heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

29 Ocak 2010 Cuma

lodos

bu rüzgar ismini istanbul'un güneybatısında kaldığı için rodos adasından alır. bursa'da yaşamın kaynağıdır. lodos esmese, bursa'ya çöken duman tabakası şehri oturulamaz bir hale sokar. bursa'nın lodos zamanı görüntüsü de harikadır. her taraf pırıl pırıl, her yeri görebilirsiniz. ama yolun ortasından yürüyün. bir tane bile pencereniz açık kalmasın.

istanbul için durum yine aynı. ama arada bir fark var. lodos eserken tutulan balık yenmez. tehlikeli olabilir. bu denizin dalgaları arasına kapılma ihtimaliniz yüzünden değil, sıcak rüzgar ile gelen balığın pek hayırlı olmayacağındandır sanırım.

pek çok insan sevmez lodosu. o sıcaklık bayar insanı, ruhunu kıstırır kuytu köşelerde, soğuk bir el duymadan yaşadıklarını pek anlayamazlar. oysa ben bayılırım. ne güzel işte, mis gibi, sıcak sıcak vurur yüze, etraf kar deniziyse eğer, her taraf erir, caddeler sel olur, önce şapka takmaktan kurtulursunuz böylece.


yıl 1941, ocağın 23'ü. yer bursa cezaevi. (bu cezaevi kaldırıldı artık, yerine büyük adliye binası yapıldı.) sıcak sıcak esen lodos nazım hikmet'in bu şiiri yazmasına neden olmuş sanırım. nazım hikmet çankırı'dan bursa'ya yeni geçmiş. yazmış lodosun havasını;

Kim bilir kaç milyon ton ağırlığında
ummanda çalkalanmakta su.
En yalnız dalganın üzerinde
boş bir konserve kutusu...

+ 1

Bir aydır ki hapisane geceleri böyledir :
kızgın dişi kediler
- apışları ıslak
tüyleri diken diken
enselerinde diş yerleri -
bazan kuş
bazan insan sesi çıkarıp
dolaşıyorlar
gebe kalana kadar.

Mevsim bahara yakın.
Hava lodos.
Nasıl şiddetli
nasıl sıcak esiyor...

Biz altı yüz adet
kadınsız erkeğiz.
Alınmış elimizden
doğurtmak imkânımız.
En müthiş kudretim yasak bana :
yeni bir hayat aşılamak,
bereketli bir rahimde yenmek ölümü,
yaratmak seninle beraber :
sevgilim, yasak bana etine dokunmak senin...

Mevsim bahara yakın.
Fırtına.
Lodos.
Nasıl şiddetli
nasıl sıcak esiyor...

Bir yerlerde bir cam kırıldı yine
- bu gece bu üçüncüsü -.
Hangi boş koğuşun kapısı açık kalmış,
küüüt, küt,nasıl çarpıyor...

+ 2

Tepedelen cephesinde bir ceset,
örtülüyor altında karların,
ve başından uçan miğferi
yuvarlanıyor önünde rüzgârın...

+ 3

Fabrikanın avlusunda
elektrik ışığı,
ucunda ince bir telin
sallanıyor iki yana,
Bir kadın.
Boynu çıplak,
Uzun saçlarıyla etekleri uçarak,
atölyenin kapısında...

Rüzgâr vurdu putrellere.
Atölyenin saçağından
büyük bir buz parçası düştü yere...

+ 4

Ovaya dörtnala yaylılar iniyor :
çıngıraklar hamutlarında beygirlerin.
Ve iki yanda çırpınan muşambalarıyla
koşuyorlar gece yarısı denize doğru...

+ 5

İnce uzun kılçıklardan ibaret kalan kavak ağaçları
aydınlıktılar
mehtâbolmadığı halde.
Ve kalın
ve dallı budaklı kestaneler kımıldanıyor
- iki yana sallanıyor değil
ağır ağır yer değiştiriyor âdeta -
gidiyordu göz alabildiğine
yıldızların ışığında
yapraksız ahşap kalabalığı...
Buna rağmen bu lodos,
bu uğultu.
Buna rağmen havada
dişi bir ten kokusu
ve yüklü bir yumurtalığın sıcaklığı...
Dağlarda kar çözülüyor.
Yürüyor usareler
yapraksız dalların ucuna doğru.
Gebe.
Gebelik.
Mevsim bahara yakın
ve doğumun
- korkunç
güzel
ve sıcaktır -
günü doldu dolacak...

28 Ocak 2010 Perşembe

doctor zhivago


bir ingiliz kadın ile bir mısırlı el ele vermiş, "gidelim şu gerisi önemli değil'in okumadığı boris pasternak'ın doctor zhivago adlı romanının filminde rus karakterleri oynayalım" demiş. tabii yıl 1968. ömer şerif hala sırım gibi delikanlı, julie christie ise taş gibi bir hatun.

neyse, hikaye sovyet devriminden hemen önce başlıyor. ruslar büyük savaşa girerler ve cepheler gösterilir, yılgın insanlar, bıkmış insanlar, ölmüş insanlar, korkunç insanlar. o şartlarda devrim olmayacakda benim ülkemde mi olacak!

devrim de olur. tüm zenginlerin evlerine, köşklerine el koyulur. herkes beraberce, el ele yaşamak için çabalar görünü. yüzbinlerce insan ölmeye başlar. kuru bir tahta parçası için bile insanlar idam edilir. yokluk, kıtlık gırla. en sonunda bizim kahramanlarımız sovyet rejiminden kaçıp, ıssızlığın tam ortasındaki, kullanılmayan bir eve giderler. dışarı buz ötesi, soğuk mu soğuk rüzgar her yandan esmekte, medeniyet namına hiçbir şey yok. ne su, ne de elektrik. ama ısınmak zhivago için çok kolaydır. gir koynuna işte. lara'nın mis gibi, taş gibi, güzeller güzeli o rus'un koynuna.

iç savaş yılları ama, beyaz ordu ile kızıl ordu birbirine girmiş, eli silah tutan herkes cephelerde çarpışıyor. tütün bile yok, insanlar iyice kurutulmuş tezek(hayvan boku) sarıp içiyor. zhivago ise kendisine deli gibi aşık karısı tonya yerine lara'yı sevmektedir. bu buzlar kraliçesi olacak kadar soğuk görünüşlü lara ise kızıl ordu'nun generallerinden birisinin karısıdır.

film salt bir aşk hikayesi değil elbette. sovyet devriminin yaşadığı tüm zorluklar gözlerinizin önüne seriliyor. bu rus iç savaşını da yazmak lazım bir ara.

görevli: terhis belgenizi görebilir miyim?

zhivago: ee elbette buyrun...

görevli: ama burda kutsal haç hastanesi yazıyor?

zhivago: ?!?!

tonya: ikinci reform hastanesi oldu!

zhivago: zaten oranın iyi bir reforma ihtiyacı vardı..

26 Ocak 2010 Salı

intikal, ayaklarımdan alınan soğuk bir intikamdır bebeğim


sabah kalk borusu ile zor zahmet ayaklandığımda yüzüme vuran soğuk yüzünden battaniyenin altından bir türlü kalkamıyorken ikinci kalk borusu ile en sonunda yerimden doğrulabildim. geceden beri takip ettiğim kar yağışının çevreye etkisini gözlemlemek için dışarıyı taradığımda her tarafın kar ve buz ile örtülü olduğunu gördüğümde hiç şaşırmadım. tuvalete gidip elimi ve yüzümü yıkamaya niyetlendiğimde suyun hala gelmemiş olmasına hiç şaşırmadım. allahtan elektrikler vardı. en azından görerek traş olabiliyordum. 4 gündür banyo yapmamıştım. üşümesem çırıl çıplak buz gibi karın içine girip saçlarımı şampuanlayabilirdim.

kamuflajımı kuşandım, botlarımın bağcıklarını bağladım, palaskamı taktım. araçların radyatörlerinin içine antifriz koymadığımızdan dolayı hepsinin suyu donmuştu. bunu radyatör peteklerinin sertleşmiş kanallarını parmaklarınızla kontrol ederken anlayabiliyordunuz. yayan olarak yolumuza devam edecektik. yol üstünde, kar içinde yiyebildiğimiz kadar yemek yiyecek, içebildiğimiz kadar sıcak çayı içecek ve yolumuza yine devam edecektik. herkes sıkı giyinmişti. sarıkamış'tan farkımız, üzerimizde kışlık kamuflajlarımızın olmasıydı. en azından soğuktan donarak ölmeyebilirdik. yol uzundu. bir ihtimal, kurşunlanarak öleceğimizi biliyorduk. çok uzaklardan top sesleri gelmeye başlamıştı. düşen top mermilerinin açtıkları çukurları görebiliyorduk. şarapneller ise hala bize uzaktı. intikal çoktan başlamıştı. yakında binalara hücum edecektik.

yol boyunca yanlarından yırtılmış postallarımız karın içine bata çıka yürüdük. binlerce askerle beraber, karışık düzen yürümeye devam ettik. yanlarımızdan vızır vızır arabalar geçiyor, personel taşıyıcılar sürekli cephelere asker taşıyorlardı. tüm araçlar dört çekerdi ve yol akabiliyordu hala. her taraf kar, çamur ve balçıktı. bir çok yerde yol derin şekilde oyulmuş ve mayın tarlasına dönüşmüştü. üstelik kar sürekli yağmaya devam ettiğinden görüş mesafemiz oldukça kısalmıştı. ama tüm bu ahval ve şerait içinde dahi o binaları ele geçirmeliydik. ben ve askerlerim bu işi başarmak için oldukça kararlıydı. çünkü o binalarda bizi güzel bir kahvaltı ve hatta sıcak bir çay bekliyor olabilirdi. bu umutla yürümeye devam ettik. zırhlı birlikler geçiyordu yanızımdan, kar küreyiciler yolu temizleyemeye çabalıyordu ve sürekli top ve taarruz uçaklarının vızıldayan sesleri kulaklarımızın pasını silmeye çabalıyordu. oysa yolun 200 metre içinde hayvanlar hala neşe içinde ölmüş askerlerin cesetlerini parçalamaya çalışıyorlar, ancak anında mermiyi yiyorlardı. toprak bile donduğu için cesetlerimi gömemiyorduk. az kalmıştı. postallarımın içine dolan kar suyu yüzünden tüm ayağımın çorabımın siyah rengine boyanacağını biliyordum. üstelik parmak uçlarım donmaya başlamışdı. burnum ise daha da kötüydü. sürekli akıyordu. mermi gibi boşalıyordu ucu iyice kırmızılaşmış burnum. durmuyordu.

