sence? ya bunu kıvıramıyorlar, ya da çok başarılılar; biri doğru, belki bundan haberiniz yoktu, öğrenesiniz diye alın size bir fırsat! diğer meselelere pek kafamız basmaz ama bu alandaki birikimimden emin olabilirsiniz! benim gibi hayli fukara biri bunların hepsini hangi kaynaktan öğrenir, böyle şeylere dair fikirleri nasıl olur? diye soracaksınız. tecrübemizle anacığım! şunu ele alın; gelişigüzel bir lokantaya girerken, 'şu perişan giysili memur bugün ne ısmarlayacak kendine acaba? ben sote-papilotte'mi atıştırırken, o belki yavan bulgur pilavına kaşık sallayacak..' diye söylenen beylere çok rastladık.
benim yavan bulgur pilavı yememle neden ilgileniyor dersin? böyleleri çoktur varenka, bu düşünceler keyiflendirir onları. bu alçakların, aşağılayıcıların bakışlarını her tarafta hissederiz. yürüdüğümüzde yere tamamen mi, parmak uçlarımızla mı bastığımız bile ilgilendirir beyleri. filan dairede altıncı derece memurun ayakkabılarındaki yırtıkların, çıplak ayak parmaklarının dışa fırlaklığı, dirseklerinin yırtılmışlığını bayıla bayıla işler, matah bir şey gibi de bastırırlar bunu. dirseklerimdeki yırtıklar seni ne diye ilgilendirir ki be herifçioğlu? bağışlayın ama, uygunsuz bir iğretilemede bulunacağım varenka: fakir insan, böylesi sorunlarda siz genç kızların bekaret çekingenliğini andıran hisler taşırlar. siz nasıl ki(kibarca olmayan sözlerimi bağışlayın) başkalarının yanında soyunamazsınız, fakir insan da, tanımadığı birinin barakasından içeri başını uzatıp bakmasından, hayat şartlarının, ailevi ilişkilerinin nasıl olduğunu görülmesinden hoşlanmaz. "
dostoyevski - insancıklar
kendisinin ilk eseri ve yazdığında 25 yaşında.. makar efendinin yoksul ve cebi para görmüş halleri, insan ilişkileri, ilişkisizlikleri, hayat böyle işte..
neyse işte, sonra aklıma geldi, zamanında kocaeli belediyesi, yardım ettiği ailelerin kadınlarına park-bahçeleri temizleme görevi vermiş ve bunu utanmadan tv'de haber yaptırmıştı. o zaman da iğrenmiştim bu yapılandan, düşündükçe hala ürperiyorum. çok aşağılık bir davranış ve sonra kaymakamlıkların yardım yöntemleri geldi aklıma. evlere girilir ve tek tek tüm eşyalar kontrol edilip, notlar alınır. sonra toplantılarda bu notlar okunur. gerçekten fakir olduğuna kanaat getirilirse eğer, o aileye yardım edilir. size şunu söyleyeyim, bu gerçek anlamda mahremiyete dalıştır. fakirsen ve yardım bekliyorsan eğer, her şeye katlanacaksın, bolca gurursuz olacaksın ve sonra bir toplantıda sana yardım edilmesine karar verilecek. akabinde seçim dönemi yaklaşmışsa eğer ayan beyan teşhir de edileceksin..
bilirsiniz, istanbul'da çekilmiş çok sayıda yabancı film var. james bond'un yirmi küsür macerasının üçü istanbul'da geçer mesela. skyfall'ı izlemedim, ama mi 6'nin merkezi yine kız kulesiyle dalarım perdeye.
neyse, bu bahsedeceğim gilm sanırım 60'larda çekilmiş. yıllar önce uzanların yabancı film yayınlayan kanallarından birisinde izlemiştim. film süper geyik ötesi bir şey. çinli bir grup insan istanbul'a geliyor ve rumeli hisarını ele geçiriyorlar. bu çinlilerin amacı boğaza suyu kristalize eden bir madde atmak. bunu yapmamak için de büyük devletlere şantaj yapıyor. paraya para demeyecekler. çinliler bildiğimiz çinliler işte. çekik gözlü, klasik kıyafetleri, sarkık bıyıkları, takkeleri vs. tam bir çinli. hepsi kung fu biliyor bu arada..
filmdeki tüm türkler mısırlı tipine sahip. herkezin başında fes
var. onu da geçtim, bu feslilerin karakolunda atatürk resmi var ve komiser abdi fesli. absürdlükte sınırları zorluyorlardı.
işte bu rumeli hisarını sarayı yapan wang'ı türkler durdurmuyor elbet. bizim komiser şahinlerimiz, muratlarımız devre dışı. mi 6'in ajanı tom devreye giriyor ve haklıyor adamları. sonra şanlı union jack'i rumeli hisarına dikiyor! ingilizlerin ulubalı hasan'ı gibi.
işte sevgili dostlar, bu da izlediğim böyle bir filmdir işte.
