yeni yıl geliyor, benim için boş geliyor. bir an önce 2012'ye girsek de kurtulsak a q.
herkese iyi yıllar...
yazan: sevgi kelebeği gerisi önemli değil....
(şimdi 2011'nin 1'lerini toplayın. ne etti. elbette 2. bunu 2011'in 2'si ile toplayın, alın size 4. 0 zaten var, işte size 40. yıl!)
31 Aralık 2010 Cuma
29 Aralık 2010 Çarşamba
ayrıntıladım 14
insanlar kurşuna dizilierken idam mangası öyle 20 metre uzakta olmaz. en fazla 2 adım uzaklıktan ve tam kalbe ateş edilir. böylece kurbanın kalbinin olduğu yerde büyük bir delik açılır.
iple asılmak ise askerler arasında şerefsizlik olarak görülür.
avrupalılar eskiden meydan muharebelerine askerler kadın ve çocuklarıyla beraber giderlermiş. onlar ön tarafta savaşırken arkada dururlarmış. yenilirlerse durum malum, hepsi köle olur.
ümit burnunun keşfedilmesinin bir nedeni de biberdir. mısır sultanı baybars, tüccarların biber ticaretinden büyük bir gelir elde ettiğini görünce bunu devlet tekeline alır. sonuç felaket olur. portekizliler biber ticaretine devam edebilmek için afrika'yı baştan başa dolaşmak zorunda kalır.
portekiz demişken aklıma geldi. portakal, adını portekiz'den almıştır. ticaretini portekizliler yaptığı için adı uzun süre portekiz turuncu olarak kalmış, akabinde sadece portekiz(portugal/portakal) adını almıştır.
moğolların ortadoğuya katkılarından birisi de alamut kalesini almalarıdır. yani hasan sabbah'ın kalesini.
timur'un anadoluya katkısı ise izmir'i almasıdır.
halife memun, mutlu kişi üzerine düşünürken şöyle demiş; "ne o beni tanır, ne de ben onu."
ömer hayyam, aslında selçuklu sultanı melikşah'ın müneccimbaşıdır.
islam dünyasında da spartakus isyanı benzeri bir isyan vardır. doğu afrika'dan gelen ve tuz yataklarında çalışan köleler isyan etmiş ve isyan 15 yıl sürmüştür. üstelik abbasi ordularını da yenmişlerdir.
humeyni, iran'da okur yazarlık az olduğu için nutuklarını kasetten yayınlarmış. emirlerini de yazılı olarak değil, telefonla verirmiş.
eski yunanlılar kendilerinden olmayanlar için barbar dermiş. yani barbar teriminin ilk kullanışı, günümüzdeki gibi değildir. aynı şekilde yahudiler de, kendilerinden olmayan için gentile demişlerdir.
laf yahudilere gelmişken belirteyim, islamiyet öncesi arabistan'da yahudileşmiş bir sürü arap kabilesi vardır.
aslında dikkatli bakınca islamın yayılma hızını domuz kesmiştir. ne ispanya'da, ne balkanlarda, ne de çin'de kitleler halinde müslüman olan pek görülmez. her üç bölgede de domuz yenir. gerçekten çok pis bir hayvan!
üçüncü napolen meksika'ya girdiğinde yanında olan siyah askerleri, kavalalı mehmet ali paşa vermiş. bu askerler kendi köleleriymiş.
çinliler ipek ticaretinden çok para kazandıkları için bu sırrı yüzyıllarca saklamışlar. en sonunda bir kaç bizanslı rahip, bastonlarının içinde böcek tohumlarını saklayarak sırrı bursa'ya getirmişlerdir.
beach boys'un yaptığı müzik bana çok komik geliyor. hele o kel herif tam bir fecaat. bunların neresi plaj çocuğu be, hepsi kazık gibi herif, daha çok ebeveynlere benziyorlar :)
iple asılmak ise askerler arasında şerefsizlik olarak görülür.
avrupalılar eskiden meydan muharebelerine askerler kadın ve çocuklarıyla beraber giderlermiş. onlar ön tarafta savaşırken arkada dururlarmış. yenilirlerse durum malum, hepsi köle olur.
ümit burnunun keşfedilmesinin bir nedeni de biberdir. mısır sultanı baybars, tüccarların biber ticaretinden büyük bir gelir elde ettiğini görünce bunu devlet tekeline alır. sonuç felaket olur. portekizliler biber ticaretine devam edebilmek için afrika'yı baştan başa dolaşmak zorunda kalır.
portekiz demişken aklıma geldi. portakal, adını portekiz'den almıştır. ticaretini portekizliler yaptığı için adı uzun süre portekiz turuncu olarak kalmış, akabinde sadece portekiz(portugal/portakal) adını almıştır.
moğolların ortadoğuya katkılarından birisi de alamut kalesini almalarıdır. yani hasan sabbah'ın kalesini.
timur'un anadoluya katkısı ise izmir'i almasıdır.
halife memun, mutlu kişi üzerine düşünürken şöyle demiş; "ne o beni tanır, ne de ben onu."
ömer hayyam, aslında selçuklu sultanı melikşah'ın müneccimbaşıdır.
islam dünyasında da spartakus isyanı benzeri bir isyan vardır. doğu afrika'dan gelen ve tuz yataklarında çalışan köleler isyan etmiş ve isyan 15 yıl sürmüştür. üstelik abbasi ordularını da yenmişlerdir.
humeyni, iran'da okur yazarlık az olduğu için nutuklarını kasetten yayınlarmış. emirlerini de yazılı olarak değil, telefonla verirmiş.
eski yunanlılar kendilerinden olmayanlar için barbar dermiş. yani barbar teriminin ilk kullanışı, günümüzdeki gibi değildir. aynı şekilde yahudiler de, kendilerinden olmayan için gentile demişlerdir.
laf yahudilere gelmişken belirteyim, islamiyet öncesi arabistan'da yahudileşmiş bir sürü arap kabilesi vardır.
aslında dikkatli bakınca islamın yayılma hızını domuz kesmiştir. ne ispanya'da, ne balkanlarda, ne de çin'de kitleler halinde müslüman olan pek görülmez. her üç bölgede de domuz yenir. gerçekten çok pis bir hayvan!
üçüncü napolen meksika'ya girdiğinde yanında olan siyah askerleri, kavalalı mehmet ali paşa vermiş. bu askerler kendi köleleriymiş.
çinliler ipek ticaretinden çok para kazandıkları için bu sırrı yüzyıllarca saklamışlar. en sonunda bir kaç bizanslı rahip, bastonlarının içinde böcek tohumlarını saklayarak sırrı bursa'ya getirmişlerdir.
beach boys'un yaptığı müzik bana çok komik geliyor. hele o kel herif tam bir fecaat. bunların neresi plaj çocuğu be, hepsi kazık gibi herif, daha çok ebeveynlere benziyorlar :)
22 Aralık 2010 Çarşamba
korkunç ivan
1450'den sonra üçüncü roma düsturu ile hareket eden moskova prensliği, diğer rus prensliklerini ilhak ederek veya katılımları ile güçlenmişti. korkunç(grozni) lakaplı ivan ise, bu yeni kurulan rus devletinin, yani rus tarihinin, hakkında en çok konuşulan çarlarından birisidir ve hatta ilk çarıdır. çünkü rus knezliğini kazan ve astrahan'ı alarak imparatorluk haline getirmiş ve sibirya'nın sömürgeleşmesini sağlamıştır. bazı tarihçiler onu rus tarihinin en büyük yabancı düşmanı ve gelenekçisi olduğunu söyler. bazıları ise kullandığı ilaçlar yüzünden hasta ve alkolik, hatta özürlü olduğunu belirtir. kendisini ülkeyi terörle yönetmiş ve rakiplerini sindirmiştir.
ölümünde 380 yıl sonra yapılan otopsi sonuçlarına göre omurililik sistemi ile ilgili rahatsızlıkları olduğu, bu durumdan dolayı feci ağrılar çektiği, bu yüzden de kullandığı ağrı kesiciler yüzünden davranışlarının değiştiği ve hatter sendromu adlı bir hastalandığı tutulduğu görülmüştür. oysa çocukluğu da hiç iyi geçmemiştir.
1530'da doğan ivan 1538'de annesinin ölümü ile tahta geçtiğinde küçük bir çocuktur. bu yüzden iktidarının ilk dönemi aristokrat ailelerin mücadelesine neden oldu. boyarların aşağılamaları altında geçen çocukluğu, yalnızlık duygusunu iyice geliştirdi ve kimseye güvenmemesine neden oldu. intikam hırsı ile büyürken kitaplara sarıldı. bir boyar ailesinin darbe girişimi sırasında odasına dalıp onu uyandırdıklarında ise feci bir şok yaşadı ve kendisini öldürmeye geldiklerini düşündü.
bu gibi boyarların(aristokratlar) güç yüzünden birbirlerini yok etmeye başlamaları yüzünden en sonunda 1543'de boyarların kendisinden habersiz rakip boyarları öldüremeyeceği konusunda bir karar aldı ve gerçekten iktidarı eline aldı. 1547'de ise moskova metropolitinin elinden tacı giyerek çar oldu. hemen ardından ise romanovların kızı ile evlendi ve kendisine destekçiler buldu.
anastasya geride iki çocuk bırakarak 1560'da öldü. eşinin ölümüyle ivan zevk alemine daldı. yeni kadınları oldu. bunların kışkırtması ile bir çok kişiyi sürgüne gönderdi. 1564'te ise çocuklarını, saray hademeleri ve maiyetini, saray hazinesini alarak kremlin'i terk etti. herkes şaşkındı. bir yıl sonra soylulara ve ruhani liderlere mektup yazarak soyluların ihanetine uğradığını söyledi. bu mektuplar moskova'yı sarstı ve geri dönmesi için çabalar başladı. bir süre sonra döndü. ama o 1 yıl içerisinde 35 yaşında iyice ihtiyarlamıştı. bu geri dönüş onu hainleri cezalandırması ile taçlandı. tek adam oldu.
kendi döneminde bir takım reformlar yaptı ve dini ve dünyevi liderlerden oluşan bir meclis kurdu. küçük aristokratlar ve tüccarları eyalet yönetimine soktu. çeşitler kanunlar yayınlayarak yöneticilerin ve mahkemelerin nasıl işleyeceğini belirledi. yolsuzluklarla mücadeleye girişti ve kilisenin toprak almasını yasakladı. dışişleri ve savaş bakanlıklarını kurdu. vergi işini düzene sokmaya çalıştı. orduyu büyütme işine girdi ve yeniden düzenledi.osmanlının yeniçeri düzeninden etkilenerek sürekli askerlik yapan tüfekli birlikleri oluşturdu.
dış politikada ise batısında bulunan livonya ile mücadeleye girişti. livonya'yı alırsa baltık bölgesini kontrolü altına alacaktı. ama ne kadar çabalarsa çabalasın, kısa süreli başarılar da kazansa batıda istediğini asla gerçekleştiremedi. doğuda ise tatarların iç işlerinin karışık olmasından faydalanıp 1552'de kazan'ı, 1554'de astrahan'ı ele geçirdi. tatarlarla savaşında ortodosk kilisesini kullanarak kutsal savaş adı altında mücadelesini yürüttü. sibirya'nın alınması ise yine 1550'den sonraki dönemde gerçekleşmiştir. bom boş sibirya arazisi üzerinde bazı kişilere geniş imtiyazlar vererek göç etmelerini sağladı. 1581'de ataman(kossak) ermak'ın liderliğinde 540 kossak sibirya'ya geldi. bu göçlerin bir nedeni de elbette uygulanan baskıdır.
ama içeride durum hala karışıktı. boyarlara asla güvenmiyordu. bu yüzden moskova'ya geri dönüşünden sonra kendine bağlı bir sınıf kurdu. opriçnina adlı bu sınıf, devlet içinde devlet haline geldi. ivan döneminde boyarlar, evlilikler yoluyla oldukça güçlenmişlerdi ve polonya ile yapılan savaşta bunların bir kaçını vatana hanet nedeniyle yok etti. güçlerini kırmak için opriçnina'yı etkin bir şekilde kullandı. 1565'den sonra boyarlara karşı çok sert davrandı bir çoğunu öldürdü. bazılarını kazan'a sürdü. en sonunda 1568'de 150 boyar, aileleri ve hizmetçilerine kadar öldürüldü. bu gözü dönmüşmüş onu 1570'de novgorod'a saldırısında doruk noktasına ulaştı. kendisine ihanet ettiğini düşündüğü tüm şehir halkını, hayvanlarına kadar katletti. novgorod'ın tüm malları yağmalandı. öyle ki, novgorod yaşanmayacak bir yer haline geldi. novgorod, kendisinin de üyesi olduğu iskandinav asıllı rurik hanedanının ilk yerleştiği şehirdir.
ama tanrının gazabı olsa gerek, kırım hanı devlet giray 1571'de moskova'ya girdi ve şehri talan etti. bu yüzden opriçnina'yı suçladı ve bu sınıfı ortadan kaldırdı. ama korkuları tavan yaptı. bu yüzden moskova'ya gelen herkesi şehrin girişinde defalarca sorgulattı.
iyice yıpranmış olsa gerek, yerini bir süreliğine semen bekbulatoviç'e bıraktı. ama bir kaç yıl sonra geri döndü. batıda sürüp giden sonuçsuz saldırıları polonya ve isveç ile 1582 ve 1583'de anlaşarak sona erdirdi. baltık ile bağlantısı kesildi.
tüm iktidarı sonucunda batı savaşları neticesinde hazinesini boşaltmış, ama kazan ve astrahan'ı alarak önemli bir başarı kazanmış, sibirya'nın sömürgeleşmesini sağlamıştır. ama novgorod'ı yok ederek rus ekonomisine ağır bir darbe bulmuştur. uygulaığı terör, aristokrat ailelerin bir çoğunun sonunu getirmiştir. 1582'de kendi oğlunu öldürttü. 1584'de ise satranç oynarken, kehanetleri de gerçek kılarak öldü. tahminlere göre satranç oynayan bogdan belsky ve daha sonra oğlundan sonra çar olan boris gudunov(rurik değildir) tarafından zehirlendiği tahmin ediliyor. ölümünden sonra ise rusya 10 yıllık bir iç karışıklığa girdi. iktidarı tekrar ele geçirmek isteyen boyarlar ile ivan'ın oğlu zayıf kişilikli oğlu fyodor kapıştı. neticesinde polonya moskova'ya kadar girdi. oğlu fyodor son rurik çarıdır.
tabii kendisi hakkında sergey eisenstein'ın meşhur bir filmi de vardır ve hakikatten çok güzeldir. manyak bir ivan portresi çizer. gölgelerle müthiş oynayarak deli güzel sahneler yaratmıştır. film, ivan'ın tahta çıkması ile başlar. kazan'ın fethi ile devam eder ve ivan'ın herkesi öleceğine inandırdığı ve dostunu düşmanını tespit ettiği, boyarlarla mücadelesini anlattığı bölümlerle devam eder. filmdeki her karakter, karanlıkların içinden gelen bir canavar gibi resmedilmiştir.
ölümünde 380 yıl sonra yapılan otopsi sonuçlarına göre omurililik sistemi ile ilgili rahatsızlıkları olduğu, bu durumdan dolayı feci ağrılar çektiği, bu yüzden de kullandığı ağrı kesiciler yüzünden davranışlarının değiştiği ve hatter sendromu adlı bir hastalandığı tutulduğu görülmüştür. oysa çocukluğu da hiç iyi geçmemiştir.
1530'da doğan ivan 1538'de annesinin ölümü ile tahta geçtiğinde küçük bir çocuktur. bu yüzden iktidarının ilk dönemi aristokrat ailelerin mücadelesine neden oldu. boyarların aşağılamaları altında geçen çocukluğu, yalnızlık duygusunu iyice geliştirdi ve kimseye güvenmemesine neden oldu. intikam hırsı ile büyürken kitaplara sarıldı. bir boyar ailesinin darbe girişimi sırasında odasına dalıp onu uyandırdıklarında ise feci bir şok yaşadı ve kendisini öldürmeye geldiklerini düşündü.
bu gibi boyarların(aristokratlar) güç yüzünden birbirlerini yok etmeye başlamaları yüzünden en sonunda 1543'de boyarların kendisinden habersiz rakip boyarları öldüremeyeceği konusunda bir karar aldı ve gerçekten iktidarı eline aldı. 1547'de ise moskova metropolitinin elinden tacı giyerek çar oldu. hemen ardından ise romanovların kızı ile evlendi ve kendisine destekçiler buldu.
anastasya geride iki çocuk bırakarak 1560'da öldü. eşinin ölümüyle ivan zevk alemine daldı. yeni kadınları oldu. bunların kışkırtması ile bir çok kişiyi sürgüne gönderdi. 1564'te ise çocuklarını, saray hademeleri ve maiyetini, saray hazinesini alarak kremlin'i terk etti. herkes şaşkındı. bir yıl sonra soylulara ve ruhani liderlere mektup yazarak soyluların ihanetine uğradığını söyledi. bu mektuplar moskova'yı sarstı ve geri dönmesi için çabalar başladı. bir süre sonra döndü. ama o 1 yıl içerisinde 35 yaşında iyice ihtiyarlamıştı. bu geri dönüş onu hainleri cezalandırması ile taçlandı. tek adam oldu.
kendi döneminde bir takım reformlar yaptı ve dini ve dünyevi liderlerden oluşan bir meclis kurdu. küçük aristokratlar ve tüccarları eyalet yönetimine soktu. çeşitler kanunlar yayınlayarak yöneticilerin ve mahkemelerin nasıl işleyeceğini belirledi. yolsuzluklarla mücadeleye girişti ve kilisenin toprak almasını yasakladı. dışişleri ve savaş bakanlıklarını kurdu. vergi işini düzene sokmaya çalıştı. orduyu büyütme işine girdi ve yeniden düzenledi.osmanlının yeniçeri düzeninden etkilenerek sürekli askerlik yapan tüfekli birlikleri oluşturdu.
dış politikada ise batısında bulunan livonya ile mücadeleye girişti. livonya'yı alırsa baltık bölgesini kontrolü altına alacaktı. ama ne kadar çabalarsa çabalasın, kısa süreli başarılar da kazansa batıda istediğini asla gerçekleştiremedi. doğuda ise tatarların iç işlerinin karışık olmasından faydalanıp 1552'de kazan'ı, 1554'de astrahan'ı ele geçirdi. tatarlarla savaşında ortodosk kilisesini kullanarak kutsal savaş adı altında mücadelesini yürüttü. sibirya'nın alınması ise yine 1550'den sonraki dönemde gerçekleşmiştir. bom boş sibirya arazisi üzerinde bazı kişilere geniş imtiyazlar vererek göç etmelerini sağladı. 1581'de ataman(kossak) ermak'ın liderliğinde 540 kossak sibirya'ya geldi. bu göçlerin bir nedeni de elbette uygulanan baskıdır.
ama içeride durum hala karışıktı. boyarlara asla güvenmiyordu. bu yüzden moskova'ya geri dönüşünden sonra kendine bağlı bir sınıf kurdu. opriçnina adlı bu sınıf, devlet içinde devlet haline geldi. ivan döneminde boyarlar, evlilikler yoluyla oldukça güçlenmişlerdi ve polonya ile yapılan savaşta bunların bir kaçını vatana hanet nedeniyle yok etti. güçlerini kırmak için opriçnina'yı etkin bir şekilde kullandı. 1565'den sonra boyarlara karşı çok sert davrandı bir çoğunu öldürdü. bazılarını kazan'a sürdü. en sonunda 1568'de 150 boyar, aileleri ve hizmetçilerine kadar öldürüldü. bu gözü dönmüşmüş onu 1570'de novgorod'a saldırısında doruk noktasına ulaştı. kendisine ihanet ettiğini düşündüğü tüm şehir halkını, hayvanlarına kadar katletti. novgorod'ın tüm malları yağmalandı. öyle ki, novgorod yaşanmayacak bir yer haline geldi. novgorod, kendisinin de üyesi olduğu iskandinav asıllı rurik hanedanının ilk yerleştiği şehirdir.
ama tanrının gazabı olsa gerek, kırım hanı devlet giray 1571'de moskova'ya girdi ve şehri talan etti. bu yüzden opriçnina'yı suçladı ve bu sınıfı ortadan kaldırdı. ama korkuları tavan yaptı. bu yüzden moskova'ya gelen herkesi şehrin girişinde defalarca sorgulattı.
iyice yıpranmış olsa gerek, yerini bir süreliğine semen bekbulatoviç'e bıraktı. ama bir kaç yıl sonra geri döndü. batıda sürüp giden sonuçsuz saldırıları polonya ve isveç ile 1582 ve 1583'de anlaşarak sona erdirdi. baltık ile bağlantısı kesildi.
tüm iktidarı sonucunda batı savaşları neticesinde hazinesini boşaltmış, ama kazan ve astrahan'ı alarak önemli bir başarı kazanmış, sibirya'nın sömürgeleşmesini sağlamıştır. ama novgorod'ı yok ederek rus ekonomisine ağır bir darbe bulmuştur. uygulaığı terör, aristokrat ailelerin bir çoğunun sonunu getirmiştir. 1582'de kendi oğlunu öldürttü. 1584'de ise satranç oynarken, kehanetleri de gerçek kılarak öldü. tahminlere göre satranç oynayan bogdan belsky ve daha sonra oğlundan sonra çar olan boris gudunov(rurik değildir) tarafından zehirlendiği tahmin ediliyor. ölümünden sonra ise rusya 10 yıllık bir iç karışıklığa girdi. iktidarı tekrar ele geçirmek isteyen boyarlar ile ivan'ın oğlu zayıf kişilikli oğlu fyodor kapıştı. neticesinde polonya moskova'ya kadar girdi. oğlu fyodor son rurik çarıdır.
tabii kendisi hakkında sergey eisenstein'ın meşhur bir filmi de vardır ve hakikatten çok güzeldir. manyak bir ivan portresi çizer. gölgelerle müthiş oynayarak deli güzel sahneler yaratmıştır. film, ivan'ın tahta çıkması ile başlar. kazan'ın fethi ile devam eder ve ivan'ın herkesi öleceğine inandırdığı ve dostunu düşmanını tespit ettiği, boyarlarla mücadelesini anlattığı bölümlerle devam eder. filmdeki her karakter, karanlıkların içinden gelen bir canavar gibi resmedilmiştir.
