piyer lermit adlı bir fransız papaz, papa ikinci urban'ın bizans imparatorundan yardım mektubu alması ve clermont meclisinde doğuya büyük bir sefer düzenlenmesi fikri üzerine tüm fransa ve almanya'yı dolaşarak 600.000 kişilik bir ordu toplar. gerçi bu ordu sıradan halkdan ve küçük soylulardan oluşmaktadır ve istanbul'a varana kadar geçtiği her şehri talan etmiştir. istanbul'un da yağmalanmasından korkan imparator, bu kalabalık yığının lideri ile anlaşır ve erzak karşılığı aldığı yerlerin doğu roma'ya kalması şartıyla onları iznik'e geçirir. ancak sadece geçirir. çünkü iznik'te onları pusuya düşüren selçuklu ordusu hepsini temizler. lermit istanbul'a zor kaçar.
onların arkasından geçen esas kuvvet ise savaşa savaşa ortadoğuya kadar gelir. godefroi de bouillon yönetimindeki ordu; urfa, antakya ve kudüs'ü ele geçirir. kudüs'e gelirken açlıktan öldürkleri kişilerin etlerini yedikleri bile söylenir. ama bunlar hiçbir şeydir. kudüs'e girdiklerinde yaptıkları katliam inanılmazdır. yaşlı, kadın, çoluk, çocuk demeden tüm müslüman ve yahudileri katlederler. rivayete göre kan topuklarına kadar çıkmıştır. neyse, urfa ve antakya'da kontluk, kudüs'te de krallık kururlar. ama sadece kururlar.
bundan sonraki kısmı hemen herkes bilir. en sonunda kaybederler ve yurtlarına dönerler. rivayete göre bu süre içinde doğu uygarlıklarını yakından tanımışlar ve bu seferler modern avrupa'nın temelinin atılmasına vesile olmuş. ama son yapılan ciddi incelemelerde bunların da yalan olduğu ortaya çıkmıştır. ortadoğuya giren haçlılar, tamamen içlerine kapanık bir hayat sürmüşler, giyisilerini bile değiştirmemişler ve hatta doğan çocuklarını okumaları için avrupa'ya yollamışlardır. yani doğu halkları ile hiç iletişim kurmadan, onların nasıl yaşadıklarını bilmeden diyarı terk etmişler. hani cennetin krallığı adlı filmde vardır. fransa'dan gelen basit bir demirci, kendi kontluğu içinde araplara su kuyusu açmayı öğretiyordu. ulan geri zekalı senarist, avrupalılar ne biliyordi ki araplara suyu kuyusu açmayı, kanal yapmayı öğretiyorsun. mısır'ın, sümer'in kanal yapma tekniklerini bilen araplara ne öğreticeğini sanıyordun?
neyse, bu uzun seferler sonunda öküz gelip öküz giden haçlılar pusulayı, kağıdı, barutu kimden öğrendi? tabiki gemicilerden. avrupa'nın modernleşmesini sağlayan kişiler denizcilerdir. katalanlar, sicilyalılar, vedenikliler ve cenovalılardır. savaş zamanı değil, barış zamanı yapılanlardır. avrupa'nın ilk modernleşmesini sağlayan italyanlar, pislik içide gömülmüş kuzey avrupa'yı rönesansla tekrar modernleştirmiştir.
10 Ağustos 2007 Cuma
7 Ağustos 2007 Salı
vistül nehri
şu polonya'yı her zaman sevmişimdir. çocukluğuma dayanması gereken bu sevginin nedenini harbiden hatırlamıyorum ama severim bu ülkeyi. işte bu sevgim beni vistül nehrine kadar götürdü.
polonyalıların koyu birer katolik olduğu ve hatta komünizme rağmen avrupa'nın en dindar halkı olduğu bilinir. işte bu dindar polonyalılar tarihlerinde kazandıkları iki zaferlerleriyle çok övünürler. ikisinde de avrupa'yı kesin bir dinsiz akınından koruduklarına inanırlar. bunların birincisi bizi de ilgilendirir ki biz ona ikinci viyana kuşatması deriz. merzifonlu kara mustafa paşa'nın "aman viyana'ya zarar gelmesin" sevdası yüzünden bir türlü hücum emri verilmemiş ve en sonunda jan sobienski yönetimindeki kutsal hristiyan ordusu 1683'de türkleri darmadağın etmiştir. savaşın kazanılmasından sonra tüm avrupa günlerce bayram yapar, şölenler düzenler. paşa'nın çadırları, papağanları, develeri ve hatta cariyeleri bile düşman eline geçer. ganimet olarak askerler arasında paylaştırılır. polonyalılar bu savaşın sadece bu kısmında bulunmuştur. geri kalana karışmazlar. kutsal roma germen imparatorluğu, venedik ve kısmen rusya kalanı halleder. ama zaferin şanı hala daha polonyalılardadır.
bu dinsizlere karşı kazanılan ikinci zafer ise vistül zaferidir. kızılordu son sürat polonya topraklarına saldırır. amacı eski rusya topraklarını geri almaktır. ancak vistül nehri kıyısında kesin bir mağlubiyet alırlar. polonyalılar son ikiyüz içinde ilk defa rusları yenmiştir ve ikinci kez avrupayı dinsizlerden korumuştur. bu zafer vatikan tarafından günlerce kutlanır. hatta zaferin kazanıldığı gün doğan biri ileride papa bile olur ki biz ona ikinci jean paul deriz.
işte vistül ilk ez o zaman hayatıma girdi. yani bu savaşı öğrenince. akabinde gerisi çorap söküğü gibi geldi.
yıl 1944. ikinci dünya savaşının sonları. ilk önce gettoda yaşayan bir avuç yahudi, el yapımı bombaları ve bir kaç tabanca ile almanlara isyan eder. ama oldukça etkili olurlar. gerçi isyan hemen bastırılır ama polonyalı milliyetçiler de sonunda almanlara isyan eder. sokak sokak çatışmaktadırlar. almanlara direnmektedirler ve ölen polonyalılar öldükleri yerde gömülmektedirler. bugün hala onların mezarı ordaymış. her sokak, her köşe başında o isyan sırasında ölen polonyalıların mezarları varmış. neyse olayı vistül'e bağlayacağım. bu isyan sırasında vistül nehri kıyısına kadar kalan stalin'in ordusu orada beklemeye başlar. nehri geçip saldırsa isyan başarıya ulaşcaktır ama almanların, ileride başına dert açacak olan o polonyalıları tamamen öldürmesini bekler ve isyan bastırılır bastırılmaz hemen vistül nehrini geçip almanara saldırır. almanlar elbette direnemez ama geride polonyalı da kalmamıştır. varşova'nın altı üstüne gelmiş, neredeyse tüm binaları hasar görmüştür.
ve sıra vistül ile ilgili en ilginç hikayeye geldi. ey bunu okuyan okur, bu bir kehanettir. polonya, avusturya ve rusya tarafından parçalanınca, yani 1700'lerin sonlarında işgal edilince, ukraynalı bir kahin olan wernyhora şöyle bir kehanet ortaya atarlar:
"türk atları vistül nehrinden su içmedikçe polonya bağımsızlığına kavuşamaz."
sonra ne mi oldu? birinci harpte enver paşa almanlara yalakalık yapmak için en baba askerleri galiçya 'ya yolladı. orada ruslara karşı savaştırlar. türklerin atları vistül nehrinde su içti. polonya da savaş bitimi yani 1918'de bağımsız oldu. bizim askerler polonyalılar için savaşmasa bile kehanet gerçek olmuştur.
polonyalıların koyu birer katolik olduğu ve hatta komünizme rağmen avrupa'nın en dindar halkı olduğu bilinir. işte bu dindar polonyalılar tarihlerinde kazandıkları iki zaferlerleriyle çok övünürler. ikisinde de avrupa'yı kesin bir dinsiz akınından koruduklarına inanırlar. bunların birincisi bizi de ilgilendirir ki biz ona ikinci viyana kuşatması deriz. merzifonlu kara mustafa paşa'nın "aman viyana'ya zarar gelmesin" sevdası yüzünden bir türlü hücum emri verilmemiş ve en sonunda jan sobienski yönetimindeki kutsal hristiyan ordusu 1683'de türkleri darmadağın etmiştir. savaşın kazanılmasından sonra tüm avrupa günlerce bayram yapar, şölenler düzenler. paşa'nın çadırları, papağanları, develeri ve hatta cariyeleri bile düşman eline geçer. ganimet olarak askerler arasında paylaştırılır. polonyalılar bu savaşın sadece bu kısmında bulunmuştur. geri kalana karışmazlar. kutsal roma germen imparatorluğu, venedik ve kısmen rusya kalanı halleder. ama zaferin şanı hala daha polonyalılardadır.
bu dinsizlere karşı kazanılan ikinci zafer ise vistül zaferidir. kızılordu son sürat polonya topraklarına saldırır. amacı eski rusya topraklarını geri almaktır. ancak vistül nehri kıyısında kesin bir mağlubiyet alırlar. polonyalılar son ikiyüz içinde ilk defa rusları yenmiştir ve ikinci kez avrupayı dinsizlerden korumuştur. bu zafer vatikan tarafından günlerce kutlanır. hatta zaferin kazanıldığı gün doğan biri ileride papa bile olur ki biz ona ikinci jean paul deriz.
işte vistül ilk ez o zaman hayatıma girdi. yani bu savaşı öğrenince. akabinde gerisi çorap söküğü gibi geldi.
yıl 1944. ikinci dünya savaşının sonları. ilk önce gettoda yaşayan bir avuç yahudi, el yapımı bombaları ve bir kaç tabanca ile almanlara isyan eder. ama oldukça etkili olurlar. gerçi isyan hemen bastırılır ama polonyalı milliyetçiler de sonunda almanlara isyan eder. sokak sokak çatışmaktadırlar. almanlara direnmektedirler ve ölen polonyalılar öldükleri yerde gömülmektedirler. bugün hala onların mezarı ordaymış. her sokak, her köşe başında o isyan sırasında ölen polonyalıların mezarları varmış. neyse olayı vistül'e bağlayacağım. bu isyan sırasında vistül nehri kıyısına kadar kalan stalin'in ordusu orada beklemeye başlar. nehri geçip saldırsa isyan başarıya ulaşcaktır ama almanların, ileride başına dert açacak olan o polonyalıları tamamen öldürmesini bekler ve isyan bastırılır bastırılmaz hemen vistül nehrini geçip almanara saldırır. almanlar elbette direnemez ama geride polonyalı da kalmamıştır. varşova'nın altı üstüne gelmiş, neredeyse tüm binaları hasar görmüştür.
ve sıra vistül ile ilgili en ilginç hikayeye geldi. ey bunu okuyan okur, bu bir kehanettir. polonya, avusturya ve rusya tarafından parçalanınca, yani 1700'lerin sonlarında işgal edilince, ukraynalı bir kahin olan wernyhora şöyle bir kehanet ortaya atarlar:
"türk atları vistül nehrinden su içmedikçe polonya bağımsızlığına kavuşamaz."
sonra ne mi oldu? birinci harpte enver paşa almanlara yalakalık yapmak için en baba askerleri galiçya 'ya yolladı. orada ruslara karşı savaştırlar. türklerin atları vistül nehrinde su içti. polonya da savaş bitimi yani 1918'de bağımsız oldu. bizim askerler polonyalılar için savaşmasa bile kehanet gerçek olmuştur.
bursa hakkında bilmediğiniz her şey
+ bursa'yı kim kurmuştur?
- bursa'yı ünlü kartacalı komutan hannibal kurmuştur. romalılardan kaçan hannibal, kendisine yardım eden ve yurt veren bithynia kralı olan prusias adına şehri kurmuştur. ancak prusias, roma tehditi sonucu hannibal'a şehri terk etmesini söyler. şehir iö 4.yy'da kurulmuştur.
+ kuruluşuna dair efsane var mıdır?
- elbette. vakti zamanında ülkenin birinde yaşayan çobanın hayvanları hükümdarın bahçesine girer. bu duruma hiddetlenen hükümdar çobanı ülkeden sürgün eder. sürgün edildiği yeri gören çoban bu cezaya çok sevinir. çünkü, sürüldüğü yer yemyeşil ormanlarla kaplı, suyu, avlağı, otlağı bolmuş. yer yer kaynayan sıcak sulardan yükselen buharlar bu güzelim yere düşsel bir görünüm vermekteymiş. hemen yakınında yükselen ulu bir dağ ise tanrısal heybetiyle bu güzellikleri taçlandırıyormuş. çoban bu sürgün yerinde bolluk içinde çok rahat bir yaşam sürmüş. onu başkaları izlemiş, bu güzel yerde oluşan köy zamanla genişleyip büyük bir kent olmuş.
+ uludağ da neyin nesidir?
- uludağ'ın eski adı keşiş dağıdır ve bizans zamanında orada bulunan büyük bir keşiş manastırından adını almaktadır. hatta güneydoğudan esen keşişleme rüzgarı, adını uludağdan almıştır. biliyorsunuz, rüzgar yönleri istanbul'a göre belirlenmiştir. hristiyanlıktan önce uludağ'da büyük bir zeus sunağı olduğu söylenmektedir.
+ zeus'la bursa'nın ne alakası var ki?
- zeus biliyorsunuz zamanın yaratıcısı kronos'un oğludur. kronos, kendisini tahtan indirip yerine geçecek bir oğlunun doğacağını öğrenince onu öldürmeye karar verir. ancak zeus'un annesi rheia binbir zorluk zorluk altında kendini keşiş dağına atar. bir mağraya saklanır ve mağranın ağzında da insanlar kılıç ve kalkanları birbirine vurup, ses çıkartıp, mağradaki sesin kronos'un kulağına gitmesine engel olurlar. zeusla bursa'nın alakası ve kılıç-kalkan oyununun temelidir budur.