(filmin adını doğru hatırlıyorum umarım. çünkü google'da o kadar arama yaptım, sonuç sıfır)
bazen nişanyan etimolojik sözlüğü açıp merak ettiğim kelimelerin kökenine bakarım. bu sefer değişik dillerden gelen sözcüklere bakarken bir sürü kökeni ilginç kelime buldum. bende dedim bunları bloga atayım. belki okursunuz, belki bakar geçersiniz..
pampa: 1945. ispanyolca. güney amerika'da ağaçsız büyük ova. quech(kızılderili dili). bamba ova
abaza/abazan:
1929. abazan aç, özellikle cinsel açlık çeken. yaygın kanıya göre
çingeneceden alıntı olmakla birlikte 1892'de kaydedilen masturbasyon
anlamını bu şekilde açıklamaya imkan yoktur.
kanka:
1991. kanka (eril) ve anki (dişil) çingenece gramere uygun. türkçe kan
kardeşi deyiminden türediğine dair görüş açıklamaya muhtaç.
bistro:
1940. fransızca bistro kafe, küçük bar. rusca bistro çabuk. rus
ordusunun 1815'te paris'i işgali sırasında askerlere "çabuk" hizmet
veren kafelerden ötürü.
alo: 1924. fransızca allo telefon hitabı. ingilizce hallo/hullo. eski fransızca ho la "hey oradaki"
mitralyöz:
1870. fransızca mitrailleuse makinalı tüfek. fransızca mitraille bozuk
para, saçma. eski fransızca mite felemenk bakır para birimi. hol. mite
ufak şey, pire, bozuk para.
babet:
1984. fransızca babette. bir kadın adı. elisabeth. ibranice elişava
"allah söz verdi" veya "allah memnun" ayakkabı modeli muhtemelen 1959
tarihli babette savaşa gidiyor filminde brigitte berdot'nun
canlandırdığı babette karakteri nedeniyledir.
net: 2000. internet. ingilizce net balık ağı, her çeşit ağ.
haraşo: 1929. güzel rus kızı (argo) rusca haraşo iyi.
kivi:
1998. ingilizce kiwi fruit. kiwi ise yeni zelanda'nın simgesi olan bir
kuş(maorice). ingilizce eski adı chinaberry(çin meyvesi) iken, soğuk
savaş döneminde ticari kaygılarla adı değiştirilmiştir.
boyoz:
2002. izmir'e özgü bir tür poğaça. ladino boyoz. ispanyolca bollo küçük
ve yuvarlak hamurişi, çörek. latince bulla yuvarlak nesne, kabarcık,
top.
lavuk: 1990. kürtçe lawik oğlan çocuğu. kürtçe law oğlan, oğul.
tanga:
ingilizce apış arası bezi. portekizce tanga. kimbundu dilinde ntanga.
angola dillerinden brezilya portekizcesine geçmiş, moda terimi olarak
1975'den itibaren kaydedilmiştir.
bikini: 1959.
fransızca bikini iki parçalı kadın mayosu. bikini pasifikte bir ada
grubu. mikronezya dilinde ise hindistancevizi düzlüğü demek.
ciklet:
1932. aslında chiclets adlı yapay bir sakız markası. 1906'da üretime
geçmiş bir amerikan firması. nihai kaynağı meksika yerli dilleri.
botoks: 1999. botulinum toxin-a amddesinin ticari adı. şarküteri ürünlerinin bozulmasına yol açan bir bakteri türü.
jakuzzi:
1987. jacuzzi, püskürtmeli küvet markası. siciilya kökenli jacuzzo
ailesinin soyadı. türkçeye tam çevirirsek yakupçuk demek.
kola:
1974. bir tür meşrubat. coca cola bir karbonatlı içecek markası.
ingilizce cola kafein bakımın zengin afrika kökenli ceviz türü. batı
afrika yerel dillerinden.
tiki: 2000. tiki/tikky marka ve moda meraklısı genç kız. gerçekte tikky rotring firmasına ait bir kalem markası.
avokado:
ingilizce avocado tropik bir bitki ve meyvesi nahuatl dilinde(aztek)
ahuacatl testis demek. meyvenin şeklinden ötürü bu şekilde
adlandırmışlar.
zamanın bir yerlerinde kalan eski bir arkadaşın evine gitmiştim. bir zaman sonra evin kapısını açtı, elini süpürge aldı ve beni oldukça şaşırtarak "kışt cinler, kışt, gidin evimden, istemiyorum sizi" diye söylenmeye başladı. konu hakkında kendisine bir şey söylemedim. muhabbete devam ettim.
