heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

31 Mart 2009 Salı

funny games


michael haneke'nin, bir küçük ayrıntı dışında neredeyse aynı iki filmi. ama tim roth hariç ilk filmin kadrosu ikincisine bin basar. ilk film bir sanat eserini andırırken, ikinci film haneke'nin, "beni amerikalı embesiller de tanısın" özleminden başka bir şey değil sanırım.

filmlerin şiddet dozu mükemmel ayarlanmış. filmi izlerken hissedebileceğiniz korku, filmdeki şiddetten değil, kendinizi o ailenin yerine koymanızdan ileri geliyor. mükemmel bir tatile başlayacaksınız ve her şey kontrolünüz altındayken birden yumurtalarınız kırılıyor işte!

filmlerdeki bir tane birbirine benzemez sahne var. baba, ilk filmde telefonu kuruturken acıkır ve ekmek yemeye başlar. bir an durur, yaptığından utanır gibi olur. ama aldırmaz ve devam eder. çok aristokrat bir tavır aslında. kendisinden başka hiç kimseyi umursamıyor, tam avrupalı işi!

ikinci filmde baba yine acıkıyor, ekmeğe abanıyor. ama olanlar aklına gelince kendinden utanıp yediklerini tükürüyor. çünkü bu sefer aile sıradan bir amerikan ailesi. halktan gelen biri olan baba, oğlu öldürülmüş, kendisi zor durumda ve karısı yardım çağırmak için çırpınır vaziyette dışarıda debeleniyorken yemek yiyemiyor! ilk filmdeki baba "acının ta a q" mantığı ile abanınca yemeğe, filmin geri kalan bölümünde acımıyorsun aileye. ikinci filmde ise babanın acıkması acısını bastırmaya yetmiyor. tüm acılar, açlık duygusu bedeninizi sarana kadardır. iştahınız geri geldikten sonra acı falan kalmaz. iki film arasındaki bu tek fark, birbirinin aynısı olan filme karşı tüm hissinizi değiştiriyor.

30 Mart 2009 Pazartesi

düşlerime kal

değerli izlekler! sevdiğiniz birisine kişi yerine şey gibi davranmaya başlarsanız onu yavaş yavaş tüketirsiniz. kişilerin şeyleşmesi süreci sizin elinizde olduğu kadar diğer kişilerin de davranışlarıyla ilgilidir. yani karşı tarafın bir hareketi veya sözü durup dururken sizin ondan soğumanıza ve sevginizin bitmesine neden olabilir/olabilmektedir.

işte sevgili fede, düşlerime kal adlı parçasında bu durumdan bahsediyor. o kadar çok seviyorki sevdiği kişinin sıradanlaşmasına tahammül edemiyor. karşı tarafın hep ilk gördüğü gibi kalmasını istiyor, sevmediği yanlarını görmek istemiyor. şarkının can alıcı yeri elbette ikinci satırı. yani; yaşanınca tükenir bilirsin.

beni sana çağıran her ne ise sustur
(benim seni istememe neden olan her şeyini yok et)
yaşanınca tükenir bilirsin
(çünkü o özelliklerin yavaş yavaş tükenebilir)
gemilere yük yüreğim gemiler okyanuslara
(sevgin yük ruhuma, ruhum karanlıkta)
düşlerime kal
(sadece rüyalarımda görün)
gözlerime bak gözlerimi yak
(bakışların alev alev)
bu kadarı yeter
(sadece bakışların yeter)
düşlerime kal
(sadece rüyalarımda görün bana)
kalbimde bir pişmalık olma
(seni kötü bir anı olarak hatırlamak istemiyorum)
tenimde sıradan anı
(sevişmelerimiz sıradan olmasın)
yatağımdaki tükeniş olma
(sevişmelerimiz sıradanlaşmasın)
düşlerime kal
(sadece rüyalarımda görün bana)

türk - yunan rekabeti

bahsetmek istediğim durum ege, kıbrıs, karasuları meselesi, tarihsel düşmanlık, yemek isimleri, kardak falan değil. sportif ve müzik rekabetini anlatacağım.