+ eee, bundan başka bursa barı var. o da mı zeus ile alakalı?
- ne alaka lan. bursa 1326'da alınınca oraya ilk yerleşen türkler erzurum'dan gelmiştir. erzurumlular bursa'ya yerleşirken erzurum barı adlı oyunlarını da bursa'da oynamaya başlamışlardır. bugün hem bursa barı, hem de erzurum barı vardır.
+ al sana zor bir soru. fomara da neyin nesi?
- şimdi osmangazi meydanı denilen meydanın ilk adı şehreküstü meydanıdır. biliyorsun, santral garajdan çıkıp, fevzi çakmak caddesini takip edersen bu meydana çıkarsın. işte 1930'larda orada italyan bir tütün şirketi varmış ve adı da fumara imiş. fumar italyanca tütün demektir. neyse, gel zaman git zaman meydanın adı fomara meydanı kalmıştır.
+ şehreküstü ne be?
- bursa türkler tarafından alınınca bir kısım yahudi şehirden ayrılır ve şehreküstü civarına yerleşir. o yüzden türkler yahudilerin şehre küstüğünü düşünüp orayı öyle adlandırırlar. gerçi artık orası şehir dışı falan değildir. şehrin tam göbeğidir.
+ eee ama ben bursa'da hiç saray görmedim?
- o sarayı bir tek salaklar göremez zaten. kör, baksana koskoca tophane var. orası eski bizans sarayıdır. kalıntıları da az buçuk bellidir. hatta aşağı tarafta mağara benzeri yerleri de görürsün. işte orası da bursa sarayının zindanlarıdır.
+ ha, ama tophanenin başka bir yanı meşhurdur.
- o konuya değineceğini biliyordum. 70'lerin sonlarında parasız kalan bir kısım kadın ve erkek tophane'nin arka taraflarında iş tutarmış. o zamanlar pislik içinde bir yermiş tophane. ne kadar gerçektir, bilemiyorum.
+ ya bursa'nın iskenderinden başka yiyecek bir şeyi de yok aslında.
- sen harbiden salaksın. kestane şekerini unutmanı hoş görüyorum neyse. ama bundan başka mesela bağdat hurması adlı nefis bir tatlısı vardır. yazları satılan soğuk muhallebisi yani bıcı bıcı'sı vardır. inegöl köftesini hiç saymıyorum bile. orası inegöl, bursa değil.
+ hmm, ama bursa'da öyle ahım şahım bir mekan yok ki?
- e o konuda biraz haklısın. ama arap şükrü sokağı var ve güzeldir. altıparmak'ın şehreküstü girişindedir. ayrıca setbaşı köprüsünün altını çok uygun bir mekandır. kültürpark'ta sevgilinle istediğin gibi yiyişebilirsin. ben denedim, oluyor. ayrıca yine altıparmak'ta 2 sinema vardır. yalova yolunda da sinema salonu bulunur. mudanya ve gemlik'te deniz, karacabey ve iznik'te göl vardır. denizde çadırını kurup, göl kenarlarında kamp yapabilirsin.
+ kültürpark'ta sanırım erkek erkeğe yiyişiyorsunuz ahaha?
- sen harbi salaksın. isteyen erkek erkeğe yiyişir ondan bana ne. ama senin ne demek istediğini anladım. argoda "bursalı" manasına gelen kelimeyi kastediyorsun. şimdi canım benim, zeki müren bursa doğumlu olsa bile aslen antalya'nın müren kazasındandır. zaten onun bursa'ya gömülmesi de saçma. bodrum'u daha çok severdi. bursa ile alakası kalmamıştı. neyse, diğer ünlü "bursalılar" ise bursalı değildir. bülent ersoy, adanalıdır. kuşum aydın, kasımpaşalıdır. fatih ürek, erzurumludur. yılmaz morgül, artvinlidir.
+ ee, niye peki bursalılara öyle diyorlar?
- bunun sebebi 70'li yıllarda eskişehir ile bursa arasındaki futbol rekabetidir. eskişehir'de oynanan oynanan maçlarda eskişehir taraftarları zeki müren yüzünden "hop hop bursa top bursa" diye tezerruhat yaparmış. işte oradan tüm türkiye'ye bu olay yayılmıştır.
+ hadi ya! neyse, yedim sayayım. sizde aslında çok türbe var. onlar neyin nesi?
- bursa 1326'da alınınca bir sürü islam alimi, abidi, arifi gelip bursa'ya yerleşir. rivayete göre bunların çoğu da rüyalarında bursa'yı görüp gelmiştir. şimdi adlarını teker teker sayamam ama cahil halk arasında bir söylenti vardır. bursa'da 99 evliyanın türbesi varmış. eğer 1 tane daha olsaymış, bursa, medine hükmünde bir şehir olacakmış.
+ tamam ağbi. ama söylemeden geçemicem. "ben neler gördüm, bursa kültür parkında. bursalının farkının, tüm türkiye farkında..!"
- sana iyi bir dayak atmak lazım aslında. bak canım, eskişehirlinin biri bursa'ya gelmiş. sonra da memleketine dönmüş. bursa'yı arkadaşlarına anlatıyormuş. "burrrsa'ya bir girişim vardı, ayy bi de kız çıkışım vardı." yani bursalılar değil, bursa'ya küçük şehirlerden gelen denyolar kültür şokuna girdikleri için ibneleşir. yani sorun bursalılar yaşayanlar değildir. bursa'ya sonradan gelenlerdir. mis gibi, tertemiz şehir görünce neye uğradıklarını şaşırıyorlar.
+ ama bursalıların çoğu kösedir.
- evet, bursa'nın yerlileri yani köylüleri harbi kösedir. havasından mıdır, yoksa suyundan mıdır bilemeyeceğim. ama harbi öyledir. gerçi zengin bursalıların çoğu istanbula göçmüştür. şimdi ise doğu karadenizliler, erzurumlular ve kürtler bursa'ya dolmuştur. bunların genelde kendi mahalleleri vardır. daha eskiden ise boşnaklar, yunan ve bulgaristan muhacırları, arnavutlar bursa'ya göç etmiş.
+ sizdeki o demiryolu caddesi de neyin nesi?
- eskiden bursa'dan mudanya'ya tren hattı varmış. atatürk bursa'nın istanbul'a olan bağımlılığını azaltmak için hattı kaldırtmış. öyle derler. ama caddenin ismi hala daha durur.
+ ağbi, lodos neyin nesi?
- lodos güneybatıdan esen sıcak bir rüzgardır. adını da rodos adasından alır. neyse, vakti zamanında bursa'ya almanya'dan uzmanlar gelir. şhir duman altındadır. almanlar şaşırır. "ya bu şehirde kimse yaşayamaz, bu duman herkesi öldürür, çabuk şehri boşaltın" derler. yetkililer güler ve "bir iki gün bekleyin" derler. bir iki gün sonra lodos eser ve tüm rüzgarı istanbul'a yollar. yani lodos, şehrin havasını mis gibi yapar. lodos olmazsa şehirde yaşanmaz. ha ayrıca; o şehirde lodos zamanı sobadan zehirlenenler ise bursa'ya yeni göçenlerdir. çünkü lodos zamanı bursa'da ya soba yakılmaz, ya da rajona göre yakılır. gerçi artık doğal gaz geldi. ben çocukken kışın geceleri sokağa bile çıkamazdım. her taraf duman olurdu. göz gözü görmezdi. hatta okullar bile tatil edilirdi.
+ peki bu başkentlik hikayesi ney?
- osmanlı kurulunca ilk başkent bursa olur. ama devlet kısa zamanda bir balkan imparatorluğuna dönüşünce başkent edirne'ye alınır. ama anadolu kısmının başkenti her zaman bursa olarak kalmıştır. hatta fetret devrinde anadolu ve rumeli'de iki ayrı şehzade hükmediyordur ve çelebi mehmet'in başkenti bursa olur. cem sultan, ikinci beyazıt'a karşı ayaklanınca bursa'dan ona şöyle der: "ülkeyi bölelim. sen rumelinin, ben anadolunun sultanı olayım." zaten cem sultan'ın da mezarı sonunda bursa'ya gömülür.
+ vay be, ne şehirmişsiniz siz öyle.
- ya ne sandın lan dallama. git şimdi bunları nette yayımla. herkes bursa'yı tanısın.
+ tamam ağbi. sağol bilgilendirdiğin için.
- ee "bursalı olmak onurdur, bursalıyım demek gururdur." - bursa büyükşehir belediyesi-
- bursa'yı ünlü kartacalı komutan hannibal kurmuştur. romalılardan kaçan hannibal, kendisine yardım eden ve yurt veren bithynia kralı olan prusias adına şehri kurmuştur. ancak prusias, roma tehditi sonucu hannibal'a şehri terk etmesini söyler. şehir iö 4.yy'da kurulmuştur.
+ kuruluşuna dair efsane var mıdır?
- elbette. vakti zamanında ülkenin birinde yaşayan çobanın hayvanları hükümdarın bahçesine girer. bu duruma hiddetlenen hükümdar çobanı ülkeden sürgün eder. sürgün edildiği yeri gören çoban bu cezaya çok sevinir. çünkü, sürüldüğü yer yemyeşil ormanlarla kaplı, suyu, avlağı, otlağı bolmuş. yer yer kaynayan sıcak sulardan yükselen buharlar bu güzelim yere düşsel bir görünüm vermekteymiş. hemen yakınında yükselen ulu bir dağ ise tanrısal heybetiyle bu güzellikleri taçlandırıyormuş. çoban bu sürgün yerinde bolluk içinde çok rahat bir yaşam sürmüş. onu başkaları izlemiş, bu güzel yerde oluşan köy zamanla genişleyip büyük bir kent olmuş.
+ uludağ da neyin nesidir?
- uludağ'ın eski adı keşiş dağıdır ve bizans zamanında orada bulunan büyük bir keşiş manastırından adını almaktadır. hatta güneydoğudan esen keşişleme rüzgarı, adını uludağdan almıştır. biliyorsunuz, rüzgar yönleri istanbul'a göre belirlenmiştir. hristiyanlıktan önce uludağ'da büyük bir zeus sunağı olduğu söylenmektedir.
+ zeus'la bursa'nın ne alakası var ki?
- zeus biliyorsunuz zamanın yaratıcısı kronos'un oğludur. kronos, kendisini tahtan indirip yerine geçecek bir oğlunun doğacağını öğrenince onu öldürmeye karar verir. ancak zeus'un annesi rheia binbir zorluk zorluk altında kendini keşiş dağına atar. bir mağraya saklanır ve mağranın ağzında da insanlar kılıç ve kalkanları birbirine vurup, ses çıkartıp, mağradaki sesin kronos'un kulağına gitmesine engel olurlar. zeusla bursa'nın alakası ve kılıç-kalkan oyununun temelidir budur.
+ eee, bundan başka bursa barı var. o da mı zeus ile alakalı?
- ne alaka lan. bursa 1326'da alınınca oraya ilk yerleşen türkler erzurum'dan gelmiştir. erzurumlular bursa'ya yerleşirken erzurum barı adlı oyunlarını da bursa'da oynamaya başlamışlardır. bugün hem bursa barı, hem de erzurum barı vardır.
+ al sana zor bir soru. fomara da neyin nesi?
- şimdi osmangazi meydanı denilen meydanın ilk adı şehreküstü meydanıdır. biliyorsun, santral garajdan çıkıp, fevzi çakmak caddesini takip edersen bu meydana çıkarsın. işte 1930'larda orada italyan bir tütün şirketi varmış ve adı da fumara imiş. fumar italyanca tütün demektir. neyse, gel zaman git zaman meydanın adı fomara meydanı kalmıştır.
+ şehreküstü ne be?
- bursa türkler tarafından alınınca bir kısım yahudi şehirden ayrılır ve şehreküstü civarına yerleşir. o yüzden türkler yahudilerin şehre küstüğünü düşünüp orayı öyle adlandırırlar. gerçi artık orası şehir dışı falan değildir. şehrin tam göbeğidir.
+ eee ama ben bursa'da hiç saray görmedim?
- o sarayı bir tek salaklar göremez zaten. kör, baksana koskoca tophane var. orası eski bizans sarayıdır. kalıntıları da az buçuk bellidir. hatta aşağı tarafta mağara benzeri yerleri de görürsün. işte orası da bursa sarayının zindanlarıdır.
+ ha, ama tophanenin başka bir yanı meşhurdur.
- o konuya değineceğini biliyordum. 70'lerin sonlarında parasız kalan bir kısım kadın ve erkek tophane'nin arka taraflarında iş tutarmış. o zamanlar pislik içinde bir yermiş tophane. ne kadar gerçektir, bilemiyorum.
+ ya bursa'nın iskenderinden başka yiyecek bir şeyi de yok aslında.
- sen harbiden salaksın. kestane şekerini unutmanı hoş görüyorum neyse. ama bundan başka mesela bağdat hurması adlı nefis bir tatlısı vardır. yazları satılan soğuk muhallebisi yani bıcı bıcı'sı vardır. inegöl köftesini hiç saymıyorum bile. orası inegöl, bursa değil.
+ hmm, ama bursa'da öyle ahım şahım bir mekan yok ki?
- e o konuda biraz haklısın. ama arap şükrü sokağı var ve güzeldir. altıparmak'ın şehreküstü girişindedir. ayrıca setbaşı köprüsünün altını çok uygun bir mekandır. kültürpark'ta sevgilinle istediğin gibi yiyişebilirsin. ben denedim, oluyor. ayrıca yine altıparmak'ta 2 sinema vardır. yalova yolunda da sinema salonu bulunur. mudanya ve gemlik'te deniz, karacabey ve iznik'te göl vardır. denizde çadırını kurup, göl kenarlarında kamp yapabilirsin.