işte sevgili kardeşlerim, athenaeum pontificium regina apostolorum diye bir yer var vatikan'da. türkçesi kısaca cin kovma ve çıkartması dairesi başkanlığı(!) bir cin kovmak için bu kadar dairedir vs kurmaya gerek yok gördüğünüz üzere. süpürgeyle hallediyoruz biz.
işin bir diğer ilginç yönü daha var. hristiyan dinin temeli olan yahudilikte cin çıkartma yok. isa'nın da cin çıkarttığı görülmemiş ve duyulmamış bir şey. bu yer, büyük ihtimal paganlıktan kalma. çünkü paganlarda kötü ruhları çıkartma işlemi var ve katolikler bu kurumu benimsemiş veya benimsemek zorunda kalmış. çünkü bu inanış çok güçlü ve siz "tanrı aslında öyle değil, böyledir" diyebilirsiniz, ama "yoktur" derseniz, o dönem avrupalısı sizi sallamaz. bir nevi suyuna gitme durumu var.
tabi cin derseniz bunlara, size musallat olurlarmış(!) üç harfli deyiverin, kurtulun. bizde malumunuz üzere medyum memiş'e itaat edenler ve yeraltındaki altınları bekleyenler olarak iki tür cin var. malum, cinler altınları ve memiş'i çok severler. oysa bu ülkenin altı delik deşik oldu altın aramaktan, medyum memiş de hala gazetede köşe yazıyor. inanışa göre ateşten yaratılmış olan bu varlıklar ışık hızına ulaşabiliyorlar ve paralel bir evrende yaşama ihtimalleri oldukça yüksek(!) irade sahipleridir ve biz tabi eşrefi mahlukatız(!)
neyse, kısa bir şeyler yazacaktım aslında, cümleler birbirini izledi. ama banyoda fazla kalmayın. çünkü inanışa göre cinler seni çıplak görürse eğer sana aşık olurlarmış ve bir daha peşini bırakmazlarmış. ha, amerikalıların uzayda cinleri varmış bak, uyduları tamir ediyorlarmış(!)
hollandalı bir tarih uzmanı olan jo teeuwisse, amsterdam'da bir bit pazarında tesadüfen ikinci dünya savaşında fransa'da çekilmiş 300 tane negatif film karesi bulmuş. bunları banyo ettirdikten sonra ise o mekanları tek tek araştırmış ve yeni hallerini de kendisi çekmiş. eski ve yeni fotoğrafları üst üste bindirip güzel bir çalışmaya imza atmış. haberi sabah gazetesinde gördüm. fotoğrafları google'dan aldım.
deniz seki eskiden inanılmaz güzel bir kadındı. nefis ötesiydi. şimdi bi boka benzemiyor. bu kadar güzel bir kadının bu hale gelmesi inanılmaz. bu şarkısı da en iyisi. klibi izlerken dikkatinizi çeker, ama ben yine de yazayım. şarkıda ilk "kalpte gizli" derken bacaklarını aralıyor ve kalbinin yerni gösteriyor, tebrik ediyorum kendisini..
şifreli kanallara göre sevişme vakti gece 12'den sonra..
ilginç ama muhteşem süleyman, kadınlara aşırı ilgi duymayan neredeyse tek osmanlı sultanı..
şu onuncu katta cam silen temizlikçi kadınların hayranıyım. babaları ellerinden tutsa, bu kişiler şahane jimlastikçiler, atlerler olabilirlerdi.
gerçekten çıplak kaldığın tek an doğduğun andır. çünkü ölürken bile bir şeylere sarınıyorsun.
yılbaşından hemen önce nedense kedilerinin kıçına kırmızı don, başına kırmızı şapka geçiriyorlar. noel baba II.
okeyi amerika'da çocuklara ve spastiklere sayı saymayı öğretmek için oynatıyorlarmış.
insan öldükten sonra beyin faaliyetleri 10 dakika kadar daha devam edermiş. işte o anlarda gerçekten yaşantınız gözlerinizin önünden bir film gibi geçebilirmiş. beyin dalgalarını emebilen bir alet yapılırsa eğer hayatınızı torunlarınız görebilir! montajı da çocuklarınız yapar, ayıp sahneler çıkarılır!
freecell oynarken ctrl+shiftte aynı anda basın ve f10 deyin. bir yazı çıkacak, durdur deyin. böylece oyununuz hemen açılacaktır.
eskiden facit diye bir alet vardı. toplama ve çıkartma yapması basit, çarpma ve bölme işlemlerini yapmak zordu. şimdi hepsi arşivlerde paslanıyor.
