heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

30 Ekim 2009 Cuma

misyoner pozisyonu

efsaneye göre tanrı, adem ve lilith'i aynı çamurdan yaratır. ama lilith sevişirken altta kalmaktan rahatsız olur ve eşitlikten bahseder. adem ise onu bereketli toprağa, kendisini gökyüzüne benzettiğinden buna karşı çıkar. lilith sinirlenir ve tanrının söylenmemesi gereken adını söyleyip cennetten atılır.

hikayenin devamında ise çin'e hristiyanlığı yaymak için giden protestan misyonerler, tao yüzünden binbir çeşit pozisyon deneyen çinlileri görünce çok şaşırırlar. "isa'nın yolunda gitmek için kadın altta, erkek üstte olmalıdır" derler. çinliler bu duruma garipser tabii. pozisyona bu yüzden misyoner pozisyonu derler.

lilith ise sınırsız seks sayesinde şeytanla ilişkiye girer ve çocukları olur. adem ise sıkıntıdan patlamıştır ve tanrıya yakarır. lilith'i geri ister. tanrı meleklerini göndererek onu geri çağırır. lilith kabul etmez. tanrı onun çocuklarını öldürür. lilith bu sefer yemin eder ve insan çocuklarını öldüreceğini söyler. erkekler 40, kızlar 7 günlük iken öldürecektir. bu yüzden yahudiler erkek çocuklarını 40 günlükten önce sünnet eder. öldürülmesin diye.

tabi tanrı boş durmaz ve adem'in kaburga kemiğinden aynı lilith'e benzeyen havva'yı yaratır. adem'in kaburgasından imal edildiği için adem'e isyan etmeyecektir. ta ki iyilik ve kötülüğün meyvesinden yiyinceye kadar...
not: hahaha, hamile kalmak için en uygun pozisyon resimdeykiymiş!

28 Ekim 2009 Çarşamba

ilişki ablası


(yazan: @fantaghiro)

acı söyleyen dost kılığına girmiş dişil bir tür varlık. bütünüyle selamı sabahı kesmeden yarattıkları felaketleri tam manasıyla idrak etmek mümkün değildir.

sadece sevgilisi olmayan, müzmin yalnızlar, ilişki ablası olacak diye birşey yoktur. ilişki ablasını ilişki ablası kılan şey, zorbalıkla dünyaya hükmetme şansı bulamadığından, kafası karışık hemcinsleri üzerinde psikolojik deneyler gerçekleştirerek hırslarını tatmin etmektir. zira hırslarını, insanları manipüle ederek tatmin etmezse hastalanıp yataklara düşebilir. varoluşuna bulduğu kılıf sökülür, dımdızlak kalır, perişan olur.

akşam saat 11 sularında, yatmaya hazırlanılırken telefon çalar. arayan tabi ki ilişki ablasıdır.

- x'le (sevgilisi) beraber oturuyoruz filan yerde.

+ oo keyifler iyi desene.

- fena değil. ya sana birşey söyleyeceğim ama nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. (ses birden üzgünleşir ardından kısa bir sessizlik)

+ yüz metre yürü sağa dön.. ya saçmalama söylesene nasılı var mı? nedir? çabuk söyle.

- seninki burda. (karşı tarafın tepkisini ölçen bir sessizlik)

+ benimki?

- seninki işte y sevgilin.

+ olabilir.

- haberin var mıydı?

+ yok.. niye olsun ki? çocuk gibi şuraya gidiyorum buraya gidiyorum diye rapor vermek
saçmalık.
- hımm. (manidar bir hımm)

+ ee?

- yanında bir kız var.

+ arkadaşıdır.

- başbaşalar.

+ n'olmuş?

- hayır hareketleri pek arkadaşça değil. flört ediyor gibiler. ayrıca beni gördüğü için suratı asıldı seninkinin.

+ adresi ver oraya geliyorum.

- olmaz.

+ nasıl olmaz?

- gecenin bu saatinde o kadar yolu gelemezsin tek başına. aklım sende kalır.

+ daha önce defalarca bu saatte evden çıkmıştım bi bok olmadı ver şu adresi.

- olmaz. olay çıkarınca eline birşey geçmeyecek. evde kal sakinleş.

+ ya saçmalama, ne olay çıkarması, beni hiç mi tanımıyorsun? gelip kendi gözlerimle görmem lazım.

- yani gelirsen masalarına gidip bağırıp çağırmayacaksın.

+ asla.

- niye?

+ ne demek niye? aldatılmak bayağılaşmayı haklı çıkarmaz da ondan.

- hayır bence sen kendinde hesap sorma hakkını görmüyorsun. sevgilinin ne mal olduğunu biliyorsun. ama ben söyleyince gururuna dokundu.

+ (artık dayanamaz, ağlamaya başlar) hayır öyle değil, çok seviyorum ben y'yi, anlayamazsın sen bunu allah kahretsin xyz miydi mekanın adı, hangi cehennemde allahaşkına söyle. çıkıyorum yola.

- senin bildiğin bir yer değil, boşuna yola çıkma bana güvenip, söylemem dediysem söylemem.