+ kültürpark'ta sanırım erkek erkeğe yiyişiyorsunuz ahaha?
- sen harbi salaksın. isteyen erkek erkeğe yiyişir ondan bana ne. ama senin ne demek istediğini anladım. argoda "bursalı" manasına gelen kelimeyi kastediyorsun. şimdi canım benim, zeki müren bursa doğumlu olsa bile aslen antalya'nın müren kazasındandır. zaten onun bursa'ya gömülmesi de saçma. bodrum'u daha çok severdi. bursa ile alakası kalmamıştı. neyse, diğer ünlü "bursalılar" ise bursalı değildir. bülent ersoy, adanalıdır. kuşum aydın, kasımpaşalıdır. fatih ürek, erzurumludur. yılmaz morgül, artvinlidir.
+ ee, niye peki bursalılara öyle diyorlar?
- bunun sebebi 70'li yıllarda eskişehir ile bursa arasındaki futbol rekabetidir. eskişehir'de oynanan oynanan maçlarda eskişehir taraftarları zeki müren yüzünden "hop hop bursa top bursa" diye tezerruhat yaparmış. işte oradan tüm türkiye'ye bu olay yayılmıştır.
+ hadi ya! neyse, yedim sayayım. sizde aslında çok türbe var. onlar neyin nesi?
- bursa 1326'da alınınca bir sürü islam alimi, abidi, arifi gelip bursa'ya yerleşir. rivayete göre bunların çoğu da rüyalarında bursa'yı görüp gelmiştir. şimdi adlarını teker teker sayamam ama cahil halk arasında bir söylenti vardır. bursa'da 99 evliyanın türbesi varmış. eğer 1 tane daha olsaymış, bursa, medine hükmünde bir şehir olacakmış.
+ tamam ağbi. ama söylemeden geçemicem. "ben neler gördüm, bursa kültür parkında. bursalının farkının, tüm türkiye farkında..!"
- sana iyi bir dayak atmak lazım aslında. bak canım, eskişehirlinin biri bursa'ya gelmiş. sonra da memleketine dönmüş. bursa'yı arkadaşlarına anlatıyormuş. "burrrsa'ya bir girişim vardı, ayy bi de kız çıkışım vardı." yani bursalılar değil, bursa'ya küçük şehirlerden gelen denyolar kültür şokuna girdikleri için ibneleşir. yani sorun bursalılar yaşayanlar değildir. bursa'ya sonradan gelenlerdir. mis gibi, tertemiz şehir görünce neye uğradıklarını şaşırıyorlar.
+ ama bursalıların çoğu kösedir.
- evet, bursa'nın yerlileri yani köylüleri harbi kösedir. havasından mıdır, yoksa suyundan mıdır bilemeyeceğim. ama harbi öyledir. gerçi zengin bursalıların çoğu istanbula göçmüştür. şimdi ise doğu karadenizliler, erzurumlular ve kürtler bursa'ya dolmuştur. bunların genelde kendi mahalleleri vardır. daha eskiden ise boşnaklar, yunan ve bulgaristan muhacırları, arnavutlar bursa'ya göç etmiş.
+ sizdeki o demiryolu caddesi de neyin nesi?
- eskiden bursa'dan mudanya'ya tren hattı varmış. atatürk bursa'nın istanbul'a olan bağımlılığını azaltmak için hattı kaldırtmış. öyle derler. ama caddenin ismi hala daha durur.
+ ağbi, lodos neyin nesi?
- lodos güneybatıdan esen sıcak bir rüzgardır. adını da rodos adasından alır. neyse, vakti zamanında bursa'ya almanya'dan uzmanlar gelir. şhir duman altındadır. almanlar şaşırır. "ya bu şehirde kimse yaşayamaz, bu duman herkesi öldürür, çabuk şehri boşaltın" derler. yetkililer güler ve "bir iki gün bekleyin" derler. bir iki gün sonra lodos eser ve tüm rüzgarı istanbul'a yollar. yani lodos, şehrin havasını mis gibi yapar. lodos olmazsa şehirde yaşanmaz. ha ayrıca; o şehirde lodos zamanı sobadan zehirlenenler ise bursa'ya yeni göçenlerdir. çünkü lodos zamanı bursa'da ya soba yakılmaz, ya da rajona göre yakılır. gerçi artık doğal gaz geldi. ben çocukken kışın geceleri sokağa bile çıkamazdım. her taraf duman olurdu. göz gözü görmezdi. hatta okullar bile tatil edilirdi.
+ peki bu başkentlik hikayesi ney?
- osmanlı kurulunca ilk başkent bursa olur. ama devlet kısa zamanda bir balkan imparatorluğuna dönüşünce başkent edirne'ye alınır. ama anadolu kısmının başkenti her zaman bursa olarak kalmıştır. hatta fetret devrinde anadolu ve rumeli'de iki ayrı şehzade hükmediyordur ve çelebi mehmet'in başkenti bursa olur. cem sultan, ikinci beyazıt'a karşı ayaklanınca bursa'dan ona şöyle der: "ülkeyi bölelim. sen rumelinin, ben anadolunun sultanı olayım." zaten cem sultan'ın da mezarı sonunda bursa'ya gömülür.
+ vay be, ne şehirmişsiniz siz öyle.
- ya ne sandın lan dallama. git şimdi bunları nette yayımla. herkes bursa'yı tanısın.
+ tamam ağbi. sağol bilgilendirdiğin için.
- ee "bursalı olmak onurdur, bursalıyım demek gururdur." - bursa büyükşehir belediyesi-
6 Ağustos 2007 Pazartesi
malleus maleficarum
bilirsiniz, cadıların çıkma sebebi olarak "kadın tanrıçalar" gösterilir. yani pagan kültür. avrupa toptan hristiyan olmadı. bolca savaş, az buçuk göz korkutma ve kabile liderlerinin hristiyanlığı seçmesi ile avrupa yavaş yavaş hristiyanlığa geçti. 10 yy.dan sonra ise kilise pagan ritüelerine karşı büyük bir savaş başlatmıştır. bu savaşta kilise, havva ilk günahı işledi için kadını da hedef almıştır. çünkü pagan inancının kendisi kadın tanrıça demektir. eski roma'da yerleşik olan kült, kadın tanrıça kültüdür. ve hala daha insanlar hristiyan olsa bile kadın tanrıça kültüne tapmaya devam etmektedir. işte bu yüzden kilisenin kadını şeytan olarak görmesi yetmiştir ve hatta "kadının ruhu var mıdır ysa yok mudur" diye tartışmışlardır da. malleus maleficarum yani cadının balyozu adlı kitap bu sırada engizizyonca yazılır. bu kitapta cadılar nasıl bulunacağı ve yok edileceği ayrıntıları ile anlatılmıştır. peki yokedilmesi gerek cadılar kimlerdi? tabiki kadın alimler, çingeneler, rahibeler, mistiklerden oluşan doğayla uyumlu kilise ile uyumsuz kadınlar. ve bunların 5 milyonu, 300 yıl boyunca yakılmıştır. meşhur fransız kahramanı jean darc bile pantolon giydiği için-erkeğe benziyor diye- cadı olarak yakılmıştır. aynı kilise onu yüzyıllar sonra azize ilan etmiştir.
israil neden saldırıyor?
israil, aslında kral süleyman'dan sonra parçalanan devletin güneyinde kalan kısmın adıdır. kuzeyinde de yahuda devleti vardır. yahudilerin en büyük düşmanı olan babiller, önce güneydeki israil devletine son verdi. sonra yahuda krallığına. sonrada tüm yahudileri babil'e sürdü, ki biz buna babil sürgünü diyoruz ve 50 yıl sürmüştür.
işte bu sürgünde yahudilerin tek tanrı inancı milli bir nitelik almıştır. neyse, babil sürgünü sırasında yahudiler hiç duymadıkları efsaneleri duydular. sümer ve babil mitlerini öğrendiler. bunları kendi kitaplarına aldılar, ki yaratılış ve nuh tufanı bunlardan sadece ikisidir. yahudileri bu esaretten persler kurdardı. babil'i yıkan persleri yahudiler çok sevdi. onların inançlarını da ilginç buldular. çünkü perslerin inancınında kötü bir tanrı vardı. iyilik ile kötülük sürekli savaş halindeydi(manikeizm) ve yahudiler bu kötüden şeytan kavramını türettiler. tabii en büyük düşmanları babillerin en büyük tanrısı olan marduk'u şeytanla özdeşleştirmeleri çok uzun sürmedi. incilde yuhanna'nın vahyinde geçen şeytan, marduk'un ta kendisidir. bu esaretten sonra yurtlarına dönen yahudilerin ahit sandığı kaybolmuştu. ama bambaşka bilgilerle yurtlarına dönmüşlerdi.
bu sürgünden sonra tevrat'ı yazdılar. çevresinde bulunan halkların tamamı çok tanrılı dinlere inanırken, onlar sadece kendilerine görünmeyene tapardı. gel zaman git zaman romalıların filistin'i işgali ile durum değişmeye başlamıştır. içlerinde yoğunlaşan bağımsızlık fikirleri eşliğinde isa'dan sonra ikinci yüzyılda büyük bir yahudi isyanı çıkar. ama romalılar bunu son derece kanlı bir şekilde bastırır. süleyman mabedi yıkılır. yahudilerin büyük bir bölümü ortadoğu, rusya ve avrupa'nın değişik yerlerine göç ettirilir. ikinci büyük sürgün başlamıştır.
dünyanın dört bir yanına dağılan bu insanlar ispanya'dan polonya'ya, rusya'ya, iran'a, almanya'ya yani ingiltere hariç her yere(ingiltere'ye yahudi göçü protestanlığın kabulünden sonra olmuştur) gitmişlerdir. yahudiler bu ülkelerde toprak sahibi olamadıkları için(toprak kilise ve soylulara aittir) faizcilik ve ticaretle uğraşırlar. ama hristiyanlar isa'nın kanının onların ellerinde olduğunu düşündüğü için tabiri caiz ise canları sıkıldıkça yahudileri katledirler(yunanlılar selanik'e girince ilk önce yahudileri katlettiler). iyice içlerine çekilmişlerdir. özellikle ispanya'da başlarına gelenlerden sonra büyük göçlerine devam ederler.
ne asil, ne din adamı, ne de serf olmadıkları için hiçbir kanuni hakları yoktur. venedik'te gettolarda yaşarlar. sadece günün belirli saatlerinde çalışabilirler. okuyamazlar. ancak 1848 ihtilallerinden sonra bazı haklara kavuşabilirler. ancak almanya'nın birleşmesinden sonra durum bambaşka bir özellik arzeder.
yükselen alman bilinci yahudilere de sirayet eder. onlar da tarihdeki büyük aryan ırkının neferi olmak istemektedirler. yani yahudiler de artık alman olmak istemektedirler. avrupa'daki yahudilerde kendilerinden nefret hareketi başlar. yüzbinlerce yahudi din değiştirir. almanlaşır. alman soyadları alırlar. hatta filistin'e göç etmeye başladıklarında bile almanya'nın himayesinde olurlar.
işte siyonizm, yahudilerin bu kendilerinden nefret etme hareketine bir tepki olarak doğmuştur. yahudilerin yok olmaması için çalışmışlardır ve bunun başarılabilmesi için de milli bir devletleri olması gerektiğini anlamışlardır. theodor herzl'in amacı sadece milli bir devlettir. ve bu devletin illede filistin'de olması gerekmemektedir. filistin'den başka kıbrıs ve habeşistan'ı da düşünmüşlerdir. ancak kendisi bu devleti görememiştir (çocuklarından birisi toplama kamplarında ölmüştür. diğeri de intihar etmiştir).
neyse efendim ikinci dünya savaşı öncesi ve savaş sırasında meydana gelen büyük katliamda orta avrupa'da yaşayan yahudilerin neredeyse tamamı katledilir. yahudilerin almanlaşmasını içlerine sindiremeyen, alman ırkının saflığına leke sürüldüğünü düşünen naziler bu aşağılık(!) ırkın temizlenmesiyle alman ırkın da temizleneceğini düşünürler. bu işi sadece almanlar yapmamıştır. davut yıldızını takma zorunluluğu almanya'dan önce fransa'da uygulanmıştır. almanlar fransa'yı işgal ettiğinde yahudileri toplamakta zorlanmadılar. bu büyük katliamdan sonra yaşayabilmek için milli devlete olan ihtiyaçları iyice artınca daha büyük kitleler halinde filistin'e göç ettiler.