şarkı söylemeyen napolili yokmuş. söyleyemiyorsa eğer zaten napolili değilmiş.
köseler cımbızla traş olabilirler!
oğlunun pipisiyle gurup duyup, gelene geçene öptürmek isteyen erkek sizi gözüne kestirmiştir!
monica belluci gerçekten harika bir kadın. ama şu yılmaz erdoğan'la olan filminin tanıtımında da tecavüz sahnesinin harika olduğu yazıldı. yıllar sonra 'tecavüz sahnelerinin unutulmaz aktristi' diye anılırsa hiç şaşırmam..
şimdi bakın, fatma'nın fadime ve fatoş gibi versiyonları var. hatçe/hatice de fatma/fadime gibi. ama niye hatoş yok!
atatürk'ün hakkında söz söylemediği tek meslek veteriner hekimlik. bu yüzden olsa gerek bu meslek erbabı için ismet inönü'nün sözü duvarlara yazılır; "beşeri hekimlik, veteriner hekimliğe göre okyanusa karşı iç deniz gibidir."
suriye meselesi güncelken yazayım. aydın yöresinde devlete baş kaldırmış efeler zamanında suriye'ye sürülmüş. bunun yanında selçuklu zamanından kalma türkler de suriye'de yaşar. ama bu kişilerin çoğu asimile olmuştur. tıpkı mısır'daki türkler gibi..
erkeğin aramasını beklemeyip kendi arayan kız, aşıktır.
karşılıksız aşka tutulmuş kişiler, gelip onun kapsını çalmasını bekler, ki bu hikayedir. gerçek hayatta olmaz öyle şeyler.
brezilyalı kadınların poposu kesinlikle güzellik harikası. bildiğin sanatsal kıç..
beyaz atlı kayın pederimi bekliyorum!
hristiyanlık roma'da yeni yeni yayılırken, romalılar onlara ateist dermiş.
almanlar ikinci savaşın sonuna kadar yahudilere klitoris de derlermiş. kadın masturbasyonunun adı ise 'yahudiyle oynamak'mış.
hitler'in uğurlu rakamı 7'ymiş.
hani derler ya, "avrupalılar domuz eti yediği için kıskanç
olmuyorlar" diye, işte bizde koyun eti yediğimiz için koyun
oluyoruz!
petek dinçöz'ün gizli güçleri olsa, bu okşamak olurdu.
çinliler, çin seddini uzaydan görünsün diye yapmışlardır.
eski sevgililerin yüzü unutulabildiği halde sesi unutulmuyor. valla bak..
bana göre almanya, dünya kupalarının darth vader'ıdır.
allahverdi diye isim var, doğaverdi diye bir isim niye yok lan..
sevgiliniz antidepresan kullanıyorsa ilişkiniz bitmiş demektir. çünkü sevgili zaten antidepresanın ta kendisidir.
sigara ve alkol ömrü 2 yıl kısaltırmış.
erkeğin maymuna en çok benzediği an, kadının kendisine vermesi için çırpındığı andır.
sanırım türklerden başka hiçbir ulusda "amca size baba diyebilir miyim?" diye bir hastalık yoktur.
10 bira içerseniz pisivuara 1 metre uzaktan işeyebilirsiniz.
teori ile pratik arasındaki fark, el alışkanlığıdır.
fotoğraf çektirmeden önce makyaj yapmak çok saçma. rötuş diye bir şey var.
insan çamurdan yaratılmış ya, e hala çamur. ne değişti a q.
yeşilaycılar seviştikten sonra sigara içmek yerine çiçek koklasınlar!
yaz aylarının fiks sıcaklığı 36.
ölmüş bir koyunu değerlendirmenin 37 yolu diye bir belgesel vardı. afganistan'dan van'a gelen kırgızların yaşantısı anlatılıyordu ve orada yaşlı bir amca tek kalmış dişini göstermemek için acayip çaba harcıyordu. belgesel ingiliz ürünüydü ve amca en sonunda dünyaya ayıp olur diye o tek kalmış dişini göstermediğini söylemişti. harikaydı..
susan kadın, konuşmak isteyen ve fırsat kollayan kadındır.
amerikan filmlerine göre dünyanın en güzel kızları florida ve california sahillerindedir.
biri "gerekirse" diyorsa eğer boş konuşuyordur. siktir edin..
bir kadın hem güzel hem de akıllı olduğunu ima ediyorsa eğer bildiğin sığırdır. çünkü önce güzelliğini belirtiyor..
niye yatlar, katlar hep metrese alınıyor, anlamıyorum..
amerikan filmlerinde esas kadınların tüm sekreterleri kendilerinden çirkin ve hepsi topesto. yani kıvırcık saçlı, dişlek ve ablak yüzlü. üstelik esas kadınların en büyük hayranı yine bunlar. öyle ki esas kadını kıskandıkları için seks canavarlarına dönüşüyorlar..