işgal etmemiz gereken binayı çevreledik en sonunda. üç koldan binaya girecektik. ben orta kolu da idare ederken sol kola ateş emri verdim. yağmur gibi kurşun yağdırıyorlardı. sağ kola içeri girmesi için yönlendirdim. aynı anda biz de ateşe başladık. binanın girişini ele geçirmiştik bile. hem de sıfır kayıpla. bizi ne soğuk, ne de kurşun durdurabilmişti ısınma gayretimiz için. merdivenleri hızla çıkıp birinci katı işgal etmemiz fazla uzun sürmedi. düşman da üşüyordu ve hemen teslim oluyordu. kapılardaki metal dedektörlerini silahlarımızla bangır bangır öttürüyorduk. amaç ikinci kattı. askerlerimin zinde kalması için merdivenleri kullanmasını emrettim. çünkü asansör tehlikeli olabilirdi. son hızla ikinci kata girdik. gerekli yasal düzenlemeleri yapıp girmemiz gereken mevziyi işgal ettik. artık o kattan düşmanımıza ateş edebilecektik. ama orası da soğuktu. binanın işgal edileceğini anlayan düşman kuvvetler komutanı yakıt sarfiyatı olmaması için doğaz gazı yaktırmamıştı. üstelik yerler leş gibi tozdu. çünkü orada da su yoktu. sibirya soğukları daha gelmemişti bile. ayaklarım hala üşüyordu. askerlerime masa ve sandalyeleri yakabileceklerini, kemiklerine kadar iyice ısıtmalarını söyledim. sabah kahvaltısı için tereyağ ve marmelat vardı. iyice güçlenmeleri gerekiyordu. bir kısmına uyuyabileceklerini söyledim. makinalı tüfekleri mevzilere kurdurdum. nöbet böylece başlamıştı. bir sigara içmek için sigara odasına gitmeye karar verdim. elimde parabellum tabancam ile aynı zamanda düşmanı da gözetleyecektim. derin bir nefes aldım, soft paketimi açtım, bir tane sigara çektim, ateşi nefesimle körükleyerek dumanı önce ciğerlerime çektim, çıkmaya yeltenen az bir dumanı dışarıya verdim. yaşasın, bir güne daha zaferle başlamıştım.

ben bir parabellumumu, bir de yazı yazmayı severim bebeğim. bunu okuyorsan biliyorsunki hala daha yaşıyorum ve tek dostum tabancamı temizliyorum.

25 Ocak 2010 Pazartesi

kabakçı mustafa

napoleon'nun gazına gelip rusya'ya savaş açan(1806-1812 osmanlı rus savaşı), üstüne yeniçeriyi savaşa yollayıp nizam-ı cedid'i istanbul surlarında bırakan üçüncü selim, başına gelecekleri herhalde tahmin edememişti. böylece her hal ve şartta isyana hazır olan yeniçeri için fırsat doğmuş oldu. 1807'de karadeniz tabyalarından aşağıya inip et meydanında isyan ettiler. isyan hemen bastırılabilir bir durumdayken büyük bir gaflete düşen ileri gelenler, yapılan bir kaç çapulcu benzetmesi ve üçüncü selim'in yumuşak huyluluğu yüzünden bir şey yapamamış, nizam'ı cedid'i de feda etmelerine rağmen en sonunda selim'in de yapacağı bir şey kalmamış ve tahtından olmuştur. yerine dördüncü mustafa geçmiştir. selim bir süre daha yaşasa bile, alemdar mustafa paşa'nın tekrar selim'i tahta geçireceğini bilen dördüncü mustafa biraderini boğdurmuştur.

ayaklanmayı kastamonulu kayıkçı yamağı kabakçı mustafa tertip etmiştir. lakabının anlamı öncü demekmiş. başka bir rivayete göre o devirde keşlere de kabakçı denirmiş. isyan, yeniçerilerin "yok talim yapmayız, ama hem asarız hem de keseriz" nidaları yüzünden olmamıştır. üstelik kabakçı, isyanı çıkarırken elemanlarına yağma yapmayacaklarına dair yemin ettirmiştir. ama kendisi bildiğin tetikçidir.

olay saray bürokrasisine yakın duran ve nizam-ı cedid i destekleyen ermeniler ile yeniçerilerin paralarını değerlendiren yahudiler arasındaki rekabettir. olayı tertipleyen kişi ise yahudi tefecilere yakın olan sadrazam ağa ibrahim hilmi paşa, şeyhülislam ataullah efendi ve selim'in yerine geçmek isteyen şehzade mustafa'dır. isyanı bastıran rusçuk ayanı'nın arkasında ise ermeni sarraf manuk mizaryan vardır. zaten ikinci mahmut'un tahta geçmesi ile yahudilerin gücü kırılmış ve akabinde ocağın kaldırılması ile devletin sonu getirilmiştir. çünkü yeniçeri ocağının kaldırılması ile ortada ordu falan kalmamıştır.

kabakçı'nın sonu ise rusçuk ayanı alemdar mustafa paşa ordusunun rumelifenerini kuşatması sonucu gelmiştir. isyandan sonra rusçuk ayanının etrafından toplanan nizam-ı cedid taraftarları, mustafa paşa'yı teşvik etmişler ve 1808 baharında 15.000 kişiyle beraber istanbul'a giren alemdar paşa devlete hakim olmuştur. mustafa'yı tahtan indirip yerine de ikinci mahmut'u geçirmiştir. ama bu mahmut resmen bir ölümden dönmüştür. çünkü mustafa tahtını sağlama almak için mahmut'u da öldürmeye yeltenmiş, ama mahmut'un annesinin onu çatı ve aralarında saklaması ve damdan dama atlayarak kaçmaları yüzünden bu işi başaramamıştır. en sonunda da canından olmuştur.

bir süre işler durulmuş görülse bile istanbul'daki yağma son hız devam etmiş, üstelik bu yağmalara mustafa paşa'nın adamları da katılınca işler rayından çıkmaya başlamıştır. nizam-ı cedid yerine kurulan sekban-ı cedid de yeniçerileri kızdırmaktan başka bir işe yaramamıştır. kasım 1808'de tekrar ayaklanan yeniçeriler mustafa paşa'nın yaşadığı bab-i ali'yi bastılar. sekbanların ateşine karşılık köşkünü yaktılar. sarayın yardım etmemesi üzerine alemdar köşkündeki barutları ateşledi ve evi kuşatan 1000 yeniçeriden 600'ünü de yanına alarak öldü.

alemdar'ın ölüsü bulunduğunda ise günlerce istanbul sokaklarında dolaştırılmıştır.

tabii savaş devam ederken meydana gelen bu olayların da katkısıyla ruslarla en sonunda barış yapılmıştır. ama rus donanması isyan sırasında çanakkale önlerinde ve limni'de osmanlı donanmasını imha etmiştir. beserabya tamamen kaybedildi. savaş 1809 civarında bitebilirdi. bu seferde işin içine giren ingilizler yüzünden savaş devam etti. ancak rusların tekrar napoleon ile uğraşmaya başlaması ile savaş bitmiştir.

hayat dediğin şey entrikadır...

(bazı ayrıntılar soner yalçın'dan.)

22 Ocak 2010 Cuma

ikinci dünya savaşı: bir kaç anektod

japonların başına gelen atom bombası hadisesi harbiden insanlık dışı bir olay. ama japonların kendi pisliklerini gizlemeleri için bu atom bombası olayını sürekli göz önünde tutmalarına sinir oluyorum. yüzbinlerce kişiyi öldürdüler, yüzbinlerce koreli ve çinli kadını kendi askerlerine peşkeş çektikler. mesela changjiao'da onbinlerce kişiyi öldürdüler. manila'dan kaçarken şehri son bir kez çevirip bebeklerine kadar katledip, 100.000 kişiyi öldürdüler. sook ching'da plajlarda çinlileri doğradılar. nanking'de 300.000 sivili öldürdüler, 200.000 kadını fahişe yaptılar.

üstelik en büyük felaketleri atom bombası değil. meşhur tokyo bombadımanında amerikalılar napalm kullanarak resmen tarihin en büyük katliamını yapmıştır. bir gecede 200.000 japonu öldürdüler.

ikinci dünya savaşı'ndan sonra almanya ve berlin, müttefik kuvvetler tarafından önce üçe, sonra aralarına fransızları da alarak bölündü. fransa, ingiltere ve amerika elindeki bölgeler daha sonra birleştirilerek federal almanya yapıldı. ruslar ise ellerinde tuttukları doğu berlin ve doğu almanya'yı bu birleşmeye katmayarak kendi uydu ülkesini kurdu. buralarda kalan sanat eserlerini ve bilim adamlarını yağmalayarak kendi ülkesine taşıdı. daha kötüsü ise rusların yaptıkları sistematik tecavüz hadisesidir. doğu almanya'ya girdikten sonra yaklaşık 1 milyon alman kadınına tecavüz ettiler. bugün hala babası ve dedesi bilinmeyen bir sürü doğu alman vardır. üstelik bu iş savaştan sonra da devam etti. daum'un babası bir çek askeriymiş. bildiği başka bir bilgi yok.

dünyaya milliyetçiliği yayan fransızların yediği bir çok bok vardır. mesela hitler'den de önce yahudilere kollarında davut yıldızı ile gezme şartını getirmişlerdir. naziler fransa'ya girdiğinde yahudileri toplamakta pek zorlanmadı.

sadece yahudilere kötü davranmadılar. kendi kadınlarına karşı uyguladıkları bir saç kazıtma eylemi vardır. savaştan sonra, alman askerleri ile beraber olan, yaşayan fransız kadınları, paris'in meydanında toplayarak saçlarını sıfıra vurdurmuşlardır. insanları damgalamakta fransızların üstüne yok.

bence franklin delano roosevelt pek akıllı olmayan bir başkanmış. en büyük hayali sovyetlerle işbirliği yapıp, onları kendi hükümranlığına alıp, batıda almanya'yı, doğuda japonya'yı sovyetlerin elinden kontrol etmekmiş. savaşın bitimini göremeden ölmüş. kendi kazandığı bir zaferi görememek kötü olsa gerek.