Etiketler:
sinema,
tarihi kişilik
16 Aralık 2010 Perşembe
kuş sütüyle beslerim seni!!!
tarihi olan halkların nasıl sınıf mücadelesi varsa, tarihi olmayan ilkel kabilelerin de devlete, otoriteye karşı mücadeleleri vardır. tüm insanlar ilk önce devletsiz, ilkel kabileler şeklinde örgütlendiğine göre, devlet kavramına geçiş nasıl oldu? bu, aslında zaman makinası bulunmadıkça asla bilinemeyecek bir olgudur. çünkü ilkel kabilelerin yazılı bir tarihi yoktur.
devlet dediğimiz olgu, egemen sınıfın, diğer sınıflara karşı şiddetini uygulama aracıdır. devletin işlevi bundan başka bir şey değildir. egemen sınıfın haklarını korumak için vardır. arada, sosyal çalkantılara neden olmamak için göz boyama babında uygulamalarda bulunur. ama sonuçta yine egemen sınıfın çıkarlarını korumuş olur. ilkel toplumlarda ise, başlarında bir kabile şefi olsa bile asla ve asla egemen bir sınıfın oluşmasına izin verilmez. şef dediğimiz kişiler ise yöneten kişiler değillerdir. ilkel kabileler şeflerin emri altında değil, şefler ilkel kabilelerin emri altındadır. mesela bu olguyu geronimo'da görürüz. meksika askerlerinin apaçilerin kadın ve çocuklarını katletmesinden sonra intikam amacıyla toplanan kabileler, geronimo'nun dehası ile intikamlarını almışlardır. ama hala daha güç ve intikam hırsı ile yanıp tutuşan geronimo, daha fazlasını isteyince ona yüz çevirmişler ve dediklerini yapmamışlar, kendi özgür yaşantılarına geri dönmüşlerdir. eğer apaçiler hiyerarşik bir yapıda olsaydı, bir apaçi devleti kurulabilirdi. ama ilkel kabileler, herkesin eşit olduğu, hükmetmenin olmadığı, kafalarına göre yaşamayı seçmiş kişilerden oluşurlar. bir yönetene ihtiyaçları yoktur. aynı lider tutkusuna sahip kabile şeflerini güney amerika'da ispanyollar tespit etmişlerdi. ama hepsi kendilerini ispat etmek isterken tek başlarına kalmışlardır. geronimo, meksikalılara son saldırdığında yanında sadece 2 kişi vardı. devlet kavramının olmadığı, otoriteden nefret eden biz ilkel insanlar devleti, yani otoriteyi nasıl kabul ettik?
toplumun değişen yapısı desek yine imkansız. çünkü ilkel kabileler durağandır. ekonomileri artı değer üretme üzerine değildir. geçim ekonomisidir. yani zaten ihtiyaçlarından fazlasını üretmezler, avlamazlar, toplamazlar. elbet bir artı değerleri vardır. ama bu da şölenlerde ve gelen yabancıları ağırlamakta kullanılmaktadır. çünkü ilkel insan için önemli olan çalışmak ve daha fazla kazanmak değildir. herkesin eşit olduğu bir toplulukta daha fazla üreterek ne elde edilebilir ki? üstelik ilkel insanlar için çalışmak son derece sıkıcı bir işlemdir. ispanyollar, amerikalı kabilelerin günde 3 saatten daha fazla çalışmadığını tespit etmişlerdir. eğer çalışırlarsa daha fazlasını üretmek ellerindeyken de bunu yapmamışlardır. çünkü ihtiyaçları yoktur. üstelik yaptıkları tüm çalışma tarla açmak, ekmek, avlamak ve toplamaktır. ekonomik faaliyetleri bundan ötesine geçmemiştir. ispanyollarla tanıştıklarında ise daha fazla çalışmaya giden süreç başlamış oldu ve böylece sonları da geldi. aynı durum kızılderililerde de vardı. atla tanıştıklarında tarla açmayı bırakmışlardır. çünkü atı kullanarak gerekli besinlerine kavuşabiliyorlar ve daha fazla ava sahip oluyorlardı(at, avrupa'nın amerika'ya hediyesidir). yani hiç bir zaman fazlasını istemediler. oysa orta amerika'daki inka ve maya devletleri, aynı ekonomik faaliyetleri yerine getirdikleri halde devlete sahiptiler. inkalar ve mayalar bu aşamaya nasıl geçebildi, tanrıları için onbinlerce kişiyi bir günde kurban edebildi ve diğerlerini sömürdüler?
bugün bir çok insan, gelişmenin devletin koruyuculuğu altında ve çalışarak elde edilebileceğini düşünür. gelişmeden kasıt ise daha fazla zenginleşme, daha fazla mal-mülk edinme ve teknolojik ilerlemeden oluşuyor. oysa insanlık, sanayi devrimine kadar ilkel kabilesinden imparatorluklarına kadar aynı gelişmişlik düzeyindeydi. yani tarım toplumuydu. aradaki fark kabaca kullanılan aletlerden başka bir şey de değildi. makina kullanımı diye bir şey ise neredeyse yoktur. bir diğer fark ise devletlerde artı ürün piyasaya sürülür, ilkel toplumlarda ise artı ürüne ihtiyaç duyulmaz. anlayacağınız ilkel toplumlar ticarete ihtiyaç duymazdı. acaba ticaret mi devletleri meydana getirdi? ama ilkel insan neden ticarete ihtiyaç duysun? zaten kendisine lazım olan her şeyi üretiyor ve kabilesiyle birlikte paylaşıyor. günümüzde tüm devletlerin tüccarlaştığını ve burjuva sınıfı üstünde yükseldiğini, bu burjuvanın da orta çağ avrupa'sındaki basit tüccarlar olduğunu bilmek içinizi ferahlatmasın.
dış bir etki ile mi ilkel insanlar devletleşti? mesela ispanyolların gelişi ile. düşününce orta amerika'da zaten bir devlet geleneği olduğunu biliyoruz. maya, aztek ve inkalar var. buna rağmen kızılderililer ve amazon yerlileri istedikleri gibi yaşamaya devam etmişler. devletli toplumlar yöneticilerinin hevesi uğruna insan kurban eden ayinlerde bir günde ellibin insanı katledip, kalbini çıkarırken, kızılderililer gökyüzüne bakıp en fazla ulu manituyu düşünüyorlar. kızılderili şefler bile kabilelerinin hizmetçisinden başka bir şey değil. kabile üyeleri savaştaki cesaretinden veya konuşma kabiliyetinden dolayı şeflere saygı duyuyor ve o da bir kaç gün içinde unutulup gidiyor. çünkü mutlak bir bağımsızlık hissi ile yaşıyorlar.
üstelik dış güce karşı her zaman bir direnç de vardır. osmanlının, yörükleri manavlaştırmak için uğraştığı biliniyor. konar-göçerlerden vergi alamadıkları için onları yerleşik hayata zorla, kafalarına vura vura geçirmişlerdir. romanların durumu zaten malum. kültürlerini tam olarak bilmesem bile çeribaşının fazla etkinliğinin olduğunu sanmıyorum(romanya çingene kralı mesela). daha ilginci ise hippilerin başına gelenlerdir. 1800'lerin sonlarına doğru, alman realizmden usanan bir grup alman, özlerine dönüp, devleti de sallamadan kendi klanlarını oluştururlar. bir süre sonra böyle yaşamalarından bıkan alman hükümeti onları sürer. amerika'ya giderler ve 1960'ların temellerini atarlar. gerçi 60 kuşağı hippilerini, beat akımını başlatan jack kerouac, allen ginsberg, neal cassady gibiler de etkilemiştir.
gerçek bir ilginç bilgi ise yine güney amerika'dan. ispanyollar bir bölgede ilkel kabile şeflerinin, nüfuslarının fazlalılığı ile orantılı olarak hafiften otoriter bir yapıya büründüklerini yazarlar. şefler bir nevi hükümdar gibidirler ve bu kalabalık kabilelerde emir komuta zinciri de oluşmaya başlamıştır ve baskıcı bir düzene geçilmiştir. belkide 100 yıl içerisinde iyice gelişip, serpilip devlete dönüşebilecek bir organizma ortada varken bambaşka bir şey olur ve sözü kuvvetli bir peygamber ortaya çıkar ve otoriteye baş kaldırarak bire(devlet/herkesin aynı olması) karşı olduğunu açıklar. herkesin eşit olduğu tanrıların yurdundan bahseder. bu peygamber o büyük kabilelerde toplumsal çalkantılara neden olur ve müridlerini de alarak amazonun içlerine dalarlar. insanoğlu yine direnmiş ve bağımsız kalmayı, otoriteye boyun eğmemeyi seçmiştir.
bu yavşak mı yavşak sümerliler, ortada hiçbir ama hiçbir neden olmadan, durup dururken, öncesi de bilinmeyen bir şekilde yaşadıkları şehirlerde neden kendi devletlerini kurdular? bazıları aç kalma korkusu vs dese de, otoriteden nefret eden insanoğlu, nasıl otoritenin bağımlısı haline geldi? sineklerin tanrısı hikayesini bilirsiniz. babalarından ve öğretmenlerinden gördüklerini uygulamak kolay bir durum. ama otoriter bir simge olan baba ve öğretmen olmayınca, o çocuklar nasıl vahşileşir? gerçi vahşileşmek ilkel kabilelere has bir durum! otorite oluştuğuna göre modernleşmelerini sorgulamak gerekiyor!
o zamanlar ortalama yaşın 40 civarında olduğunu da bilmek gerekiyor. bu kadar kısa süre yaşandığına göre temelden bir uzun hükümdarlık dönemi tasarlamak pek mümkün gözükmüyor. ama iskender 28 yaşında öldüğünde neredeyse bilinen bütün dünyayı almıştı.
kısaca demek istediğim durum şu;
biz ne zaman güçlü birisinden korkarak ondan sindik? veya şöyle diyeyim, hangi beyinsiz kabile kendi özgürlüğünü feda ederek bir lider etrafından toplanmayı seçti ve diğer kabileleri ele geçirmeye çalıştı? daha kaba tabirle anlatırsam eğer, roma olmasaydı avrupa'daki kabileler devletleşmek için bu kadar çabalar mıydı? slavlar 1000, germenler 1500 seneden beridir devlet sahibidir. öncesinde kabileden ötesine geçememişlerdir.
tüm bu okuma ve yazma, internet, tekerlek, su kanallarının açılıp tarıma geçiş devlet sayesinde oldu, bulundu. gün geldi kendi özgürlüğümüzü feda ederek başkaları için çalışmaya başladık. günde 3-4 saat bize yetebilirken 8 saat normal geldi. iş yetiştirebilemek için daha fazla da çalıştık. sonuçta elinize paradan başka bir şey de geçmedi. biraz daha fazla alışveriş yapabilirsiniz artık.
marx'a göre bu evrimsel bir süreçtir. insanlar ilkel tarım toplumundan feodalizme, oradan sanayi devrimi ile burjuva düzenine, akabinde devletin tüm üretim araçlarını devletleştireceği sosyalizme ve en sonunda devletin ortadan kalkacağı komünizme doğru evrimleşeceğini var sayar.
bakunin'e göre, insanın evrim çizgisi, toplumsal yaşamda, hayvansal güdülerin kuvvetle sınırlandırıldığı ilkel aşamadan, ideal amaçların insanın kendi kendisini disiplin altına almasını sağladığı tinsel olgunlaşma aşamasına doğrudur. zorlayıcı, zorba devlet, özel mülkiyet, din hep ilkel aşamanın kurumlarıdır.ama insanlık gelişmiş, bu kurumların zamanı geçmiştir; dolayısı ile kaldırılmaları gerekir. böylece bakunin, bilimsel sosyalizmin materyalist tarih anlayışını reddedip, evrimin itici gücü olarak insan ahlakındaki gelişmeleri temel almıştır. bakunin kısaca "bana ne proleterya dikatörlüğününden, sosyalizmden" demiştir. devlet kurumunun, yani mutlak iktidarın kimin eline geçerse geçsin onu zorbalaştıracağını belirtir. isterse bu devletin adı sosyalist devlet olsun fark etmez. sovyet rusya'da olanlar zaten ortada.
devlet dediğimiz mekanizma, yönetici sınıfa güç sağlayarak, gerçekte var olmayan bir üstünlük meydana getirir. bu sayede insanın öz doğası bozulmaya başlar. yöneticiler bu güç duygusu ile diğer insanlar üzerinde(sadece kendileri gibi düşünmeyenler değil, herkes) insanın özünde bulunmayan zor kullanma yoluna saparlar. bu yüzden insanın gerçek doğasını bozan, tüm kötülüklerin kaynağı olan devlet kesin olarak ortadan kaldırılmalıdır. kalkmadığı durumlarda ise günümüzde olduğu gibi işine gelen her yöneten ve ezen insan, hamile kadınları tekmelemekte bir sakınca görmez. hatta bundan zevk alır. bu yüzden, devletin her türlüsünün yıkılması için her şey göze alınabilmelidir. ama bu ihtilal evrensel olmalıdır. eşit olmanın yolu adalet önünde eşit olmaktan geçmez. ekonomik olarak eşit olmaktan geçer.
kendisini hiç bilmem, ama abdulgaffar el-hayati adlı birisi şöyle demiş;
"devlet devrimlerle yıkılabilecek bir şey değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. devlet bu ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür. devlet, otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olunarak değil; insanlar arasında devletin kendisini yeniden üretemediği yeni ilişkiler, özgürlükçü ve dayanışmacı yeni bir hayat tarzı kurularak yıkılabilir. asıl olan iktidarı almak değil, gündelik hayat devrimleridir. zira yaşanacak bir hayatımız var."
kaynak: pierre clastres - devlete karşı toplum, ekşisözlük'de bakunin başlığı...
devlet dediğimiz olgu, egemen sınıfın, diğer sınıflara karşı şiddetini uygulama aracıdır. devletin işlevi bundan başka bir şey değildir. egemen sınıfın haklarını korumak için vardır. arada, sosyal çalkantılara neden olmamak için göz boyama babında uygulamalarda bulunur. ama sonuçta yine egemen sınıfın çıkarlarını korumuş olur. ilkel toplumlarda ise, başlarında bir kabile şefi olsa bile asla ve asla egemen bir sınıfın oluşmasına izin verilmez. şef dediğimiz kişiler ise yöneten kişiler değillerdir. ilkel kabileler şeflerin emri altında değil, şefler ilkel kabilelerin emri altındadır. mesela bu olguyu geronimo'da görürüz. meksika askerlerinin apaçilerin kadın ve çocuklarını katletmesinden sonra intikam amacıyla toplanan kabileler, geronimo'nun dehası ile intikamlarını almışlardır. ama hala daha güç ve intikam hırsı ile yanıp tutuşan geronimo, daha fazlasını isteyince ona yüz çevirmişler ve dediklerini yapmamışlar, kendi özgür yaşantılarına geri dönmüşlerdir. eğer apaçiler hiyerarşik bir yapıda olsaydı, bir apaçi devleti kurulabilirdi. ama ilkel kabileler, herkesin eşit olduğu, hükmetmenin olmadığı, kafalarına göre yaşamayı seçmiş kişilerden oluşurlar. bir yönetene ihtiyaçları yoktur. aynı lider tutkusuna sahip kabile şeflerini güney amerika'da ispanyollar tespit etmişlerdi. ama hepsi kendilerini ispat etmek isterken tek başlarına kalmışlardır. geronimo, meksikalılara son saldırdığında yanında sadece 2 kişi vardı. devlet kavramının olmadığı, otoriteden nefret eden biz ilkel insanlar devleti, yani otoriteyi nasıl kabul ettik?
toplumun değişen yapısı desek yine imkansız. çünkü ilkel kabileler durağandır. ekonomileri artı değer üretme üzerine değildir. geçim ekonomisidir. yani zaten ihtiyaçlarından fazlasını üretmezler, avlamazlar, toplamazlar. elbet bir artı değerleri vardır. ama bu da şölenlerde ve gelen yabancıları ağırlamakta kullanılmaktadır. çünkü ilkel insan için önemli olan çalışmak ve daha fazla kazanmak değildir. herkesin eşit olduğu bir toplulukta daha fazla üreterek ne elde edilebilir ki? üstelik ilkel insanlar için çalışmak son derece sıkıcı bir işlemdir. ispanyollar, amerikalı kabilelerin günde 3 saatten daha fazla çalışmadığını tespit etmişlerdir. eğer çalışırlarsa daha fazlasını üretmek ellerindeyken de bunu yapmamışlardır. çünkü ihtiyaçları yoktur. üstelik yaptıkları tüm çalışma tarla açmak, ekmek, avlamak ve toplamaktır. ekonomik faaliyetleri bundan ötesine geçmemiştir. ispanyollarla tanıştıklarında ise daha fazla çalışmaya giden süreç başlamış oldu ve böylece sonları da geldi. aynı durum kızılderililerde de vardı. atla tanıştıklarında tarla açmayı bırakmışlardır. çünkü atı kullanarak gerekli besinlerine kavuşabiliyorlar ve daha fazla ava sahip oluyorlardı(at, avrupa'nın amerika'ya hediyesidir). yani hiç bir zaman fazlasını istemediler. oysa orta amerika'daki inka ve maya devletleri, aynı ekonomik faaliyetleri yerine getirdikleri halde devlete sahiptiler. inkalar ve mayalar bu aşamaya nasıl geçebildi, tanrıları için onbinlerce kişiyi bir günde kurban edebildi ve diğerlerini sömürdüler?
bugün bir çok insan, gelişmenin devletin koruyuculuğu altında ve çalışarak elde edilebileceğini düşünür. gelişmeden kasıt ise daha fazla zenginleşme, daha fazla mal-mülk edinme ve teknolojik ilerlemeden oluşuyor. oysa insanlık, sanayi devrimine kadar ilkel kabilesinden imparatorluklarına kadar aynı gelişmişlik düzeyindeydi. yani tarım toplumuydu. aradaki fark kabaca kullanılan aletlerden başka bir şey de değildi. makina kullanımı diye bir şey ise neredeyse yoktur. bir diğer fark ise devletlerde artı ürün piyasaya sürülür, ilkel toplumlarda ise artı ürüne ihtiyaç duyulmaz. anlayacağınız ilkel toplumlar ticarete ihtiyaç duymazdı. acaba ticaret mi devletleri meydana getirdi? ama ilkel insan neden ticarete ihtiyaç duysun? zaten kendisine lazım olan her şeyi üretiyor ve kabilesiyle birlikte paylaşıyor. günümüzde tüm devletlerin tüccarlaştığını ve burjuva sınıfı üstünde yükseldiğini, bu burjuvanın da orta çağ avrupa'sındaki basit tüccarlar olduğunu bilmek içinizi ferahlatmasın.
dış bir etki ile mi ilkel insanlar devletleşti? mesela ispanyolların gelişi ile. düşününce orta amerika'da zaten bir devlet geleneği olduğunu biliyoruz. maya, aztek ve inkalar var. buna rağmen kızılderililer ve amazon yerlileri istedikleri gibi yaşamaya devam etmişler. devletli toplumlar yöneticilerinin hevesi uğruna insan kurban eden ayinlerde bir günde ellibin insanı katledip, kalbini çıkarırken, kızılderililer gökyüzüne bakıp en fazla ulu manituyu düşünüyorlar. kızılderili şefler bile kabilelerinin hizmetçisinden başka bir şey değil. kabile üyeleri savaştaki cesaretinden veya konuşma kabiliyetinden dolayı şeflere saygı duyuyor ve o da bir kaç gün içinde unutulup gidiyor. çünkü mutlak bir bağımsızlık hissi ile yaşıyorlar.