+ o zaman niye aradın, bana işkence etmekten zevk mi alıyorsun?

- bu benim arkadaş olarak görevim, demin x'le de konuştuk, "bilmeye hakkı var" dedi.

+ kız... nasıl biri? güzel mi?

- ne farkeder? bilip de ne yapacaksın? elinden ne gelir? ısrar etme söylemem, kendine işkence yapmana müsade edemem.

+ ühüü söyle güzel mi değil mi?

- dur bi saniye, epey hoş bir kız, uzun-ince kumral, senden iki karış falan uzun. şimdi x de onayladı, bayağı güzel bir kız. manken gibi neredeyse.

+ ölümü öp adresi vermezsen.

- böyle lafları sevmem bilirsin, hadi kapatıyorum şimdi şarjım yok. üzme kendini, değmez. iyi geceler sana.

+ dur bi saniye-....# aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.

aşk acısı şu andan başlamak üzere yıllar boyunca kapsama alanı içinde, dost sandığınız canavarı lütfen daha sonra tekrar arayarak, perişanlığınızla onu sevindirin.

kendini kandırmak

insanların bu bloga google ile ulaşmalarını neden olan sorulardan birisi aşık olduğunu söyleyememek ve karşı tarafın sevmeme sebeplerini öğrenmek. bunu da google'a soruyorlar ya, helal olsun. neyse, aklıma maat yasası geldi.

maat, eski mısır'da ra'nın kızıdır ve ikiz erkek kardeşi şu ile işbirliği yapar. görevleri ölüleri yargılamaktır. maat yasası ise evrendeki her şeyin birbirini tamamladığına dairdir. yani gece ile gündüz, iyilik ile kötülük, ateş ile su.

bu yüzden tüm firavunlar yaptıkları her işte bu yasaya uymuşlar ve aksi halde dengesizliğin sonları olacağını düşünmüşlerdir. bu yasa sonradan tasavvufa, yani vahdet-i vücut felsefesine kaynaklık etmiştir. yani tüm yaratılanlar aslında yaratanın bir parçasıdır, dolayısıyla kendisidir. yani vücudumuzdaki tüm hücrelerin birleşerek "ben"i oluşturması gibidir.

yani ne kadar severseniz sevin, karşı taraf size "ama ben seni hiç öyle düşünmemiştim" türü cevap verebilir. aşık olsanız bile. işte bu durumda aklınıza maat yasası gelsin! yani sizin bu evrende sağlayacağınız denge bu kişi ile değildir. bu kadar basit işte.

neyse, bir ilişkide karşı tarafa onu sevdiğini söylemek gereksiz. çünkü "seni seviyorum"a, cümleyi kuran kişi, duyan kişiden daha fazla ihtiyaç duyar. içinizdeki boş kalmış sevgi kutucukları böyle dolmaz. çünkü bu cümlenin ardından "beni seviyor musun" cümlesi gelir, ki bu gelişim süreci hiç hayra alamet değildir.

insanlar birilerini sevebilir, sonra vazgeçebilir, ardından tekrar sevebilir, daha sonra aşık olabilir, nefret edebilir ve en sonunda önemsemeyebilir. bunların hiçbiri önemli değildir. çünkü eylemi yapan siz değilsiniz, o'dur. bu eylem size zarar verse bile eylemi yapan diğer kişi olduğu için yapabileceğiniz bir şey yoktur. yine de birinin sizi sevip sevmediğini anlamanın yolu basittir. sizinle görüşmek istemiyorsa, kaçamak cevaplar veriyorsa, bahaneler üretiyorsa sizi artık önemsemiyordur. üstüne gitmenin anlamı yoktur. "neden" diye soru sormanın da bir önemi yoktur. aslında var olan gerçek, sizin onu sevdiğiniz gerçeği değildir. sizin o kişiyle yapmak için can attığınız bazı şeyleri yapamamış olduğunuz gerçeğidir. duyacağınız tek acı, aşk acısı değil, yapamadıklarınızdan oluşan pişmanlıktır. duyduğunuz his mutsuzluktur, ki mutsuzluk amaca, hedefe ulaşamamanın yarattığı bir durumdur. yani;

"oradasın, biliyorum!"

"lan bi siktir git. istemiyorum seni artık."

bu cümleye ihtiyaç duymayın. insan olmanın nasıl bir şey olduğunun farkına varmış olanları takip edin. mesela zeki demirkubuz'un yazgı'sındaki musa;

musa: aslında o çocukları ve kadını öldürmek istedim.

savcı: neden yapmadın?

musa: çünkü bir şey değişmeyecekti!