üstelik japonya'ya petrol ihracatını durdurarak, japonların kendilerine karşı savaşa girmelerine neden olmuştur. ülkedeki japonları da toplama kamplarında toplamıştır. hitler'den farkı bu japonları gaz odalarına göndermemesidir. japonlara bu muameleyi yaparken ülkede yaşayan almanlara dokunmaması da ilginç. alman u bot saldırılarında, amerikalı almanlar kendi ülkelerine yardım ederken bile almanları toplama kampına almayı düşünmemiştir.

ikinci dünya savaşı içerisinde amerikalılardan daha korkağı yoktur. pardon önce italyanlar, sonra amerikalılar. amerikan askerleri tankların arkasında savaşır. can siparane bir amerikan saldırısı veya savunması ikinci dünya savaşı'nda yoktur. ikinci ardenler saldırısında mazotu bitmiş alman tanklarına karşı az kalsın yeniliyorlardı. eğer savaşın başından itibaren savaşsalardı, taze alman kuvvetleri karşısında orduları büyük ihtimal mağlubiyet üstüne mağlubiyet alacaktı. mesela ruslar ve amerikalılar berlin'de buluştuklarında ve almanya teslim olduğunda dahi, fransa'da, italya'da, hollanda'da, belçika'da ve hatta girit'te hala daha düşmeyen alman cepheleri vardır.

genel stratejileri ise yoğun bir topçu ateşi ve ardından tankçı desteği ile saldırmaktır. bu sayede artık nesli tükenen almanları yenmişlerdir. çok yoğun uçak bombardımanları ile de japonları mağlup etmiştir. eğer japonların ellerinde amerikalılar kadar uçak gemisi olsaydı, japonlar ile savaşları daha da uzun sürebilirdi. pasifikte galibi uçak gemileri belirledi. bu savaşta büyük ana muharebe gemileri tarih olmuştur.

üstelik amerikalılar müthiş müsrifdir. kendi ordularının jiplerini çalıp satarlarmış. büyük bir malzeme bolluğu içinde olduklarından aklınıza ne gelirse israf ederlermiş. yol boyları yenmemiş veya yarım bırakılmış amerikan konserveleri ile doluymuş.

rusların savaşı kazanmalarındaki en önemli neden elbette müthiş disiplinleri. stalin'in çelik eli ile yönetilen ruslar, günlerce at sırtında savaşarak ilerlemişlerdir. seri üretim stalin tanklarını boyamaya bile gerek görmeden cepheye salarlarmış. rus askerleri ne bulursa yiyor, kimi görürse tecavüz ediyormuş. atlarının sadece saman yiyerek berlin, prag ve viyana içlerine girmesi inanılmazdır. tabii işin iç yüzü biraz başka. rusların en büyük eksiği olan kamyon ve konserve işini amerikalılar halletmiş. murmusk limanından oluk oluk malzeme yağıyormuş ruslara. üstelik japonlarla aralarında barış vardır. düşmanımın dostu düşmanımdır mantığı geçersiz kalmıştır bu savaşta. buna rağmen savaş biterken japonlara savaş ilan etmişler ve utanmadan bazı japon topraklarını işgal etmişlerdir. ama ne olursa olsun, savaş sırasında 20 milyon rus ölmüştür. bu nüfuslarının üçte biridir. savaşı kazanmak için inanılmaz fedakarlıklar göstermişlerdir.

tabii savaşın ana ülkelerinden birisi de italya'ydı. ama tarihin hiçbir devrinde italyanlar kadar kötü savaşan bir millet daha yoktur. napoleon onlar için, "avusturyalılar da savaş kazanabilsin diye tanrı italyanları yaratmıştır" der. rommel gelmeden önce afrika'da italyanlar ingilizlere karşı büyük bir ordu ve tank gücü ile saldırmışlar ve 30.000 italyan, 4.000 ingilize teslim olmuştur. bu sayı, oran olarak tarihteki en büyük teslim oluştur. akabinde hitler olaya el koymuş ve az bir alman birliğini başlarında rommel ile afrika'ya yollamıştır. rommel kendisinden 10 kat fazla ingiliz birliklerini darmadağın etmesi yetmemiş gibi onları kahire'ye kadar kovalamıştır. hatta o kovalamaca esnasında, toz ve duman arasında kendisini ingilizlerin arasında bullmuştur. ama sıvışmasını da bilmiştir. hitler vakti zamanında rommel'in sözünü dinleyip gerekli yardımı yapsa ingilizler mısır'dan kovulurdu. ingilizler afrika'ya büyük yaırımlar yapıp rommel'i geri püskürtünce hitler yardımları oluk oluk göndermiş, ama iş işten geçmiştir. yine de afrika'yı rommel kaybetmemiştir. almanlar afrika'dan sürüldüğünde rommel almanya'dadır.

savaşın ilginç yönlerinden birisi de türk ss tugayıdır. rusya ve boşnaklardan oluşan bu tugay oldukça iyi savaşmış, bir kısmı savaş sonrası türkiye'ye kaçmıştır. ruslar bunların iadesini isteyince ismet paşa bunlardan bir kısmını kars sınır kapısından yollar. ama daha sınırı geçtikleri an, rus subayları bunları teslim eden türk subaylarının gözleri önünde vurur. olay ismet paşa'ya aktarılınca geri kalanlar teslim edilmez. ama bu teslim ediş hadisesi bile başlı başına utanç vericidir.

21 Ocak 2010 Perşembe

harbe giden sarı saçlı çocuk

bu ülkede genelkurmay başkanlığı yapmış iki subay, birinci dünya savaşında ingilizlere esir düşmüştür. hatta biri daha sonra cumhurbaşkanı bile olmuştur.

ragıp gümüşpala ve cevdet sunay.

meluncanlar diye bir grup, atalarının osmanlı olduğunu ve portekizlilerle yapılan savaşlar sonucu esir edildiklerini ve ingilizlere satılıp amerika'ya düştüklerini iddia etmişlerdir.

ikinci viyana kuşatmasının büyük bir başarısızlıkla sona ermesinden sonra, kadınlarına kadar binlerce türk esir edilmiştir. esir pazarlarında haraç mezat satılmıştır.

haçlı savaşları sonucu esir edilen bazı selçuklu prenslerinin torunları hala fransa'da yaşamaktadırlar ve soyadları türkçedir.

fatih'in oğlu cem sultan, kendi isteği ile gitse bile yıllarca avrupalılar tarafından esir edilmiştir. hatta oğlu hristiyanlaştırılmış ve rodos kuşatması sırasında kuzeni sultan süleyman'a karşı savaşmıştır. cem sultan'ın soyu vatikan prensi ünvanı ile hala yaşamaktadır.

birinci dünya savaşında esir edilen türk askerlerinin sayısını ben bilmiyorum.

gördüğünüz gibi türkler de, diğer milletlerin askerleri gibi esir edilebiliyor. esir düşmek ayıp değil. ama şimdi ölmek zamanı, yaşamak gereksiz.

Şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, sanıkların şahsi tehlike korkusunu yenerek mücadelelerine devam etmeleri, silahlarını bırakarak teslim olmamaları gerektiği açıktır. Yakın tarihimizde daha da olumsuz şartlara rağmen atalarımızın hayatlarını feda ederek bu vatanı bizlere emanet etmiş olduklarını gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Aksi takdirde, yani bu tür insani duyguların bahane edilerek olaya yaklaşılması durumunda, askerlik mesleği ve dolayısıyla vatan savunmasının yapılamayacağı bir gerçektir. Üst bölgesinde görevli olan 12 personelin şehit olmasına ve 17 personelin yaralanmasına rağmen canları pahasına çatışmaya devam etmiş, silahlarını bırakarak teslim olmamışlardır.”

orhan veli zamanında ne güzel yazmış:

harbe giden sarı saçlı çocuk!
yine böyle güzel dön;
dudaklarında deniz kokusu
kirpiklerinde tuz;
harbe giden sarı saçlı çocuk!

devamını da yazmış elbette:

neler yapmadık şu vatan için!
kimimiz öldük;
kimimiz nutuk söyledik.

20 Ocak 2010 Çarşamba

lost: final sezonu tahminlerim


(fotoğrafta 7 kişi ayakta, 7 kişi oturuyor. şimdi; oturanlar locke'ın taraftarı, ayaktakiler ise jacob!)

evet, lost vakti yaklaştı. bir tahminler silsilesi yayınlayayım;

1- geçmiş gelecek bu kadar iç içe girdiğine göre karl, sawyer'ın oğlu olabilir. çocuğun ne anası ne de babası göründü piyasada. varsa yoksa alex. hem sawyer da çocuğa resmen oğlu gibi davranmıştı.

2- juliet'in ölmediğini biliyoruz. geleceğe de gidemedi ve 1977'de kaldı. sun'ın adaya geri dönmesinde juliet'in yaşlanmış halini sun'ın arkasında gördük. ekşi'de okuduğuma göre jack ile locke sahilde oturup dertleşeceklermiş. demek jack geri dönecek. esas karakterlerden biri kesin öleceğine göre ölen kişi büyük ihtimal kurşun yemiş sayyid olacak. şu meşhur son akşam yemeğinin lost uyarlamasında da sayyid ile hugo'nun ayak dibinde kurukafa gördüğümüze göre sorun kalmadı. sawyer'ın dirseği kate'in omzunda. yeni aşkın yönü belli. ama juliet'e acıdım resmen. adadan bu kadar çok çıkmak isteyen biri adaya mahkum olmuş.