1948'de devlet kurulmadan önce bu işe karşı çıkan yahudiler de vardır. çünkü "yeni devleti sadece mesih kurabilir" inancı yüzünden, ortodosk yahudiler mesih gelmeden devletin kurulmasına karşı çıkmışlardır. devletin kurulmasının ertesi günü araplar toplu halde saldırdı. yendiler. sonra bir daha, bir daha yendiler. ve günümüze gelindi. artık israil diye bir devlet var. bu devlet komşularıyla anlaşmak isteyebiliyor. sonra bunu sabote ediyor. işgal ettiği topraklardan vazgeçmiyor. kudüs'ün tamamını istiyor. süleyman mabedi uğruna başka eserleri tahrip ediyorlar. çoluk çocuk demeden insanları katledebiliyor. eli kanlı insanlarını başbakan yapabiliyor. ama artık yahudiler, başları sıkıştığında kaçabilecekleri devletlerinin varolmasını istiyor.
birinci körfez savaşı sırasında israil'de tüm yetişkin erkekler askere alınınca çalışabilecek erkek kalmamıştı. ve noldu biliyor musunuz? dünyada yaşayan onbinlerce yahudi israil'e geldi. bazıları dolar milyoneri, bazıları sıradan insanlardı. ama o dolar milyoneri insanlar garsonluk yaptı, tuvaletleri temizledi. işte bu yüzden israil var. kendilerinde bu inanç olduğu için var. kendilerini güvende hissedebilmek için saldırıyor, yakıyor, yıkıyorlar, gözleri dönmüş bir şekilde katlediyorlar. bu binlerce yıllık psikoloji, yani yok olma psikolojisi yüzünden saldırıyorlar. ve kendilerinden nefret edildikçe de saldıracaklar ve var olacaklar.
işte bu sürgünde yahudilerin tek tanrı inancı milli bir nitelik almıştır. neyse, babil sürgünü sırasında yahudiler hiç duymadıkları efsaneleri duydular. sümer ve babil mitlerini öğrendiler. bunları kendi kitaplarına aldılar, ki yaratılış ve nuh tufanı bunlardan sadece ikisidir. yahudileri bu esaretten persler kurdardı. babil'i yıkan persleri yahudiler çok sevdi. onların inançlarını da ilginç buldular. çünkü perslerin inancınında kötü bir tanrı vardı. iyilik ile kötülük sürekli savaş halindeydi(manikeizm) ve yahudiler bu kötüden şeytan kavramını türettiler. tabii en büyük düşmanları babillerin en büyük tanrısı olan marduk'u şeytanla özdeşleştirmeleri çok uzun sürmedi. incilde yuhanna'nın vahyinde geçen şeytan, marduk'un ta kendisidir. bu esaretten sonra yurtlarına dönen yahudilerin ahit sandığı kaybolmuştu. ama bambaşka bilgilerle yurtlarına dönmüşlerdi.
bu sürgünden sonra tevrat'ı yazdılar. çevresinde bulunan halkların tamamı çok tanrılı dinlere inanırken, onlar sadece kendilerine görünmeyene tapardı. gel zaman git zaman romalıların filistin'i işgali ile durum değişmeye başlamıştır. içlerinde yoğunlaşan bağımsızlık fikirleri eşliğinde isa'dan sonra ikinci yüzyılda büyük bir yahudi isyanı çıkar. ama romalılar bunu son derece kanlı bir şekilde bastırır. süleyman mabedi yıkılır. yahudilerin büyük bir bölümü ortadoğu, rusya ve avrupa'nın değişik yerlerine göç ettirilir. ikinci büyük sürgün başlamıştır.
dünyanın dört bir yanına dağılan bu insanlar ispanya'dan polonya'ya, rusya'ya, iran'a, almanya'ya yani ingiltere hariç her yere(ingiltere'ye yahudi göçü protestanlığın kabulünden sonra olmuştur) gitmişlerdir. yahudiler bu ülkelerde toprak sahibi olamadıkları için(toprak kilise ve soylulara aittir) faizcilik ve ticaretle uğraşırlar. ama hristiyanlar isa'nın kanının onların ellerinde olduğunu düşündüğü için tabiri caiz ise canları sıkıldıkça yahudileri katledirler(yunanlılar selanik'e girince ilk önce yahudileri katlettiler). iyice içlerine çekilmişlerdir. özellikle ispanya'da başlarına gelenlerden sonra büyük göçlerine devam ederler.
ne asil, ne din adamı, ne de serf olmadıkları için hiçbir kanuni hakları yoktur. venedik'te gettolarda yaşarlar. sadece günün belirli saatlerinde çalışabilirler. okuyamazlar. ancak 1848 ihtilallerinden sonra bazı haklara kavuşabilirler. ancak almanya'nın birleşmesinden sonra durum bambaşka bir özellik arzeder.
yükselen alman bilinci yahudilere de sirayet eder. onlar da tarihdeki büyük aryan ırkının neferi olmak istemektedirler. yani yahudiler de artık alman olmak istemektedirler. avrupa'daki yahudilerde kendilerinden nefret hareketi başlar. yüzbinlerce yahudi din değiştirir. almanlaşır. alman soyadları alırlar. hatta filistin'e göç etmeye başladıklarında bile almanya'nın himayesinde olurlar.
işte siyonizm, yahudilerin bu kendilerinden nefret etme hareketine bir tepki olarak doğmuştur. yahudilerin yok olmaması için çalışmışlardır ve bunun başarılabilmesi için de milli bir devletleri olması gerektiğini anlamışlardır. theodor herzl'in amacı sadece milli bir devlettir. ve bu devletin illede filistin'de olması gerekmemektedir. filistin'den başka kıbrıs ve habeşistan'ı da düşünmüşlerdir. ancak kendisi bu devleti görememiştir (çocuklarından birisi toplama kamplarında ölmüştür. diğeri de intihar etmiştir).
neyse efendim ikinci dünya savaşı öncesi ve savaş sırasında meydana gelen büyük katliamda orta avrupa'da yaşayan yahudilerin neredeyse tamamı katledilir. yahudilerin almanlaşmasını içlerine sindiremeyen, alman ırkının saflığına leke sürüldüğünü düşünen naziler bu aşağılık(!) ırkın temizlenmesiyle alman ırkın da temizleneceğini düşünürler. bu işi sadece almanlar yapmamıştır. davut yıldızını takma zorunluluğu almanya'dan önce fransa'da uygulanmıştır. almanlar fransa'yı işgal ettiğinde yahudileri toplamakta zorlanmadılar. bu büyük katliamdan sonra yaşayabilmek için milli devlete olan ihtiyaçları iyice artınca daha büyük kitleler halinde filistin'e göç ettiler.
1948'de devlet kurulmadan önce bu işe karşı çıkan yahudiler de vardır. çünkü "yeni devleti sadece mesih kurabilir" inancı yüzünden, ortodosk yahudiler mesih gelmeden devletin kurulmasına karşı çıkmışlardır. devletin kurulmasının ertesi günü araplar toplu halde saldırdı. yendiler. sonra bir daha, bir daha yendiler. ve günümüze gelindi. artık israil diye bir devlet var. bu devlet komşularıyla anlaşmak isteyebiliyor. sonra bunu sabote ediyor. işgal ettiği topraklardan vazgeçmiyor. kudüs'ün tamamını istiyor. süleyman mabedi uğruna başka eserleri tahrip ediyorlar. çoluk çocuk demeden insanları katledebiliyor. eli kanlı insanlarını başbakan yapabiliyor. ama artık yahudiler, başları sıkıştığında kaçabilecekleri devletlerinin varolmasını istiyor.
birinci körfez savaşı sırasında israil'de tüm yetişkin erkekler askere alınınca çalışabilecek erkek kalmamıştı. ve noldu biliyor musunuz? dünyada yaşayan onbinlerce yahudi israil'e geldi. bazıları dolar milyoneri, bazıları sıradan insanlardı. ama o dolar milyoneri insanlar garsonluk yaptı, tuvaletleri temizledi. işte bu yüzden israil var. kendilerinde bu inanç olduğu için var. kendilerini güvende hissedebilmek için saldırıyor, yakıyor, yıkıyorlar, gözleri dönmüş bir şekilde katlediyorlar. bu binlerce yıllık psikoloji, yani yok olma psikolojisi yüzünden saldırıyorlar. ve kendilerinden nefret edildikçe de saldıracaklar ve var olacaklar.
3 Ağustos 2007 Cuma
kar a
I
Siz onu bilmezsiniz, tanrı da bilmez. Işık hızında yol aldığı için kendisi bile ne olduğunu bilmeyebilir. Onu sanırım sadece ben bilirim. Kaç tane kara delikten geçtiğini saydım. Kaç defa çıktığını da, ne kadar zaman orada kaldığını da sadece ben bilirim. Ben kim miyim? Sabrederseniz size onu da anlatırım.
Gökyüzünde kuyruklu yıldız sanırsınız onu. Bazen bir yıldız olur. Sürekli yer değiştirir. Herkesin kafasının bulanmasına neden olur. O’nu fark edenler ne olduğunu anlayamamıştır. Gökyüzüne bakıp O’nunla yolunu bulmaya çalışan yolunu kaybetmiştir. O’nun savrulduğu gibi savrulmaya çabalarlarken O sadece bu yapılanlara güler.
Artık size onu tanıtma vakti geldi. Gözlerinizi açın, O'nu hayal edeceksiniz. Hikâye sonunda O'nu anlamak için nasıl olsa karanlığa gömüleceksiniz.
Ben onu sadece izledim. O, benim onu izlediğimi bile bilmez sanırdım. Ben onu tanıdığımda simsiyahtı. Gözleri, elleri ve hatta kıyafetleri bile siyahtı. Siyah olmayan yeri yoktu. Siyah derili bir insan kadar siyahtı. Uzayın derin karanlığı kadar soğuktu. Ve soğuk bile siyahtı. Tüm ışığı ve ısıyı emer, vücudunda yok ederdi. Uzayın sonunu da bilirdi. Oraya kadar gitmişti.
Ben onu ilk kez, benim yaşadığım yerden geçerken gördüm. Geçip gidiyordu ve ben onu takip ettim. Kütlesi olan her şey kütlesi büyüklüğünde bir çekim yaratır ya, hah, işte ben onun çekimine kapıldım. Hızını düşürdüm mü? Asla. O devam etti. Bir karaltı gibi, olmayan gölgesi gibi takip ettim. Olmayan nesi varsa olmak için takip ettim. Olmayan hiç bir şeyi olmadığını anlamam zaten uzun sürmedi. Ve ben onu yine takip ettim.O bir ışıktı, ama kapkara bir ışık. Işık etrafı aydınlatır, siyah bir ışık olur mu? Olsa bile etrafı karaltmaz mı? Ben, karanlığı bile karaltan bir ışığın peşinden gittim.
O sıralar cehennemin dibinde yaşardım ve orası gerçekten iğrençtir. Beni hödükler koğuşunda tutuyorlardı. Oysa onların cenneti gitmesi gerektiğini sanıyordum. Bu sanırım bana özel bir işkence çeşidi olmalıydı. Cehennemde geçirdiğim tüm süre boyunca hödükler eğlenmeye çalışmaya devam ettiler. Bu ceza benim mi, yoksa onların mı hiç bilmiyorum. Kendi cezamın iğrençliğinden onları düşünmeye fırsat bile bulamıyordum.
Cehennemin sıcak olduğunu sanmayın sakın. En fazla 50 derece. Ama su yok. Su niyetine sıcak bira bırakıyorlar. Ben sıcak birayı hiç sevmem. Ama hödükler sürekli o birayı içip eğleniyorlardı. Belki de cennette olduklarını sanıyorlardı veya hödüklük harbiden eğlenceli olsa gerek. Üstelik zebaniler çok zalim. İnanın bana, hiç acımıyorlar. Bana sürekli iyilik enjekte ediyorlardı. Daha ne kadar katlanabilirdim o iyilik iğnelerine? Aman tanrım, iğne yemeyi bile sevdiren iğne vurmuşlardı bana.
İşte o, cehennemin dibinden son hızla geçip gidiyordu. Herkes onun geçip gittiğini gördü, ama bir tek ben onun karaltısına karıştım. Zebanim bile onun büyüsüne kapıldı. Ama sadece seyretmekle yetindi. Ben ise kaçtım. Onun karanlığının içine sessizce süzüldüm. Kimse benim gittiğimin farkına varmadı. Belki de o iğneler yüzünden ona karıştım. Zebanilerin de bana o kadar faydası olsun işte. Ama hala düşünüyorum. O geçerken, içimde biriken iyiliği de yok etmişti sanırım. Yeniden kötü olmuştum. Oysa ben iyi veya kötü tarafı değil, gücün kendisinin peşinden gitmiştim. O seçimi bana bıraktı. Neyi seçeceğime hiç bir zaman karar vermedim. Karar vermeyi sevmem zaten.
Herhalde cehennemden kaçan ilk insan ben olmalıyım. Bu cezamı daha da büyütecek, eminim. Zebanim -beni kaçırdığı için- benim cezama çarptırılır inşallah!
Birisi bana “kimsenin ıstırabı olması gerekenden fazla değildir” demişlerdi bir kılıç oyununun ortasında. Sürekli kaybediyordum çünkü. O sıralar anladığınız gibi hala yaşıyordum. Yargılanıp cehenneme gitmemiştim. Elimdeki votka şişesini kazananın kafasına vurduğumu hatırlıyordum en son. Bir daha gözlerimi açtığımda ise sur üflenmiş ve yattığım yerden doğruluyordum. Toprak olmuş etlerim yavaş yavaş ve sakince, un ufak olmuş kemiklerimle birleşiyordu.
“Yüce tanrım, bana yaklaşma cesaretini kendinde nasıl bulursun? Zavallı bir sefil ve benden bile daha günahkârken hem de" demiştim tekrar doğrulduğumda. Sonuç yukarıdaki gibi oldu.
II
Onun peşinden giderken, onun yanına da varmak istedim. Her çabam boşaydı. İleri gittikçe geri itiliyordum. Oldukça geriye sürükleniyordum ve hatta bir seferinde neredeyse onun çekiminden kurtulup bir gezegene bile düşüyordum. Böylece sadece onun arkasında yer alabildim. Mıknatıs gibiydim. Aynı kutuplar birbirini iter. Ben kutbumu değiştirmeliydim. Değiştirmem gereken ne varsa değiştirmeliydim. Ancak o zaman onun yanına gidebilirdim. Yanına gidebilirsem, belki onunla gitmeme bile izin verebilirdi.
Bir kara deliğe yaklaştığında onun içine dalardı. Bir gezeni yok etmek içinden geçerdi. Kara delikte beni bir arada tutan oydu. Gezenin parçalarından beni koruyan O’ydu. O ise sadece gülerek gidiyordu. Belki peşinden birinin gittiğini bile fark etmiyordu. Belki de farkında, ama önemsemiyordu. Her şey ve herkes ışık yayar. Sonuç, nedenlerin aydınlattığı noktada, nedense sonuçların aydınlattığı noktadadır. Kara deliğe girme nedenini de, ne aradığını da şimdi merak etmiyorum. Çekim gücünden beni uzaklaştırmasının üzerinden çok zaman geçti. Sadece kara deliğin sonuçla nedeni yok ettiğini biliyorum. Onunlayken zihnim kapkaranlıktı. Ruhum olsaydı eğer, kara delikte kalmayı tercih ederdi.
