heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

3 Ağustos 2007 Cuma

kar a

I

Siz onu bilmezsiniz, tanrı da bilmez. Işık hızında yol aldığı için kendisi bile ne olduğunu bilmeyebilir. Onu sanırım sadece ben bilirim. Kaç tane kara delikten geçtiğini saydım. Kaç defa çıktığını da, ne kadar zaman orada kaldığını da sadece ben bilirim. Ben kim miyim? Sabrederseniz size onu da anlatırım.

Gökyüzünde kuyruklu yıldız sanırsınız onu. Bazen bir yıldız olur. Sürekli yer değiştirir. Herkesin kafasının bulanmasına neden olur. O’nu fark edenler ne olduğunu anlayamamıştır. Gökyüzüne bakıp O’nunla yolunu bulmaya çalışan yolunu kaybetmiştir. O’nun savrulduğu gibi savrulmaya çabalarlarken O sadece bu yapılanlara güler.

Artık size onu tanıtma vakti geldi. Gözlerinizi açın, O'nu hayal edeceksiniz. Hikâye sonunda O'nu anlamak için nasıl olsa karanlığa gömüleceksiniz.

Ben onu sadece izledim. O, benim onu izlediğimi bile bilmez sanırdım. Ben onu tanıdığımda simsiyahtı. Gözleri, elleri ve hatta kıyafetleri bile siyahtı. Siyah olmayan yeri yoktu. Siyah derili bir insan kadar siyahtı. Uzayın derin karanlığı kadar soğuktu. Ve soğuk bile siyahtı. Tüm ışığı ve ısıyı emer, vücudunda yok ederdi. Uzayın sonunu da bilirdi. Oraya kadar gitmişti.

Ben onu ilk kez, benim yaşadığım yerden geçerken gördüm. Geçip gidiyordu ve ben onu takip ettim. Kütlesi olan her şey kütlesi büyüklüğünde bir çekim yaratır ya, hah, işte ben onun çekimine kapıldım. Hızını düşürdüm mü? Asla. O devam etti. Bir karaltı gibi, olmayan gölgesi gibi takip ettim. Olmayan nesi varsa olmak için takip ettim. Olmayan hiç bir şeyi olmadığını anlamam zaten uzun sürmedi. Ve ben onu yine takip ettim.O bir ışıktı, ama kapkara bir ışık. Işık etrafı aydınlatır, siyah bir ışık olur mu? Olsa bile etrafı karaltmaz mı? Ben, karanlığı bile karaltan bir ışığın peşinden gittim.

O sıralar cehennemin dibinde yaşardım ve orası gerçekten iğrençtir. Beni hödükler koğuşunda tutuyorlardı. Oysa onların cenneti gitmesi gerektiğini sanıyordum. Bu sanırım bana özel bir işkence çeşidi olmalıydı. Cehennemde geçirdiğim tüm süre boyunca hödükler eğlenmeye çalışmaya devam ettiler. Bu ceza benim mi, yoksa onların mı hiç bilmiyorum. Kendi cezamın iğrençliğinden onları düşünmeye fırsat bile bulamıyordum.

Cehennemin sıcak olduğunu sanmayın sakın. En fazla 50 derece. Ama su yok. Su niyetine sıcak bira bırakıyorlar. Ben sıcak birayı hiç sevmem. Ama hödükler sürekli o birayı içip eğleniyorlardı. Belki de cennette olduklarını sanıyorlardı veya hödüklük harbiden eğlenceli olsa gerek. Üstelik zebaniler çok zalim. İnanın bana, hiç acımıyorlar. Bana sürekli iyilik enjekte ediyorlardı. Daha ne kadar katlanabilirdim o iyilik iğnelerine? Aman tanrım, iğne yemeyi bile sevdiren iğne vurmuşlardı bana.