3- claire öldü. şu widmore'un timi dharmaville'e saldırdığında onun evini uçurmuşlardı ve sawyer gidip onu yıkıntılardan çıkardı ve ben'in evine soktu. evde miles da vardı ve miles ona garip garip baktı. gerçekten iyi olup olmadığını sordu. çünkü öldüğünü hissetmişti ve hala daha nasıl canlı gibi göründüğünü anlamamıştı. sawyer, claire ve miles sahile dönerken miles sürekli claire'e bakıyordu. hatta sawyer onun claire'e asıldığını sanmıştı. oysa miles, claire'in öldüğünü anladığı halde olayı anlamlandıramıyordu. en sonunda zaten ölmüş babası ile bir oldu! elbette final sezonunda ortaya çıkacak ve bence en sonunda bizim çilliyi öldürecek. çünkü çocuğunu büyüttü. sonra charlie ile cennette buluşacaklar ve arada dünyaya gelip hugo ile konuşacaklar!

4- bence esas süpriz lostie'lerin çocukları büyüdüğünde(yani 20'li yaşlarında) olacak. bu kişiler geçmişe dönecek ve ailelerinin adaya düşmemesi için çabalayacaklar!(2030'dan 2009'a). o zaman aaron'un, walt'ın, jin ile sun'ın kızının, dess ile penny'nin oğlunun büyümüş hallerini göreceğiz. hem zaten daniel, miles, charlotte ada sakinlerinin çocukları olduğuna göre büyük ihtimal bunlar da işin içine girecek. böylece aaron'un bu kadar önemli olmasının sebebi hikmetini de anlayabileceğiz. bu çocuklardan en önemlisi bildiğiniz gibi aaron. claire sırf çocuğu kendi büyütsün diye o kahin tarafından uçağa bindirildi. ama aaron'u claire değil, önce kate, sonra ananesi büyütüttü. claire daha aaron'u doğurmadan önce kabus dolu rüyalar gördüğünü hatırlıyorsunuzdur. gördüğü ilk rüyada bir gözü siyah, bir gözü beyaz locke, ona çocuğu neden büyütmediğini sorup onu azarlıyordu. bu birinci sezonda geçen olay final sezonu için bir delil. locke'ın olduğu taraf veya gözlerinin siyah ve beyaz olmasından yola çıkarak ikili oynadığını da söyleyebilirim, aaron'un yardımına ihtiyaç duyablir veya aaron'un karşı tarafta olması yüzünden kaybedebilirler. hatırlarsanız aaron'un dedesi, jack'in babası cristian, kızını yanına alırken çocuğu boşvermişti. belki bilerek yapmıştı. şu kahin olacak herif de önemli elbette. hem claire'i yolladı adaya, hem de eko'yu. belkide o adam aaron'un kendisidir.

5- dizinin sonlarında jack, kate, sawyer üçlüsünün ikisinin öleceğini düşünüyorum. özellikle jack, locke gibi ölecek. kate'in de öleceğini yazmıştım zaten. aklı başında olan bir tek sawyer var.

6- elde jin ile sun'ın aşkından başka anlatılacak aşk hikayesi kalmadı. sanırım bunlar ölmeyecek, mutlu olacaklar! dess ile penny kavuştu birbirlerine. kavuşulan aşkın hikayesi olmaz.

7- hugo'un babası dharma'da çalışmış olabilir. hugo çocukken uzun süre ortadan kaybolmuştu. belki de zaman yolculuğu esnasında babası ile adada tanıştı. o ibne beni çok kıllandırıyor.

8- sun'ın babası paik, muhakkak ve muhakkak adada widmore'un adamların birisiydi. buna inancım tam.

9- hugo direkt olarak 2007'ye atlamayacak. büyük ihtimal adada zaman yolculuğu kervanına katılacak. o esnada kuşlarla böceklerle konuşacak, onlara adını öğretecek(2. sezonda the others'ın sahiline giderken bir kuş "hurley" diye bağırmıştı). sonra o radyo istasyonunda giderek kendi sayılarını kayıt altına alacak. böylece loto oynamasına neden olan o sayıların nereden geldiğini de öğrenecek! o sayıları istasyona o kaydetti. böylece hastanede o sayıları öğrenince kadar olan döngü başladı. sayıların bir numarası yok yani. bu sayıların tahmini y4vuz.com'dan...

10- ben linus artık kesin olarak dark side'a geçtiğine, palpatine kılıklı john'ın vader'ı olduğuna göre, sonunda black smoth yok edildiğinde bu lanetten kurtulacak! eski saflığına kavuşacak. ama afişte jack'e çok pis bakıyordu. anlayın işte.

11- richard'ın sağlam kalması jacob'a bağlı olduğuna göre, jacob öldüyse, güzel gömlekler giyen richard da yaşlanmaya başlayıp en sonunda ölecektir. black rock'ın kaptanı olduğunu artık herkes tahmin ediyor. locke'a biat edebilir. büyük ihtimal black rock'ın geçmişi, bir bölümde anlatılacak. o da sadece uzun bir süre önce planlanmış planın bir parçası. hikaye onun gemisinin kıyıya yanaşmasından sonra başlasa müthiş olurdu aslında.

12- abc'nin final sezonu afişinde en solda faraday var, aklımı karıştırdı o afiş. ne yani, faraday ölmedi mi? tüm yüzler seçilemiyor, ama ölen bir kaç kişi daha var. sanırım sadece dizideki tüm oyunculara jest yapılmış.

13- eko'lu bölümler geliyor elbette. özlemiştim keratayı. nerelere kaybolduğu açığa çıkacak, nasıl tedavi olduğu falan. ah birde ana lucia geri dönse, tam süper olur!

14- ikinci sezon bölümlerinin birinde hugo'nun sayyid ile bir konuşması vardı. kuyruk kısmından gelen telsizi çalıştırmayı başaran sayyid'le beraber müzik dinliyordu. yayının nereden yapıldığını konuşurlarken hugo sayyid'e "belki de gelecektendir" demişti. keza charlie ile ethan'ı gömerken de gelecekten bahsediyordu. çünkü aynı gün içinde iki farklı kıyafet üstündeydi. sanırım ethan bizimkilerden birini zaman yolculukları sırasında öldürecek. ben lost'u dördüncü sezonun sonundan itibaren izlemeye başladığımdan o söz aklıma takılmıştı. şimdi düşününce final sezonunun sırrı büyük oranda açığa çıktı. bizimkiler zaman içinde yolculuklarına devam edecek.

15- dess de adaya dönecek elbette. penny de ilk kez gidecek!

16- dizinin sonunda ne olacağına dair hiçbir fikrim yok. dizide iyiler ve kötüler diye bir ayrım yapılamayacağını öngörüyorum. yani bizim lostie'ler iyi olmayabilir. widmore'un tayfası kötü olmayabilir. jacob şerefsizin teki olabilir. onun kara arkadaşı iyi olabilir. sonuçta her şey olabilir. zaten bir son öngörülemediği için lost bu kadar güzel. ne olursa olsun her şey güzel olacak.

17- ajira uçağından gelen kişiler ve miles ile pilot hakkında bir fikirde bulunamıyorum. ama olay tanrıların savaşı. eşşekler tepişirken aradakiler ezilir. büyük ihtimal bu kişiler de ölecek gibi geliyor.

19- olay tamamen bir kısır döngü olabilir. yani paralel evrende geçen bir hikayedir belki. sonuca ulaşabilen tek hikaye. yani o uçak binlerce defa o adaya düşmüştür ve sadece dizide anlatılan hikaye sona ulaşabilmiştir. 1. sezonda sawyer ile kate'nin silahları bulmasını hatırlayın. suyun altında kate kendini ve onu tutuklayan fbi görevlisinin çürümeye başlayan cesedini görmüştü. o zamanlar bir anlamı yoktu. şimdi daha bir anlamlı.

20- adada belli bir süre kalan herkes uçağın düşeceği zamanı biliyordu. widmore dahil, hatta ben bile biliyordu. sonuçta sayyid onu vurdu. saflığını yitirdiğinde hatırlamayacağını sanmıyorum.

21- ross ile bernard, 1977'den sonra başlayan zaman yolculukları sonrası 1950 ile 1960 arasındaki bir tarih diliminde ölecekler. mağaralarda bulunan cesetler 40-50 yıllıktı. sanırım oldukça uzun süreli bir zaman yolculuğu olacak.

22- jack'in adada sulandığı 3 kadını da sawyer becerdi. ana lucia, kate ve juliet. sanırım jack'in eski karısını beceren de sawyer. herifin kim olduğunu hala bilmiyoruz. jack salak herifin teki. belkide gelecekteki sawyer, jack'in karısını gelip becermiştir.

23- sawyer'ı kate mi öldürecek? ikinci sezonda jack kampa geri döndüğünde biliyorsunuz kapakta yatıyordu ve kurşun dolayı hastaydı. kendisinin yanındaki kate'in boğazına yapışmış ve "beni neden öldürdün?" diye bağırmıştı. tabii sayıklıyordu o an, iltihaptan dolayı. kate ise öldürdüğü üvey babası wayne'nin, sawyer'ın ruhunu le geçirdiğini sanmıştı. belkide sawyer o hasta haliyle kendi sonunu gördü.

24- charlotte malum yok oldu. üstelik son parlamayla birlikte yok oldu. yok olduğu zaman tarih bilinmiyor. ancak o koskoca heykel hala ayaktaydı. şimdi charlotte ya ölmediyse. eğer çok eski bir zamandaysa ve jacob veya diğer siyahlı ağbi onu tedavi edip geleceğe dair en ince ayrıntısına kadar her şeyi ondan öğrendiyse ve tüm planlarına buna göre yaptılarsa. o zaman en azından sonucu onlar da kestiremiyor.

25- locke adaya tekrar geldiğinde takım elbiseninin üzerine siyah bir battaniye sarmıştı. aklıma siyahlı ağbi geldi. eğer bu jacob ve siyahlı kardeş tiplerini de değiştirebiliyorsa locke sandığımız kişi siyahlı birader olabilir. yani siyalı kardeş, john, cristian aynı hedenin mahsulü. monster'ın.

26- widmore locke'a eğer adaya geri dönmezse savaşı yanlış kişilerin kazanacağını söylemişti. kastettiği locke'ın cesedi ve açığa çıkacak durum ise savaşı ilana ve jacob kazanacak demek. veya tam tersi olacak.