üstelik dış güce karşı her zaman bir direnç de vardır. osmanlının, yörükleri manavlaştırmak için uğraştığı biliniyor. konar-göçerlerden vergi alamadıkları için onları yerleşik hayata zorla, kafalarına vura vura geçirmişlerdir. romanların durumu zaten malum. kültürlerini tam olarak bilmesem bile çeribaşının fazla etkinliğinin olduğunu sanmıyorum(romanya çingene kralı mesela). daha ilginci ise hippilerin başına gelenlerdir. 1800'lerin sonlarına doğru, alman realizmden usanan bir grup alman, özlerine dönüp, devleti de sallamadan kendi klanlarını oluştururlar. bir süre sonra böyle yaşamalarından bıkan alman hükümeti onları sürer. amerika'ya giderler ve 1960'ların temellerini atarlar. gerçi 60 kuşağı hippilerini, beat akımını başlatan jack kerouac, allen ginsberg, neal cassady gibiler de etkilemiştir.
gerçek bir ilginç bilgi ise yine güney amerika'dan. ispanyollar bir bölgede ilkel kabile şeflerinin, nüfuslarının fazlalılığı ile orantılı olarak hafiften otoriter bir yapıya büründüklerini yazarlar. şefler bir nevi hükümdar gibidirler ve bu kalabalık kabilelerde emir komuta zinciri de oluşmaya başlamıştır ve baskıcı bir düzene geçilmiştir. belkide 100 yıl içerisinde iyice gelişip, serpilip devlete dönüşebilecek bir organizma ortada varken bambaşka bir şey olur ve sözü kuvvetli bir peygamber ortaya çıkar ve otoriteye baş kaldırarak bire(devlet/herkesin aynı olması) karşı olduğunu açıklar. herkesin eşit olduğu tanrıların yurdundan bahseder. bu peygamber o büyük kabilelerde toplumsal çalkantılara neden olur ve müridlerini de alarak amazonun içlerine dalarlar. insanoğlu yine direnmiş ve bağımsız kalmayı, otoriteye boyun eğmemeyi seçmiştir.
bu yavşak mı yavşak sümerliler, ortada hiçbir ama hiçbir neden olmadan, durup dururken, öncesi de bilinmeyen bir şekilde yaşadıkları şehirlerde neden kendi devletlerini kurdular? bazıları aç kalma korkusu vs dese de, otoriteden nefret eden insanoğlu, nasıl otoritenin bağımlısı haline geldi? sineklerin tanrısı hikayesini bilirsiniz. babalarından ve öğretmenlerinden gördüklerini uygulamak kolay bir durum. ama otoriter bir simge olan baba ve öğretmen olmayınca, o çocuklar nasıl vahşileşir? gerçi vahşileşmek ilkel kabilelere has bir durum! otorite oluştuğuna göre modernleşmelerini sorgulamak gerekiyor!
o zamanlar ortalama yaşın 40 civarında olduğunu da bilmek gerekiyor. bu kadar kısa süre yaşandığına göre temelden bir uzun hükümdarlık dönemi tasarlamak pek mümkün gözükmüyor. ama iskender 28 yaşında öldüğünde neredeyse bilinen bütün dünyayı almıştı.
kısaca demek istediğim durum şu;
biz ne zaman güçlü birisinden korkarak ondan sindik? veya şöyle diyeyim, hangi beyinsiz kabile kendi özgürlüğünü feda ederek bir lider etrafından toplanmayı seçti ve diğer kabileleri ele geçirmeye çalıştı? daha kaba tabirle anlatırsam eğer, roma olmasaydı avrupa'daki kabileler devletleşmek için bu kadar çabalar mıydı? slavlar 1000, germenler 1500 seneden beridir devlet sahibidir. öncesinde kabileden ötesine geçememişlerdir.
tüm bu okuma ve yazma, internet, tekerlek, su kanallarının açılıp tarıma geçiş devlet sayesinde oldu, bulundu. gün geldi kendi özgürlüğümüzü feda ederek başkaları için çalışmaya başladık. günde 3-4 saat bize yetebilirken 8 saat normal geldi. iş yetiştirebilemek için daha fazla da çalıştık. sonuçta elinize paradan başka bir şey de geçmedi. biraz daha fazla alışveriş yapabilirsiniz artık.
marx'a göre bu evrimsel bir süreçtir. insanlar ilkel tarım toplumundan feodalizme, oradan sanayi devrimi ile burjuva düzenine, akabinde devletin tüm üretim araçlarını devletleştireceği sosyalizme ve en sonunda devletin ortadan kalkacağı komünizme doğru evrimleşeceğini var sayar.
bakunin'e göre, insanın evrim çizgisi, toplumsal yaşamda, hayvansal güdülerin kuvvetle sınırlandırıldığı ilkel aşamadan, ideal amaçların insanın kendi kendisini disiplin altına almasını sağladığı tinsel olgunlaşma aşamasına doğrudur. zorlayıcı, zorba devlet, özel mülkiyet, din hep ilkel aşamanın kurumlarıdır.ama insanlık gelişmiş, bu kurumların zamanı geçmiştir; dolayısı ile kaldırılmaları gerekir. böylece bakunin, bilimsel sosyalizmin materyalist tarih anlayışını reddedip, evrimin itici gücü olarak insan ahlakındaki gelişmeleri temel almıştır. bakunin kısaca "bana ne proleterya dikatörlüğününden, sosyalizmden" demiştir. devlet kurumunun, yani mutlak iktidarın kimin eline geçerse geçsin onu zorbalaştıracağını belirtir. isterse bu devletin adı sosyalist devlet olsun fark etmez. sovyet rusya'da olanlar zaten ortada.
devlet dediğimiz mekanizma, yönetici sınıfa güç sağlayarak, gerçekte var olmayan bir üstünlük meydana getirir. bu sayede insanın öz doğası bozulmaya başlar. yöneticiler bu güç duygusu ile diğer insanlar üzerinde(sadece kendileri gibi düşünmeyenler değil, herkes) insanın özünde bulunmayan zor kullanma yoluna saparlar. bu yüzden insanın gerçek doğasını bozan, tüm kötülüklerin kaynağı olan devlet kesin olarak ortadan kaldırılmalıdır. kalkmadığı durumlarda ise günümüzde olduğu gibi işine gelen her yöneten ve ezen insan, hamile kadınları tekmelemekte bir sakınca görmez. hatta bundan zevk alır. bu yüzden, devletin her türlüsünün yıkılması için her şey göze alınabilmelidir. ama bu ihtilal evrensel olmalıdır. eşit olmanın yolu adalet önünde eşit olmaktan geçmez. ekonomik olarak eşit olmaktan geçer.
kendisini hiç bilmem, ama abdulgaffar el-hayati adlı birisi şöyle demiş;
"devlet devrimlerle yıkılabilecek bir şey değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. devlet bu ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür. devlet, otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olunarak değil; insanlar arasında devletin kendisini yeniden üretemediği yeni ilişkiler, özgürlükçü ve dayanışmacı yeni bir hayat tarzı kurularak yıkılabilir. asıl olan iktidarı almak değil, gündelik hayat devrimleridir. zira yaşanacak bir hayatımız var."
kaynak: pierre clastres - devlete karşı toplum, ekşisözlük'de bakunin başlığı...
9 Aralık 2010 Perşembe
white rabbit
nedense white rabbit'i her dinlediğimde "bin atlı çocuklar gibi şendim, bin atlı dev gibi bir orduyu yendim" mısraları da ağzımdan çıkar. dikkatinizi çektiyse "şendim" ve "yendim" diyorum. çünkü "şendik" ve "yendik" diye okursam olmuyor. kendimle alakası kalmıyor!
adlarını daha sonra jefferson starship olarak değiştiren, progressive rock söyleyen jefferson airplane grubunun bu aşmış şarkısını grubun solisti grace slick adlı hanımefendi seslendirmiştir. bu muhteşem ötesi sese sahip kadın, lsd'nin nasıl şarkılar yaptırdığının en güzel örneğini ortaya koymuştur. lsd'nin bir başka yan etkisi olsa gerek, bu grup bir takım binalar üstüne çıkıp konserler verirmiş ve ilk şarkı biter bitmez, apar topar gözaltına alınırmış. eylemleri bununla kalsa yine iyi, grace ablamız, bir keresinde amerikan başkanı nixon'ın kahvesine lsd boca etmeye çalışırken yakayı elevermiştir. vietnam savaşının en cafcaflı dönemlerinde kurulmuş ve şarkıları resmen hem askerlerin, hem de savaş karşıtlarının marşı haline gelmiştir. platoon filmi, bir nevi white rabbit'in klibi gibidir.
birde grace slick'ten biraz daha fazla bahsedesim var. kendisi rock'ın ilk ice queen'idir. janis joplin bu hanımefendiyi feci şekilde kıskanırmış. 68 kuşağının idol kadınlarındandır. kendisi 39 doğumlu olduğuna göre varın gerisini siz düşünün. adını her andığımda birden bire hanımefendi diyesim geliyor. first lady'ye saygım ve sevgim acayip fazladır. o yüzden şimdiki halini, bembeyaz saçları ve tombul yanakları burada yayınlamaya gönlüm el vermez.
şarkı ise herkesin bildiği üzere harikalar diyarındaki alice temalı. sonuç olarak şöyle diyor;
"besleyin kafanızı, besleyin kafanızı"
one pill makes you larger
and one pill makes you small,
and the ones that mother gives you
don't do anything at all.
go ask alice
when she's ten feet tall.
(bir hap büyütüyor seni, ve bir hap küçültüyor, annenin verdiği yemeklerin sana hiçbir faydası yok, gerçeği öğrenmek istiyorsan git alice'e sor, o 3,5 m boyuna geldğinde)
and if you go chasing rabbits
and you know you're going to fall,
tell 'em a hookah smoking caterpillar
go ask alice
has given you the call.
call alice
when she was just small.
(eğer gerçeği öğrenmek istiyorsan, tavşanı yakalamaya gitmelisin, ve yolun sonunsa düşeceksin, inanmayanlara nargile içen tırtılı anlat, seni nasıl çağırdığını, alice'i de çağır, ama küçüldüğünde)
when the men on the chessboard
get up and tell you where to go
and you've just had some kind of mushroom
and your mind is moving low.
go ask alice
i think she'll know.
(satranç tahtası kadar düzenli yaşanlarlar kalkıp sana nereye gideceğini söylediğinde sallama, bir miktar mushroom'a sahipsen eğer, ve aklın olması gereken yerde değilse, git alice'e sor, o tecrübeli, bilir sorularının cevabını)
when logic and proportion
have fallen softly dead,
and the white knight is talking backwards
and the red queen's "off with her head!"
remember what the dormouse said:
"feed your head. feed your head. feed your head"
(mantık ve orantı kaybolduğunda, her şey birbirine karıştığında, fındıkfaresinin ne dediğini hatırla, besle kafanı besle kafanı...)
adlarını daha sonra jefferson starship olarak değiştiren, progressive rock söyleyen jefferson airplane grubunun bu aşmış şarkısını grubun solisti grace slick adlı hanımefendi seslendirmiştir. bu muhteşem ötesi sese sahip kadın, lsd'nin nasıl şarkılar yaptırdığının en güzel örneğini ortaya koymuştur. lsd'nin bir başka yan etkisi olsa gerek, bu grup bir takım binalar üstüne çıkıp konserler verirmiş ve ilk şarkı biter bitmez, apar topar gözaltına alınırmış. eylemleri bununla kalsa yine iyi, grace ablamız, bir keresinde amerikan başkanı nixon'ın kahvesine lsd boca etmeye çalışırken yakayı elevermiştir. vietnam savaşının en cafcaflı dönemlerinde kurulmuş ve şarkıları resmen hem askerlerin, hem de savaş karşıtlarının marşı haline gelmiştir. platoon filmi, bir nevi white rabbit'in klibi gibidir.
birde grace slick'ten biraz daha fazla bahsedesim var. kendisi rock'ın ilk ice queen'idir. janis joplin bu hanımefendiyi feci şekilde kıskanırmış. 68 kuşağının idol kadınlarındandır. kendisi 39 doğumlu olduğuna göre varın gerisini siz düşünün. adını her andığımda birden bire hanımefendi diyesim geliyor. first lady'ye saygım ve sevgim acayip fazladır. o yüzden şimdiki halini, bembeyaz saçları ve tombul yanakları burada yayınlamaya gönlüm el vermez.
şarkı ise herkesin bildiği üzere harikalar diyarındaki alice temalı. sonuç olarak şöyle diyor;
"besleyin kafanızı, besleyin kafanızı"
one pill makes you larger
and one pill makes you small,
and the ones that mother gives you
don't do anything at all.
go ask alice
when she's ten feet tall.
(bir hap büyütüyor seni, ve bir hap küçültüyor, annenin verdiği yemeklerin sana hiçbir faydası yok, gerçeği öğrenmek istiyorsan git alice'e sor, o 3,5 m boyuna geldğinde)
and if you go chasing rabbits
and you know you're going to fall,
tell 'em a hookah smoking caterpillar
go ask alice
has given you the call.
call alice
when she was just small.
(eğer gerçeği öğrenmek istiyorsan, tavşanı yakalamaya gitmelisin, ve yolun sonunsa düşeceksin, inanmayanlara nargile içen tırtılı anlat, seni nasıl çağırdığını, alice'i de çağır, ama küçüldüğünde)
when the men on the chessboard
get up and tell you where to go
and you've just had some kind of mushroom
and your mind is moving low.
go ask alice
i think she'll know.
(satranç tahtası kadar düzenli yaşanlarlar kalkıp sana nereye gideceğini söylediğinde sallama, bir miktar mushroom'a sahipsen eğer, ve aklın olması gereken yerde değilse, git alice'e sor, o tecrübeli, bilir sorularının cevabını)
when logic and proportion
have fallen softly dead,
and the white knight is talking backwards
and the red queen's "off with her head!"
remember what the dormouse said:
"feed your head. feed your head. feed your head"
(mantık ve orantı kaybolduğunda, her şey birbirine karıştığında, fındıkfaresinin ne dediğini hatırla, besle kafanı besle kafanı...)
7 Aralık 2010 Salı
çocuklu kadınların, kendilerine koca, çocuklarına baba aradıkları filmler
kadınların bazı özellikleri vardır. bunlardan birisi de evlenilecek erkek ile çocuk sahibi olunacak erkeğin farklı kişiler olmasını isterler. hemen her tutkulu bir birlikteliği bitirmiş bir kadın, aklından aynı naneyi geçirir;
"keşke ondan bir çocuğum olsaydı da öyle ayrılsaydım!"
ben bile benden çocuğu olmak isteyen kadınların tekliflerini sürekli geri çeviriyorum!
neyse, bu tür filmlerde kadın kahramanımız çok severek bir adam ile evlenir ve çocukları olur. ama herif piçin teki olduğu için karısını sürekli aldatmakta ve çocuğuna diğer kadınlar kadar değer vermemektedir. işte bu tür nedenlerden dolayı kadın o adamdan ayrılır ve zaten başarılı bir insan olduğundan yeni bir hayata başlar. bu tür kadın dul olduğundan dolayı tüm erkekleri üzerine çeker(!) ve neticesinde bir sürü naif, başarılı, aile saadetine önem veren erkeğin ilgi alanına girer. kendi çocuğunu doğurtmakta zorlanan bu erkekler, "hazır çocuğu olan bir kadın buldum, uğraşmam işte bu tür işlerle" diye düşündüğünden olsa gerek kadına yavşar, çocuğa yeni babası olduğunu ispat etmeye çalışır.
filmlerde bu noktada kadın için belirleyici olan durum çocuğun bu durumu kabullenmesidir. ama çocuk ısrarla biyolojik babasına yönelmektedir. uyumsuz bir piç olan biyolojik baba ise hala daha günde 31 kadınla sevişmekte, 69 defa boşalmakla meşguldür. bu meşguliyet arasında da çocuğuna ayıracak vakit bulamamaktadır ve çocuk tamda gönlünü o naif babaya doğru yöneltmişken(annesi çoktan meyillidir) bir mucize olur ve biyolojik baba ikisini de kapar. naif erkeğimiz ise aşk acısını unutmak için şehir ve iş değiştirir. bu durum kadının umrunda bile olmaz. çünkü eski über aşkı kendisine geri dönmüştür ve çocuk yapmak için bir nedeni daha vardır!
bu durumu biraz değişik de olsa figth club'da da görürüz. jack'in babası 6 yılda bir evini terk etmekte başka bir şehirde, yeni bir şube açmaktadır. bunu her 6 yılda bir yapmaktadır. işin ilginç yanı ise kadınların bu duruma rıza göstermesi ve seslerini çıkarmadan çocuğu doğurup terk edilecek anı beklemeleridir.
eski filmlerde ise durum daha ilginç. malum, kadınlar çalışma hayatına girmeden önce ya evlenirlerdi, ya rahibe olurlardı, ya da orospu. çok sevdiği kocasına 8 çocuk doğurduktan sonra ölümüne hala şaşılan ve ailesi tarafından tapılırcasına sevilen anne, babanın çocuklarına yeni anne bulma sevdası yüzünden hemen unutulur. yeni bir kadın ise ya balolardan bulunacaktır, ya da manastırlardan. böyle durumlarda manastırdan çocuklara dadılık yapmak için gelen kadın daima kazanır. mesela the sound of music'deki gibi. 300 yıl önce olsa doğayla konuştuğu ve şarkılar söylediği için yakılarak öldürülecek olan çatlak rahibenin planı işe yaramış ve zengin kocayı kapmıştır.
ilginç olan noktalardan birisi ise çocukları olan iki kişinin evlenmesi durumunda kadının çocuklarının bir kaç ay içerisinde üvey babalarının nüfus kütüğüne geçmeye ve soyadını almaya razı olmalarıdır.
ne kadar çok iki ayağımızın üstünde durduğumuzu iddia etsek de, beyinimiz acayip süper hesaplamalar yapıyorsa da temel içgüdüler aynı kalıyor. insanın kadın cinsi evlenilecek ve çocuk yapılacak erkekler arasında seçim yapabiliyor. bir gruptan çocuk yaparken, diğer grubu kullanmaya kalkıyor. böylece kadınların bu doğru tercihleri sayesinde çocuklarının ve torunların 100 yıl sonra evlenilecek naif erkek gibi bir dertleri olmayacak! çünkü herkes piç olacak!