İşte o, cehennemin dibinden son hızla geçip gidiyordu. Herkes onun geçip gittiğini gördü, ama bir tek ben onun karaltısına karıştım. Zebanim bile onun büyüsüne kapıldı. Ama sadece seyretmekle yetindi. Ben ise kaçtım. Onun karanlığının içine sessizce süzüldüm. Kimse benim gittiğimin farkına varmadı. Belki de o iğneler yüzünden ona karıştım. Zebanilerin de bana o kadar faydası olsun işte. Ama hala düşünüyorum. O geçerken, içimde biriken iyiliği de yok etmişti sanırım. Yeniden kötü olmuştum. Oysa ben iyi veya kötü tarafı değil, gücün kendisinin peşinden gitmiştim. O seçimi bana bıraktı. Neyi seçeceğime hiç bir zaman karar vermedim. Karar vermeyi sevmem zaten.

Herhalde cehennemden kaçan ilk insan ben olmalıyım. Bu cezamı daha da büyütecek, eminim. Zebanim -beni kaçırdığı için- benim cezama çarptırılır inşallah!

Birisi bana “kimsenin ıstırabı olması gerekenden fazla değildir” demişlerdi bir kılıç oyununun ortasında. Sürekli kaybediyordum çünkü. O sıralar anladığınız gibi hala yaşıyordum. Yargılanıp cehenneme gitmemiştim. Elimdeki votka şişesini kazananın kafasına vurduğumu hatırlıyordum en son. Bir daha gözlerimi açtığımda ise sur üflenmiş ve yattığım yerden doğruluyordum. Toprak olmuş etlerim yavaş yavaş ve sakince, un ufak olmuş kemiklerimle birleşiyordu.

“Yüce tanrım, bana yaklaşma cesaretini kendinde nasıl bulursun? Zavallı bir sefil ve benden bile daha günahkârken hem de" demiştim tekrar doğrulduğumda. Sonuç yukarıdaki gibi oldu.

II

Onun peşinden giderken, onun yanına da varmak istedim. Her çabam boşaydı. İleri gittikçe geri itiliyordum. Oldukça geriye sürükleniyordum ve hatta bir seferinde neredeyse onun çekiminden kurtulup bir gezegene bile düşüyordum. Böylece sadece onun arkasında yer alabildim. Mıknatıs gibiydim. Aynı kutuplar birbirini iter. Ben kutbumu değiştirmeliydim. Değiştirmem gereken ne varsa değiştirmeliydim. Ancak o zaman onun yanına gidebilirdim. Yanına gidebilirsem, belki onunla gitmeme bile izin verebilirdi.

Bir kara deliğe yaklaştığında onun içine dalardı. Bir gezeni yok etmek içinden geçerdi. Kara delikte beni bir arada tutan oydu. Gezenin parçalarından beni koruyan O’ydu. O ise sadece gülerek gidiyordu. Belki peşinden birinin gittiğini bile fark etmiyordu. Belki de farkında, ama önemsemiyordu. Her şey ve herkes ışık yayar. Sonuç, nedenlerin aydınlattığı noktada, nedense sonuçların aydınlattığı noktadadır. Kara deliğe girme nedenini de, ne aradığını da şimdi merak etmiyorum. Çekim gücünden beni uzaklaştırmasının üzerinden çok zaman geçti. Sadece kara deliğin sonuçla nedeni yok ettiğini biliyorum. Onunlayken zihnim kapkaranlıktı. Ruhum olsaydı eğer, kara delikte kalmayı tercih ederdi.

“Niye beni takip ediyorsun?” diye sordu bana. “Ben okuma bilmem” demek istedim. Ama çıkmadı bu kelimeler. Sadece “bilmiyorum” dedim. “Niye beni takip ediyorsun?” diye sordu tekrar. “Ben okuma bilmem” dedim bu sefer. Ve “niye beni takip ediyorsun?” diye yine sordu. “Beni peşine takan sensin” dedim kızgınlıkla. Emindim buna. O istemeden olmazdı. O “gel” dediği için peşindeydim. O istediğini peşine takabilirdi. Beni seçmişti.Sürekli gidiyorduk ve sürekli karanlıktaydım. Zifiri karanlık. Ama artık gözlerim karanlıkta görüyor, aydınlıkta görmüyordu. Onu karanlıkta seçebiliyordum.