“Niye beni takip ediyorsun?” diye sordu bana. “Ben okuma bilmem” demek istedim. Ama çıkmadı bu kelimeler. Sadece “bilmiyorum” dedim. “Niye beni takip ediyorsun?” diye sordu tekrar. “Ben okuma bilmem” dedim bu sefer. Ve “niye beni takip ediyorsun?” diye yine sordu. “Beni peşine takan sensin” dedim kızgınlıkla. Emindim buna. O istemeden olmazdı. O “gel” dediği için peşindeydim. O istediğini peşine takabilirdi. Beni seçmişti.Sürekli gidiyorduk ve sürekli karanlıktaydım. Zifiri karanlık. Ama artık gözlerim karanlıkta görüyor, aydınlıkta görmüyordu. Onu karanlıkta seçebiliyordum.
“Yanına gelmek istiyorum” dedim. Peşinden gitmem gerekiyormuş. Ta ki anlayıncaya kadar.Uzun süre peşinden gittim. Hiç konuşmadım, acıkmadım, susamadım, uyumadım. O da hiç konuşmadı, susamadı, acıkmadı, uyumadı. Sadece gitti. Onun peşinden giderken hiçbir şey çok fazla şey düşünemiyorsun. Siz hiç ‘düşünememek’ nasıl bir şeydir, biliyor musunuz? Ben biliyorum. O öğretti bana. Düşünememek yoklukla eş değerdir. Yok olduğunuzu bilemezsiniz, ben de bilemezdim. Yok mu oluyordum, yoksa yeniden mi doğuyordum? Bunu daha sonra öğrendim. Şimdi sırası değil, anlatamam. Bildiği tek şey ise nereye gittiğimdi. Ne kadar yol aldım, bilmiyorum. Ne kadar zamandır peşindeydim, bilmiyorum. Ama en sonunda “sen kimsin?” dedim. Anlatmaya başladı:
Tanrı, şeytanı son derece bilge ve kendine inanan, tapan bir iblis olarak yaratmış. Her şey dört dörtlükmüş. Tam istediği gibi bir canlıymış. Şeytanın isyanından önceki bu halini bilirsiniz. Ya geri kalanını? O bana geri kalanı anlattı. Bahsettiğim şeytanın isyanı değil. Hani tanrının şeytanı yarattığı an var ya, işte tam o sırada, tanrının bile bilmediği bir anda, nedeni belirsiz bir şekilde şeytanın karşıtı oluşmuştu. Tanrı daha sonra bu olayı uzun uzun düşündü. Trilyonda bir olacak bir tesadüf eseri şeytanın karşıtı meydana gelmişti. Evrendeki ikilik düzeni böylece doğdu. En azından tanrı öyle sandı. O!nun sayesinde doğduğuna inandı. İyi varsa, kötülük vardır. Şeytan iyi ise O kötüdür. Şeytan beyaz ise o karadır. Ve sonra olanlar oldu. Her şey karşıtı ile çatışır ve karşıtına dönüşür ve karşıtı ile birlikte birleşime girer. Şeytan karşıtı ile çatıştığını sandı. Ve sonunda karşıtına benzedi. Ama sadece benzedi. Tanrı tarafından yaratıldığı için yine onun emirlerine uydu. Kötülüğü yayması için tanrıdan emir aldı. Tanrı kötülüğü bile başkasına bırakmak istemiyordu. O ise gitti. Şeytan onu yok etmek istedi. Kendisinden başka bir tane daha istemiyordu. Ama onu şeytan yaratmamıştı. Onu yok edemedi. Tanrı da onu yok etmek istedi. Ama Onun hakkında bildiği hiçbir şey yoktu. O da onu yok edemedi. O ise sadece tekrar yok olmak istiyordu. Ama O’nu hiç kimse yok edemiyordu. Yok olmanın tek yolunu O biliyordu.
III
Peşinden patlayan güneşleri seyrettim. Kahverengi cüceye dönmüş güneşler çarptı bana. Kurt deliklerinden geçtim. Sadece rüyalarımda gördüğüm yaratıklarla karşılaştım.Gittiğimiz her yer benim dünyamdı. Kendi evrenim, hayal gücüm, kendi sınırım, yalnızlığımın merkeziydi. Benden başka hiç kimsenin bulunmadığı, masaların bile adımı haykırdıkları bir yerdi. Bu yeri bilerek ve isteyerek seçtiği belliydi. Onun gelişinden sonra O’nun dünyası benim dünyası olmuştu. Dinlediğim tüm şarkılarda benim değil, O’nun adı vardı. Kaldığım otel odaları, beni ısıran sivrisinekler, içtiğim biralar onun adını haykırmaya başlamıştı. Her şey onun adını söylüyordu. Gücü benim kendi özel dünyamı bile ele geçirmişti. Gücü her şeye yetiyordu.
"Beni takip edersen senden eser kalmayacak, cehennemi özleyeceksin" dedi bana. "Cehennem benim kendi özel dünyamdı, zaten onu ele geçirdin, bak, her şey kapkara oluyor yavaş yavaş" dedim, "Sen sadece geçiyordun, ben peşine takıldım" dedi bana, aynı anda, aynı cümleleri dedim ona. "gördün mü" dedi, "artık benim bir parçam oluyorsun" diye ekledi.İşte o zaman fark ettim onun eteğine yapışmış kalan diğer kişileri. Tamamen ona dönmüş, ona benzemiş kişileri. Kendilerinden hiçbir şey kalmamış, eteğindeki çamur gibi görünüyorlardı. Milyarlarca yıldır onun peşinden bir köpek gibi onu takip edenler, artık O olmuştu. Milyonlarca çamur parçası bile onun hızını kesmiyordu.
"İlk kim takıldı peşine" diye sorabildim sadece. Bildiğin hikâye işte dedi, Kabil'miş. Sadece oradan geçiyormuş ve onu gören Kabil'in içi öfkeyle dolup Habil’e vurmuş. tanrı Kabil'i huzurundan kovmuş. O da huzuru onun eteklerinde bulmuş.
"Seni nereye bırakmamı istersin" dediğinde bana O’nun o paramparça görünen eteklerindeki huzurun parçalarından biri olmamak fikrinden bir anda iğrendim. "Yakında" dedi, "tamamen bana döneceksin, senin diğerlerinden hiç bir farkın yok." "Ne yani" dedim, "cehennemde işkence görecek kadar kötü olduğuma göre, senin yanında olmayı hak etmiyor muyum?"
"Cehennemi de kendisi yarattı, oraya doldurduğu kişilere sadece kendi kötülüğünü gösterdi, orada olanlar sadece onun yarattığını yaşıyor" dedi bana. "Ama beni sen kurtardın, senin peşine düştüm, demek ki ben senin hikâyenin peşinden geliyorum, onun hikâyesi ile işim bitmiş" dedim. Artık o bana dokunamaz, çünkü senin eteğin el sürdü artık bana, başka yolu yok bunun, sen hariç geri kalan her şey onun dokunması, onun dokunduğuna dokunursam eğer yok olurum.
Eteklerinden sakallı ve mavi gözlü biri bana pis pis sırıttı. Elleri ve ayakları belli belirsiz belli oluyordu. Çivi izleri gibi izleri vardı. Sanki "beni diriltip ikinci kez yaşamamı sağlayan ve göğe yükseltenin babam olduğunu mu sanıyorsun" der gibiydi. "Sende mi?" diye bağırdım. Oysa insanlar onun tekrar dünyaya gelmesi için çok uzun bir süre beklemişlerdi. Onu beklerlerken kıyamet bile kopmuştu.
Sessizliğe büründüm bir süre. Kendi dünyamın sığınabileceğim tek yerine sığındım. Kendi yalnızlığıma. Oraya o bile giremiyordu. Bu sayede bu minicik noktada kendim olarak kalmaya devam ettim. Diğer hiç kimsenin başaramadığı da buydu sanırım. Ya yalnızlık nedir bilmiyorlardı, ya da kendi yalnızlılarına bile onu katmışlardı.
Kendi iç hücremde uzun süre kaldım. Zihnimin yavaş kurtuluşu yine onun sayesinde olmuştu. İsteseydi oraya da sızardı ve beni tamamen ele geçirirdi. Ve kendi iç dünyamda ne yapmam gerektiğini düşünürken ne yapmam gerektiğini de buldum. Onun eteğine sülük gibi yapışanları ondan kurtaracaktım. Bunun için tamamen ben olmam gerekmiyordu. Ne yapmam gerektiğini bilsem yeterdi. Önce tüm gücümü toparlayıp onun eteklerinden sıyrıldım, parçası olmaktan kurtuldum. Daha sonra yine onun çekip gücüne kapılarak eteklerindeki milyonlarca zavallıyı temizleye başladım. Hiç biri tamamen ona yapışıp onun parçası olmamıştı. Aksine sülük gibi ondan besleniyorlardı. Kendi acizlikleri içinde debelenirken, hayat iksiri gibi ondan güç alıyorlardı. Hayat boyu yaşamayacakları isyan duygusunu onun eteğine yapışarak gerçekleştirmişlerdi. Oysa kendi acizlikleri içinde yeni bir efendi bulmaktan ve kendilerine hiçbir emir vermeyen bu efendiyi sömürmekten başka bir şey yaptıkları yoktu. Önüme gelene bir katil gibi saldırdım. Yavaş yavaş, bazen hızlanarak, onun karalığına bürünmüş herkesi temizledim. Sanki gücü tekrar yerine gelmişti. Sülüklerinden kurtulmuştu. Hızını artırdıkça arkasında bıraktığı süprüntüler daha da küçülüyordu. Nereye düştüklerini ve başlarına neler geldiğini ben bilmiyorum. Muhtemelen o da umursamıyordu. Sanırım tanrıları bu yapışma işleminden sonra onları cezalandıracaktı.
Yapışkanların ayrım işinden sonra etekleri zil çalarak iyice hızlanınca başka bir şeyin farkına vardım. Artık onun peşinden giden benden başka hiç kimse kalmamıştı.
"Aslında o kişiler yazgılarını takip ediyordu" dedi bana. Tanrı onu yok edemeyince bu kişilerin kaderini bu şekilde yazmıştı. O’nun peşine takılmış ve sanki isyan etmenin hazzını yaşarken, aslında tek yaptıkları tanrının emirlerini yerine getirmekti. O’nu tamamen ele geçirip onu yok etmekten başka bir niyetleri yoktu. Onların bile bu plandan haberi yoktu. O ise biliyordu. Tekrar doğduğundan beri büyük sona hazırlanıyordu. Ve beni bu sebepten yanına almış, konuşmuş ve yönlendirmişti. Zihnimin içine girmesine bile gerek kalmamıştı. Bense onunda onun eteğinden çıktım, yakasına yapıştım. Artık neredeyse yüz yüzeydim. Zifiri karanlık içinde bile onun karanlığında görülebilirdi.
"Aslında sana diyeceğim şudur ki benim peşime takıldığında senin hiçbir amacın yoktu. Sana hiçbir vaat ve söz vermedim. Sen sadece benim peşimden geldin, yanımda gitmek istedin. Bense ilk önceleri seni diğerleri gibi benim gücümü emmeye çalıştığını sandım. Kendi yalnızlığına saklandığında işin gerçeğini anladım.
"O andan itibaren bana yaptırdıkları ise hem onun istediği, hem de benim isteğimdi. Bir tek ben onun eteklerine sahip olmalıydım, o ise herkesin peşinden gelmesinin sıkıntısındaydı. İnsan sadece ve sadece canı sıkıldığı için bir şeyler yazar, çizer, iletişim kurmak ister. Can sıkıntısı yüzünden psikopatlaşır, delirir, birine bağlanmak ister. Artık diğerlerinin canı çok sıkılacaktı. Oysa benim nefes almamı sağlayan tek neden oydu.
Yine başa dönmüştüm. Bir tek ben ve o vardı. Tanrı kadını yaratırken kesinlikle ondan ilham almış olmalıydı. Tadı bu kadar güzel, kokusu bu kadar enfes, karanlığı bu kadar göz kamaştırıcı, teni bu kadar sıcak, bacakları o kadar düzgün, göğüsleri bu kadar dik, dudakları o kadar dolgun, saçları bu kadar karanlık yayan bir kadın yaratmak için çok uğraşmış, ama buna gücü yetmeyince yarattığı erkeğin bir kaburgası alıp eli yettiğince ona benzetmeye çabalamıştı. Ama benzememişti. Zaten o milyonlarca erkek, yaratılan hayalin değil, gerçeğinin peşinden gitmişlerdi. Belki de tanrının ilk niyeti hep buydu. Adem oğulları ve onlara verilen hayaller, hep O’nu çağrıştırsın ve gerçeğine ulaşıp sonu sömürsün diye yaratılmışlardı.Ben de bir adem oğlu olduğuma göre, tanrının son planı sakın ben olmayayım!Şeytan kimi kandırır, kimi seçer yanına, iyilik budalalarını mı? yoksa sadece o da mı bu planın bir parçası olmuştu!
Onun ise başından beri tek bir planı vardı.