eğer uzun bir gecenin sonunda bir eve misafir oluyorsanız ayakkabılarınızı çıkarmayın. ev sahibi döver gibi baksa bile çıkarmayın..
eski mısırlılara göre güneşin çocukları kedilermiş. ama bir düşman saldırısında düşman mancınıklarına kedi koymuş ve fırlatmış. sonuçta mısırlılar teslim olmuş. o olaydan sonra kedilerden uzak durmuşlar!
besmele ile cima edilirse doğacak çocuk ana-babasına isyankar olmazmış..
vay be, gizem özdilli, zamanında iç çamaşırı defilelerinin bir numaralı mankeniydi. hala iç çamaşarı defilesi yapılıyor mu, bilmiyorum.
misafirlikte terlik verirler ya hani, çok pis bir durum o. herkesin giydiği terliği sen de giyiyorsun, çok feci.
çatalı bıçak gibi kullanırsınız ya hani, kullanın. kol kaslarınız güçlenir! zamanında japonya'da aileler çocuklarına bulaşık yıkatırlarmış, kol kasları güçlensin diye.
hitchcock'un kuş filminde kargalar, serçeler ve martılar saldırganlaştığı halde muhabbet kuşları kimseye saldırmıyordu. harbiden bak. hem zaten filmin sonunda "baban gibi değilsin, bi bok bilmiyorsun" durumu vardır.
ilginç ama neredeyse tüm kepçe kulaklılar beşiktaşlı, tüm şaşılar fenerlidir.
tarık akan'ın yine çapkını oynadığı bir filmde, hani adile naşit ile evlendirilmek zorunda kalmıştı ya, hah işte o evlendirilme sahnesi şahsım için çok güzeldir.
nikah memuru: evet naşit kızı adile, akan oğlu tarık'ı eş olarak olarak kabul ediyor musunuz?
gelin: ne demek hakim bey! biz onunla sevişiyoruz..
eskiden ismin sonuna can'ı almak için savaşcı olman gerekirmiş. okur yazarsan eğer ya çelebi oluyorsun, ya da molla. ama can olmazsın.
israil'de pazartesi değil, pazar sendromu varmış!
mavi duvar, kadına bağımlılık konusunda nefis bir parçadır.
aragorn dallamasına bromir aslında çok güzel bir ayar vermişti. "gondor'da kral yok, krala ihtiyaç da yok." ama kardeşi faramir'in yanında bir hiç olduğundan ölürken ağzından şu laflar da döküldü, "senin peşinden ben de gelirdim. kardeşim, komutanım, kralım."
uzun saç, küçükken barış manço'da gördüğüm ve kıskandığım saç şekliydi. o zamanlar(80'ler) barış manço'nun o saçı bırakabilmesi için devletten özel izin aldığı mahalle çocukları arasında söylenir dururdu. işte askeri yönetim çocuk zihinlerini bile böyle zehirlemiştir.
şebnem schefer "şenol'a çok teşekkür ederim, hala bakireyim" diye açıklama yapalı 7 yıl oldu. vay a q, hala dehşete kapılıyorum.
ha bu arada, yücel kop, "doping yapanlar bunu ülkesi için yapıyor" diyeli de 7 yıl oldu. vay a q.
ankara kızılay'da kahvehanelerde yaşlı amcalar kravatlı bir şekilde okey oynuyorlar. çok komik lan.
hani gönderilmemiş mektuplar diye bir film vardı, ya hu göndermediğin mektupları niye açıklıyorsun ki, çok saçma..
biliyor musunuz, ülkemizde sprem bankası var. ama hayvanlar için!
kont: merhametine ne oldu?
dantes: ben bir kontum, aziz değilim. (monte kristo kontu)
hani eskiden mokar hastası nihan vardı. götüne giren şemşiye açılınca kendinden geçmişti. hatırladıkça hala gülerim. eski l-manyak çok güzeldi.
"bizim oranın adetleri, meşhurdur cinayetleri" diye bir şarkı vardı zamanında. vay a q..
80'lerde altın zincir modası vardı. gömleğin üstten üç düşmesi açılır ve özenle uzatılmış göğüs kıllarının süslemek için bu nesne takılırdı. üstelik o zincirler altın da değildi. bildiğin imitasyondu.
bin kere gidip gelirsen iki kere boşalırsın..
osman cavcı diye bir eleman vardı eskiden. star'da zeki-metin filmlerinin coverlarında oynamıştı. vay be..
öğretmen çocuklarının çoğu ukala olur. herhangi biriyle 10 dakika takılın, ne demek istediğimi rahat rahat anlarsınız.