“Yanına gelmek istiyorum” dedim. Peşinden gitmem gerekiyormuş. Ta ki anlayıncaya kadar.Uzun süre peşinden gittim. Hiç konuşmadım, acıkmadım, susamadım, uyumadım. O da hiç konuşmadı, susamadı, acıkmadı, uyumadı. Sadece gitti. Onun peşinden giderken hiçbir şey çok fazla şey düşünemiyorsun. Siz hiç ‘düşünememek’ nasıl bir şeydir, biliyor musunuz? Ben biliyorum. O öğretti bana. Düşünememek yoklukla eş değerdir. Yok olduğunuzu bilemezsiniz, ben de bilemezdim. Yok mu oluyordum, yoksa yeniden mi doğuyordum? Bunu daha sonra öğrendim. Şimdi sırası değil, anlatamam. Bildiği tek şey ise nereye gittiğimdi. Ne kadar yol aldım, bilmiyorum. Ne kadar zamandır peşindeydim, bilmiyorum. Ama en sonunda “sen kimsin?” dedim. Anlatmaya başladı:

Tanrı, şeytanı son derece bilge ve kendine inanan, tapan bir iblis olarak yaratmış. Her şey dört dörtlükmüş. Tam istediği gibi bir canlıymış. Şeytanın isyanından önceki bu halini bilirsiniz. Ya geri kalanını? O bana geri kalanı anlattı. Bahsettiğim şeytanın isyanı değil. Hani tanrının şeytanı yarattığı an var ya, işte tam o sırada, tanrının bile bilmediği bir anda, nedeni belirsiz bir şekilde şeytanın karşıtı oluşmuştu. Tanrı daha sonra bu olayı uzun uzun düşündü. Trilyonda bir olacak bir tesadüf eseri şeytanın karşıtı meydana gelmişti. Evrendeki ikilik düzeni böylece doğdu. En azından tanrı öyle sandı. O!nun sayesinde doğduğuna inandı. İyi varsa, kötülük vardır. Şeytan iyi ise O kötüdür. Şeytan beyaz ise o karadır. Ve sonra olanlar oldu. Her şey karşıtı ile çatışır ve karşıtına dönüşür ve karşıtı ile birlikte birleşime girer. Şeytan karşıtı ile çatıştığını sandı. Ve sonunda karşıtına benzedi. Ama sadece benzedi. Tanrı tarafından yaratıldığı için yine onun emirlerine uydu. Kötülüğü yayması için tanrıdan emir aldı. Tanrı kötülüğü bile başkasına bırakmak istemiyordu. O ise gitti. Şeytan onu yok etmek istedi. Kendisinden başka bir tane daha istemiyordu. Ama onu şeytan yaratmamıştı. Onu yok edemedi. Tanrı da onu yok etmek istedi. Ama Onun hakkında bildiği hiçbir şey yoktu. O da onu yok edemedi. O ise sadece tekrar yok olmak istiyordu. Ama O’nu hiç kimse yok edemiyordu. Yok olmanın tek yolunu O biliyordu.

III

Peşinden patlayan güneşleri seyrettim. Kahverengi cüceye dönmüş güneşler çarptı bana. Kurt deliklerinden geçtim. Sadece rüyalarımda gördüğüm yaratıklarla karşılaştım.Gittiğimiz her yer benim dünyamdı. Kendi evrenim, hayal gücüm, kendi sınırım, yalnızlığımın merkeziydi. Benden başka hiç kimsenin bulunmadığı, masaların bile adımı haykırdıkları bir yerdi. Bu yeri bilerek ve isteyerek seçtiği belliydi. Onun gelişinden sonra O’nun dünyası benim dünyası olmuştu. Dinlediğim tüm şarkılarda benim değil, O’nun adı vardı. Kaldığım otel odaları, beni ısıran sivrisinekler, içtiğim biralar onun adını haykırmaya başlamıştı. Her şey onun adını söylüyordu. Gücü benim kendi özel dünyamı bile ele geçirmişti. Gücü her şeye yetiyordu.