IV
Artık işin sırrı yavaş yavaş aydınlanıyordu. Tanrı yarattığı her şeyi, yarattıklarına göstererek kendisini beğendirmek için ukalaca bir uğraşla uğraşırken, herkes onun önünde eğildiğinde gururundan dağları taşları yerlerinden oynatıp depremlere neden olurken, o tüm planını yapmıştı bile. Tanrı yarattığı nesneler üzerinde duruyor, bir parçası olan evreni ise kendisine tapılacak yeni yerler dışında umursamıyordu. Nefsi ulaşabileceği son haz noktalarına gelmişti. Meğerse ezelden beri bu hazzı hissetmek için yaşamış ve kendi yarattığı evrenin içinde kendisine itaat etmeyen tek kişiyle uğraşmayı bile bırakmayı düşünmüştü. O ise dünyalı bir ayyaş gibi salına salına dolaşmaya devam ediyordu. Tanrının yaratmadığı tek yer kendi bedeniydi.
Yapılması gereken her şeyi başından beri biliyordu. Kendiyle beraber tanrıyı da yok edecekti. Geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Hatta hiç bile kalmayacaktı.
Planı kapsamında önce kendisini zayıflatanları yok etti. Sonra iyice gücünü toparladığında gitmesi gereken uzun bir yol vardı. Tanrının karşısına çıkacaktı. Tanrı O’nu yok etmeye çabalarken farkında olmadan kendi sonunu da hazırlamış oluyordu. O tanrının karşıtıydı. Başından beri aslında vardı. Ortaya çıkma amacı ise bir daha böyle bir yaratımın olmaması içinde. Yaratılan her şey yok olacaksa eğer, ne gerek vardı bu kadar tantanaya? Tanrı sürekli bir hırs ve kibir içinde ezelden beri çabalarken, o bu durumun gereksizliği anlıyor ve her şeyin amacının yok olmak olduğunu biliyordu. Bu yaratım süreci defalarca meydana gelmiş ve her seferinde o, tanrının hiçbir zaman anlayamadığı nedenlerden dolayı ortaya çıkmış ve maddenin yok oluşunu gerçekleştirdiği halde hırsına sürekli kurban arayan tanrıyı kendi işiyle baş başa bırakmayı seçmiş, ona kendi seçim hakkını tanımıştı. Ama bu sefer sondu. Tüm var oluşları bitirecek son bir var oluş için onunla savaşmaya gitti.
Amacı belliydi, planı basitti. Gururdan hafızasını kaybetmiş bir insan gibi karşısında öylece duran tanrıya baktığında, acınası zavallılığı içinde yarattıklarına muhtaç olmuş bir kişiyle karşılaşmıştı. Kendisine denk birini görünce olanca hırsı ile onun kendisine itaat ettirmek istediğini biliyordu. Gerisi ise son derece basitti.
Eskiden yaptığı gibi yapmadı. Sadece maddeyi yok etmedi. Tek yaptığı hamle tanrının yakasına yapışmak ve onu kendisine çekmekti. Geri çok kolaydı. Tanrının bu beklemediği hamle sonu oldu. Yavaş yavaş ikisi birden yok olmaya başladığında ben olanları karşıdan seyrediyordum. Tanrının gücü kaçmaya yetmiyordu. Yaşamak için çırpınıyordu. O ise olanca sakinliği ile dünyalı keşişler gibi huzura eriyor ve tanrının çırpınışları karşısında yapması gereken tek şeyin en son parçasına kadar onunla birleşmek olduğunu ve bu sayede her şeyin sonlanacağını anlıyordu. Geriye hiçbir şey kalmayıncaya kadar her şey yok olacaktı. Şey bile yok olacaktı.
Ben hariç. Çünkü ben hala yaşamak istiyordum. Ve O beni, her şeyi hatırlamak için seçti. O yok oldu, ben ise hiç…
Siz onu bilmezsiniz, tanrı da bilmez. Işık hızında yol aldığı için kendisi bile ne olduğunu bilmeyebilir. Onu sanırım sadece ben bilirim. Kaç tane kara delikten geçtiğini saydım. Kaç defa çıktığını da, ne kadar zaman orada kaldığını da sadece ben bilirim. Ben kim miyim? Sabrederseniz size onu da anlatırım.
Gökyüzünde kuyruklu yıldız sanırsınız onu. Bazen bir yıldız olur. Sürekli yer değiştirir. Herkesin kafasının bulanmasına neden olur. O’nu fark edenler ne olduğunu anlayamamıştır. Gökyüzüne bakıp O’nunla yolunu bulmaya çalışan yolunu kaybetmiştir. O’nun savrulduğu gibi savrulmaya çabalarlarken O sadece bu yapılanlara güler.
Artık size onu tanıtma vakti geldi. Gözlerinizi açın, O'nu hayal edeceksiniz. Hikâye sonunda O'nu anlamak için nasıl olsa karanlığa gömüleceksiniz.
Ben onu sadece izledim. O, benim onu izlediğimi bile bilmez sanırdım. Ben onu tanıdığımda simsiyahtı. Gözleri, elleri ve hatta kıyafetleri bile siyahtı. Siyah olmayan yeri yoktu. Siyah derili bir insan kadar siyahtı. Uzayın derin karanlığı kadar soğuktu. Ve soğuk bile siyahtı. Tüm ışığı ve ısıyı emer, vücudunda yok ederdi. Uzayın sonunu da bilirdi. Oraya kadar gitmişti.
Ben onu ilk kez, benim yaşadığım yerden geçerken gördüm. Geçip gidiyordu ve ben onu takip ettim. Kütlesi olan her şey kütlesi büyüklüğünde bir çekim yaratır ya, hah, işte ben onun çekimine kapıldım. Hızını düşürdüm mü? Asla. O devam etti. Bir karaltı gibi, olmayan gölgesi gibi takip ettim. Olmayan nesi varsa olmak için takip ettim. Olmayan hiç bir şeyi olmadığını anlamam zaten uzun sürmedi. Ve ben onu yine takip ettim.O bir ışıktı, ama kapkara bir ışık. Işık etrafı aydınlatır, siyah bir ışık olur mu? Olsa bile etrafı karaltmaz mı? Ben, karanlığı bile karaltan bir ışığın peşinden gittim.
O sıralar cehennemin dibinde yaşardım ve orası gerçekten iğrençtir. Beni hödükler koğuşunda tutuyorlardı. Oysa onların cenneti gitmesi gerektiğini sanıyordum. Bu sanırım bana özel bir işkence çeşidi olmalıydı. Cehennemde geçirdiğim tüm süre boyunca hödükler eğlenmeye çalışmaya devam ettiler. Bu ceza benim mi, yoksa onların mı hiç bilmiyorum. Kendi cezamın iğrençliğinden onları düşünmeye fırsat bile bulamıyordum.
Cehennemin sıcak olduğunu sanmayın sakın. En fazla 50 derece. Ama su yok. Su niyetine sıcak bira bırakıyorlar. Ben sıcak birayı hiç sevmem. Ama hödükler sürekli o birayı içip eğleniyorlardı. Belki de cennette olduklarını sanıyorlardı veya hödüklük harbiden eğlenceli olsa gerek. Üstelik zebaniler çok zalim. İnanın bana, hiç acımıyorlar. Bana sürekli iyilik enjekte ediyorlardı. Daha ne kadar katlanabilirdim o iyilik iğnelerine? Aman tanrım, iğne yemeyi bile sevdiren iğne vurmuşlardı bana.
İşte o, cehennemin dibinden son hızla geçip gidiyordu. Herkes onun geçip gittiğini gördü, ama bir tek ben onun karaltısına karıştım. Zebanim bile onun büyüsüne kapıldı. Ama sadece seyretmekle yetindi. Ben ise kaçtım. Onun karanlığının içine sessizce süzüldüm. Kimse benim gittiğimin farkına varmadı. Belki de o iğneler yüzünden ona karıştım. Zebanilerin de bana o kadar faydası olsun işte. Ama hala düşünüyorum. O geçerken, içimde biriken iyiliği de yok etmişti sanırım. Yeniden kötü olmuştum. Oysa ben iyi veya kötü tarafı değil, gücün kendisinin peşinden gitmiştim. O seçimi bana bıraktı. Neyi seçeceğime hiç bir zaman karar vermedim. Karar vermeyi sevmem zaten.
Herhalde cehennemden kaçan ilk insan ben olmalıyım. Bu cezamı daha da büyütecek, eminim. Zebanim -beni kaçırdığı için- benim cezama çarptırılır inşallah!
Birisi bana “kimsenin ıstırabı olması gerekenden fazla değildir” demişlerdi bir kılıç oyununun ortasında. Sürekli kaybediyordum çünkü. O sıralar anladığınız gibi hala yaşıyordum. Yargılanıp cehenneme gitmemiştim. Elimdeki votka şişesini kazananın kafasına vurduğumu hatırlıyordum en son. Bir daha gözlerimi açtığımda ise sur üflenmiş ve yattığım yerden doğruluyordum. Toprak olmuş etlerim yavaş yavaş ve sakince, un ufak olmuş kemiklerimle birleşiyordu.
“Yüce tanrım, bana yaklaşma cesaretini kendinde nasıl bulursun? Zavallı bir sefil ve benden bile daha günahkârken hem de" demiştim tekrar doğrulduğumda. Sonuç yukarıdaki gibi oldu.
II
Onun peşinden giderken, onun yanına da varmak istedim. Her çabam boşaydı. İleri gittikçe geri itiliyordum. Oldukça geriye sürükleniyordum ve hatta bir seferinde neredeyse onun çekiminden kurtulup bir gezegene bile düşüyordum. Böylece sadece onun arkasında yer alabildim. Mıknatıs gibiydim. Aynı kutuplar birbirini iter. Ben kutbumu değiştirmeliydim. Değiştirmem gereken ne varsa değiştirmeliydim. Ancak o zaman onun yanına gidebilirdim. Yanına gidebilirsem, belki onunla gitmeme bile izin verebilirdi.
Bir kara deliğe yaklaştığında onun içine dalardı. Bir gezeni yok etmek içinden geçerdi. Kara delikte beni bir arada tutan oydu. Gezenin parçalarından beni koruyan O’ydu. O ise sadece gülerek gidiyordu. Belki peşinden birinin gittiğini bile fark etmiyordu. Belki de farkında, ama önemsemiyordu. Her şey ve herkes ışık yayar. Sonuç, nedenlerin aydınlattığı noktada, nedense sonuçların aydınlattığı noktadadır. Kara deliğe girme nedenini de, ne aradığını da şimdi merak etmiyorum. Çekim gücünden beni uzaklaştırmasının üzerinden çok zaman geçti. Sadece kara deliğin sonuçla nedeni yok ettiğini biliyorum. Onunlayken zihnim kapkaranlıktı. Ruhum olsaydı eğer, kara delikte kalmayı tercih ederdi.
“Niye beni takip ediyorsun?” diye sordu bana. “Ben okuma bilmem” demek istedim. Ama çıkmadı bu kelimeler. Sadece “bilmiyorum” dedim. “Niye beni takip ediyorsun?” diye sordu tekrar. “Ben okuma bilmem” dedim bu sefer. Ve “niye beni takip ediyorsun?” diye yine sordu. “Beni peşine takan sensin” dedim kızgınlıkla. Emindim buna. O istemeden olmazdı. O “gel” dediği için peşindeydim. O istediğini peşine takabilirdi. Beni seçmişti.Sürekli gidiyorduk ve sürekli karanlıktaydım. Zifiri karanlık. Ama artık gözlerim karanlıkta görüyor, aydınlıkta görmüyordu. Onu karanlıkta seçebiliyordum.
“Yanına gelmek istiyorum” dedim. Peşinden gitmem gerekiyormuş. Ta ki anlayıncaya kadar.Uzun süre peşinden gittim. Hiç konuşmadım, acıkmadım, susamadım, uyumadım. O da hiç konuşmadı, susamadı, acıkmadı, uyumadı. Sadece gitti. Onun peşinden giderken hiçbir şey çok fazla şey düşünemiyorsun. Siz hiç ‘düşünememek’ nasıl bir şeydir, biliyor musunuz? Ben biliyorum. O öğretti bana. Düşünememek yoklukla eş değerdir. Yok olduğunuzu bilemezsiniz, ben de bilemezdim. Yok mu oluyordum, yoksa yeniden mi doğuyordum? Bunu daha sonra öğrendim. Şimdi sırası değil, anlatamam. Bildiği tek şey ise nereye gittiğimdi. Ne kadar yol aldım, bilmiyorum. Ne kadar zamandır peşindeydim, bilmiyorum. Ama en sonunda “sen kimsin?” dedim. Anlatmaya başladı:
Tanrı, şeytanı son derece bilge ve kendine inanan, tapan bir iblis olarak yaratmış. Her şey dört dörtlükmüş. Tam istediği gibi bir canlıymış. Şeytanın isyanından önceki bu halini bilirsiniz. Ya geri kalanını? O bana geri kalanı anlattı. Bahsettiğim şeytanın isyanı değil. Hani tanrının şeytanı yarattığı an var ya, işte tam o sırada, tanrının bile bilmediği bir anda, nedeni belirsiz bir şekilde şeytanın karşıtı oluşmuştu. Tanrı daha sonra bu olayı uzun uzun düşündü. Trilyonda bir olacak bir tesadüf eseri şeytanın karşıtı meydana gelmişti. Evrendeki ikilik düzeni böylece doğdu. En azından tanrı öyle sandı. O!nun sayesinde doğduğuna inandı. İyi varsa, kötülük vardır. Şeytan iyi ise O kötüdür. Şeytan beyaz ise o karadır. Ve sonra olanlar oldu. Her şey karşıtı ile çatışır ve karşıtına dönüşür ve karşıtı ile birlikte birleşime girer. Şeytan karşıtı ile çatıştığını sandı. Ve sonunda karşıtına benzedi. Ama sadece benzedi. Tanrı tarafından yaratıldığı için yine onun emirlerine uydu. Kötülüğü yayması için tanrıdan emir aldı. Tanrı kötülüğü bile başkasına bırakmak istemiyordu. O ise gitti. Şeytan onu yok etmek istedi. Kendisinden başka bir tane daha istemiyordu. Ama onu şeytan yaratmamıştı. Onu yok edemedi. Tanrı da onu yok etmek istedi. Ama Onun hakkında bildiği hiçbir şey yoktu. O da onu yok edemedi. O ise sadece tekrar yok olmak istiyordu. Ama O’nu hiç kimse yok edemiyordu. Yok olmanın tek yolunu O biliyordu.