27 Ekim 2009 Salı

japon dövüş sanatları

daha yazı bile bulunmamışken(!) çinliler göçebe yağmacılardan o kadar bıkmışlar ki önce çin seddini yaparlar. bu biraz işe yarar ve yağmacılar bu sefer batıya akarak kavimler göçüne neden olur. ama nereye kadar! en sonunda yağmacılar geri döner.

bu çinli kardeşlerimiz bakmışlar olmuyor, vücutlarını eğitirler. mesela yağmacılar kendilerini astıklarında nefes alıp vermelerini ve kalp atışlarını 10 dakika civarı durdurup ölü numarası yapabiliyormış. vücutlarına mızrak ok giremeyecek şekilde tamamen transa geçebiliyorlarmış. işi daha ileriye götürüp dövüş sanatlarını icat ederler. çinlilerin böyle bir eğitime görüldüğü gibi ihtiyaçları vardır. çünkü amaç yağmacılardan korunmaktır. kung fu böyle doğar.

ama binlerce küçük/büyük adada yaşayan japonlar, neden kendi dövüş sanatlarını icat etsin ki? bu bana her zaman mantıksız gelmişti. neyse, günün birinde japon tarihi okurken japonların da çok sıkı bir derebeylik çatısı altında örgütlendiklerini farkettim. ülke küçük parçalara bölünmüş ve bunların başında dayimiyo'lar vardır. yani lordlar. onların başında da shogun. ve en tepede imparator. sistemi öyle bir kurmuşlar ki mesela shogun'dan başkası imparatoru göremez. kimse dayimiyo'suna isyan edemez. dayimolar da shogun'a isyan edemez.

bu kısa tarih bilgisini de geçip esas konuya döneyim. işte bu küçük parçaları yöneten dayimiyolar daima rekabet halindedir ve sürekli savaşırlarmış. birbirlerinin toprakalarında gözleri varmış. işte sanırım japonlar bu yüzden kendi dövüş sporlarını icat etmişler.

vel hasıl kelam; japon dövüş sanatlarını incelediğinizde bir çoğunun aslında savaş sanatı olduğunu görürsünüz. aikido savaş sanatıdır. ailijujutsu, samuraylar döneminden kalma japon savaş sanatı. aikido'nun türediği sanatlardan biri. jujutsu silahsız savaş sanatları için kullanılan genel bir terimdir. kenjutsu, hung gar'da duruş önemlidir. judo tamamen bir savaş sanatıdır. karatenin kelime anlamı boş el, okinawa adası kökenli dövüş sanatlarının modernize edilmiş hali. kyokunşinkai, aşihara, şotokan gibi alt dalları vardır. kenjutsu kılıç sanatı. kendo ise bambu sopalarının kullanıldığı kılıç dövüşü sanatıdır. ninjitsu'yu ise sadece ninjalar kullanırmış. müsabakası da yokmuş.
hazır dövüş sanatlarından bahsetmişken çinlilerin biz türklere binlerce yıl önce oynadığı müthiş oyundan bahsedeyim! efendim türklerin ata sporu aslında judoymuş. bu sayede çinlileri her zaman alt ederlermiş. güreş ise çinlilerin ata sporuymuş. neyse işte, gel zaman git zaman çin'i tamamen istila ederiz. altın çiçeğin laneti filmini hatırlayanlar çin imparatorlarının nasıl bir şatafat içinde yaşadığını hatırlar. dağda, bayırda, eyer üstünde gezmekten mahvolan türkler bu yaşayışa kolayca alışır ve oyun başlar. çinliler güreşin nasıl bir asiller sporu olduğunu türklere anlatırlar ve türkleri güreş ile tanıştırırlar. kendileri ise kandırdıkları türk judo ustalarından judoyu öğrenip bilenlerin sayısını hızla artırırlar. ve zamanı gelince isyan ederler. bizim türkler bu isyan sırasında judoyu tamamen terk ettiklerinden dolayı güreşek karşılık vermeye çabalarlar ama nafile. çinliler judo ile bizimkileri tamamen telef ederler ve eski saltanatlarına geri dönerler. eyerlerine atlayıp kaçabilen atalarımız ise intikam yeminleri ederler! bu efsaneye kaynak olarak ilk dövüş sanatı olarak kabul edilen jiaoli'yi gösterebilirim. çünkü bu sanat, güreşin atası kabul edilir. mö 2700'lere kadar gider.

tabi bizim birde nihat yiğit'imiz vardır. kıbrıs savaşından sonra amerikan ambargosu nedeniyle hollywood filmlerinin akışı kesinlince bizim sinemacılar doğuya yönelir ve dövüş filmlerini birbiri ardına ülkeye sokarlar. neyse, bir keresinde karate porno bir film izlemiştim. o andan sonra hayatım karardı. o ne pozisyon zenginliğiydi öyle. havada, karada, denizde, uçarak, kaçarak, saklanarak, aman allahım! oha falan olmuştum. bu çinlilerin bu kadar çok nüfusu olmasına şaşmamalı.

aman neyse, konu nereye geldi. belirli bir kitle bu uzak doğu filmlerine merak salar ve en sonunda cüneyt arkın'lı ilk türk dövüş sanatı filmi karateciler istanbul'da çekilir. 3 ülkenin ortaklığında bir filmdir bu. akabince bruce lee keşfedilir. erken ölümünden dolayı filmlerinin adları değiştirilerek defalarca vizyona sokulur. bruce ağbimize benzeyen hong kong'lu aktörlerin filmleri brucu li, leu, lei ve benzeri adlarla vizyona sokulur.