"Beni takip edersen senden eser kalmayacak, cehennemi özleyeceksin" dedi bana. "Cehennem benim kendi özel dünyamdı, zaten onu ele geçirdin, bak, her şey kapkara oluyor yavaş yavaş" dedim, "Sen sadece geçiyordun, ben peşine takıldım" dedi bana, aynı anda, aynı cümleleri dedim ona. "gördün mü" dedi, "artık benim bir parçam oluyorsun" diye ekledi.İşte o zaman fark ettim onun eteğine yapışmış kalan diğer kişileri. Tamamen ona dönmüş, ona benzemiş kişileri. Kendilerinden hiçbir şey kalmamış, eteğindeki çamur gibi görünüyorlardı. Milyarlarca yıldır onun peşinden bir köpek gibi onu takip edenler, artık O olmuştu. Milyonlarca çamur parçası bile onun hızını kesmiyordu.

"İlk kim takıldı peşine" diye sorabildim sadece. Bildiğin hikâye işte dedi, Kabil'miş. Sadece oradan geçiyormuş ve onu gören Kabil'in içi öfkeyle dolup Habil’e vurmuş. tanrı Kabil'i huzurundan kovmuş. O da huzuru onun eteklerinde bulmuş.

"Seni nereye bırakmamı istersin" dediğinde bana O’nun o paramparça görünen eteklerindeki huzurun parçalarından biri olmamak fikrinden bir anda iğrendim. "Yakında" dedi, "tamamen bana döneceksin, senin diğerlerinden hiç bir farkın yok." "Ne yani" dedim, "cehennemde işkence görecek kadar kötü olduğuma göre, senin yanında olmayı hak etmiyor muyum?"

"Cehennemi de kendisi yarattı, oraya doldurduğu kişilere sadece kendi kötülüğünü gösterdi, orada olanlar sadece onun yarattığını yaşıyor" dedi bana. "Ama beni sen kurtardın, senin peşine düştüm, demek ki ben senin hikâyenin peşinden geliyorum, onun hikâyesi ile işim bitmiş" dedim. Artık o bana dokunamaz, çünkü senin eteğin el sürdü artık bana, başka yolu yok bunun, sen hariç geri kalan her şey onun dokunması, onun dokunduğuna dokunursam eğer yok olurum.

Eteklerinden sakallı ve mavi gözlü biri bana pis pis sırıttı. Elleri ve ayakları belli belirsiz belli oluyordu. Çivi izleri gibi izleri vardı. Sanki "beni diriltip ikinci kez yaşamamı sağlayan ve göğe yükseltenin babam olduğunu mu sanıyorsun" der gibiydi. "Sende mi?" diye bağırdım. Oysa insanlar onun tekrar dünyaya gelmesi için çok uzun bir süre beklemişlerdi. Onu beklerlerken kıyamet bile kopmuştu.

Sessizliğe büründüm bir süre. Kendi dünyamın sığınabileceğim tek yerine sığındım. Kendi yalnızlığıma. Oraya o bile giremiyordu. Bu sayede bu minicik noktada kendim olarak kalmaya devam ettim. Diğer hiç kimsenin başaramadığı da buydu sanırım. Ya yalnızlık nedir bilmiyorlardı, ya da kendi yalnızlılarına bile onu katmışlardı.