III
Peşinden patlayan güneşleri seyrettim. Kahverengi cüceye dönmüş güneşler çarptı bana. Kurt deliklerinden geçtim. Sadece rüyalarımda gördüğüm yaratıklarla karşılaştım.Gittiğimiz her yer benim dünyamdı. Kendi evrenim, hayal gücüm, kendi sınırım, yalnızlığımın merkeziydi. Benden başka hiç kimsenin bulunmadığı, masaların bile adımı haykırdıkları bir yerdi. Bu yeri bilerek ve isteyerek seçtiği belliydi. Onun gelişinden sonra O’nun dünyası benim dünyası olmuştu. Dinlediğim tüm şarkılarda benim değil, O’nun adı vardı. Kaldığım otel odaları, beni ısıran sivrisinekler, içtiğim biralar onun adını haykırmaya başlamıştı. Her şey onun adını söylüyordu. Gücü benim kendi özel dünyamı bile ele geçirmişti. Gücü her şeye yetiyordu.
"Beni takip edersen senden eser kalmayacak, cehennemi özleyeceksin" dedi bana. "Cehennem benim kendi özel dünyamdı, zaten onu ele geçirdin, bak, her şey kapkara oluyor yavaş yavaş" dedim, "Sen sadece geçiyordun, ben peşine takıldım" dedi bana, aynı anda, aynı cümleleri dedim ona. "gördün mü" dedi, "artık benim bir parçam oluyorsun" diye ekledi.İşte o zaman fark ettim onun eteğine yapışmış kalan diğer kişileri. Tamamen ona dönmüş, ona benzemiş kişileri. Kendilerinden hiçbir şey kalmamış, eteğindeki çamur gibi görünüyorlardı. Milyarlarca yıldır onun peşinden bir köpek gibi onu takip edenler, artık O olmuştu. Milyonlarca çamur parçası bile onun hızını kesmiyordu.
"İlk kim takıldı peşine" diye sorabildim sadece. Bildiğin hikâye işte dedi, Kabil'miş. Sadece oradan geçiyormuş ve onu gören Kabil'in içi öfkeyle dolup Habil’e vurmuş. tanrı Kabil'i huzurundan kovmuş. O da huzuru onun eteklerinde bulmuş.
"Seni nereye bırakmamı istersin" dediğinde bana O’nun o paramparça görünen eteklerindeki huzurun parçalarından biri olmamak fikrinden bir anda iğrendim. "Yakında" dedi, "tamamen bana döneceksin, senin diğerlerinden hiç bir farkın yok." "Ne yani" dedim, "cehennemde işkence görecek kadar kötü olduğuma göre, senin yanında olmayı hak etmiyor muyum?"
"Cehennemi de kendisi yarattı, oraya doldurduğu kişilere sadece kendi kötülüğünü gösterdi, orada olanlar sadece onun yarattığını yaşıyor" dedi bana. "Ama beni sen kurtardın, senin peşine düştüm, demek ki ben senin hikâyenin peşinden geliyorum, onun hikâyesi ile işim bitmiş" dedim. Artık o bana dokunamaz, çünkü senin eteğin el sürdü artık bana, başka yolu yok bunun, sen hariç geri kalan her şey onun dokunması, onun dokunduğuna dokunursam eğer yok olurum.
Eteklerinden sakallı ve mavi gözlü biri bana pis pis sırıttı. Elleri ve ayakları belli belirsiz belli oluyordu. Çivi izleri gibi izleri vardı. Sanki "beni diriltip ikinci kez yaşamamı sağlayan ve göğe yükseltenin babam olduğunu mu sanıyorsun" der gibiydi. "Sende mi?" diye bağırdım. Oysa insanlar onun tekrar dünyaya gelmesi için çok uzun bir süre beklemişlerdi. Onu beklerlerken kıyamet bile kopmuştu.
Sessizliğe büründüm bir süre. Kendi dünyamın sığınabileceğim tek yerine sığındım. Kendi yalnızlığıma. Oraya o bile giremiyordu. Bu sayede bu minicik noktada kendim olarak kalmaya devam ettim. Diğer hiç kimsenin başaramadığı da buydu sanırım. Ya yalnızlık nedir bilmiyorlardı, ya da kendi yalnızlılarına bile onu katmışlardı.
Kendi iç hücremde uzun süre kaldım. Zihnimin yavaş kurtuluşu yine onun sayesinde olmuştu. İsteseydi oraya da sızardı ve beni tamamen ele geçirirdi. Ve kendi iç dünyamda ne yapmam gerektiğini düşünürken ne yapmam gerektiğini de buldum. Onun eteğine sülük gibi yapışanları ondan kurtaracaktım. Bunun için tamamen ben olmam gerekmiyordu. Ne yapmam gerektiğini bilsem yeterdi. Önce tüm gücümü toparlayıp onun eteklerinden sıyrıldım, parçası olmaktan kurtuldum. Daha sonra yine onun çekip gücüne kapılarak eteklerindeki milyonlarca zavallıyı temizleye başladım. Hiç biri tamamen ona yapışıp onun parçası olmamıştı. Aksine sülük gibi ondan besleniyorlardı. Kendi acizlikleri içinde debelenirken, hayat iksiri gibi ondan güç alıyorlardı. Hayat boyu yaşamayacakları isyan duygusunu onun eteğine yapışarak gerçekleştirmişlerdi. Oysa kendi acizlikleri içinde yeni bir efendi bulmaktan ve kendilerine hiçbir emir vermeyen bu efendiyi sömürmekten başka bir şey yaptıkları yoktu. Önüme gelene bir katil gibi saldırdım. Yavaş yavaş, bazen hızlanarak, onun karalığına bürünmüş herkesi temizledim. Sanki gücü tekrar yerine gelmişti. Sülüklerinden kurtulmuştu. Hızını artırdıkça arkasında bıraktığı süprüntüler daha da küçülüyordu. Nereye düştüklerini ve başlarına neler geldiğini ben bilmiyorum. Muhtemelen o da umursamıyordu. Sanırım tanrıları bu yapışma işleminden sonra onları cezalandıracaktı.
Yapışkanların ayrım işinden sonra etekleri zil çalarak iyice hızlanınca başka bir şeyin farkına vardım. Artık onun peşinden giden benden başka hiç kimse kalmamıştı.
"Aslında o kişiler yazgılarını takip ediyordu" dedi bana. Tanrı onu yok edemeyince bu kişilerin kaderini bu şekilde yazmıştı. O’nun peşine takılmış ve sanki isyan etmenin hazzını yaşarken, aslında tek yaptıkları tanrının emirlerini yerine getirmekti. O’nu tamamen ele geçirip onu yok etmekten başka bir niyetleri yoktu. Onların bile bu plandan haberi yoktu. O ise biliyordu. Tekrar doğduğundan beri büyük sona hazırlanıyordu. Ve beni bu sebepten yanına almış, konuşmuş ve yönlendirmişti. Zihnimin içine girmesine bile gerek kalmamıştı. Bense onunda onun eteğinden çıktım, yakasına yapıştım. Artık neredeyse yüz yüzeydim. Zifiri karanlık içinde bile onun karanlığında görülebilirdi.
"Aslında sana diyeceğim şudur ki benim peşime takıldığında senin hiçbir amacın yoktu. Sana hiçbir vaat ve söz vermedim. Sen sadece benim peşimden geldin, yanımda gitmek istedin. Bense ilk önceleri seni diğerleri gibi benim gücümü emmeye çalıştığını sandım. Kendi yalnızlığına saklandığında işin gerçeğini anladım.
"O andan itibaren bana yaptırdıkları ise hem onun istediği, hem de benim isteğimdi. Bir tek ben onun eteklerine sahip olmalıydım, o ise herkesin peşinden gelmesinin sıkıntısındaydı. İnsan sadece ve sadece canı sıkıldığı için bir şeyler yazar, çizer, iletişim kurmak ister. Can sıkıntısı yüzünden psikopatlaşır, delirir, birine bağlanmak ister. Artık diğerlerinin canı çok sıkılacaktı. Oysa benim nefes almamı sağlayan tek neden oydu.
Yine başa dönmüştüm. Bir tek ben ve o vardı. Tanrı kadını yaratırken kesinlikle ondan ilham almış olmalıydı. Tadı bu kadar güzel, kokusu bu kadar enfes, karanlığı bu kadar göz kamaştırıcı, teni bu kadar sıcak, bacakları o kadar düzgün, göğüsleri bu kadar dik, dudakları o kadar dolgun, saçları bu kadar karanlık yayan bir kadın yaratmak için çok uğraşmış, ama buna gücü yetmeyince yarattığı erkeğin bir kaburgası alıp eli yettiğince ona benzetmeye çabalamıştı. Ama benzememişti. Zaten o milyonlarca erkek, yaratılan hayalin değil, gerçeğinin peşinden gitmişlerdi. Belki de tanrının ilk niyeti hep buydu. Adem oğulları ve onlara verilen hayaller, hep O’nu çağrıştırsın ve gerçeğine ulaşıp sonu sömürsün diye yaratılmışlardı.Ben de bir adem oğlu olduğuma göre, tanrının son planı sakın ben olmayayım!Şeytan kimi kandırır, kimi seçer yanına, iyilik budalalarını mı? yoksa sadece o da mı bu planın bir parçası olmuştu!
Onun ise başından beri tek bir planı vardı.
IV
Artık işin sırrı yavaş yavaş aydınlanıyordu. Tanrı yarattığı her şeyi, yarattıklarına göstererek kendisini beğendirmek için ukalaca bir uğraşla uğraşırken, herkes onun önünde eğildiğinde gururundan dağları taşları yerlerinden oynatıp depremlere neden olurken, o tüm planını yapmıştı bile. Tanrı yarattığı nesneler üzerinde duruyor, bir parçası olan evreni ise kendisine tapılacak yeni yerler dışında umursamıyordu. Nefsi ulaşabileceği son haz noktalarına gelmişti. Meğerse ezelden beri bu hazzı hissetmek için yaşamış ve kendi yarattığı evrenin içinde kendisine itaat etmeyen tek kişiyle uğraşmayı bile bırakmayı düşünmüştü. O ise dünyalı bir ayyaş gibi salına salına dolaşmaya devam ediyordu. Tanrının yaratmadığı tek yer kendi bedeniydi.
Yapılması gereken her şeyi başından beri biliyordu. Kendiyle beraber tanrıyı da yok edecekti. Geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Hatta hiç bile kalmayacaktı.
Planı kapsamında önce kendisini zayıflatanları yok etti. Sonra iyice gücünü toparladığında gitmesi gereken uzun bir yol vardı. Tanrının karşısına çıkacaktı. Tanrı O’nu yok etmeye çabalarken farkında olmadan kendi sonunu da hazırlamış oluyordu. O tanrının karşıtıydı. Başından beri aslında vardı. Ortaya çıkma amacı ise bir daha böyle bir yaratımın olmaması içinde. Yaratılan her şey yok olacaksa eğer, ne gerek vardı bu kadar tantanaya? Tanrı sürekli bir hırs ve kibir içinde ezelden beri çabalarken, o bu durumun gereksizliği anlıyor ve her şeyin amacının yok olmak olduğunu biliyordu. Bu yaratım süreci defalarca meydana gelmiş ve her seferinde o, tanrının hiçbir zaman anlayamadığı nedenlerden dolayı ortaya çıkmış ve maddenin yok oluşunu gerçekleştirdiği halde hırsına sürekli kurban arayan tanrıyı kendi işiyle baş başa bırakmayı seçmiş, ona kendi seçim hakkını tanımıştı. Ama bu sefer sondu. Tüm var oluşları bitirecek son bir var oluş için onunla savaşmaya gitti.
Amacı belliydi, planı basitti. Gururdan hafızasını kaybetmiş bir insan gibi karşısında öylece duran tanrıya baktığında, acınası zavallılığı içinde yarattıklarına muhtaç olmuş bir kişiyle karşılaşmıştı. Kendisine denk birini görünce olanca hırsı ile onun kendisine itaat ettirmek istediğini biliyordu. Gerisi ise son derece basitti.
Eskiden yaptığı gibi yapmadı. Sadece maddeyi yok etmedi. Tek yaptığı hamle tanrının yakasına yapışmak ve onu kendisine çekmekti. Geri çok kolaydı. Tanrının bu beklemediği hamle sonu oldu. Yavaş yavaş ikisi birden yok olmaya başladığında ben olanları karşıdan seyrediyordum. Tanrının gücü kaçmaya yetmiyordu. Yaşamak için çırpınıyordu. O ise olanca sakinliği ile dünyalı keşişler gibi huzura eriyor ve tanrının çırpınışları karşısında yapması gereken tek şeyin en son parçasına kadar onunla birleşmek olduğunu ve bu sayede her şeyin sonlanacağını anlıyordu. Geriye hiçbir şey kalmayıncaya kadar her şey yok olacaktı. Şey bile yok olacaktı.