"amerika'da ehliyet mi almak istiyorsunuz? önce istanbul'da araba kullanın, bunu başarabilirseniz ehliyetinize kavuşursunuz."
sonra istanbul çekim mekanları birebir fay grim'den alınmış gibi. inanın bana, ben bile gitmedim o yerlere ve o çatılarda hiç yürümedim(!). üstelik yürürken sağa sola bomba da atmadım. taksiciden taksisini çalmaya kalksam amerikan elçiliğe gelmeden onlar beni öldürürdü. o amerikan elçilik sahnesi ise başka bir bomba. amerikan askerleri uçaksavarla ateş ettiler mercedes taksiye ve ölmediler. bizim yollarda ben hiç mercedes taksi görmedim. aklıma geldi birden, o neydi lan öyle, serçeden türk polis otosu yapmışlar. hem, her yerde türk bayrağı, 29 ekimde mi çektiler bu filmi anlamadım.
ve ayrıca, bak kardeşim, bizim yaptığımız tokiler var, müthiş binalar bunlar. sen niye kırık dökük binalarımızı gösteriyorsun. tüm kadınlarımız da kapalı bu arada. numunelik bir tanede şöyle bir sarışınımızı koysaydın ya..
cengiz bozkurt'un(erdal bakkal) hastasıyım..
son olarak; ilk film harbiden güzeldi. bu film çok klişeye boğulmuş ve gereksiz.. ve en büyük cimbom..
şimdi arkadaş bu iki hatun gözüme hep güzel görünüyor. oysa tipleri farklı. gerçi ikisi de 80 doğumlu. neyse, zooey kocaman gözlü ve gözleri o kadar kocaman ki inanılmaz. sanki gözlerini hep büyük göstermek için çabalıyor. malum, renkli gözler, hele onun gibi renkli gözler pek revaçta. üstelik bir otistik gibi duruyor. hareketleri çok sabit. filmlerinde de aynı. duruşu, bakışı değişmiyor. yavru kedi ya hu, ama allah için güzel hatun. zaten eski bi sevgilime benziyor. michelle ise başka. o da gözlerini kısmayı seviyor. kendisine öyle seksilik veriyor. biraz kışkırtıcı. kızıl, esmer, sarışın tüm saç stilleri de hatuna gidiyor. çok beyaz tenli. sanki hep şemsiye ile dolaşmış kadar beyaz tenli. ikisinin de burunları aynı estetik cerrahtan çıkmış gibi. bu iki birbirine pek fazla benzemez hatunu neden beğendiğimi düşünüp dururken en sonunda fark ettim. sebebi yanaklar. müthiş hoş, pamuk gibi, yumuşacık, öpülesi, ısırılası, makas alınası yanaklara sahipler. valla bak..
hayat çok kısa be ya, ne işiniz var savaşla. gidin evinize, oturun köşenizde, karınızı da dövmeyin, sevin. çocuklarınızı sevindirin. oğlunuza ne kadar yakışıklı olduğunu, kızınıza dünyalar güzelinin yanınızda bulunduğunu ona söyleyin. hem gidip arabanızı tamir ettirin, ama savaşmayı istemeyin..
bahçeşehir üniversitesi öğretim üyesi ve dünya değerler araştırması derneği (wvsa) yönetim kurulu üyesi profesör doktor yılmaz esmer'in hazırladığı türkiye değerler haritası 2012 gazetelerde yayınlandı. buna göre;
avrupa'nın tanrı'nın insanların yaşamındaki yerinin en yüksek olduğu
toplum türkiye. yaklaşık her üç kişiden biri hem otuz gün oruç tutuyor, hem günde
beş vakit namaz kılıyor. ve sonra..
araştırması’na katılanların yüzde 87’si eşcinsellerle,
yüzde 84’ü içki içenlerle, yüzde 76’sı da aids hastalarıyla komşu olmak
istemiyor. halkın birbirine güvenme oranı yüzde 10. yani çevrenizdeki her on
kişiden biri sizin ona zarar verebileceğinizi, kandırabileceğinizi düşünüyor.
kuzey kıbrıs'ta bu oran yüzde beş. bize göre işsizliğin nedeni de kadınlar.