herşey 2001 yılında türkiye'de yapılan avrupa basketbol şampiyonası'nda avrupa ikincisi olmamızla başladı. akabinde futbolda dünya üçüncüsü yolduk. bir yıl sonra sertab erener ile örovizyonu kazandık. sen misin bu büyük başarılara imza atan! yunanlılar gaza geldi ve hemen cevap vermek ihtiyacını duydular. önce basketbolda avrupa şampiyonu olup bizi geçtiler. hemen ardından da futbolda avrupa şampiyonu oldular. en sonunda o hırsla örovizyonu da kazandılar!

ama mesele bu kadarla kalsa yine iyi. işi abarttılar. istanbul'da şampiyonlar ligi finali oynandı ve finalini milan-liverpool oynadı. 2 yıl sonra finali atina'ya verdiler. kardeşim adamlar o kadar hırslıymışki finali de aynı takımlara oynattılar. bu kadarına pes diyorum. korkum maçı liverpool'un almasıydı, ama o kadarını beceremediler! maçı milan aldı!

tabii biz bu rekabete pek karşılık veremedik! adamlar olimpiyatı düzenledi. ne kadar uğraşsak boş, alamıyoruz! gerçi ortaklaşa bir avrupa şampiyonası düzenlemek istedik, ama beceremedik!

işin savaş boyutunda da ilginç bir bilgi var aslında. 1897 türk-yunan savaşı'nda almanlar türkleri, ingilizler yunanlıları desteklemektediler. x ışınları daha yeni bulunmuştur ve ilk kez bu savaş sırasında ingiliz ve almanlar tarafından askeri amaçlı kullanılır. yani yeni bir teknoloji olan röntgen cihazı, türk ve yunan halkları üzerinde denenmiştir!

rekabet böyle olsa bile özellikle 17. yy'da batı avrupa kaynaklarına göre yunan ve türkler arasında hiçbir fark yoktu. ikisini de kaba saba, zorba ve doğulu olarak görüyorlardı. kendi yaptıkları milletler tablosunda ruslardan sonra en aşağılık! ulus türk ve yunanlılardı.

27 Mart 2009 Cuma

kelime oyunu

elma:

türkler eskiden doğal olarak elma nedir bilmezlermiş. çünkü malum, önemli bir kısmı göçebe hayatı yaşıyor. hatta lisede bir hocam "orta asya yı kuruttuktan sonra anadolu yu da kurutmayı başardık" demişti. neyse işte, türkler elmayı ilk gördüklerinde adeta şeytan görmüş kadar korktular ve meyvayı dalından koparmaya çalışan kişiye ok atarak "alma onu, alma onu, o bizim cennetten kovulmamıza neden oldu" demişlerdir. bunun neticesinde ilk kez gördükleri bu meyvaya alma dediler. zamanla adı elmaya döndü. şu kızıl elma meselesi de bu yüzden ilginç zaten. biz türkler batıya gittikçe değil, ancak cennete gidince kızıl almaya kavuşuruz.

(bunu bir ilkokul hocasına heyecanla anlattığımda "olabilir ha" demişti)

az:

şahsi kanaatim odur ki en muhteşem kelimelerden birisidir. a ile başlayan z ile biten, türkçenin en kısa ikinci kelimelerinden biri olmasına rağmen anlamı öz, ama a ile başlayıp z ile bitmesi ile tüm harfleri içine alan muhteşem yapım kelimi.

toplantı:

bu kelimenin kökü çoook eskiden lantı imiş. ama her seferinde bir top bu lantılara katılır ve adını toplantı şeklinde değiştirirmiş. ne zaman bir toplantıya katılmak zorunda kalsam içerideki eşcinseli tespit etmeye çalışırım. tespit edemezsem kendimden şüphelenirim! siz siz olun, daima lantılara katılın!

yıldız:

y ile başlayıp z ile biten bir ismin ne kadar anlamı oluyorsa o kadar anlamı olabilecek bir kelime. yani anlamsız.

oya:

dünyanın en muhteşem isimlerinden birisidir. şöyle ki; o harfinin içine y yi ters çevirip koyun. alın size barış. büyük a yı koyun. alın size anarşist. üstelik "esmerin adı oya, benzer güneşe aya" gibi özlü sözlere konu olmanın yanında, "esmerin adı oya, koyam sana doya doya" gibi deyimlerimizle seksi muhabbetlere de konu olmuştur!