Ben hariç. Çünkü ben hala yaşamak istiyordum. Ve O beni, her şeyi hatırlamak için seçti. O yok oldu, ben ise hiç…
kırmızı
kırmızıyı sevmem isa'dan yüzlerce yıl öncesine dayanıyor. ibadetimi kabul etmeyen tanrıdan intikam almak için elime aldığım bir taşı çok sevdiğim kardeşimin başına geçirdiğimde daha önce hiç fark etmediğim bir özelliği fark ettim. kardeşimin başından akan sıvının rengi çok güzeldi. sonra bu sıvıyı kokladım. kokusu da güzeldi. tattım, tadı da güzeldi. toprakla karışmasını izledim. toprağın kokusu bile güzeldi. içimde biriken dehşet duygusuyla onu daha da çok parçaladım, daha da çok kouyu çektim, daha da çok sevdim ve kaçtım. sadece kaçtım. hemde çok uzaklara ve zamanlara.daha sonra babil'in tapınak fahişlerinin giymek zorunda oldukları bu renk cinsellikle ilişkilendirilmişti ve zaten ben tapınak fahişelerini çok severim. hatta dostum enkidu'nun ölümünün ardından yaptığım uzun seyahat sonucu upnapiştim'in yanına varmış ve ölümsüzlük otunu alıp fahişelerimle yüzlerce yıl mutlu mesut bir hayat sürdürmüştüm. isa'ın doğduğu ve öğretisini yaydığı zamanlarda ise kırmızı artık büyük babil fahişesinin lanetli rengiydi.
tüm babil, incil tarafından benim yüzümden lanetlenmişti.ama bu durum fazla uzun sürmedi. bugomillerle beraber yaşadım, paulisyenlerle beraber çarpıştım ve catharların yaşadığı diyardan sürüldüm ve kendimi ingiltere'de buldum. ingiliz kraliyet ailesinin renginin kırmızı olduğunu herkes bilir. bu kırmızı kimin hediyesi sanıyorsunuz siz. elbette benim. sömürgeciler çağına girildiğinde kırmızı urba giymiş askerlerim düşman kovalarken ben üzümün karasından yapılan şababımı içip onlara komuta ediyordum. tüfeğin makinalısı hala icat edilmemişti ama bir grup türk bu delikli demir yüzünden mertliğin bozulduğunu söylüyordu. oysa bozulan şey mertlik değil, gururdu. askerlerimi üç sıra halinde yürütür, düşmana iyice yaklaştıklarında önce ilk sıranın ateş etmesini emrederdim. ardından ikinci sıra ve ardından üçüncü sıra ateş ederdi. her zaman bu taktiği sevmişimdir. disiplinli bir ordunun ölmeyi önemsemeyen neferlerini öldürmek için birebirdir. ve kırmızı urbaları içinde akan kanlarını seyretmek ise başlı başına bir güzelliktir.
zaten ingilizleri hiç sevmem. ölmelerini o yüzden isterdim. ama piçler çok disiplinli, sürekli kazanıyorlardı. o ilkel savaş tekniğinden de sıkınca makinalı tüfeği icat etmem zor olmadı. siperin önüne koyulan bir tüfeğin binlerce kişiyi aynı anda nasıl öldürdüğü ve akan kanların toprağa yeni düşen yağmur gibi nasıl koktuğunu ise size yazmam saçma olur. ben sadece kokuyu severim.ama bu kırmızı konusunda elbette bir rakibim daha vardı. bu transilvanya'dan çıkan geri zekalı, neredeyse tüm kırmızı sevgimi bok edecekti. dişlerini sivriltmiş bu kont kılıklı kişiyle uzun süre uğraştım ve sonunda yaptığım büyülerin de etkisiyle onu gümüş, haç ve güneş ışığına duyarlı hale getirdim. bu adı anılmayasıca yaratık, artık kırmızıyla değil, gecenin karanlığı ile anılacaktı.
en son dünya üzerine ayak bastığımda küçük bir hata sonucu kendimi leyleklerin taşıdığı bir bebek olarak buldum. beni bursa'nın şirin bir mahallesine bıraktılar. büyümek zorundaydım ve büyüdüm ve kırmızıya aşkım yine depreşti. burnumu ilk kırdığımda akan bir sıvı vardı ve sonunda dilime tadı ulaştığında onun rengini tahmin etmem hiç zor olmadı. kırmızı pelerin görmüş boğa gibi matadora saldırdım ve saldırdım ve saldırdım. sadece saldırdım. şakaklarımdan ter boşaldı, kollarımda derman kalmadı, burnum acı içinde gözlerimden yaş geldi ama ben yine saldırdım. çünkü o renk kırmızıydı ve o benim rengimdi.
hani rambo'nun ilk kanı akıttığı bir film vardır. yüzü gözü, kolu kanadı kanamaktadır ve kaslarından ter fışkırmaktadır. işte o kan ve terin birbirine karıştığı sahne gözümde ibadet gibidir. ilk gecesini yaşayan kadının korkusu ve akan bir kaç damla kanın ibadeti gibidir. bileklerini kesmiş insanın, kesmeden önce halı batmasın diye yere naylon sermesi gibidir. kırmızıyı seyretmek, yol aldığını görmek, kokusunu içine çekmek bana yapılacak ibadetlerin en güzelidir. eğer sizde bana inanıyor ve kırmızıyı seviyorsanız bu dediklerimi yapın. inanın ben sizin yanınızda olacağım ve sizinle beraber o rengin tadını, kokusunu ve yol almasını izleyeceğim.
tüm babil, incil tarafından benim yüzümden lanetlenmişti.ama bu durum fazla uzun sürmedi. bugomillerle beraber yaşadım, paulisyenlerle beraber çarpıştım ve catharların yaşadığı diyardan sürüldüm ve kendimi ingiltere'de buldum. ingiliz kraliyet ailesinin renginin kırmızı olduğunu herkes bilir. bu kırmızı kimin hediyesi sanıyorsunuz siz. elbette benim. sömürgeciler çağına girildiğinde kırmızı urba giymiş askerlerim düşman kovalarken ben üzümün karasından yapılan şababımı içip onlara komuta ediyordum. tüfeğin makinalısı hala icat edilmemişti ama bir grup türk bu delikli demir yüzünden mertliğin bozulduğunu söylüyordu. oysa bozulan şey mertlik değil, gururdu. askerlerimi üç sıra halinde yürütür, düşmana iyice yaklaştıklarında önce ilk sıranın ateş etmesini emrederdim. ardından ikinci sıra ve ardından üçüncü sıra ateş ederdi. her zaman bu taktiği sevmişimdir. disiplinli bir ordunun ölmeyi önemsemeyen neferlerini öldürmek için birebirdir. ve kırmızı urbaları içinde akan kanlarını seyretmek ise başlı başına bir güzelliktir.
zaten ingilizleri hiç sevmem. ölmelerini o yüzden isterdim. ama piçler çok disiplinli, sürekli kazanıyorlardı. o ilkel savaş tekniğinden de sıkınca makinalı tüfeği icat etmem zor olmadı. siperin önüne koyulan bir tüfeğin binlerce kişiyi aynı anda nasıl öldürdüğü ve akan kanların toprağa yeni düşen yağmur gibi nasıl koktuğunu ise size yazmam saçma olur. ben sadece kokuyu severim.ama bu kırmızı konusunda elbette bir rakibim daha vardı. bu transilvanya'dan çıkan geri zekalı, neredeyse tüm kırmızı sevgimi bok edecekti. dişlerini sivriltmiş bu kont kılıklı kişiyle uzun süre uğraştım ve sonunda yaptığım büyülerin de etkisiyle onu gümüş, haç ve güneş ışığına duyarlı hale getirdim. bu adı anılmayasıca yaratık, artık kırmızıyla değil, gecenin karanlığı ile anılacaktı.
en son dünya üzerine ayak bastığımda küçük bir hata sonucu kendimi leyleklerin taşıdığı bir bebek olarak buldum. beni bursa'nın şirin bir mahallesine bıraktılar. büyümek zorundaydım ve büyüdüm ve kırmızıya aşkım yine depreşti. burnumu ilk kırdığımda akan bir sıvı vardı ve sonunda dilime tadı ulaştığında onun rengini tahmin etmem hiç zor olmadı. kırmızı pelerin görmüş boğa gibi matadora saldırdım ve saldırdım ve saldırdım. sadece saldırdım. şakaklarımdan ter boşaldı, kollarımda derman kalmadı, burnum acı içinde gözlerimden yaş geldi ama ben yine saldırdım. çünkü o renk kırmızıydı ve o benim rengimdi.
hani rambo'nun ilk kanı akıttığı bir film vardır. yüzü gözü, kolu kanadı kanamaktadır ve kaslarından ter fışkırmaktadır. işte o kan ve terin birbirine karıştığı sahne gözümde ibadet gibidir. ilk gecesini yaşayan kadının korkusu ve akan bir kaç damla kanın ibadeti gibidir. bileklerini kesmiş insanın, kesmeden önce halı batmasın diye yere naylon sermesi gibidir. kırmızıyı seyretmek, yol aldığını görmek, kokusunu içine çekmek bana yapılacak ibadetlerin en güzelidir. eğer sizde bana inanıyor ve kırmızıyı seviyorsanız bu dediklerimi yapın. inanın ben sizin yanınızda olacağım ve sizinle beraber o rengin tadını, kokusunu ve yol almasını izleyeceğim.
böyle oldu
eskiden, çok eskiden, daha ıhlamur yaprakları kaynatılmadan evvel güçlü bir adam varmış. elinde baltası, belince kaması ile tüm ormanı dolaşır ve kendine halat yapacak ağaç ararmış. ve birgün uzaklardan kuvvetli bir ses duymuş ve ardından gelen yıldırım onu çarpmış. velhasıl kelam halat yapacak ağaç ararken ıhlamurun yanında duran bu kişi, yıldrım düşmesi ile ağaçla bir bütün olmuş. her yıldırım düşmesinde içi korkuyla dolmuş, her seli umutla beklemiş, her yaprağına dokunana dokunmuş. ormancımız ıhlamurlar altında, ağaca yapışık vaziyette hayatını sürdürürken bir orman perisi bu kişiyi keşfetmiş. elindeki sihirli çubuğunu masturbasyon yapmak için kullanan bu periyi elfler sevmiyorlarmış ve onu lorien diyarından atmşlar. ahlaka aykırı davranışları seven bu pericik ağaçadamı farkedince çok duygulanmış ve hemen ıhlamurun kabuğuna emir vermiş; "ayrıl." kabuğun ayrılması ile beraber güçlü kuvvetli adam periyi bağrına basmış. onunla hatıra fotoğrafı çektirmiş. ona, tutunabilmesi için kendi kabuğundan yaptığı halatı vermiş. yani sardon'u...
artık kahramanımız tüm elflere düşman, tüm hobbitleri öldüren bir aşağılık adam, ama göze itaat etmeyecek kadar da gururlu bir ormancı olmuş. peri ise elindeki halatla hoppidi hoppidi oynamış. sevmediği perileri onunla kırbaçlamış, goblinleri onunla dizginlemiş, insanlara onunla hükmetmiş...
işte bu iki münafıkın hatırına insanlar ıhlamur kabuğundan halat yapmış, iki münafıkın hatırına halatlar sağlam olmuş, tekneleri karada tutmuş. iki münafıkın hatırına insanlar bu halata sardon demiş. peri de sardon'un hatırına bu ağları balıkla doldurmuş. ama yunuslar ve köpekbalıkları hariç...
artık kahramanımız tüm elflere düşman, tüm hobbitleri öldüren bir aşağılık adam, ama göze itaat etmeyecek kadar da gururlu bir ormancı olmuş. peri ise elindeki halatla hoppidi hoppidi oynamış. sevmediği perileri onunla kırbaçlamış, goblinleri onunla dizginlemiş, insanlara onunla hükmetmiş...
işte bu iki münafıkın hatırına insanlar ıhlamur kabuğundan halat yapmış, iki münafıkın hatırına halatlar sağlam olmuş, tekneleri karada tutmuş. iki münafıkın hatırına insanlar bu halata sardon demiş. peri de sardon'un hatırına bu ağları balıkla doldurmuş. ama yunuslar ve köpekbalıkları hariç...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
...
ilet:
ytravisbickle@hotmail.com
en sevdiğim yazılarım
1- stanley kubrick ve savaş sanatı
2- tanrı, şeytan ve her şey hakkında
3- mesih, deccal ve armageddon savaşı
4- hepimiz öleceğiz!
5- anormal düzeyde ilişki yaşayan insanların bilmediği gerçekler
6- quentin taratino'nun arka koltuk sendromu ve winston wolf
7- new amsterdam'dan new york'a ve saint peter
8- haberin yok, ölüyorum
9- bursa hakkında bilmediğiniz gerçekler
10- çizgilere basarak yürümeye çalışan insan
11- olasılık çiftler, gerçeklik katmanlar halindedir
12- ebedi rekabet
13- kuş sütüyle beslerim seni
14- tembellik hakkımız, söke söke almalıyız
15- tek eşliliğin insan doğasına aykırı olması
16- hazza ulaşmak ne kadar zor ulan!!
17- kafaların güzelliği
18- judith vs holofernes
2- tanrı, şeytan ve her şey hakkında
3- mesih, deccal ve armageddon savaşı
4- hepimiz öleceğiz!
5- anormal düzeyde ilişki yaşayan insanların bilmediği gerçekler
6- quentin taratino'nun arka koltuk sendromu ve winston wolf
7- new amsterdam'dan new york'a ve saint peter
8- haberin yok, ölüyorum
9- bursa hakkında bilmediğiniz gerçekler
10- çizgilere basarak yürümeye çalışan insan
11- olasılık çiftler, gerçeklik katmanlar halindedir
12- ebedi rekabet
13- kuş sütüyle beslerim seni
14- tembellik hakkımız, söke söke almalıyız
15- tek eşliliğin insan doğasına aykırı olması
16- hazza ulaşmak ne kadar zor ulan!!
17- kafaların güzelliği
18- judith vs holofernes
Sayfalar
telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.