80'lere geldiğimizde ise çekik gözlü bir türk olan nihat yiğit, türk bruce lee olarak piyasaya çıkar. nihat yiğit, savaş sanatları uzmanıdır. türk savaş sanatı sayokan ve kılıç sanatı yesuken'i bulmuştur. bir çok filmde oynar. tv'de çekik gözlü türke rastlarsanız şaşırmayınız.

bu şiiri ustama armağan ediyorum;

"rüzgarda savrulan saçın, sakalın değil
ruhundur ustam
aduket çek bana
bende senin gibi olam!"


(sinema ile ilgili kısımda kaynak hasibe eren'in kanal 24'te yaptığı bir programdır. dövüş sporlarının adı ise vikipedia'dan...)

26 Ekim 2009 Pazartesi

dexter's laboratory

evinin altında 6 km uzunluğunda bir laboratuara sahip olan, 50 santimlik boyu ile ablası dee dee'nin dizine kadar gelebilen, kocaman gözlükleri, dehşet ayakkabıları ve beyaz önlüğü ile süper şirin bir karakterdir dexter. 3. sınıf öğrencisi bu çocuk bilim insanının maceraları harbiden çok güzel. yani sırf dexter'ı izlemek için prime time'da cartoon network'ü açabilirsiniz. tabii evde yalnızsanız!

ablası dee dee ise öyle ağzında diş telleri olan gıcık tiplerden değil. bale sevdalısı, okulun en popüler kızlarından biri. en yakın arkadaşları asyalı olan lee lee ve siyah mee mee'dir. birlikte oyun oynarlar. pony puff adlı midilliyi de çok severler. klasik kızlar işte. gerçi üçü de 4'e gidiyor. ama karakter olarak dee dee'nin asli görevi dexter'ı sinir etmek. her şeyi pembedir. iki zıt karakter işte. dexter hem fiziksel hem de zihinsel olarak ablasının tam tersi bir karakter. dexter bir şeyler yapar, dee dee ise dans eder, uçar, kaçar, ağlar, yine de şirindir. ama yeri geldiğinde dexter'ı korur, sever, başarması için gaza getirir.
ama bu 6 km uzunluğundaki laboratuardan sadece 2 kişinin haberi vardır. dee dee ve dexter'ın en büyük rakibi mandark'ın. mandark hippi anne babası tarafından oldukça doğal ortamlarda ve cinsiyetsiz biri olarak büyütülmüş, doğadan nefret eden, teknoloji ve dee dee aşığı bir tip. zafer kazandığını sandığı zamanlardaki kahkası müthiş. onun gibi zafer kahkahası atasım var, o derece. seslendiren büyük iş yapmış. neyse, dee dee'nin mandark'ın kendisine olan aşkından hala haberi yok. mandark'ın tek amacı dexter'ı ve laboratuarını yok etmek. bu amaçla kendi laboratuarını kuruyor! onunkide 6 km. hippi anne ve babasından hefret ediyor! gerçi dexter'ın anne babası da olur karakterler değil hani. annesi tam bir temizlik hastası. sürekli temizlik yapan, koca kıçlı, elinde bulaşık eldiveni eksik olmayan bir karakter. babası da bilim adamı. dexter'ın en en en büyük korkusu anne ve babasının laboratuarından haberdar olması. bunun için oldukça saf görünüşlü anne ve babasını kandırması gerekiyor. laboratuarının girişi kitaplığının arkası. dee dee savar silahları da var. ama içeri girme ve kırıp dökme konusunda dee dee'yi hiç bir güç engeleyemez. tabii bu oldukça asosyal dexter'ın da ilginç yönleri var. mesela sevgilisi! dikdörtgen t-3000 bilgisayar dexter'ın gizli laboratuvarının enerji, güç, plan, proje gibi işlerini yöneten bilgisayarıdır. süper zekidir. onu dexter imal etmiştir.
1991'de kısa bir bölüm olarak genndy tartakovsky tarafından yaratılan karakterin küçük çocuklar için olduğuna inanmıyorum. süper bir şey lan bu. harbi bak...
dee dee: dexter, bil bakalım ben bu akşam ne olucam?
dexter: başıma bela olma yeter!