26 Mart 2009 Perşembe

cumartesi: saat farkı


feridun düzağaç ın oldukça güzel cumartesi parçasını inceledim! şarkının vurucu yeri "bugün orda da cumartesi mi" sözü. sanırım fede bu şarkıyı cumartesi gecesi saat 00:30 da falan yazmış. oysa sevgilisinin gittiği ülkede saat cuma gecesi 23:30. veya öyle değildir!!! neyse;

bakışların gittiğin yerden uzak,
(uzak bir yere gittin, yanında bana dair hiçbir şey götürmedin)
yoksa gelirdim;
(valla beni hatırlasan, adımı ansan sessizce, şerefsizim ata binip dört nala gelirdim)
'sensiz anlamsızlığımı anladım, dön v.s.' demek için
(sen olmadan ben bir hiçim, hayatın anlamı senmişsin, dön bile diyemem)

bugün burda cumartesi,
ben senin saçlarını, suçlar bakışlarını,
geveze susuşlarını bile özledim
(nefret ettiğim tüm özelliklerini özledim)

ayrılık bu söyle sende farklı mı zaman?
(ayrılıklarla beraber zamanda mı farklılaşır?)
aynı soğuk.. aynı hazan...
(aslında orada da soğuk, orada da sonbahar)

bugün orda da cumartesi mi
(sen hala cumada mısın? ben cumartesideyim)
sen de beni, 'benim kadar' özledin mi,
(beni, benim kadar özlemene ihtiyacım var)
'aynalardan kaçarken özlenmeyi beklemek'...
(ben kendi iğrenç yüzüme bile bakamazken, sen beni nasıl özleyebilirsin ki?)
ne kadar acı, ne kadar komik..
(acı bir gerçek bu ve beni çıldırtacak kadar komik)
..ve bana ait değil mi?
(ve bunların hepsi bana ait, sen çoktan gittin)
gülme!
(aynadaki ben, gülme bana)
incinirim...
(kalbim kırılır, daralırım!)

25 Mart 2009 Çarşamba

doğru insandan kaçarken


iki insanın(kadın-erkek ayrımı yapmıyorum) birbirlerini görüp hoşlanmaları normaldir. sevmeleri de normaldir. ama aşk mı, hiç sanmıyorum. dünyada 6 milyar erkek ve kadın var. yani her şekilde 3 milyar seçenek elimizde. çok yaşlıları ve çocukları da çıkarsanız, nereden baksan 2 milyar kişi kalır geriye. ne yani, bu kadar büyük bir yığın dururken doğru insanı nasıl bulabilirsin ki?

seyahat şartlarının kötü olduğu zamanlarda köylüsünden başkasını görmeyenlerin birbirlerini bulması doğal. yani aslı ile kerem normal bir aşk. ama günümüzde olan tek şey reklam bombardımanıdır. herkes reklamını yapmaya mecbur, herkes terk eden olmak zorunda, çünkü güçlü görünmek gerekir, yalan tatlı bir şey, karşındakini kandırmak eğlenceli.

şöyle devam edeyim; kadınların genelde ceplerinde daima bir + 1'leri vardır. bu kişiler ne dosttur, ne değildir, ne sevgilidir, ne de değildir. stepnedir. tanrım, böyle ahmak erkekler de var!

işte kadın terk edildiğinde, terk ettiğinde, canı sıkıldığında, eğlenmek istediğinde kendilerine asla hayır demeyecek kişiyi ceplerinden çıkarırlar ve onu kullanırlar. bu bonus gibidir, hiç tükenmez. + 1'ler değişiklik gösterebilir. burada kimin o kişi olması önemli değildir, + 1'in var olması önemlidir. yani kişi değersiz, +1'in cepte durması değerlidir. erkekte bu durum var mıdır? kısmen, ama erkek terk edildiğinde veya terk ettiğinde bir süre kafasını dinlemek ister. çünkü kadın dırdırı, farenin peyniri tüketmesi gibi kendisini bitirmiştir.

kadın milleti terk ettiği erkeğe karşı çok kullanır bunu. "biz seninle arkadaşız" falan ayağına yatar. yalan, sadece şu an hoşlandığı kişi kendisini siktir ettiğinde, sana dönmek için açık kapı bırakıyordur. neticede gerçekten seninle beraber olsa neler kaybettiğini nereden bilecek ki?!

daha açık anlatımı şudur; uzayda yer kaplayan her nesnenin belirli bir çekim gücü vardır. kadın cinsel organı uzayda bir milim bile yer kaplamadığı halde güneşten bile büyük çekim gücüne sahiptir. ve kadın bunun farkındadır.