29- walt rüyasında locke'ı takım elbiseyle görmüş ve çevresindeki insanlar ona zarar vermeye çalışıyormuş. bunu locke ile new york'da buluştuğunda söylemişti. widmore ise locke'a eğer adaya geri dönmezse savaşı yanlış kişilerin kazanacağını söylemişti. widmore adaya locke'nın cesedinin gitmesi gerektiğini biliyordu bence. widmore siyahlı biraderin takımından. gemi ile adaya saldırdığında elbette adayı ele geçiremeyeceğini biliyordu. amacı dan, miles ve charlotte'u adaya sokmaktı. elbette oluşacak döngünün farkındaydı. büyük ihtimal locke'ın ölerek adaya dönmesi gerektiğini ve onun yerine geçecek kara ağbimizin planının işlediğinin de farkındaydı.

30- şu ilana'nın yanındaki çocuk da miles'a yanlış takımda olduğunu ve iyilerin kendi takımları olduğunu söylemişti. şimdi ilana jacob'ın kadını olduğuna göre; richard ve ilana jacobgillerdendir. içlerine locke adlı black smoth sızmış ve biricik liderlerini öldürmeye yeltenmiştir/öldürmüştür.

31- bu kara ağbimizin de adı jacob olabilir veya kendisini jacob diye tanıtmış olabilir. çünkü richard, ben'i tedavi için onun inine götürmüştü. (tutmadı bu tahmin, monster orada bir yerde kendisine in yapmış ve mevzilenmiş meğerse)

32- richard, ben ve vs(widmore ile ilana hariç) adada sadece jacob'ın olduğunu sanıyordu. ikinci birinden haberleri yoktu. kara birader jacob'ın da kılığına girebilir. (richard biliyormuş, ama nasıl bildiği muamma)

33- gördünüz mü, tüm sırları çözdüm. kendi tahminlerinizi de yazın. siz sorun, ben çözeyim!




son akşam yemeği tablosundan yola çıkarsak eğer;



isa(locke) masanın ortasında sakin bir şekilde yalnız olarak oturmaktadır. kendisini ikili üçlü gruplar halinde çevreleyen havariler, içlerinden birinin isa'ya ihanet edeceğini öğrendiklerinden şaşkınlık içerisindedirler. tartışmaya başlarlar. bu tabloya göre judas sol baştan dördüncü durumda olan kara kafalı kişidir. elinde ihanetinin karşılığı olan para kesesi var. lost'daki afişe göre kıyaslarsak judas, sayyid olabilir. tablo tam örtüşmüyor çünkü.

19 Ocak 2010 Salı

marla singer üzerine...

günümüzde aklı az biraz basan, basmayan hemen her kadın, internette kendine marla singer ve türevleri nickini almakta sakınca görmüyor. piyasada onbinlerce marla singer birikti. gerçi akıllı biri olmanın işe yarayıp yaramadığı da bir muamma. tyler'ın bu kişiler güzel bir lafı vardır aslında, "kıçına tüy taktın diye tavuk olamazsın." isim türkçede yazıldığı gibi okunduğu için aslında hep hoşuma gitmiştir. tümörüm olsa adını marla koyabilirim, ki tyler'ın dediğine göre marla erkek ismi bile olabilir! demek ki oğluma da bu ismi koyabilirmişim! o derece severim bu ismi. ama size şimdi marla singer'ın gerçek kimliğini sunmak istiyorum.

romana göre tyler durden, bu kızcağızın anasını sabun yapımında kullanmak için öldürmüştür. marla bu olaya fazla ses çıkarmaz. veya mırın kırın eder, ama gidip polise öldürüldüğünü bildirmez. zaten gözü anasında değil, anasının kendisi için biriktirdiği kolojenlerdedir. dünya sikime, minare götüme anlayışını benimsemiştir. kendisi aslında cenaze evinde çalışan, telefon numarası 555-0134 olan ve bu telefonda gömdüğü kişilerle konuşan bir kadıncağızdır. filmde görüldüğü üzere göğüsleri her zaman meydandadır. kitaba göre koca kıçlıdır. jack, marla singer'ı elde etmek için tyler durden kimliğini edinir. "tyler'ın neden ortaya çıktığını biliyorum. tyler marla'yı seviyordu. onunla karşılaştığım ilk geceden beri, tyler ya da benim bir parçam, marla'yla birlikte olmanın bir yolunu arıyordu."
marla beleşçinin biridir. ölmüş komşularının adına pizza sipariş eder, çamaşırhaneden kot pantolon çalıp, 12 dolara satar. parası olmadığı için hastalık muayenesini bile jack'e yaptırır. 1 dolarlık eski nedime elbiseleri giyer. hemen hiçbir şey umrunda değildir. tüberküloz grubunda bile, hatta tyler ile sevişirken bile sigara içer. ağzının boş durduğu görülmemiştir. ya sürekli konuşur, ya sürekli içer. evinde komidinin üstünde bir dildo vardır ve tyler'a "korkma, o senin için değil" de der. jack ile tyler durden arasındaki bağlantıyı bir türlü kuramamış ve jack'in şizofren karakterini de çözememiştir. tyler, marla'yı elde elde etmek için, o kullanmadığı eşyalarla doldurduğu evini havaya uçurmaktan çekinmez. akabinde büyük kargaşa projesi esnasında marla'ya ihtiyacı da kalmamıştır. üstelik marla bir engel haline gelir. tyler için marla salak et parçasıdır. çünkü marla'dan alacağını almıştır. artık marla, tyler'a yetmemektedir.
aslında marla, chloe'nin ölmeyi becerememiş halidir. yani seks manyağıdır. tyler her zaman "biz kadınların yetiştirdiği bir nesiliz" der. kastettiği kadınlar marla singer ve chole gibilerdir. çünkü bu kadınlar, erkeklerin elinden özgürlüklerini almıştır. ama sonuçta erkekler hoşlandıkları kadınlarda annelerini bulurlarmış. tyler ile marla'nın sevişmeleri başlı başına bir sanat eseridir. çünkü bu görüntüler tyler veya marla'nıın yaşadığı değil, jack'in rüyasında gördükleridir. jack, çiftleşmediği için neslinin tükenmesine neden olan pandaları öldürmek isterken, aslında rüya sandığı o görüntüleri kafasından silip atmak ister. yani jack, marla'dan nefret etmektedir. ilk önceleri kendi yalanının onun yalanı olması yüzünden nefret etmiştir. tyler ile tanıştıktan sonra da bu nefreti devam eder. "uzun lafı kısası, marla bu sefer de hayatımın başka bir bölümünü mahvetmek için harekete geçti. üniversite yıllarımdan beri bu böyle. arkadaşlar edinirim. gidip evlenirler. arkadaşlarımı kaybederim."
kendisi, filmin daha da çok popüler olmasında çok önemli bir rol oynamıştır. işte kitap ile film arasındaki fark burada ortaya çıkar. kitaptaki marla ile filmdeki marla aslında aynıdır. ama filmde kendisini kanlı ve canlı görünür. hayal etmek ile görmek arasındaki farkın ispatıdır marla singer. film, insanların neyi hayal etmesi gerektiğini en ince ayrıntısına kadar gösterir.

"marla polislerin arkasından bağırıyor ve diyor ki, 8 g'de oturan kız eskiden çok tatlı ve iyi bir kızdı, ama o kız bir canavar, iğrenç bir canavar. mikroplu insan dışkısından başka bir şey değil, ne yapacağını bilmiyor ve yanlış şeye bağlanmaktan korktuğu için hiçbir şeye bağlanmıyor. “8 g'deki kızın kendine inancı yok”, diye bağırıyor marla, “ve yaşlandıkça seçeneklerin azalmasından korkuyor.” "iyi şanslar" diye bağırıyor marla."
işte bu sözlerinde saklıdır gerçek marla singer. marla'nın başına her ne geldiyse, bu dibe vurmasına neden olmuştur. veya tyler'ın da dediği gibi, en azından dibe vurmaya çalışmaktadır.

"eskiden hayat anlamsızmış, çünkü elinde hayatı karşılaştırabileceği bir şey yokmuş. ama şimdi ölüm varmış; ölüm, kayıp ve acı. gözyaşları, titremeler, dehşet ve pişmanlık. şimdi, hepimizi bekleyen sonu bildiği için, marla hayatının her anını hissedebiliyormuş."

erkekler hayatlarının bir veya her döneminde, onun gibi verişken kadınların peşindedir. çünkü marla, "bizim kuşağın camdan ayakkabısı ne biliyor musun? prezervatif. bir yabancıyla tanıştığında onu üstüne geçiriyorsun. bütün gece dans ediyor, sonra kaldırıp atıyorsun. prezervatifi demek istiyorum. yabancıyı değil." diyerek, sekste erkeğin hayal ettiği kadını yansıtmayı becermiştir. o, öyle bir becerilmek ister ki anaokulunda gerçekleştirdiği o ilk sevişmenin tadına ulaşmak ister. o, öyle bir becerilmek ister ki, beceren kişinin spermlerin döllediği yumurtadan oluşacak çocuğunu bile kürtajla aldırmak ister. marla, erkeğin damağındaki yaradır. erkek onunla oynamaya mecbur kalmıştır. marla, erkeğin beynindeki tümörün adıdır. onu öldürür. tyler onun için güzel laf söylemiştir; "onun iyi bir sikiciye ihtiyacı var, başka bir şeye değil."
marla ise yaşadığı anı önemseyip gerisini ve ilerisini fazla düşünmeyen bir karakterdir. kadınlar da onun gibi hayata bakmayı tercih etmeye çabalarlar. "marla'nın hayat felsefesi, bana söylediğine göre, ölmeye her an hazır oluşu. marla'nın hayatındaki trajedi ise ölmüyor oluşu." kadınlar işte bu yüzden marla gibi karizmatik ve cool olmak ister. marla her türlü erkeğe istediği her şeyi yaptırabilecek bir kişidir. uğruna kişilik bölünmesi bile yaşanabilir. tapılası sorunlu kişiliği yüzünden popüler olması yetmiyormuş gibi, kendisiyle alakası bile olmayan milyonlarca yeni marla'nın türemesine neden olmuş ve sorunlu kişilikler, erkeği doğduğuna pişman etme aşamasına getirmiştir.

normalde marla, herhangi bir şeyi sorun etmez, kendisine nasıl davranılacağını önemsemez, pislik gibi davranılmasından hoşlanmasa bile umursamaz. erkeğin marla karakterini bu kadar çok sevme nedenlerinden birisi de budur. ama kendini marla singer sanan kişiler, marla karakterinin sadece işine gelen yerlerini önemsediklerinden bütünü göremezler, görseler bile o bütün hoşlarına gitmez, işlerine geleni uygularlar. çünkü gerçek bir marla ile bu kadınların hayal ettiği düzeyli(!) bir ilişki yaşanmaz. jack şöyle der; "sizin sevdiğiniz ile sizi seven asla aynı kişi değildir."

filme göre marla, tyler'ı zeki, komik ve çok iyi seviştiği için seviyordur. binlerce marla, büyük ihtimal sadece filmi izlediği için, kendi tyler'larında aradıkları özellikleri de bu sözlerle öğreniyorlar. ama tyler durden, bir marla singer'ın hayatı boyunca başına gelecek en kötü şeydir.

işin özü şudur ki; marla singer, jack'e hastadır. jack ise tyler durden'a. tyler durden ise marla singer'a. aralarında iki kişinin yaşadığı üçlü bir orji vardır. marla singer olmasaydı tyler durden olmaz, ikisi el ele tutuşurken binalar patlatılamazdı. "marla, beni çok garip bir dönemimde tanıdın."