Kendi iç hücremde uzun süre kaldım. Zihnimin yavaş kurtuluşu yine onun sayesinde olmuştu. İsteseydi oraya da sızardı ve beni tamamen ele geçirirdi. Ve kendi iç dünyamda ne yapmam gerektiğini düşünürken ne yapmam gerektiğini de buldum. Onun eteğine sülük gibi yapışanları ondan kurtaracaktım. Bunun için tamamen ben olmam gerekmiyordu. Ne yapmam gerektiğini bilsem yeterdi. Önce tüm gücümü toparlayıp onun eteklerinden sıyrıldım, parçası olmaktan kurtuldum. Daha sonra yine onun çekip gücüne kapılarak eteklerindeki milyonlarca zavallıyı temizleye başladım. Hiç biri tamamen ona yapışıp onun parçası olmamıştı. Aksine sülük gibi ondan besleniyorlardı. Kendi acizlikleri içinde debelenirken, hayat iksiri gibi ondan güç alıyorlardı. Hayat boyu yaşamayacakları isyan duygusunu onun eteğine yapışarak gerçekleştirmişlerdi. Oysa kendi acizlikleri içinde yeni bir efendi bulmaktan ve kendilerine hiçbir emir vermeyen bu efendiyi sömürmekten başka bir şey yaptıkları yoktu. Önüme gelene bir katil gibi saldırdım. Yavaş yavaş, bazen hızlanarak, onun karalığına bürünmüş herkesi temizledim. Sanki gücü tekrar yerine gelmişti. Sülüklerinden kurtulmuştu. Hızını artırdıkça arkasında bıraktığı süprüntüler daha da küçülüyordu. Nereye düştüklerini ve başlarına neler geldiğini ben bilmiyorum. Muhtemelen o da umursamıyordu. Sanırım tanrıları bu yapışma işleminden sonra onları cezalandıracaktı.

Yapışkanların ayrım işinden sonra etekleri zil çalarak iyice hızlanınca başka bir şeyin farkına vardım. Artık onun peşinden giden benden başka hiç kimse kalmamıştı.

"Aslında o kişiler yazgılarını takip ediyordu" dedi bana. Tanrı onu yok edemeyince bu kişilerin kaderini bu şekilde yazmıştı. O’nun peşine takılmış ve sanki isyan etmenin hazzını yaşarken, aslında tek yaptıkları tanrının emirlerini yerine getirmekti. O’nu tamamen ele geçirip onu yok etmekten başka bir niyetleri yoktu. Onların bile bu plandan haberi yoktu. O ise biliyordu. Tekrar doğduğundan beri büyük sona hazırlanıyordu. Ve beni bu sebepten yanına almış, konuşmuş ve yönlendirmişti. Zihnimin içine girmesine bile gerek kalmamıştı. Bense onunda onun eteğinden çıktım, yakasına yapıştım. Artık neredeyse yüz yüzeydim. Zifiri karanlık içinde bile onun karanlığında görülebilirdi.

"Aslında sana diyeceğim şudur ki benim peşime takıldığında senin hiçbir amacın yoktu. Sana hiçbir vaat ve söz vermedim. Sen sadece benim peşimden geldin, yanımda gitmek istedin. Bense ilk önceleri seni diğerleri gibi benim gücümü emmeye çalıştığını sandım. Kendi yalnızlığına saklandığında işin gerçeğini anladım.

"O andan itibaren bana yaptırdıkları ise hem onun istediği, hem de benim isteğimdi. Bir tek ben onun eteklerine sahip olmalıydım, o ise herkesin peşinden gelmesinin sıkıntısındaydı. İnsan sadece ve sadece canı sıkıldığı için bir şeyler yazar, çizer, iletişim kurmak ister. Can sıkıntısı yüzünden psikopatlaşır, delirir, birine bağlanmak ister. Artık diğerlerinin canı çok sıkılacaktı. Oysa benim nefes almamı sağlayan tek neden oydu.

Yine başa dönmüştüm. Bir tek ben ve o vardı. Tanrı kadını yaratırken kesinlikle ondan ilham almış olmalıydı. Tadı bu kadar güzel, kokusu bu kadar enfes, karanlığı bu kadar göz kamaştırıcı, teni bu kadar sıcak, bacakları o kadar düzgün, göğüsleri bu kadar dik, dudakları o kadar dolgun, saçları bu kadar karanlık yayan bir kadın yaratmak için çok uğraşmış, ama buna gücü yetmeyince yarattığı erkeğin bir kaburgası alıp eli yettiğince ona benzetmeye çabalamıştı. Ama benzememişti. Zaten o milyonlarca erkek, yaratılan hayalin değil, gerçeğinin peşinden gitmişlerdi. Belki de tanrının ilk niyeti hep buydu. Adem oğulları ve onlara verilen hayaller, hep O’nu çağrıştırsın ve gerçeğine ulaşıp sonu sömürsün diye yaratılmışlardı.Ben de bir adem oğlu olduğuma göre, tanrının son planı sakın ben olmayayım!Şeytan kimi kandırır, kimi seçer yanına, iyilik budalalarını mı? yoksa sadece o da mı bu planın bir parçası olmuştu!