24 Ekim 2009 Cumartesi

rat race


türkçeye tabana kuvvet diye çevrilen, 2001 yapımı, jerry zucker'in yönettiği müthiş bir komedi filmi. hatta abartmıyorum, seyrettiğim en güzel filmlerdendir. oyunculuk müthiş, kadro çok iyi. cuba gooding jr, whoopi goldberg, rowan atkinson bile var. konusu kısaca şöyle;
zenginler bir grup insana, 2 milyon dolarlık bir kasanın anahtarını verir ve kasaya en kısa sürede ulaşacak kişinin yarışmayı kazanacağını söyler ve böylece farelerimizin yarışı başlar. kendileri de kimin kazanacağına dair bahis tutuşur. yarışmacılar yol boyunca neredeyse tüm amerikan kültürü ile yeniden tanışır. nazi kampları, ses hızını geçmeye çalışan bilim adamları, güzellik yarışmasına gidenler, geri zekalı sarışınlar, tren, at, helikopter, uçak, araba yolculukları ve eğlence inanılmaz.
filmde zengin insanların yaptığı birbirinden ilginç, komik, dehşet bahisler ve yarışmacıların parayı almak için yolda yaptıkları ve sizi çatlatana kadar güldürebilecek komiklikler de cabası.
en az beş kez seyrettiğim halde bu kadar çok güldüğüm film yoktur. mesela;
otel odasına bir fahişe girer. adamla pazarlığa başlar.
adam: şimdi önce soyunacağız. sonra jakuziye gireceğiz. ben tırnaklarımı keseceğim. sende kıçımı traş edeceksin. ne kadar tutar?
fahişe: soyunacağız, jakuziye gireceğiz, tırnaklarını keseceksin ve kıçını traş edeceğim. bunları mı istiyorsun?
adam: evet, sen söyle ne kadar tutar?
fahişe: 3000 dolar.
bir anda odanın her tarafından, koltuk altlarından, perde arkasından, duşa kabinden, bardan insanlar fışkırır ve,
başka bir adam: evet, 2800 dolar ile en yakın tahmini yapan bay gibson iddiayı kazandı. tüm parayı ona verin!
filmin bence tek sakat noktası son sahnesi. en sonunda tüm para bir hristiyan misyonuna bağışlanıyor.

22 Ekim 2009 Perşembe

fermuar

fermuar, fermoir kelimesinden gelir. fransızca bir kelime. anlam olarak kapatıcı demek. kelimenin aslı hint-avrupaca olan dhermo. sağlam, sıkı demekmiş. dher ise sıkıca tutmak anlamına geliyormuş. bu hint-avrupa dilini de bir ara yazmak lazım. avrupalılar dillerinin kökeninin hindistan olduğunu öğrenince bu tamamen ölmüş dili sıkı bir çalışma ile tamamen dirilttiler. artık kelimelerini kökenlerine kadar biliyorlar.

bildiğimiz anlamda fermuar kelimesini ise ilk kez chicago'lu bir mühendis olan judson adlı biri kullanmış. ama bunu ayakkabı bağı olarak kullanılmak üzere icat ettiği nesneye isim olarak vermiş. bugünkü fermuar ise isveçli sundback tarafından 1914'de yapılmış. 1. dünya savaşı sırasında amerikan ordusunun uçuş tulumlarında kullanılmış. ardından çok yaygınlamış, çokk...

ama fermuara ismini vermesek bile icat eden millet biziz. tarihi filmlerimizde de gördüğümüz üzere kancık bedenleri ikiye ayırmakta bir numara olan kahramanlarımız, düşman kalesine papaz, prens, şövalye olarak sızdıklarında ilk önce kale komutanının anasını, bacısını, kızını, karısını sıraya dizer veya hepsiyle bir anda beraber olurlar. en büyük düşmanını daha yatakta alt eden kahramanımızın önünde(!) artık hiç düşman kılıcı, oku, mızrağı, kalkanı duramayacaktır. işte bu durdurulamayan gücün kaynağı düşmanın karısı, kızı, anası ve bacısının al yanağı, bal dudaklarıdır. gücünü saçlarından alan samson hesabı, kahramanımız da gücünü uçkurundan alır.

ama bir sorun vardır. eskiler şalvar ve düşmesin diye sarmak için kuşak kullanırmış. akıncılar kuşağı çözüp tecavüz eylemini yerine getirene kadar çoktan düşman askerleri gelir ve eylem yarım kalırmış. böylece güçten düşen kahramanlarımız düşmanla baş edemezmiş(!) güzel natalya, eftelya, nadya ve nataşaların bacakları açık vaziyette kalınca bizimkilerin aklına malı çıkartıcakları yeri kesip düğme dikmek gelir. böylece açarlar düğmeyi, basarlar düşmana. güçten düşmezler. düşman askerleri gelene kadar da işlerini çabucak görürler ve sıvışırlar. sıvışamasalar bile o huzurla hepsini mahvederler.

işte mecburiyet böyle pratik çözümlere neden oluyor, işte teknoloji bu. yani fermuarı biz icat ettik...

soyun


bildiğin emir cümlesi. "giyisilerini çıkar" anlamına gelir. harbi bak!!

emre istersen uyarsın. ama elbette askeri törenle olmayacak bu işler! neyse, emri duyan kişi keyfi yerindeyse hiç itiraz etmeden giyisilerini çıkarır. ama tüm elbiseler çıkarıldığı halde normalde giyilmeyen bir nesne, erkeğin en önemli uzvuna takılır. ona verilen emir ise;

"giyin".
yani tüm vücut soyunurken onun giyinmesi çok salakça...

"çıkar!!"
(yavaş!!)