"marla yeryüzünde kaldı. oradan bana mektuplar yazıyor. birgün beni geri götürecekmiş, öyle diyor. eğer cennette telefon olsaydı, cennetten telefon eder ve "alo" dediği anda telefonu kapamazdım. "merhaba" derdim, "ne var ne yok, herşeyi anlat bana."

18 Ocak 2010 Pazartesi

90'lar

insanlar yaşlandıkça gençliklerini özler oluyor ve o gençliklerine ait klişelere daha fazla saplanıp kalıyorlar. mesela "nerde o eski bayramlar" diyen yaşlı amca o eski bayramları değil, gençliğini özlüyordur. 90'ların şarkılarını özleyen kişi ise belki lise sevgilisini, arkadaşlarını, aylak yaşantısını özlüyordur, ama bana hiç kimse ama hiç kimse o şarkıları özlediğini söylemesin. saçmalamayın ulan!

lise ve üniversite yıllarımın geçtiği doksanların türk pop müziğini hiç sevmem. gerçi yabancı pop müziğini de sevmem! o müzik, basit anlatımı ile keyboard müziğidir. istisnalar hariç, her sesi çıkaran bu alet ile müzik yapılmıştır. bunun sonucunda da bu berbat müziğe daha fazla dayanılamamış ve en sonunda sonu gelmiştir. en azından müzik kaliteli olsaydı bu kadar çok çöp şarkı ve şarkıcı olmazdı. zaten bu yüzden, doğru yatırımı yapamadıkları için önce korsan cd'ye, akabinde internete yenildiler. yenilmeleri de iyi oldu. piyasadan yüzlerce isim silindi.

sadece müzikle kalsa bu iğrençlik yine iyi diyeceğim. ama sinemaya da girmiştir bu ucuzluk. amerikalı filmi izlenebilecek bir film mi yahu. ne kadar berbat bir görüntüye sahip olduğunu bir düşünün yeter. türk sinemasının yavaş yavaş patlamaya başladığı bir dönemdi üstelik, ama bir nihavent mucize hatırlarım, aman siz hatırlamayın, hala daha kusma isteği uyandırır bende. o zamanki dizileri de hatırlayan hatırlar. şimdi gördüğümde "biz bunu mu izlemişiz" diyebileceğim onlarca dizi var. star'ın ilk dizileri özellikle, şu ayşen gruda'nın oynadığı mafya ana'lı, mahallenin muhtarları falan, ki o dönemden tek unutulmaz dizi kaygısızlar'ın star'da yayınlanan bölümleridir. kanal 6'da saçmalamışlardı.

neyse, bence 90'ları patlatan 3 albüm vardır. aşkın nur yengi-sevgiliye, sezen aksu-gülümse ve yonca evcimik-abone. magic box ve akabinde kral tv'nin kurulması ise gerçek büyük patlamaya neden olmuştur. pıtırak gibi şarkıcı türemiştir. disko kralı'nın 90'lar bölümlerini seyredenler rüya ersavcı ve barbaros hayrettin'in söylediği olağanüstü berbat şarkıları tekrar duymuş oldular. işte insanlar o zamanlar o kadar berbat müzği yapıyor ve konserler vermeye yelteniyorlardı. dönem kaset devriydi, o kasetlerden bir tane bile kalmadı bende. walkmanlerin çöplerde bile kalıntısı kalmadı. kasetçalarlar ise tamamen bitti şimdi. onu da geçtim, raks diye bir şirket vardı. o bile battı gitti yahu. şimdi düşündüğümde o devrin teknolojisinin tamamen bir geçiş dönemi olduğunu sanıyorum. çünkü 20 yıl gibi kısa bir zaman diliminde bu koskoca kaset sektörünün yok olması hala bana inanılmaz geliyor. iyi ki çöktü bu arada. şimdi cd bile ölmek üzere. en güzeli oluyor.

90'lar tamamen popülerliğin egemen olduğu bir dönemdi. mesela bir albümde dabruka kullanmışlardı ve albüm çok tutmuştu. artık herkes albümlerde dabruka kullanmaya başlamıştı. milleti bıktırıncaya kadar o estrümanın sesini kullanıyorlardı. millet ondan bıkınca başka başka bir enstrüman hemen popüler oluyordu.

tüm iğrenç müziğe rağmen benim favorim her zaman için grup vitamin'in ilk halidir. onlar inanılmazdı... 90'larda patlayan pop müzik, yerini 2000'lerde filmlere ve dizilere bıraktı. ama mantık aynı mantık. o kadar çok iğrenç film yapıyorlar ki en sonunda bu sektörde çökecek. sadece iyiler kalacak.

15 Ocak 2010 Cuma

professor chaos

asıl adı leopold stotch olan bu karakter, hepinizin bildiği gibi butters olarak tanınır. south park'ın ilk sezonlarında sınıftaki çocuklardan birisidir sadece. ama zamanla rolü artar. beşinci sezonun son bölümü sadece kendisiyle ilgili olduğundan ve sevildiğinden, kenny'nin tamamen ölümünden sonra kyle, cartman ve stan'in düzenlediği yarışmayı kazanarak, gruba dördüncü olarak katılır. ki bu yarışmanın olduğu bölüm başlı başına enfestir.

ama daha sonra gruptan atılır. butters kinlenir ve başka bir kimlik ile orataya çıkar. professor chaos... artık tek amacı south park'ı yok etmektir! ama yeni kimliği ile beraber başına hiç de güzel şeyler gelmez. professor chaos, bizim malum dörtlü ile kapıştığı bir bölümde kenny'nin ona fırlattığı bir yıldız gözüne saplanır ve kör olur. malum dörtlü onu tedavi için köpek kılığına sokarak veterinere götürür, doktor ona köpek muamelesi yapar ve south park'ın beni en iğrendiren bölümü o bölümdür.

butters ise yanlız ve mutsuz bir çocuktur. hiç kimse onu sevmiyor ve oyunlarına almıyordur. üstelik anne-babasının onu peydahlama sebebi de sadece ve sadece birisine emir verme ihtiyaçlarını karşılamaktır. parayı çok seven anne-babası onu bir bölümde paris hilton'a 250 milyon dolara satmıştı, ki o bölüm hilton'un intihar eden köpekleri üzerineydi ve harbi o bölüm de çok güzeldi.
butters dizide bahtsız bir karakterdir. step dans yarışmasında ayağından ayakkabısı fırlar ve biri hamile sekiz kişinin ölümüne neden olduktan sonra dansı bırakır. naif bir insandır, ki başka bir bölümde tüm bu aşağılanmalardan kurtulmak için vampir olmaya karar verir, kılık kıyafetini tedarik edip olur ve cartman'ın kanını emmek için gece yarısı onun evine gider. ama cartman'ı bile öldüremeyecek kadar insancıl bir karakterdir.

süper saf biri olduğundan her şeye iyi tarafından bakar. professor chaos kimliğiyle dünyayı ele geçirmeye çalışırken bile şirin olmayı başarabilen, "gel ulan, kim ağlattı seni, döverim ben onları, sıkma canını" denilesi bir karaktertir. ama nolursa olsun bu tipler saflıklarından kurtuldukları anda ilk yaptıkları şey, kendi kölelerini edinip onları ezmektir.

ama oynadığı hiç bir bölüm, yüzüklerin efendisi filmiyle eğlenilen bölümdeki hali ile yaraşamaz. kendisi yüzüklerin efendisi yerine yanlışlıkla porno izler ve kaseti kaybeder. o andan sonra bildiğin gollum olur, onun gibi davranır ve kıymetlimisss der. o bölüm de enfes ötesidir.