Onun ise başından beri tek bir planı vardı.

IV

Artık işin sırrı yavaş yavaş aydınlanıyordu. Tanrı yarattığı her şeyi, yarattıklarına göstererek kendisini beğendirmek için ukalaca bir uğraşla uğraşırken, herkes onun önünde eğildiğinde gururundan dağları taşları yerlerinden oynatıp depremlere neden olurken, o tüm planını yapmıştı bile. Tanrı yarattığı nesneler üzerinde duruyor, bir parçası olan evreni ise kendisine tapılacak yeni yerler dışında umursamıyordu. Nefsi ulaşabileceği son haz noktalarına gelmişti. Meğerse ezelden beri bu hazzı hissetmek için yaşamış ve kendi yarattığı evrenin içinde kendisine itaat etmeyen tek kişiyle uğraşmayı bile bırakmayı düşünmüştü. O ise dünyalı bir ayyaş gibi salına salına dolaşmaya devam ediyordu. Tanrının yaratmadığı tek yer kendi bedeniydi.

Yapılması gereken her şeyi başından beri biliyordu. Kendiyle beraber tanrıyı da yok edecekti. Geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Hatta hiç bile kalmayacaktı.

Planı kapsamında önce kendisini zayıflatanları yok etti. Sonra iyice gücünü toparladığında gitmesi gereken uzun bir yol vardı. Tanrının karşısına çıkacaktı. Tanrı O’nu yok etmeye çabalarken farkında olmadan kendi sonunu da hazırlamış oluyordu. O tanrının karşıtıydı. Başından beri aslında vardı. Ortaya çıkma amacı ise bir daha böyle bir yaratımın olmaması içinde. Yaratılan her şey yok olacaksa eğer, ne gerek vardı bu kadar tantanaya? Tanrı sürekli bir hırs ve kibir içinde ezelden beri çabalarken, o bu durumun gereksizliği anlıyor ve her şeyin amacının yok olmak olduğunu biliyordu. Bu yaratım süreci defalarca meydana gelmiş ve her seferinde o, tanrının hiçbir zaman anlayamadığı nedenlerden dolayı ortaya çıkmış ve maddenin yok oluşunu gerçekleştirdiği halde hırsına sürekli kurban arayan tanrıyı kendi işiyle baş başa bırakmayı seçmiş, ona kendi seçim hakkını tanımıştı. Ama bu sefer sondu. Tüm var oluşları bitirecek son bir var oluş için onunla savaşmaya gitti.

Amacı belliydi, planı basitti. Gururdan hafızasını kaybetmiş bir insan gibi karşısında öylece duran tanrıya baktığında, acınası zavallılığı içinde yarattıklarına muhtaç olmuş bir kişiyle karşılaşmıştı. Kendisine denk birini görünce olanca hırsı ile onun kendisine itaat ettirmek istediğini biliyordu. Gerisi ise son derece basitti.

Eskiden yaptığı gibi yapmadı. Sadece maddeyi yok etmedi. Tek yaptığı hamle tanrının yakasına yapışmak ve onu kendisine çekmekti. Geri çok kolaydı. Tanrının bu beklemediği hamle sonu oldu. Yavaş yavaş ikisi birden yok olmaya başladığında ben olanları karşıdan seyrediyordum. Tanrının gücü kaçmaya yetmiyordu. Yaşamak için çırpınıyordu. O ise olanca sakinliği ile dünyalı keşişler gibi huzura eriyor ve tanrının çırpınışları karşısında yapması gereken tek şeyin en son parçasına kadar onunla birleşmek olduğunu ve bu sayede her şeyin sonlanacağını anlıyordu. Geriye hiçbir şey kalmayıncaya kadar her şey yok olacaktı. Şey bile yok olacaktı.

Ben hariç. Çünkü ben hala yaşamak istiyordum. Ve O beni, her şeyi hatırlamak için seçti. O yok oldu, ben ise hiç…

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.