çok dindarız ya anasını satayım, çıkan sonuç bu işte..
tezat yok mu bu işte? var elbette. bunun nedeni bizim
dine nasıl baktığımız. aynı araştırmaya göre biz dini iyilik yapmaktan çok kurallara uymak olarak
algılıyormuşuz. yani başkasını düşünmekten çok kendimizi düşünüyoruz. bizde
insan sevgisi yok, hatta sevgi de yok. acayip bir toplumuz ve feci şekilde
benciliz.
bakmayın siz kurallara uyma kısmına. kurallar lastik gibidir,
istediğin gibi çeker durursun. bizi ayakta tutan şey korkunun ta kendisidir. sokaktaki hayvanlardan korkarız, tanrıdan korkarız, karşımızdaki insanlardan daha çok korkarız..
orhan gencebay'ın tribute albümü tam anlamı ile çorba. duman'dan serdar ortaç'a kadar bir sürü grup, herif şarkı söylemiş. ben bu albümü aldığımda serdar ortaç'a neden katlanayım arkadaş. şu albümü ya rockçılara yaptır ya da popçulara veya popçular ayrı yapsın, rockçılar ayrı söylesin. böyle olmuyor, çok saçma. bülent ortaçgil mesela, harika ötesiydi albümü. bir tek sezen aksu sırıtıyordu. aynı hatayı barış manço'nun albümünde de yapmışlardı ve ben muazzez ersoy dinlemek zorunda kalıyordum.
şiir cemal safi'ye ait. kendisi ankara'da bir kafede oturuyormuş ve elinde bir adres kağıdı ile cadde isimlerine kapı numaralarına koştura koştura bakan birisini görmüş. üstelik hafiften yağmur çiğseliyor. böylece kağıda dökmüş dizileri. hem sonra okurken o korkuyu gerçekten hissediyorsunuz ve orhan gencebay öyle güzel bir müzik yapmış ki üstüne, cuk oturmuş. müthiş kaotik bir hava vermiş, içinizde o sızıyı hissediyorsunuz. eleman fakirdir, çulsuzdur, meteliğe kurşun atıyordur, kadın fahişedir belki, ama onu doyuran o patetik sevgisidir. içini ürperten, misafirlerin(!) gelebilir olma iltimali değil, onun evde olmamasıdır.
şarkının manga yorumu ise, eh işte..
aşkınla ne garip hallere düştüm
herşeyim tamam da bir sendin noksan
yağmur yaş demeden yollara düştüm
içim ürperiyor ya evde yoksan
elbisem gündelik pabucum delik
haberin olsa da sobayı yaksan
yağmur iliğime geçti üstelik
içim ürperiyor ya evde yoksan
sarhoşsan kapını çaldığım anda
fahişeler gibi açık saçıksan
bir de ufak rakı varsa masanda
içim ürperiyor ya evde yoksan
bakkala gitmeme lüzum kalmasa
durumu anlardın takvime baksan
allah vere misafirin olmasa
içim ürperiyor ya evde yoksan
kıvırcık marulun vardır inşallah
bir salata yapsan bol limon sıksan
senin de iştahın iyi maşallah
içim ürperiyor ya evde yoksan
sabahlara kadar içsek sevişsek
ne ben işe gitsem ne sen ayılsan
derin bir uykunun dibine düşsek
içim ürperiyor ya evde yoksan
ne kadar üşüdüm nasıl acıktım
ilk önce sıcacık banyoya soksan
sanırsın şu anda denizden çıktım
içim ürperiyor ya evde yoksan
yanlış mı aklımda kalmış acaba
muhabbet sokağı numara doksan
boşa mı gidecek bu kadar çaba
içim ürperiyor ya evde yoksan
ya yolu kaybettim ya ben kayboldum
ne olur bir yerden karşıma çıksan
tepeden tırnağa sırsıklam oldum
içim ürperiyor ya evde yoksan
bugün yine yürüyerek eve gidiyorum ve belediye temizlik işçisi bir herif, yanında karısı ile yürüyor. kadın öyle bir sinirli ki pes doğrusu. "senden de bir bok olmaz, anam haklıymış" deyip duruyor ve herif "sus be kadın" diye sessizce konuşuyor. yüzlerine bakamadım ayıp olmasın diye, sessizce yürümeye devam ettim.
sonra bu ramazanda şahit oldum. mesai bitmiş, kırmızı ışıkta durmuşum. herif elinde bıçakla gidiyor, çok sinirli ve "hepinizin amına koyucam, benim karımı siktiniz ha, hepinizin amına koyucam" diye diye, saçı başı dağılmış, cinnet bir halde yürüyor. olayın sonunu bilmiyorum..
eskiden alt katımdan ses eksik olmazdı. herif karısını sürekli dövüyor, ama kadın manyaktı sanırım. o da gidip çocuğunu dövüyor. alt kat ses ve dayak cümbüşü içinde, deli bir hali var. hem kadın harbiden manyaktı. beni yolda durdurup bağırıp çağırırdı. sesimi çıkarmadan dinliyordum kadını ve yoluma devam ediyordum. bir keresinde benim kapı çaldı, açtım. bi baktım o kadın. nasıl bağırıyor bana, meğer benim lavabonun suyu alta akıyormuş. binayı dandik yapmışlar işte. mahvetti beni. indi aşağıya, on dakika geçmedi kapı yine çaldı. kocası bu sefer. özür diledi. dayak yerken mi delirdi yoksa zaten deli miydi, bilemeyeceğim.