"keşke ondan bir çocuğum olsaydı da öyle ayrılsaydım!"
ben bile benden çocuğu olmak isteyen kadınların tekliflerini sürekli geri çeviriyorum!
neyse, bu tür filmlerde kadın kahramanımız çok severek bir adam ile evlenir ve çocukları olur. ama herif piçin teki olduğu için karısını sürekli aldatmakta ve çocuğuna diğer kadınlar kadar değer vermemektedir. işte bu tür nedenlerden dolayı kadın o adamdan ayrılır ve zaten başarılı bir insan olduğundan yeni bir hayata başlar. bu tür kadın dul olduğundan dolayı tüm erkekleri üzerine çeker(!) ve neticesinde bir sürü naif, başarılı, aile saadetine önem veren erkeğin ilgi alanına girer. kendi çocuğunu doğurtmakta zorlanan bu erkekler, "hazır çocuğu olan bir kadın buldum, uğraşmam işte bu tür işlerle" diye düşündüğünden olsa gerek kadına yavşar, çocuğa yeni babası olduğunu ispat etmeye çalışır.
filmlerde bu noktada kadın için belirleyici olan durum çocuğun bu durumu kabullenmesidir. ama çocuk ısrarla biyolojik babasına yönelmektedir. uyumsuz bir piç olan biyolojik baba ise hala daha günde 31 kadınla sevişmekte, 69 defa boşalmakla meşguldür. bu meşguliyet arasında da çocuğuna ayıracak vakit bulamamaktadır ve çocuk tamda gönlünü o naif babaya doğru yöneltmişken(annesi çoktan meyillidir) bir mucize olur ve biyolojik baba ikisini de kapar. naif erkeğimiz ise aşk acısını unutmak için şehir ve iş değiştirir. bu durum kadının umrunda bile olmaz. çünkü eski über aşkı kendisine geri dönmüştür ve çocuk yapmak için bir nedeni daha vardır!
bu durumu biraz değişik de olsa figth club'da da görürüz. jack'in babası 6 yılda bir evini terk etmekte başka bir şehirde, yeni bir şube açmaktadır. bunu her 6 yılda bir yapmaktadır. işin ilginç yanı ise kadınların bu duruma rıza göstermesi ve seslerini çıkarmadan çocuğu doğurup terk edilecek anı beklemeleridir.
eski filmlerde ise durum daha ilginç. malum, kadınlar çalışma hayatına girmeden önce ya evlenirlerdi, ya rahibe olurlardı, ya da orospu. çok sevdiği kocasına 8 çocuk doğurduktan sonra ölümüne hala şaşılan ve ailesi tarafından tapılırcasına sevilen anne, babanın çocuklarına yeni anne bulma sevdası yüzünden hemen unutulur. yeni bir kadın ise ya balolardan bulunacaktır, ya da manastırlardan. böyle durumlarda manastırdan çocuklara dadılık yapmak için gelen kadın daima kazanır. mesela the sound of music'deki gibi. 300 yıl önce olsa doğayla konuştuğu ve şarkılar söylediği için yakılarak öldürülecek olan çatlak rahibenin planı işe yaramış ve zengin kocayı kapmıştır.
ilginç olan noktalardan birisi ise çocukları olan iki kişinin evlenmesi durumunda kadının çocuklarının bir kaç ay içerisinde üvey babalarının nüfus kütüğüne geçmeye ve soyadını almaya razı olmalarıdır.
ne kadar çok iki ayağımızın üstünde durduğumuzu iddia etsek de, beyinimiz acayip süper hesaplamalar yapıyorsa da temel içgüdüler aynı kalıyor. insanın kadın cinsi evlenilecek ve çocuk yapılacak erkekler arasında seçim yapabiliyor. bir gruptan çocuk yaparken, diğer grubu kullanmaya kalkıyor. böylece kadınların bu doğru tercihleri sayesinde çocuklarının ve torunların 100 yıl sonra evlenilecek naif erkek gibi bir dertleri olmayacak! çünkü herkes piç olacak!
26 Kasım 2010 Cuma
aptal kız filmleri
benim kıstaslarım vardır. bunlardan birisi aptal kız filmleri dediğim, aptal ayracı olarak kullandığım üç tane filmdir. bir kadın titanic, bodyguard ve ghost'dan hoşlanıyorsa eğer bence aptaldır. bu filmleri çok sevip aptal olmayan bir insanoğluna halihazırda rastlamladım. eğer bir kadın bu üç filmden hoşlanırsa umutsuz bir durumdadır ve yardım edilmeye muhtaçtır!
esasında holivud'un tüm aptal romantik komedilerini bu grup içinde toplayabilirim. ama bu filmlerin özelliği mutlu sona sahip olmamasıdır. yumurta gibi herifler(o tür kadınların hitap ettiği şekli ile leo, patrick-kevin'ı da katın-), aşkı uğruna kendini feda eder. işte bu yüzden bu üç film, aptal ayracıdır. bu üç film klasik olmuştur ve klasikler asla ölmez.
bu filmleri bu kadar önemli kılan durumlardan birisi de elbette müzikleridir. withney houston'ın o berbat sesi ile seslendiği i will always love you, insanı seksten soğutan çirkin mi çirkin celine dion'un my heart will go on'u ve elbette ghost'daki the righteous brothers'ın söylediği unchained melody.
peki bu üç filmin temel özellikleri nedir? birinci kahraman erkek kendisini sevdiği için feda etmektedir. ikincisi bahsettiğim müzikleridir. bu parçalar oldukça romantiktir ve insanın saf duygularına hitap eder. üçüncüsünde ise başrol oyuncusu kadınların zengin, ama erkekler tarafından kollanması gereken aciz varlıklar olarak resmedilmeleridir. gerçek hayatta hem madden hem de manen fakir olduğu halde yine de erkekler tarafından aynen bu şekilde kollanmayı isteyen zavallı kadınlar için bu üç film birer sanat eseridir. üç filmde de kadınlar bir sahnede kendilerine tamamen erkeğe teslim ederler ve onlara sonsuz güvenlerini gösterirler. üç film de ülkemiz tv'lerinde defalarca döndürülmüştür ve neredeyse kemal sunal filmleri kadar ilgi çekmiştir. bodyguard'ı başından sonuna kadar izlemeyi hiçbir zaman başaramadım. hatta kevin costner sonunda öldü mü bilmiyorum, ama en azından ikisinin duyguya hitap eden veda sahneleri vardır. ghost'un çömlek, titanic'in elleri açma sahneleri unutulabilir mi! en önemlisi üç filmde de o aptal kadınlar filmin sonunda salya sümük ağlar.
günün birinde bu üç filme tapan birini görürseniz eğer o kişiyi kullanın! evli ise eşini aldatacaktır! bekar ise kolay lokmadır!
esasında holivud'un tüm aptal romantik komedilerini bu grup içinde toplayabilirim. ama bu filmlerin özelliği mutlu sona sahip olmamasıdır. yumurta gibi herifler(o tür kadınların hitap ettiği şekli ile leo, patrick-kevin'ı da katın-), aşkı uğruna kendini feda eder. işte bu yüzden bu üç film, aptal ayracıdır. bu üç film klasik olmuştur ve klasikler asla ölmez.
bu filmleri bu kadar önemli kılan durumlardan birisi de elbette müzikleridir. withney houston'ın o berbat sesi ile seslendiği i will always love you, insanı seksten soğutan çirkin mi çirkin celine dion'un my heart will go on'u ve elbette ghost'daki the righteous brothers'ın söylediği unchained melody.
peki bu üç filmin temel özellikleri nedir? birinci kahraman erkek kendisini sevdiği için feda etmektedir. ikincisi bahsettiğim müzikleridir. bu parçalar oldukça romantiktir ve insanın saf duygularına hitap eder. üçüncüsünde ise başrol oyuncusu kadınların zengin, ama erkekler tarafından kollanması gereken aciz varlıklar olarak resmedilmeleridir. gerçek hayatta hem madden hem de manen fakir olduğu halde yine de erkekler tarafından aynen bu şekilde kollanmayı isteyen zavallı kadınlar için bu üç film birer sanat eseridir. üç filmde de kadınlar bir sahnede kendilerine tamamen erkeğe teslim ederler ve onlara sonsuz güvenlerini gösterirler. üç film de ülkemiz tv'lerinde defalarca döndürülmüştür ve neredeyse kemal sunal filmleri kadar ilgi çekmiştir. bodyguard'ı başından sonuna kadar izlemeyi hiçbir zaman başaramadım. hatta kevin costner sonunda öldü mü bilmiyorum, ama en azından ikisinin duyguya hitap eden veda sahneleri vardır. ghost'un çömlek, titanic'in elleri açma sahneleri unutulabilir mi! en önemlisi üç filmde de o aptal kadınlar filmin sonunda salya sümük ağlar.
günün birinde bu üç filme tapan birini görürseniz eğer o kişiyi kullanın! evli ise eşini aldatacaktır! bekar ise kolay lokmadır!
25 Kasım 2010 Perşembe
şişko vs sıska
malumunuz üzere kadınlar ikiye ayrılır. öncelikle bacaklarından. sonrasında ise şişko ve sıska olarak! şişko kelimesi şişden türemiş elbet. ko ekinin ise kaynağı belirsiz. sıska ise bambaşka anlamda. karnı su toplamış, raşitizm illetinden muztarip kişi demekmiş.
neyse, 20. yy'a kadar zayıf kadınlara yeteri kadar beslenemedikleri için hasta oldukları düşünülüp, değer verilmezmiş. etli butlu kadınlar makbulmüş. bu kadınlar sağlıklı olarak görülürmüş. bu yüzden klasik resimlerdeki kadınların hepsi tombuldur. yanakları al aldır. parmakları etli butludur. en meşhur heykellerden milo venüsü bile günümüz standartlarında etli butludur. erkeklerin bu beğenileri yüzünden, kadınların belirli bir dolgunluğa ulaşmaları gerekirmiş. çünkü doğurganlık için sağlıklı kadın şarttır.
bu yüzden romeo'nun juliet'i 15-16 yaşlarında tombul bir kadındır herhalde. ferhat'ın şirin'in şişman olduğu bilinir. kerem'in aslı'sı da, mecnun'un leyla'sı da şişmandır büyük ihtimal. büyük tanrıçaların bilinen heykellerine bakın. obez değillerdir. ama ebru şallı gibi de şekillendirilmemişlerdir. banu alkan 150 yıl önce yaşasaydı, inanın bana harbi büyük bir ikon olurdu!
günümüzde ise hemen her şeyde olduğu gibi süreç yine tersine döndü. etli butlu kadınlar artık sağlıksız görülüyor ve erkeklerin bir kısmı tarafından kabul görmüyor. zayıf kadınlar ise oldukça revaçta. ama zayıflık yine de bir hastalık belirtisi aslında. kadınlar zayıf kalabilmek için bulumia ve anorexia bile olabiliyor.
bugün için amerikan nüfusunun üçte biri aşırı kilolu, yani obez. üçte biri ise kilolu. geri kalan nüfusa dahil olan kişiler ise sanırım oyuncu, manken ve sporcu oluyor!
günümüzde de kilolu kadınların sağlıklı görüldüğü ülkeler var. mesela moritanya. bu ülkede kadınlar 8 yaşından itibaren kilo almaları için sürekli besleniyorlarmış. yani bir nevi besiye çekiliyorlar. çünkü zayıf kadınlara erkekler kesinlikle bakmıyormuş.
bu kadının besilisinin bereket sembolü olarak görülmesi oldukça eski zamanlara kadar gidiyor. bilinen ilk heykel willendorf venüsü'dür. mö 30.000 civarına tarihlendiriliyor ve fotoğrafta da gördüğünüz gibi kadının anotomisi oldukça abartılı tasvir edilmiş veya o zamanlar erkeklerin hayalindeki kadının böyle bir şekli varmış. üstelik bu heykel hepi topu 11 cm'nin biraz üzerinde.
neyse, 20. yy'a kadar zayıf kadınlara yeteri kadar beslenemedikleri için hasta oldukları düşünülüp, değer verilmezmiş. etli butlu kadınlar makbulmüş. bu kadınlar sağlıklı olarak görülürmüş. bu yüzden klasik resimlerdeki kadınların hepsi tombuldur. yanakları al aldır. parmakları etli butludur. en meşhur heykellerden milo venüsü bile günümüz standartlarında etli butludur. erkeklerin bu beğenileri yüzünden, kadınların belirli bir dolgunluğa ulaşmaları gerekirmiş. çünkü doğurganlık için sağlıklı kadın şarttır.
bu yüzden romeo'nun juliet'i 15-16 yaşlarında tombul bir kadındır herhalde. ferhat'ın şirin'in şişman olduğu bilinir. kerem'in aslı'sı da, mecnun'un leyla'sı da şişmandır büyük ihtimal. büyük tanrıçaların bilinen heykellerine bakın. obez değillerdir. ama ebru şallı gibi de şekillendirilmemişlerdir. banu alkan 150 yıl önce yaşasaydı, inanın bana harbi büyük bir ikon olurdu!
günümüzde ise hemen her şeyde olduğu gibi süreç yine tersine döndü. etli butlu kadınlar artık sağlıksız görülüyor ve erkeklerin bir kısmı tarafından kabul görmüyor. zayıf kadınlar ise oldukça revaçta. ama zayıflık yine de bir hastalık belirtisi aslında. kadınlar zayıf kalabilmek için bulumia ve anorexia bile olabiliyor.
bugün için amerikan nüfusunun üçte biri aşırı kilolu, yani obez. üçte biri ise kilolu. geri kalan nüfusa dahil olan kişiler ise sanırım oyuncu, manken ve sporcu oluyor!
günümüzde de kilolu kadınların sağlıklı görüldüğü ülkeler var. mesela moritanya. bu ülkede kadınlar 8 yaşından itibaren kilo almaları için sürekli besleniyorlarmış. yani bir nevi besiye çekiliyorlar. çünkü zayıf kadınlara erkekler kesinlikle bakmıyormuş.
bu kadının besilisinin bereket sembolü olarak görülmesi oldukça eski zamanlara kadar gidiyor. bilinen ilk heykel willendorf venüsü'dür. mö 30.000 civarına tarihlendiriliyor ve fotoğrafta da gördüğünüz gibi kadının anotomisi oldukça abartılı tasvir edilmiş veya o zamanlar erkeklerin hayalindeki kadının böyle bir şekli varmış. üstelik bu heykel hepi topu 11 cm'nin biraz üzerinde.
24 Kasım 2010 Çarşamba
halle berry
evrenin güzel kadınlarından biridir halle berry. güzelliğinin gerçek nedeni ise beyaz hatlara sahip bir siyah olmasıdır. siyah ten ve o beyaz hatlar o kadar uyumlu ki, oldukça güzel ve bana göre seksi bir kadın ortaya çıkmış. büyük ihtimal aile geçmişinde bir miktar beyaz var.
kusuru da var aslında. bir kere asla kısa saç ve kıvırcıklık bu kadına gitmiyor. şöyle hafiften dalgalı ve uzun saçlı hali enfes ötesi. üstelik gençliğinde pek ahım şahım biri de değildi. ama olgunlaştıkça ve vücudu çirozluktan kurtulup belirli bir forma girince manyak seksi bir hale de geldi. şimdi 42 yaşında.
ayrıca göğüsleri de çok güzel.
kusuru da var aslında. bir kere asla kısa saç ve kıvırcıklık bu kadına gitmiyor. şöyle hafiften dalgalı ve uzun saçlı hali enfes ötesi. üstelik gençliğinde pek ahım şahım biri de değildi. ama olgunlaştıkça ve vücudu çirozluktan kurtulup belirli bir forma girince manyak seksi bir hale de geldi. şimdi 42 yaşında.
ayrıca göğüsleri de çok güzel.
23 Kasım 2010 Salı
pantolonsuz kahramanlar!
gördüğüm ilginç manzaralardan birisinin kahramanları üç tane çocuktur. hava buz gibi soğuk, her taraf kar, etraf çamur ve bu üç çocuğun üstünde sadece bir kazak var. altlarında bir şey yok. kıçlarını kazak koruyor ve ayakkabıları da yok. yanakları ve burunları al al olmuş, sümük tüm ağızlarını kaplamış ve gözleri ağlamaktan iyice kızarmış. manzarayı net bir şekilde anlattım sanırım. çocuklar bu haldeyken anneleri de o soğukta dışarıda kap kaçak yıkıyor.
bu çocukların normal şartlar altında elbette zatürreden ölmesi gerekiyor. oysa onlarda üşüme dışında bir şey yok! hasta olmama sebepleri de ilginç. ülkemizin kuzey doğusundaki illerimizden birinde çelikleme diye bir adet var. çocuk doğar doğmaz soğuk suyun içine daldırılıyor ve soğuğa dayanması sağlanıyormuş. böylece kışın ayazında altlarında ve ayaklarında bir şey olmadan sağlam kalabiliyorlarmış! işin bilimsel kısmını bilmem. ama bu çeliklemenin başarılı olması için bir şart daha var. çocuğun babasının da çelikleme olması gerekiyor! rivayete göre bir kaymakam bu uygulamayı kendi yeni doğan çocuğunda uygulayıp, çocuğu zatürreden ölünce nedenini araştırıyor ve cevap olarak kendisine bu deniliyor!
elbette bu çocuklar çizgi filmlere ilham kaynağı olmamıştır. ama kışın ayazında, yazın sıcağında üst tarafında kravat, tişört, gömlek veya kazak bulundurup kıçlarını korumak akıllarına gelmeyen neredeyse tamamı hayvan olan kahramanların cinsel aktiviteleri doğal olarak yoktur. oysa cinsel organları da her an saldırı altında olabilir! bu çizgi film kahramanları çocuklara, "kıçımla beraber her şeyim sizindir, beni dilediğiniz gibi kullanın" mesajı vermektedir! paylaşımcıdırlar. kapitalizm çocukları sömürmek için akla gelmedik yöntemler denemektedir! bazı ülkeler için bu pantolonsuzluk önemlidir. donald duck bir çok ülkede bu yüzden yasaklanmıştır. çocukların ruh ve beden sağlıklarını korumak önemli tabii!!
kimdir bu terbiyesiz karakterler! bir ayı yogi, bobo, bugs bunny ve domuzu hep pantolonsuzdur. bunların dişilerinde ise istisnasız olarak ya bir etek, ya da pantolon bulunmaktadır ve bu büyük bir ayrımcılıktır. kızlara çizgi film yoluyla cinsellikleri hatırlatılırken, erkeklere ibneliğin yolu açılmaktadır!bakın arkadaşlar tüm karizmatik çizgi film karakterleri pantolonludur ve elbiseleri tüm vücutlarını sıkı bir şekilde sarar. bu ne lan!!
fred çakmaktaş ile barni moloztaş'ın da pantolonları yoktur. ama onların rüzgarla savrulan etekleri de yoktur. malum yerlerini gizlerler! gerçi onlar gizli ibnedir. o değil de, taş devrinde de göbekli insanlar mevcut gördüğünüz gibi. standart bir amerika, taş devrinde bile amerikalıdır! bakın, ninja kaplumbağların da elbiseleri yoktur. o kadar alet edevatları var ama çükleri yok. yuhh!! oysa usta farenin elbisesi var. çünkü herif yaşlanmış, elbette çükü olacak. ninja kaplumbağlar da ibne!!
yeni çizgi filmlerde ise bu ayrıntıya dikkat ediliyor sanırım. pantolonsuz yeni dönem çizgi film karakteri bilmiyorum ben. sünger bob kare şortu ile bilinir. patrick'in bile havai şortu var.gerçi pikaçu'ya da bir şey çizmemişlerdi! ama bak, hafta sonu sabahları cnbc-e'de bir animasyon var. erkek gibi konuşan bir inek var ve göğüsleri fora bir şekilde dolaşıyor. hem de iki ayağı üzerinde yürüyor ve gençlerimize kötü örnek oluyor! kapılan lan o göğüsleri...
neden bunu yazma ihtiyacı hissettim?! rüyalarımda en büyük korkularımdan birisi, yolda yürürken birden bire pantolonsuz olduğumu fark etmek. o anda acayip bir şekilde utanıyorum ve büyük bir korkuyla uyanıyorum. yani rüyamda evden aceleyle çıkıyorum ve bir bakıyorum, pantolon yok! yuhh değil mi sayın okur, tükürün bu terbiseyiz ahlaksızın yüzüne, siz de vurun, taşlayın beni!!!