16 Ekim 2009 Cuma

al bundy


tüm tv tarihinin tek geçeceğim dizisinin kahramanı. belkide evlilikten korkmamın tek nedeni bu adam. ilk önceleri star 1'de gündüzleri oynardı. her gün bir bölüm. yıllar sonra cnbc-e'de gördüm. bu sefer alt yazılı. daha güzeldi. bir ara kanal d türk işi versiyonunu çıkardı. pek tutmayacağı belliydi. ayıp olmasın babından izlediğim bir kaç bölümü vardır. çünkü al bundy'nin felsefesini anlayabilecek zeka ölçeklerine bu millet hala gelmedi!

al bundy evrenin en bahtsız adamıdır. çirkef bir kadının, lise amerikan futbol takımı yıldızını kafakola alarak tüm hayatını, doğurduğu biri kendini zeki sanan iki çocukla ve bir köpekle beraber nasıl siktiğini görürsünüz. al bundy artık öyle bir duruma gelmiştir ki, kulağının arkası bile sikilmiştir. basit bir kadın ayakkabı satıcısıdır. tek zevki uzaktan kumanda, tv koltuğu ve biradır. o aile buna bile bulaşır. adeta sülük gibidirler. işte bu yüzden al bundy nirvana'ya ulaşmıştır. hemen hiçbir şey onu etkilememektedir. çünkü cehalet erdemdir., aptallık kaçıştır.

"eğer seks istiyorsan çocukların evden gitmeli. eğer iyi seks istiyorsan karın evden gitmeli."

"peg, bana birazcık değer veriyorsan, beni seninle sevişmeye zorlama."

"hayatımdan nefret ediyorum. uyuyamıyorum, yemek yiyemiyorum, karımı arka bahçeye bile gömemiyorum."

15 Ekim 2009 Perşembe

cennet bahçeleri

ilk cennet bahçeleri sümer mitlerinde edin bahçesi, yani aden bahçesidir. bu yer, adem ile havva'nın ilk günahı işlediği yerdir. sorgulamayı, iyi ile kötüyü bilmeyi öğreten ağacın meyvesinden yemişlerdir. tanrılar da burada yaşar. adem ile havva kovulduktan sonra kapısına kerrubiler yerleştirilmiş ve onların tekrar içeri girmesi önlenmiştir. tevrat ve kur an'da bu bahçe bulunur. çok ilginç ama bu bahçeyi hem tevratda, hem sümer mitlerinde dört nehir sular; fırat, dicle bunlardan ikisidir. diğer ikisinin ibranice adları aklıma gelmiyor.

neyse, teologlar aden bahçesinin içinden fırat ile dicle geçince şaşırırlar tabi. yoksa cennet dünya mıdır? dünyanın ilk şehirlerinin de tam bu bölgede olması kafaları iyice karıştırır. o meşhur aden bahçesi dünyada olmasın sakın?

ve ayrıca; diğer iki nehirden birinin tamamen kuruduğu artık bilinir. hicaz dağlarından beslenen ve kuveyt'den denize dökülen bir nehrin tamaman kuruduğu artık anlaşılmıştır. diğer nehir ise hala akar. iran'ın basra körfezi sınırı dağlarla çevrilidir ve bu dağlardan beslenen akarsulardan biri bu 4 nehri birleştirecek şekilde körfeze akar.

tanrıların bizi kullanıp bir kağıt bez gibi bir kenara atarak kovmalarından sonra cennetin kapısında durmadan da yapamadık. adem ölünce havva ne yapacağını şaşırır ve oğlu şit ile beraber adem'in cesedini aden bahçesinin kapısına kadar taşır. orada elohim'e kendisine yol göstermesi için yalvarır. en sonunda elohim cesedi bezle sarmasını ve toprağa gömmesini ister. kapıdan içeri giremezler, çünkü kovulmuşlardır. kerubiler sıkı bir şekilde kapıyı korumaktadırlar. bu hikaye hanok'un kitabında yazar.

işte tanrıların zavallı köpeği durumundan diskoda eğlenerek hayatı sorgulamaya başlar duruma kadar geldik. gerçi diskolar 80'lerde kaldı. artık barlar var!

gençlerimiz 70'lerde evlerinde eğlenir. çünkü terör başa beladır. zenginler, kandırılan ve içkilerine ilaç atılan köylü kızlarına tecavüz ederek bu safhayı geçerler. 80'lerle beraber diskolarda eğlenmeye başlanır. artık büyük şehirlerde terör yoktur. büyük eğlence yerlerinde eğlenilebilir bir duruma gelmek için darbe yapılmıştır. modern talking'in sesi cennet rüzgarı gibidir. diskonun kendisi ise aden bahçesi.

ama bu gençler maalesef uyuşturucu batağına saplanmışlardır! cenneti yanlış yerlerde aramaktadırlar. "eroin, nolur bana eroin verin. herşeyi yaparım, eroin için herşeyi yaparım" diye bağrışmaktadırlar. coşkunların en fecisi ve nurilerin en romdöşambrı ise diskoda eğlenen kalabalık içinde komiserimizin kızının ırzına geçmek için, yalnızlıkla beraber pusu kurmuş, beklemektedirler! çünkü cennet, komiserin kızının bacak arasına inmiştir artık. intikam!!!

ve sonra olanlar olur. gerisini zaten biliyorsunuz.

bu türk filmleri sayesinde türk halkı, diskoda eğlenen kişilerin uyuşturucu müptelası, pezevenk, orospu ve ibne olduğunu düşündüğü için çocuklarını diskolara göndermedi. o cennetten mahrum kaldık. o dönen ışıltılı disko topu altında eğlenme işini sadece düğün salonlarında yapabildik. 80 neslinin büyük bir kısmı eğlenemedi, eğlendirilmedi. cenneti göremedi! fakirler bu sefer yaşarken tanrıların kapısında bekletildi!

ama artık durum değişti. 2000'lerde yeni tanrılar sokakları, diskoları terk ettiler. artık kimsenin ulaşamayacağı yapılarda kalıyorlar, büyük alış veriş merkezlerinde geziyorlar, kenar kenarında, sığıntı köşelerde eğleniyor. sokaklar ve diskolar tamamen yoksullara kaldı. eski cennetler terk edildi, yeni cennetler yaratıldı!