14 Ocak 2010 Perşembe

geberip gitsem iyi olacak!!

kemal tahir'in bir romanında geçer; açlık ve yoksunluktan dolayı köle yaşayıp, köle ölenler vardır. iliklerine kadar işleyen bu açlık ve yoksunluk korkusundan dolayı hınçla, ilk fırsatta kendi kölelerini edinirler. köle olmaktan kurtulmak için çabalarlar, ama tüm yaptıkları birilerinin kölesi olarak kalmak ve bu efendileri sayesinde kendi kölelerini edinmektir. bu kişiler, işte bu yüzden kendi çıkarları için köle çalıştırırlar. bu kişiler patrondur, memurdur, işçidir, öğrencidir, dilencidir, yolda görünce acıyabileceğiniz herhangi bir kişidir, anlayacağınız her yere sızmışlardır.

bu reziller tökezleyene kadar devam ederler. o zamana kadar en iğrenç kişiler, bu kişilerdir. isteklerine kavuşuncaya kadar hırsla isterler. gerekirse her türlü yalanı söylerler, her türlü şekle ve kalıba girerler. samimiyetleri yoktur. hak etmesi veya etmemesi önemli değildir, onun istediği canının istediğini almaktır. yalanlarını yüzüne dahi söyleseniz oralı olmazlar. yüzsüzdürler. her şekilde kıvırma potansiyelleri vardır. çakaldırlar. bir belaya bulaştıklarında hemen başkalarını suçlayıp işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. kendilerini alçaltırken bile yüceltmenin yollarını ararlar. bu kişilerin sevgisi sevgi değildir, saygıları göstermeliktir. bir bakarsın, düşmanın olmuştur. her şeyi elde etmek için orospu gibi her şeyi yapabilirler. sevgileri, orospu sevgisidir.

görürsünüz bu tipleri her yerde, iş yerinizde, sokağınızda, kahvehanelerde, kendilerini yücelten kişilerde, saç kesimleriyle beraber takım elbiseleri içinde. en büyük amaçları efendilerinin yerine geçmektir, kendilerine diklenebilecek kişileri yanlarında istemezler, el pençe divan dururlar, büyüklerine açık açık diklenemezler, arkalarından konuşurlar, ezilmeye layık kişileri tespit edip ezerler. gerçekte yükselmek için patronuyla yatan kadın ile yatma işini beceremediği için yatan kişinin dedikosunu yapan kişiler arasında hiçbir fark yoktur. kendini önemli insanlardan sayıp memura eziyet çektiren kişi ile o vatandaşı azarlayan o memur arasında da hiçbir fark yoktur. aslında tüm bu köleler, efendilerinin sıçtığı tuvaletin deliğine birikmiş ve boktan daha fazla pay almak için birbirlerini ezen kişilerdir. daha şansı olanları efendilerinin saçları veya tırnağı olabilir. ama çoğunluk o kuburun deliğindedir ve tek gördükleri şey, kendi yüzleri de olan kocaman bir göttür. çünkü işleri güçleri gözlerine kestirdikleri herkesi arkadan kesmek veya o kişileri arkadan hançerlemektir.

bazıları daha fecidir, kendi kölesini dışardan edinemeyince çocuklarını köleleştirirler, onun sırtından para kazanmaya girişirler, satarlar, dilendirirler, döverler, söverler, daha da ileri gidenleri çocuğun ruhuna tecavüz etmesi yetmemiş gibi bedenine de tecavüz eder.

dostlukları yalandır, her şeyleri hikayedir, bir kaç kuruşa adam satarlar, en büyük amaçları sürekli ev satın almaktır. kendilerini buna mecbur hissederler, ölünceye kadar köle olarak kalacaklardır. hayat çizgileri bellidir, ölünceye kadar yapacakları her şeyi kararlaştırmışlardır. efendilerinin işlerini iyi yaparlarsa adları anılmaya değer olabilir, ama garantisi yoktur, isimlerin kalıcı olmasının tek yolu çocuklarıdır. adam gibi geberip gitmeyi bile beceremezler.

bu kişiler, kendisinden aşağıda gördüğü ve kölesi haline getiremeyeceği kişileri ise topuğuyla kaldırımdaki böcek gibi ezmek isterler. böylece kendisine amaç edindiği yoldaki görevini yerine getirecektir. onun kurallarına uymuyorsan, onun kölesi değilsen ölmelisin, ezemediğine anormal gözüyle bakar, beyni bu kadarcık gelişebilmiştir. kurallara uyabilme yetisi geliştirmişlerdir. onun ahlakı, toplumun o andaki revaçta olan ahlakıdır.

keşke vera cruz'a gidebilseydik...

geberip gitsem iyi olacak...

8 Ocak 2010 Cuma

laiklik

ortaçağ avrupa'sında kilise, tıp ve hukuka hükmederdi. bu alanlarda rahiplerden başkasının eğitilmesine izin verilmezdi. aydınlanma çağında kilise dışı kişilerin tıp ve hukuk öğrenmeye başlamasıyla beraber laiklik kavramı doğmuştur. çünkü bu kişiler, tıp ve hukuk gibi alanlarda sadece kilise öğretilerini yerine getirmiyor, kendi düşüncelerini de uygulamaya koyuyorlardı. bu alanların kendi tekelinden çıkmaya başladığını gören kilise ise kilise dışı bu kişileri laici olarak adlandırmıştır. laic ise halk demektir. din adamlarına ise clerici denilmiştir.

osmanlı ilmiye sınıfının tanzimattan beri yavaş yavaş örselenmesi ve devletin kendi doktorlarını ve hukukçularını yetiştirmeye başlaması ile laiklik osmanlı toplumuna girmiştir. mesela mecelle bu yönde bir adımdır. mecelle tam manasıyla şeriati emretmez. mecelle'de kadın-erkek miras eşitliği vardır. kadınların muallime olarak toplum yaşamına girmesi bile bu reformların etkisindendir. avrupa'da bile kadınlar ilk önce işçi sınıfına mensup olarak yaşama katıldıkları halde, osmanlı'da memur olarak yaşama katılmaya başlamışlardır. cumhuriyetle beraber dinin hukuk üstündeki kontrolü ise tamamen kaldırılmıştır. yani laiklik birden değil, kademe kademe toplum yaşamına girmişir. laiklik bu toplumda köklü bir reformdur. 1800'lü yıllardan beri sancıları devam etmektedir. islam dini, bir müslümanın 5 vakit ve 354 gününü tam olarak şekillendirdiği ve nasıl yaşamasını gerektiğini belirlediği için, dinciler din dışı kavramların insan hayatına sızmasına hoşgörü gösteremiyor. bu yüzden laikliğin önemini kavrayamıyor. laikliğin zarar görmesiyle beraber dini, dolayısıyla toplumu kontrol edecek olan din adamları için hayat her zamankinden daha güzel olacaktır.

cumhuriyet devrinde kabul edilen laiklik ise biraz gariptir. devletin dini kesin şekilde kontrolü altına alması ve yönlendirmeye çalışması şeklinde gelişmiştir. bunun neticesinde neredeyse her köşe başına cami ve devlet kadrosunda bulunan on binlerce din adamı ile garip tezat oluşmuştur. islamda kilise gibi bir organizasyon olmadığından bu bir zorunluluk gibi görenebilir. ama oluşturulan kurum ile sadece sünni islam desteklenmiş, aleviler, caferiler gibi diğer kollar yok görülmüş(caferilerin din adamları iran'da yetişir ve tanıştıklarım oldukça iyi insanlardır), ibadethaneleri sünni itikat uyarınca adam yerine koyulmamıştır. üstelik bu kişilere din dersi ile sünni inanç pompalanmaya bile devam edilmiştir. türkiye'de olan laiklikte din hayatın önemli bir kısmından silinmiş, ancak dini tekeli altına alarak geri kalan tüm inançları devlet kontrolü altında bastırmaya çalışmıştır. devlet tüm inançlara eşit mesafede değildir ve bunun için çabalamamaktadır.

gerçek laiklikte dine kutsal değerler yaftası yapıştırılıp korunmaz. insanlar sokaklarda ateizm propagandası da yapabilir, deizm de, hristiyanlık da...

6 Ocak 2010 Çarşamba

konuya yabancılaşma!


insanlar belirli bir meşguliyetten sonra yeterli doyuma ulaştığında veya ulaşamadığında konuya yabancılaşabiliyorlar. mesela selda'nın refik ile sevişmesinden sonra refik'in konuya yabancılaşmasını yazayım;

- refik, sence hamile kalır mıyım?
(ha siktir, harbi ya, ulan bu karı milleti de hemen hamile kalabiliyor!)

- refik, sende mutlu oldun mu?
(..!!)

- refik, allah belanı versin. göbeğime neden boşalmadın?
(tutamadım kendimi, napayım, ne bağırıyorsun!)

- refik, sigaran var mı?
(keyfi yerinde :)

- adın refik di mi? 50 lira daha vericen.
(bu da beni iyice soyup soğana çevirdi!!)

- refik, ağzın kokuyordu.
(çürüklerime el atmam lazım!)

- refik, bu sadece 30 saniye sürdü.
(erkek kızakta gerek di mi, kahpe!!)

- refik, sırtını dönme bana.
(çok yoruldum, rahat ver artık!)

- refik, neden bu kamera burada. bak ışığı da yanıyor.
(hangi kamera!)

- aa refik, neden burdasın?
(eyvah, basıldım!)

- refik, hasan daha iyiydi.
(hasan'ın a q!)

- refik, i see dead people!
(prezervatife bakmana gerek yok)

refik adlı kişi bu tür sorulardan sonra konuya elbette yabancılaşır. kadının bu orgazm sonrası konuşmalarda normalde "refik, aslan gibisin. bi daha bi daha" demesi gerekiyor, ki aslanların bile gaza gelmeye ihtiyacı vardır.

neden böyle sizce? çünkü kadın kelimesinde kalın ünlüler, erkek kelimesinde ince ünlüler vardır. yani erkek kelimesi daha naiftir. kadın kelimesi gibi kaba değildir. varın gerisini siz düşünün!!