neyse, sanırım küçükken beni pantolonsuz bir şekilde sokağa salmışlar ve diğer çocuklar benimle dalga geçmiş. böyle bir olayı hatırlamasam bile bilinçaltım sürekli bu olayı kafama kafama çakıyor!
bu çocukların normal şartlar altında elbette zatürreden ölmesi gerekiyor. oysa onlarda üşüme dışında bir şey yok! hasta olmama sebepleri de ilginç. ülkemizin kuzey doğusundaki illerimizden birinde çelikleme diye bir adet var. çocuk doğar doğmaz soğuk suyun içine daldırılıyor ve soğuğa dayanması sağlanıyormuş. böylece kışın ayazında altlarında ve ayaklarında bir şey olmadan sağlam kalabiliyorlarmış! işin bilimsel kısmını bilmem. ama bu çeliklemenin başarılı olması için bir şart daha var. çocuğun babasının da çelikleme olması gerekiyor! rivayete göre bir kaymakam bu uygulamayı kendi yeni doğan çocuğunda uygulayıp, çocuğu zatürreden ölünce nedenini araştırıyor ve cevap olarak kendisine bu deniliyor!
elbette bu çocuklar çizgi filmlere ilham kaynağı olmamıştır. ama kışın ayazında, yazın sıcağında üst tarafında kravat, tişört, gömlek veya kazak bulundurup kıçlarını korumak akıllarına gelmeyen neredeyse tamamı hayvan olan kahramanların cinsel aktiviteleri doğal olarak yoktur. oysa cinsel organları da her an saldırı altında olabilir! bu çizgi film kahramanları çocuklara, "kıçımla beraber her şeyim sizindir, beni dilediğiniz gibi kullanın" mesajı vermektedir! paylaşımcıdırlar. kapitalizm çocukları sömürmek için akla gelmedik yöntemler denemektedir! bazı ülkeler için bu pantolonsuzluk önemlidir. donald duck bir çok ülkede bu yüzden yasaklanmıştır. çocukların ruh ve beden sağlıklarını korumak önemli tabii!!
kimdir bu terbiyesiz karakterler! bir ayı yogi, bobo, bugs bunny ve domuzu hep pantolonsuzdur. bunların dişilerinde ise istisnasız olarak ya bir etek, ya da pantolon bulunmaktadır ve bu büyük bir ayrımcılıktır. kızlara çizgi film yoluyla cinsellikleri hatırlatılırken, erkeklere ibneliğin yolu açılmaktadır!bakın arkadaşlar tüm karizmatik çizgi film karakterleri pantolonludur ve elbiseleri tüm vücutlarını sıkı bir şekilde sarar. bu ne lan!!
fred çakmaktaş ile barni moloztaş'ın da pantolonları yoktur. ama onların rüzgarla savrulan etekleri de yoktur. malum yerlerini gizlerler! gerçi onlar gizli ibnedir. o değil de, taş devrinde de göbekli insanlar mevcut gördüğünüz gibi. standart bir amerika, taş devrinde bile amerikalıdır! bakın, ninja kaplumbağların da elbiseleri yoktur. o kadar alet edevatları var ama çükleri yok. yuhh!! oysa usta farenin elbisesi var. çünkü herif yaşlanmış, elbette çükü olacak. ninja kaplumbağlar da ibne!!
yeni çizgi filmlerde ise bu ayrıntıya dikkat ediliyor sanırım. pantolonsuz yeni dönem çizgi film karakteri bilmiyorum ben. sünger bob kare şortu ile bilinir. patrick'in bile havai şortu var.gerçi pikaçu'ya da bir şey çizmemişlerdi! ama bak, hafta sonu sabahları cnbc-e'de bir animasyon var. erkek gibi konuşan bir inek var ve göğüsleri fora bir şekilde dolaşıyor. hem de iki ayağı üzerinde yürüyor ve gençlerimize kötü örnek oluyor! kapılan lan o göğüsleri...
neden bunu yazma ihtiyacı hissettim?! rüyalarımda en büyük korkularımdan birisi, yolda yürürken birden bire pantolonsuz olduğumu fark etmek. o anda acayip bir şekilde utanıyorum ve büyük bir korkuyla uyanıyorum. yani rüyamda evden aceleyle çıkıyorum ve bir bakıyorum, pantolon yok! yuhh değil mi sayın okur, tükürün bu terbiseyiz ahlaksızın yüzüne, siz de vurun, taşlayın beni!!!
neyse, sanırım küçükken beni pantolonsuz bir şekilde sokağa salmışlar ve diğer çocuklar benimle dalga geçmiş. böyle bir olayı hatırlamasam bile bilinçaltım sürekli bu olayı kafama kafama çakıyor!
Etiketler:
çizgi roman/film
22 Kasım 2010 Pazartesi
ibrahim ve oğlu
artık gelenek haline gelmiş dini ritüelleri icra ederim. bu durum hoşuma da gider. mesela param varsa eğer kurban keserim. bayram namazlarını da ailemin yanına gittiğimde giderim. akrabalarımla da bayramlaşırım. güzeldir bu tür ritüeller. ama şahsen islam dini ritüelleri yerine, dyonisos kültünün ritüellerini yerine getirmeyi tercih ederdim!
neyse, bu kurbanda da namaza gittim. sokağa seccademi serdikten sonra vaazı dinlemeye başladım. hoca malum olduğu üzere kurban kesiminden bahsediyordu ve birden işi ismail'in kurban edilmesine getirdi. ismail'in nasıl taşa yatırıldığını, çırpınmasın diye ayaklarının ve ellerinin bağlanmasını ve bıçağın bilenmesinden bahsederken gözlerimin önüne 4 yaşındaki yeğenim geldi ve dehşete düştüm. fatih akın'ın yaşamın kıyısında filminde kızını kaybeden alman kadın türkiye'ye gelince hani, kızın arkadaşının evinde kalıyordu. arkadaşı da tuncel kurtiz'in oynadığı karakterin oğluydu ve iki kültürde de bu kurban meselesinin anlatılmasını alman kadın oldukça şaşırmıştı. çocuk ise bu hikayeyi küçükken babasından duyduğunu söylemişti. babası, tanrı kendisinden öyle bir şey isterse eğer alıp bıçağı isteyen tanrıya doğru doğrultmaktan bahsetmişti ya, harbiden ürkütücü bir hikaye.
belirli bir iriliğin üstünde canlıları öldüremem. bu iriliğe ben kendi açımdan sivri sinek iriliği diyorum. mesela bir haham böceğini asla öldüremem. doğal olarak herhangi bir yaşayan canlıyı asla kesemem. insan kurban etme fikri ise kesinlikle ruh hastalarından çıkmış olmalı. böyle bir şeyi istemek bile manyakça. rüya görüyorsun ve rüyanda tanrı seni sınamak için oğlunu kurban etmeni istiyor. hade lan...
neyse, insan kurban etmek eski bir gelenek. lübnan, suriye, filistin civarında o zamanlar el-baal-anat üçlemesine tapılıyor ve insanlar tanrı el için ilk doğan erkek çocuklarını ge-hinnom(göz yaşı) vadisinde kurban edip yakıyorlar. ge-hinnom kelimesi dilimize cehennem olarak geçmiştir. dünyadaki cehennem de bir fiil olarak buradadır. şimdi israil sınırları içerisinde. neyse konudan sapmayayım. yani o zamanlar herkes tanrısı için ilk erkek çocuğunu feda ederken ibrahim'in tanrısı da -ne gerek varsa- kendisinden korkup korkmadığını sınamak için ibrahim'i denemeye karar veriyor.
"daha sonra tanrı ibrahim'i denedi. "ibrahim!" diye seslendi. ibrahim, "buradayım!" dedi. tanrı, "ishak'ı, sevdiğin biricik oğlunu al, moriya bölgesine git" dedi, "orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun." ibrahim sabah erkenden kalktı, eşeğine palan vurdu. yanına uşaklarından ikisini ve oğlu ishak'ı aldı. yakmalık sunu için odun yardıktan sonra, tanrı'nın kendisine belirttiği yere doğru yola çıktı. üçüncü gün gideceği yeri uzaktan gördü. uşaklarına, "siz burada, eşeğin yanında kalın" dedi, "tapınmak için oğlumla birlikte oraya gidip döneceğiz." yakmalık sunu için yardığı odunları oğlu ishak'a yükledi. ateşi ve bıçağı kendisi aldı. birlikte giderlerken ishak ibrahim'e, "baba!" dedi. ibrahim, "evet, oğlum!" diye yanıtladı. ishak, "ateşle odun burada, ama yakmalık sunu kuzusu nerede?" diye sordu. ibrahim, "oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu tanrı kendisi sağlayacak" dedi. ikisi birlikte yürümeye devam ettiler. tanrı'nın kendisine belirttiği yere varınca ibrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. oğlu ishak'ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı. onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. ama rab'bin meleği göklerden, "ibrahim, ibrahim!" diye seslendi. ibrahim, "işte buradayım!" diye karşılık verdi. melek, "çocuğa dokunma" dedi, "ona hiçbir şey yapma. şimdi tanrı'dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin." ibrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. gidip koçu getirdi. oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu. tevrat (yaradılış) 1-13
tevratta ihale ishak'ın üzerine yıkılıyor. islam inanışında ise bahsedilen kişi ismail'dir. kur an'da ismail'in adı geçmez. ama kur an'daki hikayeyi okuyunca ismail'den bahsedildiği anlaşılıyor veya bana öyle geldi. hem zaten oldukça çirkef ve kıskanç bir kadın olan sara'nın kendi oğlu yerine ismail'i feda edeceğine bire on bahse girerim.
"100. "Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla." 101. Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik. 102. Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, "Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?" dedi. O da, "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi. 103, 104. Nihayet her ikisi de (Allah'ın emrine) boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: "Ey İbrahim!" 105. "Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız." 106. "Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır." 107. Biz, (İbrahim'e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail'i) kurtardık. 108. Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık. 109. İbrahim'e selam olsun. 110. İyilik yapanları işte böyle mükafatlandırırız. 111. Çünkü o mü'min kullarımızdandı. 112. Biz onu salihlerden bir peygamber olarak İshak ile de müjdeledik. 113. Onu da İshak'ı da uğurlu kıldık. Her ikisinin nesillerinden iyilik yapanlar da vardı, kendine apaçık zulmedenler de. saffat suresi 100-113
neyse, bu kurbanda da namaza gittim. sokağa seccademi serdikten sonra vaazı dinlemeye başladım. hoca malum olduğu üzere kurban kesiminden bahsediyordu ve birden işi ismail'in kurban edilmesine getirdi. ismail'in nasıl taşa yatırıldığını, çırpınmasın diye ayaklarının ve ellerinin bağlanmasını ve bıçağın bilenmesinden bahsederken gözlerimin önüne 4 yaşındaki yeğenim geldi ve dehşete düştüm. fatih akın'ın yaşamın kıyısında filminde kızını kaybeden alman kadın türkiye'ye gelince hani, kızın arkadaşının evinde kalıyordu. arkadaşı da tuncel kurtiz'in oynadığı karakterin oğluydu ve iki kültürde de bu kurban meselesinin anlatılmasını alman kadın oldukça şaşırmıştı. çocuk ise bu hikayeyi küçükken babasından duyduğunu söylemişti. babası, tanrı kendisinden öyle bir şey isterse eğer alıp bıçağı isteyen tanrıya doğru doğrultmaktan bahsetmişti ya, harbiden ürkütücü bir hikaye.
belirli bir iriliğin üstünde canlıları öldüremem. bu iriliğe ben kendi açımdan sivri sinek iriliği diyorum. mesela bir haham böceğini asla öldüremem. doğal olarak herhangi bir yaşayan canlıyı asla kesemem. insan kurban etme fikri ise kesinlikle ruh hastalarından çıkmış olmalı. böyle bir şeyi istemek bile manyakça. rüya görüyorsun ve rüyanda tanrı seni sınamak için oğlunu kurban etmeni istiyor. hade lan...
neyse, insan kurban etmek eski bir gelenek. lübnan, suriye, filistin civarında o zamanlar el-baal-anat üçlemesine tapılıyor ve insanlar tanrı el için ilk doğan erkek çocuklarını ge-hinnom(göz yaşı) vadisinde kurban edip yakıyorlar. ge-hinnom kelimesi dilimize cehennem olarak geçmiştir. dünyadaki cehennem de bir fiil olarak buradadır. şimdi israil sınırları içerisinde. neyse konudan sapmayayım. yani o zamanlar herkes tanrısı için ilk erkek çocuğunu feda ederken ibrahim'in tanrısı da -ne gerek varsa- kendisinden korkup korkmadığını sınamak için ibrahim'i denemeye karar veriyor.
"daha sonra tanrı ibrahim'i denedi. "ibrahim!" diye seslendi. ibrahim, "buradayım!" dedi. tanrı, "ishak'ı, sevdiğin biricik oğlunu al, moriya bölgesine git" dedi, "orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun." ibrahim sabah erkenden kalktı, eşeğine palan vurdu. yanına uşaklarından ikisini ve oğlu ishak'ı aldı. yakmalık sunu için odun yardıktan sonra, tanrı'nın kendisine belirttiği yere doğru yola çıktı. üçüncü gün gideceği yeri uzaktan gördü. uşaklarına, "siz burada, eşeğin yanında kalın" dedi, "tapınmak için oğlumla birlikte oraya gidip döneceğiz." yakmalık sunu için yardığı odunları oğlu ishak'a yükledi. ateşi ve bıçağı kendisi aldı. birlikte giderlerken ishak ibrahim'e, "baba!" dedi. ibrahim, "evet, oğlum!" diye yanıtladı. ishak, "ateşle odun burada, ama yakmalık sunu kuzusu nerede?" diye sordu. ibrahim, "oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu tanrı kendisi sağlayacak" dedi. ikisi birlikte yürümeye devam ettiler. tanrı'nın kendisine belirttiği yere varınca ibrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. oğlu ishak'ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı. onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. ama rab'bin meleği göklerden, "ibrahim, ibrahim!" diye seslendi. ibrahim, "işte buradayım!" diye karşılık verdi. melek, "çocuğa dokunma" dedi, "ona hiçbir şey yapma. şimdi tanrı'dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin." ibrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. gidip koçu getirdi. oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu. tevrat (yaradılış) 1-13
tevratta ihale ishak'ın üzerine yıkılıyor. islam inanışında ise bahsedilen kişi ismail'dir. kur an'da ismail'in adı geçmez. ama kur an'daki hikayeyi okuyunca ismail'den bahsedildiği anlaşılıyor veya bana öyle geldi. hem zaten oldukça çirkef ve kıskanç bir kadın olan sara'nın kendi oğlu yerine ismail'i feda edeceğine bire on bahse girerim.
"100. "Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla." 101. Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik. 102. Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, "Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?" dedi. O da, "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi. 103, 104. Nihayet her ikisi de (Allah'ın emrine) boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: "Ey İbrahim!" 105. "Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız." 106. "Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır." 107. Biz, (İbrahim'e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail'i) kurtardık. 108. Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık. 109. İbrahim'e selam olsun. 110. İyilik yapanları işte böyle mükafatlandırırız. 111. Çünkü o mü'min kullarımızdandı. 112. Biz onu salihlerden bir peygamber olarak İshak ile de müjdeledik. 113. Onu da İshak'ı da uğurlu kıldık. Her ikisinin nesillerinden iyilik yapanlar da vardı, kendine apaçık zulmedenler de. saffat suresi 100-113
12 Kasım 2010 Cuma
utangaç balıklar için buzlu camdan akvaryum
bu şiiri üniversitede okurken aldığım öküz veya hayvan dergisinde okumuştum. hani şu leman'ın kültür ve edebiyat dergisi. dergi çok güzeldi. ama bu şiir enfes ötesiydi. bir sayfa çizgi romanla yazılmış bir şiir. kareleri bile aklımda hala.
çok bilinen bir şiir de değil elbette. bu yüzden bence en vurucu kısmı olan "ben bir tek, senin dua ettiğin tanrıya inanırım" kısmını kızlara bol bol söyleyip sevgilerini kazanmışımdır! o satırlardan etkilenmeyen kadın yoktur. valla bak.
dergiyi saklamak gibi bir düşüncem olmadığından bu çizgi roman şiirini o şekilde okuyamazsınız elbette. internette aramama rağmen sayfayı o şekilde de bulamadım. bununla idare edin. okurken kafanızdan çizgi roman halini geçirin. daha güzel gideceğine eminim. şiir kutlukhan perker'in. yeniden aratınca sahibini öğrendim! onun satırlarıyla çok kız kandırdığım için kusura da bakmasın! neyse, şiirden bahsetmeye daha fazla gerek yok. okuyun yeter...
Bir mucize olsa da geri dönsen
yine sabah uyanınca ağzıma girse saçların
yan yatarak dönsek birbirimize.
Üşümüş ayaklarını, bacaklarımın arasına yerleştirsen,
şaklaban olsa gözlerin.
Kapı çalmasın diye dua etsen, ellerini kaldırıp göğe.
Bir tek senin dua ettiğin tanrıya inanırım ben.
Bir mucize olsa da geri dönsen.
sen; yatakta şımarırken, deri ceketimi giyip hafız bakkala gitsem
ekmek ve gazete almaya.
Merdivenlerden inerken karate yapan çocuklara uydurma hareketler gösterip,
bunu nasıl anlatacağımı tasarlasam sana daha komik.
hava güzel çarşının içinden geçeyim.
Bir dilim pasta alıp -kahvaltıda pasta seversin- sürpriz yapsam.
İçerisi kalabalık. Olsun, beklerim...
Senin için bir tek yağ kokan bir pastanede beklerim...
Bir mucize olsa da geri dönsen...
Ekmekleri, gazeteleri ve bir de kısa kemıl alıp -hatırlatmadığın halde- cebime atsam...
Kahvaltıdan sonra donnie brasco'yu 20. kez izlerken
eyvah sigara dediğinde gözlerin çaresiz,
hemen çıkarıp zulamdan uzatsam paketi...
Sen boynuma sarıldığında ağır gibi davransam.
Senin çakmağınla sigaranı yaksam, salak gibi..
Hayıflansam, 'keşke zippoyu doldurtmayı unutmasaydım dün' diye.
Çünkü zippoyla sigaranı yaktıktan sonra,
kapatınca kapağını çıkan "çlank" sesi nasıl da katlardı karizmamı ikiye...
Film başladığında warner biraderlerin amblemi görününce hep yaptığın espriyi beklesem.
Sen "ben bu filmi gördüm" deyince önceden biriktirdiğim kahkahayı koyversem...
Birtek senin yaptığın kötü espriye gülerim...
Bir mucize olsa da geri dönsen...
Yine uyanıp birbirimize anlatsak gördüğümüz rüyayı...
Büyük, çok büyük bir vadinin ortasında renkli şezlonklarda otursak
anneannelerin, dedelerin kahvaltı yaptığı mutfaklarda otursak,
öğle uykusundan yeni uyanmış çocuklar gibi, kemiklerimiz sıcak..
Taksiye binecek paraları olduğu halde,
bir tane bile geçmediği için minibüse binmek zorunda kalan insanlar gibi
hafif yan otursak.
İçimizde hep bir neye niyet neye kısmet.
Bir tek senin gördüğün rüyanın tabiri yok kitapta.
Bir tek senin gördüğün rüyada varlığım hayra alamet.
Bir mucize için boşuna bekliyorum biliyorum,
seni ben terkettim.
"ruh hastasısın sen!" diye bağırman boşuna değil.
Ama yine de dua et sen bana,
biliyorum benim için dua edenler çoktur,
ama bir tek senin dua ettiğin tanrıya inanırım ben.
çünkü hayvanların tanrısı yoktur...