"önemli olan, tanrının bir enstrüman yaratmış olmasıdır. insan denen bir enstrüman. ancak yarattığı bu enstrümanı çalamayan bir usta gibi, tanrı da insandan bu sesi çıkaramamıştır. bu yüzden tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir. ne bakire anneler ne de sami ırkından gelen peygamberler mucizedir. mucize, tanrının elini koparıp dünyaya fırlatması ve sonra da ondan geri gelmesini beklemesidir. ancak elin, önce bir el olduğunu anlaması sonra da tanrıya ait olduğunu fark etmesi gerekir. mucize, elin ait olduğu bedene dönüşüdür." (hakan günday-azil)

14 Ekim 2009 Çarşamba

ben, kendim ve çekicim

olimpiyatlarda çekiç atma dalının hastasıyım! sporcu olsam, çekiç atıcılara göre zayıf olan bünyeme rağmen iyi bir atıcı olurdum. macarlar, ruslar, almanlar da kimmiş! en iyi çekici ben fırlatırım. hemde dopingsiz, hemde en uzağa...

çünkü ben geceleri bile yatağıma çekicimle girerim. o beni terk etmeyen tek sevgilimdir! en küçüğünden en büyüğüne kadar çeşit çeşit, renk renk, desen desen çekiçlerim vardır. gece uyurken hepsi bana adeta yalvararak, "beni al, beni al, onu alma" diye diye bakarlar. bu meseleyi yanlış anlayanın kafasını çekicimle parlatırım, ona göre!

elbette west ham united taraftarıyım. upton park'ın hastasıyım. sırf west ham'ı tutuyorlar diye daima iron maiden dinlerim. çekiç bakımlarında ses daima sona gelir. çekicimin demiri onların müziği ile aydınlanır. steve harris'in de hastasıyım. yeter ki çekiç olsun, çekiç canavarı gibi bir şeyim.çocukluğumda star 1'de yayımlanan mike hammer adlı diziden sonra tüm mike hammer romanlarını okudum. ben de onun gibi dudaklarımla sevişirim, yumruklarımla dövüşürüm. tabiki kemerime takılı olan çekicimle beraber. sırf bu yüzden stacy keach hayranıyım hala. ama mc hammer ile hiçbir alakam olamaz. u cant touch this diyemem, diyebilemem! çünkü onda ne bir fötr şapka, ne bir pardesü, bıyık ve sert bakışlar vardır. şimdiki tipim bile mike hammer'a benzer. benzemek için burun ameliyatı bile oldum!
artık tarih olup gitmiş urrs bayrağını uzun uzun yazmama gerek yok sanırım. işçiyiz, haklıyız, kazanacağız. gerçi bizim eylemciler bu sloganı atarken acayip ruhsuz oluyor. can yok, gırtlağı parçalanırcasına bir söyleyiş yok. gerçi kafaları parçalanıyor coplarla diyebilirsiniz, haklısınız, işçiyiz, çekicimiz var bizim. üretimden gelen gücümüzle, çekicimizle, her tarafa barış ve adalet getireceğiz. ben enternasyoneli sol elim havada değil, çekicim havada söylerim.ve en önemlisi... benim için çekiç hırsızlara karşı kendimce güvenlik önlemidir. fi tarihinde bir sabah 6 gibi evimin bir odasının bir kapısının açıldığını adete hissettim. benim uykum hafiftir bebek, bir gözüm daima açık uyurum. hemen çekicimi sağ elime alıp baltalı ilah zagor gibi fırlatma pozisyonumu aldım. hırsızın kafasını görmeyi beklemeye başladım ve kafasını görür görmez çekicimi attım. swissss diye ses çıkararak, döne döne giden çekicim maalesef hasmımın kafasını yarmadı. zaten kapıyı açan da hasmım değilmiş. evin anahtarını verdiğim bir biriymiş. çekicim ise gitti mutfak kapısının camını kırdı. bana da açık bir hedefi bile çekiçle vurayan kişi ünvana kaldı. meğer çekicimle bir bütün olamamışım, zagor olmanın yakınından bile geçememişim. baltalı ilahın yavrusu olmaya bile layık değildim. işte o anda, akşamleyin ne yapacağıma karar verdim. balkona yeni diktiğim içi yeşil, dışı sarı türündeki leylandimle beraber şarap içecektim. onu da alkole alıştırmam lazımdı!

o günden sonra çekicimi asla fırlatamadım. çünkü eve hala hırsız girmedi...