5 Ocak 2010 Salı

ayrıntıladım - 9

ukala, özgüven eksikliği olan insanların, özgüveni yerinde olan insanları sınıflandırmak için kullandıkları bir terimdir.

herhangi bir konuda tevazü gösterecek kadar alçakgönüllü biri olmayalım. tevazu kibirdendir.

kadınların alayı özel günler hastadır. bu özel günler ise, dünya kadınlar günü, sevgililer günü, evlenme yıldönümü, tanışma yıldönümü, nişanlanma yıldönümü, ilk sevişme yıldönümü, yılbaşı, kurban ve şeker bayramları, anneler günü, doğum günüdür(gerçek doğum günü ile kimlik doğum günü birbirini tutmuyorsa iki kez kutlarlar). bunların en azından üç tanesi aynı güne denk gelirse karısına/sevgilisine hediye almak için çırpınıp zavallı hemcinsim bütçesi büyük oranda rahatlayacaktır. çünkü iş sadece hediye ile bitmez. bunun çok lüks bir lokantada akşam yemeği de var.

ama tüm bunlara rağmen kadın denilen varlık sadece özel günlerde değil, yılın 365 günü, günün 24 saati sevgi/ilgi/alaka ister. daha azına razı olamaz.

count dooku, anakin skywalker ile palpatine'in önünde yaptığı düelloda bir anlık dalgınlığının kurbanı olmuş ve iki elini birden kaybetmiştir. akabinde onun da ışın kılıcını alan anakin, ak düşmüş kafasını işe yaramaz bedeninden ayırır. darth sidious yeni çırağına kavuşmuştur. dooku'nun ölümü ile jedi'lar sonlarına yelken açar.

yakışıklı ve yalnız olmak önemli değildir. yakışıklı, yalnız ve paralı olmak önemlidir. hatta yakışıksız, evli ve paralı olmak ile yakışıklı, yalnız ve paralı olmak arasında bir fark yoktur.

sevgili erkekler, çok aptal olmaması şartıyla herhangi bir kadın, cinselliğini ve güzelliğini kullanarak, istediği erkeği kendisine bağlar, aşık eder, isterse evlenir, isterse kapının önüne koyar, isterse kendisine ilgi göstermesini sağlar. yani bir kadın istedikten sonra erkeği istediği gibi kullanabilir. bu durumu havva'nın adem'e elma yedirişinde de, jean d arc'ın koskoca fransa'yı kurtarışında da görürüz. ferhat'a su kanalı yaptıran kadın ile chatte hiç tanımadığı bir erkeğin kendisine iltifat etmesini sağlayan kadın arasında fark yoktur. kadın asla yalnız kalmaz.

yüz yüze görüştüğünüz bir kadını ne kadar umursamazsanız size o kadar çok ilgi duyar, ki bunun sebebi, sizi de kurbanlarının arasına almak istemesidir. unutmayın, güçlü bir kadın asla erkeğinden önce ölmez. ilk ölen daima erkektir

slevin'ın anne ve babası, babasının kumar(at yarışı) tutkusu yüzünden katledilmiştir. tam çocuk da öldürülecekken oliver twist bakışı atan küçük slevin mutlak bir ölümden döner. kiralık katili de onu bir güzel eğitir. artık önünde hiç kimse duramayacaktır. ailesinin intikamını alacaktır. film biraz leon'dan esintilidir. matilda'nın erkek ve büyümüş versiyonunu görürüz. eğlencelik, çerez bir filmdir

getto, yahudilerin mecburi olarak ikamet ettikleri yerdir. tarihte ilk kez fas'da görülse bile ilk getto venedik gettosu olarak kabul edilir. batı avrupa'da gettolar fransız ihtilali ve koalisyon savaşları ile ortadan kalkmıştır. rusya'da ise ekim devrimi ile bitmiştir. ikinci dünya savaşı ile almanlar gettoları bir daha kurmuştur. gettolarda yahudiler kendi hukuklarını kendileri uygurlar. şabat günü dışarı çıkmaları yasaktır. meşhur venedik taciri, venedik gettosunda geçer.
clementine, küt saçlı fransız çizgi film karakteridir. hatta o saç şekli o dönem moda olmuş ve sezen aksu tarafından bile kullanılmıştır! onu yok etmek isteyen malmot, görevini başaramayan elemanlarını cehenneminde cayır cayır yakar. cumartesi sabahları hemera'nın ışıldayan yüzü ile malmot'un alevleri arasında gidip gelen genç kızımız, kafasında bir pervane olan kedisi ile her beladan kurtuluyordu. güzeldi vesselam.
mustafar, tüm serinin en karanlık, etkileyici ve muhteşem sahnesini barındıran ve anakin skywalker'ın fiilen olmasa bile ölümünü izleyebileceğiniz bir gezegendir. "ah ulan, anakin'i obi van değil de, qui gon jinn yetiştirseydi böyle mi olurdu sonu?" diyebilirsiniz. onun yüz ifadesinden ve çığlıklarından çaresizliğini, nefretini ve öfkesini sonuna kadar hissedersiniz. sonunda bu gezegende ebesine atlanmış bir hale gelen anakin'imiz, son bir çaba ile yaşama tutunur. başına geçirilen o kask, dışarının kirli havasının arındırılmış halinin anakin'in yanmış ciğerlerine ulaşmasını sağlar. bu sayede yaşar. kask olmazsa ölür ve zaten biricik dallama oğlu luke'u canlı gözlerle görmek için kaskını çıkarmış ve kirli havanın da yardımıyla hemencecik ölmüştür.

dört eşcinselin kendisini ters çevirip üzerine oturulmasından büyük mutluluk duyan sandalyemizin mutlu günleri, eve yeni alınan isveç malı ikea sandalye yüzünden bitmiştir. çünkü ikea'da sandalyeler tek bir parça halinde satılmaz. parça parça satılır. yeni sandalyelerinin bir parçası ile odalarına çekilen bu dört eşcinselin her biri, artık ayrı bir bacağa rahat rahat oturuyordur. marangoz hilmi ustanın elinden çıkan kıskanç sandalyemize ise artık sadece tek bir kıç oturabiliyordur. o da bir eşcinselin karnı acıktığında...

ağır roman, "oğlumuzu ibnelikten kurtarma yolları" adlı müthiş bir kitabı piyasaya süren filmdir. ayrıca bir sürü berbere sordum ama hiçbiri çırak yetiştirirken balon kullanmamış. yani şişirilmiş balonmuş, sabunmuş, köpükmüş, bileylenen usturaymış hepsi bitti, gitti.
a scanner darkly, richard linklater'in en sıradan filmlerindendir. olayı kolayca tahmin edebiliyorsunuz ve hatta sonuna şaşırana şaşırırım. konusu günüzümüzden 7 yıl sonrada geçiyor ve d adı verilen yeni nesil uyuşturucu ile mücadeleyi anlatıyor. acaba bu kimyasalı kim üretiyor? daha ilk sahnede her şey belli.

bu winona ryder ilginç bir hatun. filmlerde canlardırdığı hiç bir tip birbirine benzemiyor. karakter olarak değil, tip olarak benzemiyor. her seferinde "aa, ha siktir, bu filmde winona ryder oynuyormuş" demekten bıktım, usandım artık...

gelişmekte olan ülkeler vakti zamanında sömürü yapamadıkları için sermaye birikimi yetersiz olan ülkelerdir. gelişmek için kendi halklarını sömürürler ve yabancı sermayenin kendi halklarını sömürmesine izin verirler.

almanlar yenilince biz de yenik sayıldık denir ya, almanlar da aynı düşünceye sahipmişler. birinci dünya harbinde ilk olarak bulgarlar çözülür ve ardından avusturya-macaristan teslim olur. almanlar da mecburen barış yapmak zorunda kalırlar ve bu yüzden, müttefikleri kaybettiği için kendilerinin kaybettiğini düşünmüşler. çünkü birinci harpte almanya hiçbir zaman işgal edilmemiştir. bu düşünceleri ikinci dünya savaşının ilk ateşidir.

litvanya
denilince yaşı tutan bir sürü kişinin aklına meşhur 1995 avrupa şampiyonası final maçı gelir. belki küçüktük, o yüzden müthiş gelmişti bana. ama sabonis'in, marciulonis'in gözyaşları her şeyi anlatıyordu. ibne hakemin bariz bir şekilde yugoslavya'yı kollaması tv başındaki herkesi çıldırtmıştı.

torbeşler ilk zamanlarda düalist bir mezhep olan bogomilciliğe inanan ve bu hareketi yaymak için sırtlarında torbalarıyla diyar diyar dolaştıkları için torbeş diye anılan, osmanlı zamanında müslüman olan makedonlardır. balkan göçleriyle beraber çoğunluğu anadoluya gelmiştir.

dünya
, babil yaradılış destanına göre aslında mars ile jüpiter arasında tiamat adlı dev bir gezegenken(tüm gezegenlerin kralıdır ve diğer gezegenler onu kıskanır) marduk'un ortaya çıkması ve onunla savaşması üzerine(marduk 4 uydusuyla beraber onunla savaşır ve uydularından biri bu gezegene çarpar) şimdiki konumunu alan gezegenimizdir. bu savaşta bir kısım alanını kaybetmiştir. küçülmüştür. bir parçası marduk'un kölesi olup onun etrafında döner(uydu), diğer kısmı ise dünya olur.

birinci savaşta alman pilotları gerek çanakkale'de, gerekse suriye ve ırak cephelerinde keşif ve saldırı uçuşları yapmışlardır. 5 düşman uçağı düşürdüklerinde tezkere alıyorlarmış.

f-104'lerden kıbrıs savaşı'nda bomba atmayanları ceza olarak mühendislik fakültelerinin önünde, kışlaların kapısında, içinde, vs'inde sergilenir.
cantık, daire şeklindeki küçük pide içine kıyma koyarak yapılıyor. küçükken hep sünnet düğünlerinde yemişimdir. gerçi bursa'da sünnet düğünlerinde artık dj'ler çalıyor, millet oynuyor. devir değişti, bursalı da değişti..

yurttaş, kavram olarak ilk önce almanya'da zanaatkarların gelişmesi ve şehirleşme ile beraber kullanılmıştır. toprak sahibi ve köylü olmadıkları için böyle sınıflandırılmışlardır.

el mariachi meksikalı türkücülere verilen isimdir.
patrick süskind'in koku(das parfum) adlı romanında, paris'in binbir koku yayan mekanları içinde en pis yerinde, yani balık pazarında doğan kahramanımızın, doğduğu andan itibaren hissedilen kokusuzluğundan bahseder. kokusunun olmaması herkesin ondan korkmasına neden olurken, o bunun keyfini sürmektedir. çünkü kokusuzluk ona eşsiz bir yetenek vermiş ve dünyadaki her kokuyu alan bir buruna sahip olmuştur. kendi kokusunun olmadığını farkettiği andan itibaren ise insanların kendisine saygı göstermelerini sağlayacak bir koku üretmeye karar verir. çünkü fransa'da insanlar, kokularına göre sınıflandırılmaktadır. kahramanımız sonunda tanrının biricik oğlu isa'nın kokusunu elde etmeyi başarır. cennet, fransızların ayakları altına serilmiştir...

geçmiş uykularımdan birinde, rüyamda x ile konuşurken(ki o hiç konuşmaz, hep susar) küçük, kanatlı bir kedi "mır mır" diye diye sağ bileğime yapışıp dövme olmuştu. hem de küçük kanatları görünecek şekilde.
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.