çok bilinen bir şiir de değil elbette. bu yüzden bence en vurucu kısmı olan "ben bir tek, senin dua ettiğin tanrıya inanırım" kısmını kızlara bol bol söyleyip sevgilerini kazanmışımdır! o satırlardan etkilenmeyen kadın yoktur. valla bak.
dergiyi saklamak gibi bir düşüncem olmadığından bu çizgi roman şiirini o şekilde okuyamazsınız elbette. internette aramama rağmen sayfayı o şekilde de bulamadım. bununla idare edin. okurken kafanızdan çizgi roman halini geçirin. daha güzel gideceğine eminim. şiir kutlukhan perker'in. yeniden aratınca sahibini öğrendim! onun satırlarıyla çok kız kandırdığım için kusura da bakmasın! neyse, şiirden bahsetmeye daha fazla gerek yok. okuyun yeter...
Bir mucize olsa da geri dönsen
yine sabah uyanınca ağzıma girse saçların
yan yatarak dönsek birbirimize.
Üşümüş ayaklarını, bacaklarımın arasına yerleştirsen,
şaklaban olsa gözlerin.
Kapı çalmasın diye dua etsen, ellerini kaldırıp göğe.
Bir tek senin dua ettiğin tanrıya inanırım ben.
Bir mucize olsa da geri dönsen.
sen; yatakta şımarırken, deri ceketimi giyip hafız bakkala gitsem
ekmek ve gazete almaya.
Merdivenlerden inerken karate yapan çocuklara uydurma hareketler gösterip,
bunu nasıl anlatacağımı tasarlasam sana daha komik.
hava güzel çarşının içinden geçeyim.
Bir dilim pasta alıp -kahvaltıda pasta seversin- sürpriz yapsam.
İçerisi kalabalık. Olsun, beklerim...
Senin için bir tek yağ kokan bir pastanede beklerim...
Bir mucize olsa da geri dönsen...
Ekmekleri, gazeteleri ve bir de kısa kemıl alıp -hatırlatmadığın halde- cebime atsam...
Kahvaltıdan sonra donnie brasco'yu 20. kez izlerken
eyvah sigara dediğinde gözlerin çaresiz,
hemen çıkarıp zulamdan uzatsam paketi...
Sen boynuma sarıldığında ağır gibi davransam.
Senin çakmağınla sigaranı yaksam, salak gibi..
Hayıflansam, 'keşke zippoyu doldurtmayı unutmasaydım dün' diye.
Çünkü zippoyla sigaranı yaktıktan sonra,
kapatınca kapağını çıkan "çlank" sesi nasıl da katlardı karizmamı ikiye...
Film başladığında warner biraderlerin amblemi görününce hep yaptığın espriyi beklesem.
Sen "ben bu filmi gördüm" deyince önceden biriktirdiğim kahkahayı koyversem...
Birtek senin yaptığın kötü espriye gülerim...
Bir mucize olsa da geri dönsen...
Yine uyanıp birbirimize anlatsak gördüğümüz rüyayı...
Büyük, çok büyük bir vadinin ortasında renkli şezlonklarda otursak
anneannelerin, dedelerin kahvaltı yaptığı mutfaklarda otursak,
öğle uykusundan yeni uyanmış çocuklar gibi, kemiklerimiz sıcak..
Taksiye binecek paraları olduğu halde,
bir tane bile geçmediği için minibüse binmek zorunda kalan insanlar gibi
hafif yan otursak.
İçimizde hep bir neye niyet neye kısmet.
Bir tek senin gördüğün rüyanın tabiri yok kitapta.
Bir tek senin gördüğün rüyada varlığım hayra alamet.
Bir mucize için boşuna bekliyorum biliyorum,
seni ben terkettim.
"ruh hastasısın sen!" diye bağırman boşuna değil.
Ama yine de dua et sen bana,
biliyorum benim için dua edenler çoktur,
ama bir tek senin dua ettiğin tanrıya inanırım ben.
çünkü hayvanların tanrısı yoktur...
10 Kasım 2010 Çarşamba
mö 23 ekim 4004 saat 08:00
"Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı'nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı, "Işık olsun" diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa "Gündüz", karanlığa "Gece" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu. Tanrı, "Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın" diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye "Gök" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. Tanrı, "Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün" diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana "Kara", toplanan sulara "Deniz" adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin" diye buyurdu ve öyle oldu. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu. Tanrı şöyle buyurdu: "Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin." Ve öyle oldu. Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gökkubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu. Tanrı, "Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun" diye buyurdu. Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın" diyerek onları kutsadı. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu. Tanrı, "Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin" diye buyurdu. Ve öyle oldu.Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım" dedi, "Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun." Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere -soluk alıp veren bütün hayvanlara- yiyecek olarak yeşil otları veriyorum." Ve öyle oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu." tevrat - yaratılış 1- 1:31
(bazı tevrat bilimciler, sıkı sıkıya inandıkları bu gerçekler kapsamında ufak bir hesap yapmışlar ve dünyanın yaradılış tarihini hesaplamışlar. dünya, isa'dan önce 23 ekim 4004, saat 08:00 sularında yaratılmış.)
8 Kasım 2010 Pazartesi
rüya vs ölmek ben kendim uzaylılar ve vampir cinler
dün gece ultra süper hiper bir rüyalar bütünü gördüm. birbirinin peşi sıra, harikalar silsilesi gibi. başlayayım;
bursa'da uludağ'dayım ve bir grup insanla birlikte kaçıyorum. şehri alev almış, bizim peşimizdeler. hamilelerin olduğu bir grubu, dağda ayva ormanının orada bıraktık(elbette gerçekte ayva ormanı yok). sonra vadiye indik ve başka bir grup insanla buluşup ne yapacağımızı görüştük. iki kişi hamileleri almak ve güvenli bir yere götürmek için anlaştık, yola çıktık ve ormanın içinden geçerken bizi kovalayan kişilerle karşılaştık. bu kişiler uzaylıydı ve bizi etkisiz hale getirmek için şok tabancası benzeri aletleriyle bize kablo fırlattılar ve kabloların ucu, bizi meme başımızdan bizi yakaladı. uyandığımızda bir mahzendeydik ve mahzen su doluydu. uzaylılara görünmemeye çalışarak hamilelerin olduğu yere doğru gitmeye karar verdim. baktım karşıdan biri geliyor ve fakülteden ev arkadaşımı gördüm. "sus" dedi ve kendimizi suların içine hareketsiz bir şekilde bıraktık. uzaylılar yanımızdan gidince o mahzenden kaçıp hamileleri kurtardık ve onları ilk ayrıldığımız yere getirdik. o esnada gülüp eğleniyor ve uzaylılarla dalga geçiyorduk. işte "koskoca uzaydan sen kalk dünyaya gel, süper teknolojin olsun, ama yakaladıklarını doğru düzgün bir yerde bile tutama, ne salakmış lan bunlar" diyorduk ki yanımızdaki siyah sakallı ve siyah uzun saçlı bir eleman "aslında bize o kabloları fırlattıklarında biz öldük, suyun içinde bizi bir süre tutarak zombileştirdiler, hepimiz zombi olduk, çok zekiymişler" dedi ve ben uyandım. akabinde tekrar uyuduğumda bu sefer doll adlı bir cinle sohbet ediyordum.
hani cin diye bir film vardı ve sözleşme imzalatıp isanların canına el koyuyordu. hah işte bu doll, o filmdeki cinmiş ve bize dokunmamış. piyasaya başka bir musallat olmuş, herkese sözleşme imzalatıyor. liseden bir arkadaşıma da sözleşme teklif ettiğinde "ben o hatayı bir kez yaparım, doll'den tecrübeliyim" diyor. bana geldiğinde doll'ü gösterip, "yemezler yavrum" diyorum. o ara otobüse bineceğim ve şoför benim cinlerle konuştuğumu görünce "müslman mısın" diyor. "elbette" diyorum. bana besmele çektiriyor, fatiha ve bir zammı sureden sonra müslüman olduğuma kanaat getirip otobüse alıyor.
otobüsten indiğimde bu sefer doll ile beraber bir vampir filmi seyrediyoruz. ha, doll sürekli takım elbiseli ve siyah güneş gözlüklü. ilk filmde vampirler herkesi ısırıyor falan. devam filminde ise ilk filmde oynayan oyuncular gerçek hayattaymış gibi karşımıza çıkıyor ve gerçek hayatta, aynen filmde olduğu gibi kanları emiliyor. sonra bir bakıyoruz, filmdeki her şey, bu sefer gerçekten gerçek hayatta oluyor. bu sefer film falan yok ve oyuncuları gerçek hayatta vampirler kanlarını ısırıyor. işte kadın oyuncu ağlak bir vaziyette banyodan çıkıyor ve "şimdi kapıyı açtığımda vampir küçük kızımın kanını emiyor olcak, hiçbir zaman yetişemeyeceğim, kanını emmesini engelleyemeyeceğim" diyor. sonra ağlayarak kapıyı açıyor ve doll ile ben onun ardından odaya giriyoruz. vampir, küçük kızın şah damarına dişlerini geçirmiş ve kan emiyor. ama ortalıkta kan falan yok. üstelik kız gülüyor hala. kadın birden cesaretleniyor ve vampire saldırıyor. doll ile ben de biz kazan çıkarıyoruz ve vampirin yalvarmalarına aldırmadan onu gümüşe boğuyoruz ve vampiri filme geri gönderiyoruz. birden dışarıdan araba patinaj sesi geliyor ve bir vampirin kaçtığını görüyoruz, gümüş mermilerimizi arabanın arka camından vampinin ensesine gönderiyoruz. akabinde kendimi sahnede buluyorum ve doll ile beraber en iyi erkek oyuncu ödülünü paylaşıyoruz.
sonra alarm çaldı. uyandım...
bursa'da uludağ'dayım ve bir grup insanla birlikte kaçıyorum. şehri alev almış, bizim peşimizdeler. hamilelerin olduğu bir grubu, dağda ayva ormanının orada bıraktık(elbette gerçekte ayva ormanı yok). sonra vadiye indik ve başka bir grup insanla buluşup ne yapacağımızı görüştük. iki kişi hamileleri almak ve güvenli bir yere götürmek için anlaştık, yola çıktık ve ormanın içinden geçerken bizi kovalayan kişilerle karşılaştık. bu kişiler uzaylıydı ve bizi etkisiz hale getirmek için şok tabancası benzeri aletleriyle bize kablo fırlattılar ve kabloların ucu, bizi meme başımızdan bizi yakaladı. uyandığımızda bir mahzendeydik ve mahzen su doluydu. uzaylılara görünmemeye çalışarak hamilelerin olduğu yere doğru gitmeye karar verdim. baktım karşıdan biri geliyor ve fakülteden ev arkadaşımı gördüm. "sus" dedi ve kendimizi suların içine hareketsiz bir şekilde bıraktık. uzaylılar yanımızdan gidince o mahzenden kaçıp hamileleri kurtardık ve onları ilk ayrıldığımız yere getirdik. o esnada gülüp eğleniyor ve uzaylılarla dalga geçiyorduk. işte "koskoca uzaydan sen kalk dünyaya gel, süper teknolojin olsun, ama yakaladıklarını doğru düzgün bir yerde bile tutama, ne salakmış lan bunlar" diyorduk ki yanımızdaki siyah sakallı ve siyah uzun saçlı bir eleman "aslında bize o kabloları fırlattıklarında biz öldük, suyun içinde bizi bir süre tutarak zombileştirdiler, hepimiz zombi olduk, çok zekiymişler" dedi ve ben uyandım. akabinde tekrar uyuduğumda bu sefer doll adlı bir cinle sohbet ediyordum.
hani cin diye bir film vardı ve sözleşme imzalatıp isanların canına el koyuyordu. hah işte bu doll, o filmdeki cinmiş ve bize dokunmamış. piyasaya başka bir musallat olmuş, herkese sözleşme imzalatıyor. liseden bir arkadaşıma da sözleşme teklif ettiğinde "ben o hatayı bir kez yaparım, doll'den tecrübeliyim" diyor. bana geldiğinde doll'ü gösterip, "yemezler yavrum" diyorum. o ara otobüse bineceğim ve şoför benim cinlerle konuştuğumu görünce "müslman mısın" diyor. "elbette" diyorum. bana besmele çektiriyor, fatiha ve bir zammı sureden sonra müslüman olduğuma kanaat getirip otobüse alıyor.
otobüsten indiğimde bu sefer doll ile beraber bir vampir filmi seyrediyoruz. ha, doll sürekli takım elbiseli ve siyah güneş gözlüklü. ilk filmde vampirler herkesi ısırıyor falan. devam filminde ise ilk filmde oynayan oyuncular gerçek hayattaymış gibi karşımıza çıkıyor ve gerçek hayatta, aynen filmde olduğu gibi kanları emiliyor. sonra bir bakıyoruz, filmdeki her şey, bu sefer gerçekten gerçek hayatta oluyor. bu sefer film falan yok ve oyuncuları gerçek hayatta vampirler kanlarını ısırıyor. işte kadın oyuncu ağlak bir vaziyette banyodan çıkıyor ve "şimdi kapıyı açtığımda vampir küçük kızımın kanını emiyor olcak, hiçbir zaman yetişemeyeceğim, kanını emmesini engelleyemeyeceğim" diyor. sonra ağlayarak kapıyı açıyor ve doll ile ben onun ardından odaya giriyoruz. vampir, küçük kızın şah damarına dişlerini geçirmiş ve kan emiyor. ama ortalıkta kan falan yok. üstelik kız gülüyor hala. kadın birden cesaretleniyor ve vampire saldırıyor. doll ile ben de biz kazan çıkarıyoruz ve vampirin yalvarmalarına aldırmadan onu gümüşe boğuyoruz ve vampiri filme geri gönderiyoruz. birden dışarıdan araba patinaj sesi geliyor ve bir vampirin kaçtığını görüyoruz, gümüş mermilerimizi arabanın arka camından vampinin ensesine gönderiyoruz. akabinde kendimi sahnede buluyorum ve doll ile beraber en iyi erkek oyuncu ödülünü paylaşıyoruz.
sonra alarm çaldı. uyandım...
Etiketler:
geçmiş zaman
5 Kasım 2010 Cuma
slavlar
taş gibi ve güzel mi güzel kadınlarıyla ünlü slavlar da, germenler, latinler, keltler gibi hint avrupa kökenlidirler. esas yurtları ise pripet bataklıklarıdır(şimdiki beyaz rusya'da). daha sonra günümüzdeki polonya ve ukrayna'ya doğru yayıldılar. ilk ortaya çıktıklarında tarihleri germenler, hunlar, alanlar ve diğer türki kavimlerle birlikte yazılabilir. aslında sembiyotik bir kavimdirler. çünkü bu ilk zamanlarda daima diğer kavimlerle birlikte ortaklaşa yaşamışlardır. tarihe ise ilk kez germenlerin boşaltığı elbe'nin doğusundaki bölgelere sorblar, venetler, pomerenyalılar, abotridler adlı kavimlerinin yerleşmesi ile not düşerler.
slavlar doğu, batı ve güney slavları olarak üçe ayrılır. doğu slavları ruslar(daha sonra ukraynalılar, beyaz ve büyük ruslar olarak ayrılırlar)'dır. batı slavları ise lehler, pomerenyalılar, abodritler, sorblar, çekler ve slovaklar, güney slavları ise slovenler, sırplar, hırvatlar ve bulgarlardır. ilk başlarda birbirleri ile bağlantıları olmasına rağmen önce avar krallığının yok olmasından, sonra almanların tuna vadisini ve doğu alpleri kolonileştirmelerinden ve peçenekler yüzünden macarların 900'den sonra macar ovasına göç etmelerinden dolayı slavlar parçalanır. batı ile güney slavların birbirinden ayrılır. üstelik bu durum slavların asimile edilme sürecini de başlatır. daha önce bizans etkisi ile helenleşen bu topluluk, macarların gelmesi ile macarlaştı ve güney slavlarının bir kısmı macar hakimiyetine girdi. dacia'da yaşayan topluluk ise latinleşerek romen toplumunun bir parçası oldu.
ilk slavlar büyük ailelerden oluşan ve atalarına tapan bir topluluktur. bir kaç klanın birleşerek en yaşlı reis tarafından birleşmesi ile birlikler oluşturmuşlar ve askeri örgütlenmelerini gerçekleştirmişlerdir. zamanla bu klan liderleri aristokrat sınıfını oluşturacaktır. klanlar içindeki partikülarizm(biz kimseye benzemeyezcilik), güçlü devletler oluşturmalarını önler. zaten daha sonraki dönemlerde kurdukları devletlerdeki asalet ünvanları da yabancı dillerden geçmiştir. mesela kunedzi(prens) germen, çar latince caesar'dan türetilmiştir. bu klancılık yüzünden slav halkları arasında dış düşmanlara karşı hiçbir zaman birlik de sağlanamadı. başlangıçta gotlar'ın, sonra hunlar'ın egemenliği altına giren güney slavları, 1300'lerden başlayarak 1900'lerin başlarına kadar osmanlı egemenliği altında yaşadı. batı slavları ile hırvatlar ve slovenler ise alman hükümdarlar tarafından yönetildi. ruslar'ın büyük bir bölümü uzun süre moğol ve tatarlar'ın yönetiminde kaldı.
ekonomik gelişmeleri ise klasiktir. ama uzun süre ticaret yahudilerin, germenlerin ve yunanlıların elinde kalmıştır. çok sonraları kendi tekellerini oluşturabilmişlerdir.
dinde ise ilk başlarda doğaya tapınım mevcutken, roma ve bizans kültürünün orta ve doğu avrupa'ya yayılmasıyla birlikte hristiyanlık yayılır. 6. yüzyılda hırvatlar, 8. yy'da ise slovenler hristiyanlaşır. akabinde venetler, çekler, abodritler ve elbe slavları hristiyanlaşır. sırplar doğu kilisesine katılır. zamanla bulgarlar hristiyanlaşır. hristiyanlaşma ise yine klasik yöntemle olur. önce liderleri vaftiz edilir. akabinde halkı dine geçer. bu işlemler sonucunda batı slavları katolik, doğu slavları ise ortodosklaşır.
slav ırkının bugün çoğunluğunu oluşturduğu ülkeler rusya, ukrayna, belarusya, polonya, çekya, slovakya, slovenya, hırvatistan, bosna hersek, makedonya, sırbistan ve bulgaristan'dır. bunlardan başka orta asya ve kafkasya'daki eski sovyet cumhuriyetlerinde de önemli sayıda slav azınlık vardır. hatta almanya'nın doğusundaki lusatia bölgesinde bile kendilerine sorb diyen slav azınlık vardır.
panslavizm ise fransız ihtilalinden sonra gelişen bir düşüncedir. bir kısmı tüm slavların rusya etrafından birlik olmasını savunurken, diğer bir kısmı her slav ulusunun ayrı devletleri olması gerektiğini savunmuştur. ilk grup en azından sovyet rusya zamanında bu amacına ulaşmıştır.
ama en sonunda alman ve türk egemenliğinden kurtulmuşlardır. önce sırplar, sonra bulgarlar kendi devletlerini kurmuşlardır. birinci dünya savaşından sonra ise çekler, slovaklar ve polonyalılar bağımsızlıklarına kavuşurlar. slovenler, sırplar, hırvatlar, makedonlar ve karadağlılar birlik oluştururlar.
kaynaklar: harita ve bir kısım bilgi vikipedia'dan. başka bir kısım bilgi başka sitelerden.
slavlar doğu, batı ve güney slavları olarak üçe ayrılır. doğu slavları ruslar(daha sonra ukraynalılar, beyaz ve büyük ruslar olarak ayrılırlar)'dır. batı slavları ise lehler, pomerenyalılar, abodritler, sorblar, çekler ve slovaklar, güney slavları ise slovenler, sırplar, hırvatlar ve bulgarlardır. ilk başlarda birbirleri ile bağlantıları olmasına rağmen önce avar krallığının yok olmasından, sonra almanların tuna vadisini ve doğu alpleri kolonileştirmelerinden ve peçenekler yüzünden macarların 900'den sonra macar ovasına göç etmelerinden dolayı slavlar parçalanır. batı ile güney slavların birbirinden ayrılır. üstelik bu durum slavların asimile edilme sürecini de başlatır. daha önce bizans etkisi ile helenleşen bu topluluk, macarların gelmesi ile macarlaştı ve güney slavlarının bir kısmı macar hakimiyetine girdi. dacia'da yaşayan topluluk ise latinleşerek romen toplumunun bir parçası oldu.