o evin sahibi de almanya'da yaşıyor. kirayı babasına veriyorum. sonra öğrendim ki ev sahibini almanya'da içeri atmışlar. bir süre sonra herifin uyuşturucu kaçakçısı olduğu söylendi. lan dedim, evi polis molis basar sabaha karşı, cık cık..
o değil de, bugün traş olmaya gittim berbere, herifin dediğine göre yaşadığım yerde iki canlı bomba varmış. kara çarşaf ile dolaşıyorlarmış. öylesini görürsen ayaklarına bak, erkek ayakkabısı giyiyorsa kaç dedi. vay a q.
dün sabah işe gitmek için arabanın başına geldim, bi baktım ön tampon düşmüş. sakinim hala, dikkatle inceleyince gördüm ki çıkmışlar tampona, zıplaya zıplaya kırmışlar. ayak izleri hala tamponun üzerinde. inceledim, ateş soğuktu. çoktan uzaklaşmışlar. arabayı park ettiğim yerde geceleri sürekli başka başka kız ve erkekler gizli gizli konuşuyor. öpme falan yok. ama samimiyet diz boyu, sarılmalar, koklaşmalar gırla. onlar mı yaptı acep, çünkü sürekli basıyorum çiftleri.
"sonuçta varoluşun neden olduğu en büyük yorgunluk belki de insanın yirmi yıl, kırk yıl boyunca, hatta daha bile uzun süre, aklı başında kalmak için harcadığı o olağanüstü çabadır, basitçe, derinden kendi, yani tiksindirici, dehşetengiz, saçma olmamak uğruna. baştan veri olarak elimize tutuşturulan şu aksak ikinci sınıf insanı, sabahtan akşama kadar hep küçük bir evrensel ideal, birinci sınıf bir insan olarak sunmak zorunda kalmamız ne de büyük bir kabus." gecenin sonuna yolculuk - celine
murat palta'nın kült filmlerden uyarlanmış minyatür çalışmalarını hemen herkes duymuştur. olsun, sonuçta hepsi çok güzel ve harika olmuş. onun iznine gerek var mı bilmiyorum, ama google'dan arama yapınca bir dünya çıktı. neyse işte, bu çok şık çalışmaları paylaşayım sizinle..
ayrıca; maalesef duvarlardaki o yazıları okuyamadım. okuyan varsa bi zahmet yazıversin yorumlara, ekleyeyim.
sahne alien'dan. ilk film, herifin içindeki yaratık şimdi çıkacak. bu arada mekan uzay gemisi ve bizim süper kahramanımız olan ellen ripley muhteşem görünüyor.
the shining. jack amcamız hamamın önünde baltası ve kapıyı parçalamaya çalışıyor. danny bisikleti ile dolaşıyor ve tunik giymiş hayalet kızları görüyor. jack'in karısı ise filme nazaran çok sakin. bu arada, hamam hoş olmuş. kurnası, duvarları vs hepsi güzel.
kill bill vol. 1 ve bizim black mamba elindeki kılıçla herkes doğramış. o ren'e sıra gelmiş. sarı kıyafeti güzel. sol taraftaki kadın cesedi ise o ren'in özel koruması.
bizim küçük alex'in yaptığı işler ne hoş işlerdir öyle. kitapta bildiğin çocuktur, ama filmde büyütmüşlerdir yaşını. burada da o dilenciyi dövdükleri sahne var. güzel gitmiş..
pulp fiction. daha ilk sahne. eleman elinde tabancasıyla dolabın içinde ve birazdan çıkıp ateş yağdıracak. sonuç: sıfır ölü. şu an incilden sözler dökülür siyahın dudaklarından. beyazın elindeki çantada ise patronları wallace'ın ruhu saklı..
bu dünya benim arkadaş. scarface'in meşhur sahnesi. pacino'nun elinde makinalı ve tarıyor etrafı. ortadaki kadın ve sırtındaki dünya güzel.
arnold ata atlamış, önünde küçük connor. ikinci filmden bir sahne. arkadaki atlı araba ise civa adamımız var. yalnız t-800 harbiden o ata binse o at çöker, imkanı yok taşıyamaz. kıyafetleri güzel çizmiş..
ortadaki siyahlı bizim vader. elindeki gül, başındaki kavuk süper. çevresinde klon savaşçıları var. sağ arkadaysa chewbacca, han solo ve leia mevcut. bizim luke önde, ışın kılıcı omzunda. usta yoda'yı yemiş bitirmiş sanatçı. müthiş güzel çizmiş. obi van ise ayrıntısı. ha, death star'ı da unutmamak lazım. sidius eksik mi ne? varsın eksik kalsın..