13 Ekim 2009 Salı

klemens von metternich

1773 yılında dünyaya gelen metternich, aslen almandır. 1790'da avusturya vatandaşı olur. akabinde dışişlerinde hızla yükselmeye başlar. 1806'da paris büyükelçisidir. 1809'da ise avusturya şansolyesi olur. bu görevi 1848'e kafar, aralıksız 39 sene yerine getirecektir. görevinin ilk yıllarında kaybedilen toprakları alır, birliği yeniden sağlar. kurulan germen konfederasyonunun başkanı olur.

19.yy'ın ilk yarısının en etkili politikacısıdır. napoleon savaşlarından(6 büyük koalisyon ve savaş neticesinde napoleon mağlup edilmiştir. ilk dördünü napoleon kazanmıştır) sonra yapılan viyana kongresi'ni tertipcisidir. alınan kararlarda çok büyük etkisi vardır. viyana kongeresini ikinci dünya savaşından sonra alınan kararlarla kıyaslayabilirsiniz. dünyaya yeni bir şekil vermiştir. liberal akımların en büyük düşmanı olmuştur. 1815'den sonra kurduğu katı mutlakiyetçi düzenin 1820'de yunan bağımsızlık ayaklanması ile kısmen yıkılmış ve o bu işe çok kızmıştır. onun görüşüne göre çok milletli osmanlının yıkılması demek, avusturya'nın sonu demektir. bu öngörüsü doğru çıkmış, osmanlı ve avusturya imparatorlukları, yanlarına rusya'yı da alarak yıkılmıştır. yunan bağımsızlığını desteklemeyen tek büyük avrpa devlet adamı odur.

bu milliyetçilik, hürriyetçilik, cumhuriyetçilik düşmanı, statükonun devamından yana, katı, disiplinli kişi, mutlakiyetçi düzeni sarsan1830 ihtilallerini bastırabilse de(rusların engin yardımları ile macar ve polonya isyanları bastırılmıştır), akan suyun önünde duramamış ve 1840 ihtilallerini bastıramamış ve 1850'lerden sonra tamamen gözden düşmüştür. sansür ve baskı taraftarıdır. istemediği herşeyi bastırmakta üstüne yoktur. ama ne alman ne de italyan birliğinin kurulmasını engeleyememiştir.

1859'da 75 yaşında ölen bu kişi, devletlerin hanedanlar yüzünden var olduğunu, aksi halde anarşinin tüm kıtayı yutacağını belirtmiştir. ama roma'dan beri devam eden bu düzen, sanayi devrimi ve fransız ihtilali ile birlikte 50 yıl daha yaşamıştır.

not: bir kısım bilgi vikipedia'dan...

6 Ekim 2009 Salı

çizgilere basarak yürümeye çalışan insan

aslında garip takıntılarım olduğunu epey geç fark ettim. mesela teoman'ın zamparanın ölümü adlı parçasında geçen "çizgilere basmadan yürümeye çalışan insanlar" lafına kadar herkesin, benim gibi çizgilere basarak yürümeye çalıştığını sanıyordum. ama fark ettim ki ben hiç kimseye benzemiyorum!

asla çizgilere basmadan yürümem, yürüyemem, imkansızdır. sırf bu yüzden, büyük karo taşlarına sahip kaldırımlarda yürürken garip hareketler çizerim, yan çizgilere dalarım, adımları büyütürüm, sokak kalabalıksa insanlara çarparım. taşlar küçükse belirli bir sıra ile basarım, üç sonraki, beş sonraki diye, ama yine çizgilere basarım. sıralarda otururken kesinlikle ayaklarım sıranın alt demirlerindedir. bir kadının sırt çizgi güzelse o çizgi için ölürüm arkadaş! çizgi yoksa, gider çizgi çizerim, hatta bu çizgi hayali bile olabilir. yeter ki çizgi olsun, çizerim, belirli bir tempo ile, gerekirse izmir marşı ile yürürüm.

bu yüzden ömrüm boyunca sek sek oynayamadım! o çizgilere nasıl basılmaz, ihtimali var mı hiç!!
meğer bu durum ciddi bir psikolojik sorunmuş. eğer hayatı etkileyecek sıklıkta yapılıyorsa, tedavi olunması şartmış. anlayacağınız hiçbir şey hayatımı etkilemeyeceği için ben yırtım. çizgilere basmamın nedeni ise, o çizgileri demir bir çubuk gibi düşünmek ve basılmadığı takdirde düşebileceğime dair inancımmış. bilinçaltında bir problemden kaynaklanıyormuş. yani benim çocukluğumdan beri oynadığım bu oyun, meğer obsesif kompulsif bir bozuklukmuş!

eyvah eyvah!!

hayırr, durun! o çizgiler demir bir çubuk değil, asla olmadı, ben hep sirk cambazı olmak isterdim. o olmazsa helikopter pilotu olacaktım. ama hiç biri olmadı. neden yüksekten korkuyorum lan ben! evet evet, belkide bu yükseklik korkum yüzünden bir ip üzerinde yürüdüğümü düşünüyorum. içimdeki cambazı ancak böyle tatmin edebiliyorum. ben bir cambazım, valla bak!!!
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.