ilk slavlar büyük ailelerden oluşan ve atalarına tapan bir topluluktur. bir kaç klanın birleşerek en yaşlı reis tarafından birleşmesi ile birlikler oluşturmuşlar ve askeri örgütlenmelerini gerçekleştirmişlerdir. zamanla bu klan liderleri aristokrat sınıfını oluşturacaktır. klanlar içindeki partikülarizm(biz kimseye benzemeyezcilik), güçlü devletler oluşturmalarını önler. zaten daha sonraki dönemlerde kurdukları devletlerdeki asalet ünvanları da yabancı dillerden geçmiştir. mesela kunedzi(prens) germen, çar latince caesar'dan türetilmiştir. bu klancılık yüzünden slav halkları arasında dış düşmanlara karşı hiçbir zaman birlik de sağlanamadı. başlangıçta gotlar'ın, sonra hunlar'ın egemenliği altına giren güney slavları, 1300'lerden başlayarak 1900'lerin başlarına kadar osmanlı egemenliği altında yaşadı. batı slavları ile hırvatlar ve slovenler ise alman hükümdarlar tarafından yönetildi. ruslar'ın büyük bir bölümü uzun süre moğol ve tatarlar'ın yönetiminde kaldı.
ekonomik gelişmeleri ise klasiktir. ama uzun süre ticaret yahudilerin, germenlerin ve yunanlıların elinde kalmıştır. çok sonraları kendi tekellerini oluşturabilmişlerdir.
dinde ise ilk başlarda doğaya tapınım mevcutken, roma ve bizans kültürünün orta ve doğu avrupa'ya yayılmasıyla birlikte hristiyanlık yayılır. 6. yüzyılda hırvatlar, 8. yy'da ise slovenler hristiyanlaşır. akabinde venetler, çekler, abodritler ve elbe slavları hristiyanlaşır. sırplar doğu kilisesine katılır. zamanla bulgarlar hristiyanlaşır. hristiyanlaşma ise yine klasik yöntemle olur. önce liderleri vaftiz edilir. akabinde halkı dine geçer. bu işlemler sonucunda batı slavları katolik, doğu slavları ise ortodosklaşır.
slav ırkının bugün çoğunluğunu oluşturduğu ülkeler rusya, ukrayna, belarusya, polonya, çekya, slovakya, slovenya, hırvatistan, bosna hersek, makedonya, sırbistan ve bulgaristan'dır. bunlardan başka orta asya ve kafkasya'daki eski sovyet cumhuriyetlerinde de önemli sayıda slav azınlık vardır. hatta almanya'nın doğusundaki lusatia bölgesinde bile kendilerine sorb diyen slav azınlık vardır.
panslavizm ise fransız ihtilalinden sonra gelişen bir düşüncedir. bir kısmı tüm slavların rusya etrafından birlik olmasını savunurken, diğer bir kısmı her slav ulusunun ayrı devletleri olması gerektiğini savunmuştur. ilk grup en azından sovyet rusya zamanında bu amacına ulaşmıştır.
ama en sonunda alman ve türk egemenliğinden kurtulmuşlardır. önce sırplar, sonra bulgarlar kendi devletlerini kurmuşlardır. birinci dünya savaşından sonra ise çekler, slovaklar ve polonyalılar bağımsızlıklarına kavuşurlar. slovenler, sırplar, hırvatlar, makedonlar ve karadağlılar birlik oluştururlar.
kaynaklar: harita ve bir kısım bilgi vikipedia'dan. başka bir kısım bilgi başka sitelerden.
3 Kasım 2010 Çarşamba
almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık!
malum, birinci dünya savaşı'nda almanlar yenildiği için biz de yenik sayıldık! bu durumda biraz gerçeklik payı vardır. savaşları ordular değil, büyük oranda komutanlar kazanır veya kaybeder. bu savaşta bizim orduların ya komutanları ya da kurmay başkanları almandı. havacılarımız ve denizcilerimiz zaten almandı. üstelik bu birliklere sıhhiyeceler, kamyoncular, makinalı tüfekçiler, topçular vs'de eklenmiştir. neyse, bu komutanlardan birisi de liman von sanders'dir. çanakkale savaşı'nı onun komutasında kazanmışızdır. anadolu'nun batı kıyılarını o korumuştur. antalya'da batırılan ilk uçak gemisi, onun komutasında batırılmıştır. izmir körfezi'ndeki o küçük kösten adası'nı da ingilizler o geri almıştır. ama imparatorluğu bitiren savaş olan filistin cephesini de o kaybetmiştir(vahdettin ülkeden sürüldükten sonra bu cephede mustafa kemal'i suçlar. oysa liman paşa ordular tamamen yenildikten sonra komutayı bırakmıştı. mustafa kemal 7. ordunun komutanıdır ve 4 ile 8. ordu çökerken anadolu sınırını tutabilmek için düzenli bir şekilde geri çekilebilmiştir.)
liman paşa anılarını "türkiye'de beş yıl" adı altında toplamış. kendisi 1917'nin aralık ayında, yani ittifak kuvvetlerinin savaşı kazanacaklarına dair inançlarının tavan yaptığı zaman, türk ordusunun durumu hakkında alman başkumandanlığına bir rapor göndermiş. özetleyerek yazarsam eğer;
13 aralık 1917, türk ordusunun bugünkü durumu
bir dizi hatalar neticesinde türk ordusu muharip kıtaları dikkat çekecek derecede mevcudu azalmıştır. muhabere kabiliyeti gerilemiştir. bu durumu telafi edebilmek için, sebeplerini açıklamak gerekmektedir.
nakil yolları ve vasıtalarının çok yetersiz olmasından dolayı, bu telafi için çok büyük zorluklarının üstesinden gelmek gerekecektir.
asker mevcudu
türk ordusu, savaşta yapması gereken muharebeler nedeniyle, kaçınılmaz olarak büyük kayıplara uğramıştır. biraz dikkatli davranılsa, önlenebilecek olan büyük kayıplar verilmiştir.
bu yanlış kararlar şunlardır:
a) aralık 1914 ve ocak 1915 ilk kafkas seferi: enver paşa ve kurmay başkanı tümgeneral von bronsat komutasındaki 3. ordunun aralık ayında mevcudu 90.000 ve durumu iyiydi. sınırın hasankale'den pek uzak olmayan dağlık kesiminde sayıca üstün olmayan ruslara karşı uygun savunma mevziilerindeydi. ordu çarpışarak dağlardan çıkabilse bile, elinde muhasara topçusu olmadığı için kars asla alınamayacaktı. ama sarıkamış-kars'a doğru hücüma geçilmeye karar verildi. iki kolordunun tamamen karlarla kaplı dağ yolları ve patikalarda tamamen yetersiz yiyecek temini ile sol kanattan yaptıkları harekat, her iki kolordunun mağlubiyetine yol açarken, cephedeki 3. kolordu başarısız muharebeler yapıyordu. bu 90.000 askerden resmi beyanlara göre 12.000'i çok acıklı bir vaziyette geri dönmüştür. geri kalanlar şehit düşmüş, açlıktan ölmüş, donmuş ve esir alınmıştır. harp tarihi bu saldırı için hiçbir zaman geçerli bir sebep bulamayacaktır. (geçerli nedeni liman paşa yazmamış. bu savaşın geçerli nedeni enver paşa'nın zafer kazanma hırsı ile alman doğu cephesini rahatlatmaktır.)
b) üçüncü ordunun 1916 yaz başında ruslara karşı yetersiz hücumu. bunun neticesinde gerçekleşen geri çekilmede ordunun büyük kısmı dağılmıştır.
c) ikinci ordunun 1916 yaz başında toplanıp van gölü-muş-kiğı hattından erzurum istikametinde başlayıp, daha oluşurken başarısız kalan beyhude hücumu. önce yeterli yolları, geriye doğru kullanılabilecek irtibat hatları, nakliye yolları ve ağırlık kolları olmadığından, düşmanın yanlarına ve gerisine yapılan bu saldırıyı gerçekleştirmek mümkün değildi. bu ordudan 60.000 asker açlık, hastalıktan, soğuktan, az bir kısmı ise düşman tarafından şehit edilmiştir.
d) 13. kolordunun 1916 kışından, 1917 kışında iran'a yapılan akın. ingilizler basra'ya kadar değil de kurna(kuveyt)'a kadar geri püskürtülmeden bu akın yapılmamalıydı. bunun doğrudan sonucu bağdat'ın kaybı olmuştur. kader anı olan 1917 mart ayında bu kolordunun eksikliği hissedilmiştir.
e) seferi kolordunun mısır'ı almak için süveyş kanalına yaptığı ümitsiz ileri harekat. sadece 18.000 askerle yapılan, evvelce süveyş kanalı'nı korumak isteyen ingilizleri el tih çölüne girmelerine neden olmuştur. (bu saldırıda süveyş kanalına kadar ilerleyerek ingilizleri bile şaşırttık. ama askerlerimiz yüzme bilmedikleri için balkabaklarına tutunarak yüzmeye çalışınca, ingilizlerin mitralyöz ateşiyle ördek gibi avlanmışlardır. 25.000 askerle yapılan bu saldırının komutanı cemal paşa'dır. bir yıl sonra alman kress von kressenstein komutasında 10.000 kişiyle saldırdık. yine sonuç alamadık. ilk saldırı başarısızlığımızdan 1 ay sonra ingilizler çanakkale'ye saldırdı. bu iki saldırıdan tırsan ingilizler, kanalı kesin olarak korumak için yavaş yavaş filistin'e ve suriye'ye gireceklerdir. kanal seferlerinin nedeni de batı cephesinde almanları rahatlatmaktır. bu anlamda amacına ulaşmıştır. çünkü ingilizler kanala büyük oranda asker ve malzeme yığmaya birinci kanal seferinden sonra başlamıştır.)
f) türk ordusundaki her ölçüyü aşan firarlar. bugün(aralık 1917) 300.000'den fazla firar vardır. bunlar düşman tarafına geçmemiştir. aksine yurtlarına dönüp haydutluğa başlamışlardır. bu firarlar nedeniyle takip müfrezeleri de çıkartılmıştır. (her türk asker doğmuyor!) üstelik kaçarlarken vurulma tehlikesini de göze alarak, trenden atlayarak veya engebeli yürüyüş kollarında, çadırlı ordugahlardan ve kışlalardan kaçmışlardır. özellikle de torosların doğusu ve güneyine giden birliklerde, binlerce askeri kaçmayan tümen yok gibidir. (filstin cephesinde kaçanlar ise türk komutanlar tarafından genelde bulunup yeniden cepheye alınmıştır. liman paşa bu askerlerin nasıl bulunduğuna akıl sır erdiremediğini belirtir.)
aralık 1917'de asker durumu nasıldı peki?
1. ordu emrinde istanbul ve çevresinde ihtiyat birlikleri ve sadece kağıt üstünde var olan, ama hiçbir askeri değeri olmayan amele birliklerinden başka, sadece geçici olarak tahsis edilmiş tümenler vardır.
2. ve 3. ordularda(kafkas grubu) grup komutanı izzet paşa'nın söylediğine göre cephede kullanılabilecek tüfek sayısı 20.000'dir.
bulgar sınırından akdeniz sahilindeki alanya'ya kadar(2000 km) sahil muhafazasını üstlenmiş 5. ordunun 26.000 tüfeği vardır ve tüm bu kıyı sahil şeridinde bir tane bile gemimiz yoktur. üstelik araba yolu da neredeyse yok.
6. ordu kurmay başkanı binbaşı kretschmer'in bildirdiğine göre 13.000 tüfek.
(filistin ve suriye'deki ordularda bu raporda bir bilgi yok. kitabın ilerisinde ise 4. ordu suriye'de, 7 ve 8. ordu ise filistin'de olduğu belirtiliyor. bu iki orduda toplam 13 tümen var ve her tümende 1300 tüfek mevcut. bu da yaklaşık 17.000 tüfek eder. bu tümenler de felaket haldeydi. yemek yetersizdi. kıyafetler paramparça haldeydi. öldürülen düşmanların giysilerinden yararlanılıyordu. ayrıca bu tümenler içinde araplar da mevcuttu ve iyi de savaşmışlardır. ingiliz komutan allenby türk ordusunu 30.000 kişi olarak düşünmüştür(gerçekte 40.000 kişi). 30.000 kişiye karşı hazırladığı ordu 460.000 kişidir ve emir faysal da cabasıdır. bu durum orduyu müthiş bir moralsizliği de itmiştir. artık moral olarak bitme noktasına gelmişlerdir. ordumuz yine de iyi dayanmıştır. savaş ancak ekim 1918'de bitmiştir. son mağlubiyetten önce ingilizleri 2 kez de yenmişizdir. ama üçüncü gazze muhaberesini kaybederek(liman paşa'nın filistin'deki hatalı savunma hattı nedeniyle) şimdiki sınıra çekildik. ilginçtir, bu savaşta ileride genelkurmay başkanlığı yapacak iki subay ingilizlere esir düşmüştür. ragıp gümüşpala ve cevdet sunay. malumunuz olduğu üzere cevdet sunay cumhurbaşkanlığı da yapmıştır.)
parantezlerden kurtulup rapor harici konuya devam edeyim:
ırak ve filistin cephesindeki ingilizler sürekli takviyeler ve gittikleri her yere ray döşeyip, gıdım gıdım ilerleyerek mevcutlarını sürekli artırmaktadır. şöyle diyeyim, tren gitmeyen yere ingiliz askeri girememiştir. buna rağmen belirli bir noktaya kadar oldukça iyi dayanmışızdır. ırak'da ise ingilizler asla musul ve kerkük'e girememiştir.
1918 yazında azerbaycan'da her biri 9.000 kişilik 6 kuvvetli türk tümeni vardır ve almanlar kafkasya'yı kaptırmamak için osmanlı cephelerindeki alman askerlerini çekip kendi müttefikleriyle savaşmayı da göze almıştır. eylül 1918'de artık bakü'deydik ve büyük bir zafer kazanmıştık! 1 ay sonra teslim olduk. çünkü çanakkale'de yokedilemeyen itilaf devletleri ordusu selanik'e çıkar. akabinde yunan ve sırplarla birleşerek bulgaristan'ı saf dışı bırakırlar. 3 koldan balkanlarda ilerlemeye başladılar ve bir kol da istanbul'a yönelmişti. oysa liman paşa çanakkale kumsalında ingiliz askerlerini tutmayı seçmeyip, daha baştan, kara çıkartmasına imkan vermeseydi veya sıfır kayıpla çekilmelerine izin verilmeseydi savaş daha da uzardı. gerçi hem donanmaya, hem de kara ordusuna karşı salt kara ordusu ile bu saldırıyı püskürtmüşüzdür. ingiliz askerleri çanakkale kumsallarında tutma nedeni elbette alman cephelerini rahatlatmak. almanlar bu savaşta bizi bir nevi kum torbası gibi görmüş.
ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor. 1917 başında avrupa'da 7 tane oldukça iyi donanımlı ve eğimli tümenimiz bulunmaktaydı(bir kısmı hayati makedonya cephesinde. ama romanya ve galiçya cephelerinde savaşmamız oldukça gereksizdi).
savaş bittiğinde alman asker ve subaylarının bir kısmı samsun'a gidip, ukrayna üzerinden almanya'ya dönmeye çalışmış. bu sırada bir kısmı hastalıklardan ölmüş. istanbul'a varanlar ise anadolu yakası ve adalar'da toplanmış ve 5 gemi ile ayrılmışlar. liman paşa'nın ayrıldığı gemide 120 subay ve 1800 asker olduğuna göre takribi en az 10.000 alman asker ve subayı osmanlı ordusunda savaşın sonunu görmüştür. osmanlı ordusunda ölen alman askerlerinin sayısı hakkında bir veriyi bulamadım. bilen varsa yazsın, eklerim. ama çanakkale'de 200 kişilik bir alman birliğinin kısa sürede 40 kişiye düştüğünü liman paşa belirtir.
bizim orduyu bitiren önemli nedenlerden birisi elbette hastalıklar, özellikle tifüstür. binlerce asker tifüsten öldü. tifüsün en yaygın zamannda 42 türk doktoru salgından ölmüştür. bitten arındırma istasyonları ile hastaneleri bile ısıtamıyorduk. hep övgüyle bahsettiğimiz ordudaki yiyecek eksikliğinin(bildğin açlık işte) bir nedeni de ermeni techiridir. çünkü techirden sonra buğday üretimi oldukça düşmüştür.
her şeye rağmen liman paşa anadolu askerlerinin mükemmel olduğunu söyler. iyi bir şekilde ilgilenme, yeterli beslenme, usulüne göre eğitim, komutanlarına güvenip sakin ve emin bir idare ile her şeyi yapabileceklerini söyler. askere alındıklarından itibaren set ve adil bir şekilde davranılırsa arapların da büyük kısmının iyi asker olduğunu belirtir. ingiliz general townshend ise çanakkale'de almanlar olsaydı o topçu ateşini görünce dayanamayıp geri çekileceklerini belirtir.
aslında bu savaşa hiç girmememiz gerekiyordu. 2.850.000 asker ile savaştık ve ve en az iki katı askeri üzerimize çekip almanya'nın cephelerini rahatlattık. biz savaşa girdiğimizde 2 savaş kaybetmiştik. toparlanamadan, bomboş bir hazine, elbiseleri noksan, sihları yetersiz, erzakları yok denecek kadar az, trensiz, fabrikasız, yolsuz, subayları balkan savaşında yıkılmış bir halde girdik. buna rağmen gösterilen takat ilham vericidir.
hadi bir ek bilgi daha. birinci savaşta bizim çanakkale destanımız varsa, fransızların verdune'ü(350.000 fransız), ingilizlerin somme'u(420.000 ölü) vardır.
liman paşa anılarını "türkiye'de beş yıl" adı altında toplamış. kendisi 1917'nin aralık ayında, yani ittifak kuvvetlerinin savaşı kazanacaklarına dair inançlarının tavan yaptığı zaman, türk ordusunun durumu hakkında alman başkumandanlığına bir rapor göndermiş. özetleyerek yazarsam eğer;
13 aralık 1917, türk ordusunun bugünkü durumu
bir dizi hatalar neticesinde türk ordusu muharip kıtaları dikkat çekecek derecede mevcudu azalmıştır. muhabere kabiliyeti gerilemiştir. bu durumu telafi edebilmek için, sebeplerini açıklamak gerekmektedir.
nakil yolları ve vasıtalarının çok yetersiz olmasından dolayı, bu telafi için çok büyük zorluklarının üstesinden gelmek gerekecektir.
asker mevcudu
türk ordusu, savaşta yapması gereken muharebeler nedeniyle, kaçınılmaz olarak büyük kayıplara uğramıştır. biraz dikkatli davranılsa, önlenebilecek olan büyük kayıplar verilmiştir.
bu yanlış kararlar şunlardır:
a) aralık 1914 ve ocak 1915 ilk kafkas seferi: enver paşa ve kurmay başkanı tümgeneral von bronsat komutasındaki 3. ordunun aralık ayında mevcudu 90.000 ve durumu iyiydi. sınırın hasankale'den pek uzak olmayan dağlık kesiminde sayıca üstün olmayan ruslara karşı uygun savunma mevziilerindeydi. ordu çarpışarak dağlardan çıkabilse bile, elinde muhasara topçusu olmadığı için kars asla alınamayacaktı. ama sarıkamış-kars'a doğru hücüma geçilmeye karar verildi. iki kolordunun tamamen karlarla kaplı dağ yolları ve patikalarda tamamen yetersiz yiyecek temini ile sol kanattan yaptıkları harekat, her iki kolordunun mağlubiyetine yol açarken, cephedeki 3. kolordu başarısız muharebeler yapıyordu. bu 90.000 askerden resmi beyanlara göre 12.000'i çok acıklı bir vaziyette geri dönmüştür. geri kalanlar şehit düşmüş, açlıktan ölmüş, donmuş ve esir alınmıştır. harp tarihi bu saldırı için hiçbir zaman geçerli bir sebep bulamayacaktır. (geçerli nedeni liman paşa yazmamış. bu savaşın geçerli nedeni enver paşa'nın zafer kazanma hırsı ile alman doğu cephesini rahatlatmaktır.)
b) üçüncü ordunun 1916 yaz başında ruslara karşı yetersiz hücumu. bunun neticesinde gerçekleşen geri çekilmede ordunun büyük kısmı dağılmıştır.
c) ikinci ordunun 1916 yaz başında toplanıp van gölü-muş-kiğı hattından erzurum istikametinde başlayıp, daha oluşurken başarısız kalan beyhude hücumu. önce yeterli yolları, geriye doğru kullanılabilecek irtibat hatları, nakliye yolları ve ağırlık kolları olmadığından, düşmanın yanlarına ve gerisine yapılan bu saldırıyı gerçekleştirmek mümkün değildi. bu ordudan 60.000 asker açlık, hastalıktan, soğuktan, az bir kısmı ise düşman tarafından şehit edilmiştir.
d) 13. kolordunun 1916 kışından, 1917 kışında iran'a yapılan akın. ingilizler basra'ya kadar değil de kurna(kuveyt)'a kadar geri püskürtülmeden bu akın yapılmamalıydı. bunun doğrudan sonucu bağdat'ın kaybı olmuştur. kader anı olan 1917 mart ayında bu kolordunun eksikliği hissedilmiştir.
e) seferi kolordunun mısır'ı almak için süveyş kanalına yaptığı ümitsiz ileri harekat. sadece 18.000 askerle yapılan, evvelce süveyş kanalı'nı korumak isteyen ingilizleri el tih çölüne girmelerine neden olmuştur. (bu saldırıda süveyş kanalına kadar ilerleyerek ingilizleri bile şaşırttık. ama askerlerimiz yüzme bilmedikleri için balkabaklarına tutunarak yüzmeye çalışınca, ingilizlerin mitralyöz ateşiyle ördek gibi avlanmışlardır. 25.000 askerle yapılan bu saldırının komutanı cemal paşa'dır. bir yıl sonra alman kress von kressenstein komutasında 10.000 kişiyle saldırdık. yine sonuç alamadık. ilk saldırı başarısızlığımızdan 1 ay sonra ingilizler çanakkale'ye saldırdı. bu iki saldırıdan tırsan ingilizler, kanalı kesin olarak korumak için yavaş yavaş filistin'e ve suriye'ye gireceklerdir. kanal seferlerinin nedeni de batı cephesinde almanları rahatlatmaktır. bu anlamda amacına ulaşmıştır. çünkü ingilizler kanala büyük oranda asker ve malzeme yığmaya birinci kanal seferinden sonra başlamıştır.)
f) türk ordusundaki her ölçüyü aşan firarlar. bugün(aralık 1917) 300.000'den fazla firar vardır. bunlar düşman tarafına geçmemiştir. aksine yurtlarına dönüp haydutluğa başlamışlardır. bu firarlar nedeniyle takip müfrezeleri de çıkartılmıştır. (her türk asker doğmuyor!) üstelik kaçarlarken vurulma tehlikesini de göze alarak, trenden atlayarak veya engebeli yürüyüş kollarında, çadırlı ordugahlardan ve kışlalardan kaçmışlardır. özellikle de torosların doğusu ve güneyine giden birliklerde, binlerce askeri kaçmayan tümen yok gibidir. (filstin cephesinde kaçanlar ise türk komutanlar tarafından genelde bulunup yeniden cepheye alınmıştır. liman paşa bu askerlerin nasıl bulunduğuna akıl sır erdiremediğini belirtir.)
aralık 1917'de asker durumu nasıldı peki?
1. ordu emrinde istanbul ve çevresinde ihtiyat birlikleri ve sadece kağıt üstünde var olan, ama hiçbir askeri değeri olmayan amele birliklerinden başka, sadece geçici olarak tahsis edilmiş tümenler vardır.
2. ve 3. ordularda(kafkas grubu) grup komutanı izzet paşa'nın söylediğine göre cephede kullanılabilecek tüfek sayısı 20.000'dir.
bulgar sınırından akdeniz sahilindeki alanya'ya kadar(2000 km) sahil muhafazasını üstlenmiş 5. ordunun 26.000 tüfeği vardır ve tüm bu kıyı sahil şeridinde bir tane bile gemimiz yoktur. üstelik araba yolu da neredeyse yok.
6. ordu kurmay başkanı binbaşı kretschmer'in bildirdiğine göre 13.000 tüfek.
(filistin ve suriye'deki ordularda bu raporda bir bilgi yok. kitabın ilerisinde ise 4. ordu suriye'de, 7 ve 8. ordu ise filistin'de olduğu belirtiliyor. bu iki orduda toplam 13 tümen var ve her tümende 1300 tüfek mevcut. bu da yaklaşık 17.000 tüfek eder. bu tümenler de felaket haldeydi. yemek yetersizdi. kıyafetler paramparça haldeydi. öldürülen düşmanların giysilerinden yararlanılıyordu. ayrıca bu tümenler içinde araplar da mevcuttu ve iyi de savaşmışlardır. ingiliz komutan allenby türk ordusunu 30.000 kişi olarak düşünmüştür(gerçekte 40.000 kişi). 30.000 kişiye karşı hazırladığı ordu 460.000 kişidir ve emir faysal da cabasıdır. bu durum orduyu müthiş bir moralsizliği de itmiştir. artık moral olarak bitme noktasına gelmişlerdir. ordumuz yine de iyi dayanmıştır. savaş ancak ekim 1918'de bitmiştir. son mağlubiyetten önce ingilizleri 2 kez de yenmişizdir. ama üçüncü gazze muhaberesini kaybederek(liman paşa'nın filistin'deki hatalı savunma hattı nedeniyle) şimdiki sınıra çekildik. ilginçtir, bu savaşta ileride genelkurmay başkanlığı yapacak iki subay ingilizlere esir düşmüştür. ragıp gümüşpala ve cevdet sunay. malumunuz olduğu üzere cevdet sunay cumhurbaşkanlığı da yapmıştır.)
parantezlerden kurtulup rapor harici konuya devam edeyim:
ırak ve filistin cephesindeki ingilizler sürekli takviyeler ve gittikleri her yere ray döşeyip, gıdım gıdım ilerleyerek mevcutlarını sürekli artırmaktadır. şöyle diyeyim, tren gitmeyen yere ingiliz askeri girememiştir. buna rağmen belirli bir noktaya kadar oldukça iyi dayanmışızdır. ırak'da ise ingilizler asla musul ve kerkük'e girememiştir.
1918 yazında azerbaycan'da her biri 9.000 kişilik 6 kuvvetli türk tümeni vardır ve almanlar kafkasya'yı kaptırmamak için osmanlı cephelerindeki alman askerlerini çekip kendi müttefikleriyle savaşmayı da göze almıştır. eylül 1918'de artık bakü'deydik ve büyük bir zafer kazanmıştık! 1 ay sonra teslim olduk. çünkü çanakkale'de yokedilemeyen itilaf devletleri ordusu selanik'e çıkar. akabinde yunan ve sırplarla birleşerek bulgaristan'ı saf dışı bırakırlar. 3 koldan balkanlarda ilerlemeye başladılar ve bir kol da istanbul'a yönelmişti. oysa liman paşa çanakkale kumsalında ingiliz askerlerini tutmayı seçmeyip, daha baştan, kara çıkartmasına imkan vermeseydi veya sıfır kayıpla çekilmelerine izin verilmeseydi savaş daha da uzardı. gerçi hem donanmaya, hem de kara ordusuna karşı salt kara ordusu ile bu saldırıyı püskürtmüşüzdür. ingiliz askerleri çanakkale kumsallarında tutma nedeni elbette alman cephelerini rahatlatmak. almanlar bu savaşta bizi bir nevi kum torbası gibi görmüş.
ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor. 1917 başında avrupa'da 7 tane oldukça iyi donanımlı ve eğimli tümenimiz bulunmaktaydı(bir kısmı hayati makedonya cephesinde. ama romanya ve galiçya cephelerinde savaşmamız oldukça gereksizdi).
savaş bittiğinde alman asker ve subaylarının bir kısmı samsun'a gidip, ukrayna üzerinden almanya'ya dönmeye çalışmış. bu sırada bir kısmı hastalıklardan ölmüş. istanbul'a varanlar ise anadolu yakası ve adalar'da toplanmış ve 5 gemi ile ayrılmışlar. liman paşa'nın ayrıldığı gemide 120 subay ve 1800 asker olduğuna göre takribi en az 10.000 alman asker ve subayı osmanlı ordusunda savaşın sonunu görmüştür. osmanlı ordusunda ölen alman askerlerinin sayısı hakkında bir veriyi bulamadım. bilen varsa yazsın, eklerim. ama çanakkale'de 200 kişilik bir alman birliğinin kısa sürede 40 kişiye düştüğünü liman paşa belirtir.
bizim orduyu bitiren önemli nedenlerden birisi elbette hastalıklar, özellikle tifüstür. binlerce asker tifüsten öldü. tifüsün en yaygın zamannda 42 türk doktoru salgından ölmüştür. bitten arındırma istasyonları ile hastaneleri bile ısıtamıyorduk. hep övgüyle bahsettiğimiz ordudaki yiyecek eksikliğinin(bildğin açlık işte) bir nedeni de ermeni techiridir. çünkü techirden sonra buğday üretimi oldukça düşmüştür.
her şeye rağmen liman paşa anadolu askerlerinin mükemmel olduğunu söyler. iyi bir şekilde ilgilenme, yeterli beslenme, usulüne göre eğitim, komutanlarına güvenip sakin ve emin bir idare ile her şeyi yapabileceklerini söyler. askere alındıklarından itibaren set ve adil bir şekilde davranılırsa arapların da büyük kısmının iyi asker olduğunu belirtir. ingiliz general townshend ise çanakkale'de almanlar olsaydı o topçu ateşini görünce dayanamayıp geri çekileceklerini belirtir.
aslında bu savaşa hiç girmememiz gerekiyordu. 2.850.000 asker ile savaştık ve ve en az iki katı askeri üzerimize çekip almanya'nın cephelerini rahatlattık. biz savaşa girdiğimizde 2 savaş kaybetmiştik. toparlanamadan, bomboş bir hazine, elbiseleri noksan, sihları yetersiz, erzakları yok denecek kadar az, trensiz, fabrikasız, yolsuz, subayları balkan savaşında yıkılmış bir halde girdik. buna rağmen gösterilen takat ilham vericidir.
hadi bir ek bilgi daha. birinci savaşta bizim çanakkale destanımız varsa, fransızların verdune'ü(350.000 fransız), ingilizlerin somme'u(420.000 ölü) vardır.
22 Ekim 2010 Cuma
biyolojik silah
kadim kültürlerin eski batıl inançlarında kurtların su içtiği kaynaklardan asla su içmeme geleneği varmış. aynı zamanda kurtların öldürdüğü hayvanların etlerinden de uzak dururlarmış. bu kurallara uyulmadığı takdirde ise o kişinin yarı kurt, yarı insan olacağı, kana susamış bir halde ortalıkta dolaşacağı söylenirmiş. bu sayede tarihi oldukça eski bir hastalıktan korunmuş olduk. korunduğumuz hastalık ise kuduzdur.
kuduz 19. yy'da yayılması öyle bir artmış ki, insanlar "kuduz olurum" diye intihar etmeye başlamışlar. kuduz bulaşanları ise, iyilikleri için öldürüyorlarmış. pek saygın bir hastalık olmasa gerek! habeşistan'da ise bir devirde veba oldukça yaygınlaştığında, o bölgedeki hristiyanlar bunun tanrının işi olduğunu düşünüp, hemen kapmak için vebalılarla birlikte olup, onların elbiselerini giymeye başlamışlar. kuduz için aynı şeyi düşünmemişler! ortaçağ avrupa'sında papazların ve ensest ilişki ürünlerinin kurt adam olacağına gerçekten inanılıyormuş. yani dolaylı da olsa kuduz(kudurmak) olduklarını düşünüyorlardı sanırım!
eski yunanın peloponez savaşı sırasında bir tarihçi, mısır ve libya'daki bir hastalıktan bahsetmiş. hastalık en sonunda atina'ya da gelmiş. yurttaşlar öksürmeye başlamış, vücutları kızarmış ve sonunda bastırılamayan bir susuzluğa düşüp kendilerini su kaynaklarına atıp ve boğularak ölmüşler. bu hastalık cüzzamdı ve antik yunan medeniyetinin yok olmasını başlattı. hunluları avrupa'ya iten durum ise çiçek hastalığıydı. napoleon'un ordularını mahveden ise rus kışından çok tifüstü. kara veba ingiltere'ye geldiğinde nüfusun üçte birini öldürdü ve derebeylik sistemini mahvetti.
tüm tarih boyunca vebadan ölen insan sayısı tahmini yüz milyon. bunun 75 milyonu 1347-1351 arasındaki kara vebadan öldü. hastalığın avrupa'ya bulaşması ise, kırım'da bir ceneviz kalesini kuşatan moğolların, vebadan ölmüş askerlerinin cesetlerini mancınıklarla kale içine atmasıydı. tarihteki bu ilk biyolojik silahlı saldırıdan sonra, o ceneviz kolonisinden sağ kurtulan az sayıda tüccar, vebayı sicilya'ya ve ardından italya'ya taşındı. hastalığı taşıma sırası pirelerdeydi ve böylece tüm avrupa'ya bulaştı. kraliyet aileleri ve piskoposlar bile salgından kurtulamadı. istanbul'daki veba salgında günde ortalama on bin kişi ölüyordu. atina'da kuşlar bile şehri terk etmişti ve şehirliler ölülerini yakmak için kurulan büyük odun yığınına ulaşmak için birbirlerini eziyorlardı. provence kentinde veba rüzgarından korunmak için büyük bir duvar inşaa edilmişti. istanbul'da hastalıktan korkulduğu için hastalar kancalarla yerlerinden çekilirmiş. bu büyük veba salgını neticesinde avrupa nüfusunun üçte biri öldü. bittiğinde ise kilise yahudilere ve kendilerinden olmayan herkese hiç iyi gözle bakmaz olmuştu.
avrupa ve asya'yı mahveden frengi, rus sarayına da uğradı. korkunç ivan dediğimiz çar, ileri derecede frengiydi ve hastalığın son safhasında oğlunu ve binlerce kişiyi haşlayarak, kaynatarak öldürdü. novgorod şehri katliamı, bilinen rus tarihinin en büyük katliamlarındandır. şehirde insan namına bir şey bırakmamıştı. aynı dönemde fransa'da nüfusun üçte biri frengiydi ve aristokratlar arasında frengi olmamak ayıp sayılmaya başlanmıştı! aynı dönemde ingiltere'nin dörtte üçü frengiye yakalanmıştı. avrupalılar, frenginin dokunma ile bulaştığını keşfedince bizim hala uyguladığımız kafa tokuşturma ve yanaktan öpüşme işini terk edip, karşılıklı selamlaşmaya başladırlar.
fransızlara karşı amerika'da savaşan ingilizler, savaş sonunda kendilerini destekleyen kızılderililere, iyi niyet göstergesi olarak, çiçek hastalığı ile mücadele eden hastanelerdeki battaniyeleri verdiler. sonuç felaket ötesi oldu. çiçeğe karşı tamamen savunmasız olan kızılderililerin çoğu öldü. sivil halka yönelik ilk biyolojik saldırı bu olsa gerek.
birinci dünya savaşının 1918'de bitmesine sebep olan olaylardan birisi de ispanyol gribidir. 1920'ye kadar süren bu salgında 75 ila 100 milyon kişi öldü. sebebi ise bir grip virüsüydü. bu salgın, hindistan'ın % 5'ini öldürdü. abd'nin % 25'i hastalığa yalanmış ve en az beşyüz bin kişi ölmüştü. ingiltere, fransa'da yarım milyondan fazla insan bu salgında öldü.
1930'larda dörtyüz siyahta frengi tespit edildi ve amerikan hükümeti hastalığı tedavi etmek yerine seyrini ve bulaşmasını izlemek için 1970'lere kadar süren bir deneye izin verdi. skandalı bir gazete ortaya çıkardı. 1940'larda ise yeni bir tedavi metodunu denemek için dörtyüz tutukluya sıtma bulaştırıldı. 1960'larda ise gelişim bozukluğu gösterdiği için sakat kalmış çocuklara hepatit bulaştırıldı. amaç yeni bir ilacı test edilmesiydi. 1960'larda ise yine amerikalılar, venezüella'daki bir yerli kabilesine kızamık bulaştırdılar. bulaştıran doktorlar hastalığı tedavi etmeyi reddedip, soy ıslahı teorisini test ettiler. binlerce yerli öldü.
nazilerin manyak doktoru mengele'nin tek amacının, farklı ırklar arasındaki kan farklarını tespit etmek olduğu bilinir ve bu iş için afrika'yı karış karış gezmiş. en sonunda her ırka özel veba yaratmış. savaş sonunda ise, bu araştırmada çalışan naziler, amerikalılar tarafından affedilerek, yeni kimlikleri ile yeni ülkelerinde iş başı yapmışlardır. akabinde biyolojik silahlar geliştirildi.
amerika'nın en bilinen ve küfredilen dışişleri bakanı kissinger'ın bir raporu vardır. bu raporda üçüncü dünya ülkelerinin aşırı nüfus artışının amerika'nın geleceği tehdit ettiği, afrika'nın doğal kaynaklarının nüfus artışı ile paylaşım sorunu doğuracağını yazar. bir yıl sonra aids ortaya çıkar. afrika'daki aids'in patlama nedeni ise misyoner hastanelerindeki hristiyan gönüllülerin, çocuklara çiçek ve difteri aşılarını aynı enjektör ile yapmasıdır. bir kaç yıl içinde batı afrika'da aids resmen coşar. en sonunda hastalık, elmas ve altın zengini ülkelerde patlama yaptı. yani botsvana, zimbabve ve güney afrika.
4 sene önce kuş gribi salgını vardı. geçen sene domuz gribi salgını yaşandı. hatta uzmanların dediklerinden anladığım kadarı ile ben bile bu gribe yakalandım. çünkü ekim ayında görünen gribin, domuz gribi olduğu söylenmişti. grip beni yatağa bile bağlamadı. sadece halsiz bıraktı. ertesi gün geçti. bu sene görünürde bir şey yok. ama seneye kesin bir salgın daha patlak verecek!
kaynaklar: çarpışma partisi - chuck palahniuk, veba - albert camus, kısmen vikipedia
Etiketler:
canlılar alemi,
kitap,
tarih
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
...
ilet:
ytravisbickle@hotmail.com
en sevdiğim yazılarım
1- stanley kubrick ve savaş sanatı
2- tanrı, şeytan ve her şey hakkında
3- mesih, deccal ve armageddon savaşı
4- hepimiz öleceğiz!
5- anormal düzeyde ilişki yaşayan insanların bilmediği gerçekler
6- quentin taratino'nun arka koltuk sendromu ve winston wolf
7- new amsterdam'dan new york'a ve saint peter
8- haberin yok, ölüyorum
9- bursa hakkında bilmediğiniz gerçekler
10- çizgilere basarak yürümeye çalışan insan
11- olasılık çiftler, gerçeklik katmanlar halindedir
12- ebedi rekabet
13- kuş sütüyle beslerim seni
14- tembellik hakkımız, söke söke almalıyız
15- tek eşliliğin insan doğasına aykırı olması
16- hazza ulaşmak ne kadar zor ulan!!
17- kafaların güzelliği
18- judith vs holofernes
2- tanrı, şeytan ve her şey hakkında
3- mesih, deccal ve armageddon savaşı
4- hepimiz öleceğiz!
5- anormal düzeyde ilişki yaşayan insanların bilmediği gerçekler
6- quentin taratino'nun arka koltuk sendromu ve winston wolf
7- new amsterdam'dan new york'a ve saint peter
8- haberin yok, ölüyorum
9- bursa hakkında bilmediğiniz gerçekler
10- çizgilere basarak yürümeye çalışan insan
11- olasılık çiftler, gerçeklik katmanlar halindedir
12- ebedi rekabet
13- kuş sütüyle beslerim seni
14- tembellik hakkımız, söke söke almalıyız
15- tek eşliliğin insan doğasına aykırı olması
16- hazza ulaşmak ne kadar zor ulan!!
17- kafaların güzelliği
18- judith vs holofernes
Sayfalar
telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.