köpek çekmek kadın zalimliğinin ve erkek ahmaklığının doruk noktasıdır. kadının kendini sürekli naza çekerek erkeği süründürmesidir. devamı ise gösterip vermemektir. bu iş erkeği umut denizinde yüzer halde bırakıp, kadının kumsalda güneşlenmesi gibi bir şeydir, davranışlar bütünüdür. hayır, nasıl farkına varamıyorsun ki kardeşim. kadının aptalı kesinlikle çekilemiyorken, kadınlar erkeğin aptalına nasıl dayanabiliyorlar, anlamdıramıyorum. bana ilginç geliyor bu durum. kullanmak diyeceğim ama kişi zaten razı durumda, kullanmak da değil.

ey insanoğlu, biri sizi dakikalarca beklettiyse eğer, ne bekliyorsun birader, bas git! taktik bunlar taktik!

hedefe ulaşıncaya kadar idare edilen kişiler vardır. nasıl desem, atv'deki canım ailem dizisindeki halim'in durumu. işte küçük çirkin kız gerçek aşkını bulana kadar halim ile idare eder. aradığı ilk görüşte aşktır ve sonunda mutlu sona ulaşılır. elbette ulaşan ulaşır. bu, nasıl desem, duman'ın haberin yok ölüyorum'unda var "geçti yine boş bir ömür, gözlerinden öpüyorum, haberin yok ölüyorum" der. her ilişki bir ömürdür, her bitiş o ömrün boşa gitmesidir.

"iki insan birbirine yaklaşır, sonra birşeyler duyarlar ve orada bir süre kalırlar. sonra ilginç bir hayale dalarlar. önce bir mutluluk hissederler, sonra saldırılar başlar, daha sonra bir hayranlık meydana gelir ve arkasından büyük bir acı meydana gelir." (faust)

ekstra bir durum ise kadının kadın kankaları halidir. evin hanfendisi ile hizmetçisinin ilişkileri gibi bir durumları vardır. efendi ve köle ilişkisine benzer. böyle bir ilişkisi içerisinde olan iki kadından efendi olanı biri ile görüşmeye başladığında(mesela yandaki yalının küçük beyfendisi) hizmetçi de kendine birini bulur(yandaki yalının beyfendisi olan herifin arabasının şoförü) bu şoför ve hizmetçi parçalarının normal bir ilişkisi yoktur. daima efendilerinin aralarını düzeltmeye çalışırlar, şoför, hizmetçiye sarkar. ama hizmetçinin namusu hanfendidedir. o izin vermeden olmaz.

işte normal hayatta da buna benzer durumlar olabiliyor. kız ile erkek çıkıyor ve kızın en yakın kız arkadaşı erkeğin en yakın erkek arkadaşı ile çıkmaya başlar. ama köle olan kız sülük gibidir, efendilerini asla terk etmez, onların yaşadığı aşk gibi bir aşk yaşamak ister. bir nevi ikinci sınıf aşktır bu.

daha iğrenci de vardır. kadının en yakın kız arkadaşının sizden nefret etme durumu. çünkü o kızı onun elinden kapmışsındır ve senden nefret etmeye başlar. sizi her gördüğünde nefretini gözlerinden okursunuz. "ulan ben ne halt yedim böyle, allah belamı versin hemen uzaklaşmalıyım"a kadar götürür sizi.

ilişki ablası'na girmek istemiyorum. kadının her şeyini anlattığı kendisinden büyük kadın. kıskanç kadındır bu.

yeter...

24 Mart 2009 Salı

zagor tenay


sergio bonelli'nin yarattığı karakter. oldukça maceralı, heyecanlı, kan ve pişmanlıklarla dolu bir yaşantısı vardır. asıl adı patrick wilding olan kahramanımız, pennsylvania eyaletinin kuzeyindeki hayali darkwood ormanında, bir bataklıkta inşa ettiği kulübede, bir meksikalı soylu olan don cico felipe cayetone lopez martinez ve gonzales tam adlı, çiko namlı, midesine düşkün biriyle yaşar. aralarında cinsel yakınlaşma yoktur! yaşadığı maceraların hepsi tahminen 1800'lerin başında geçmiştir.

neyse, daha çocukken anne-babası olan mike ve betty'yi saleman kinsky adlı biri tarafından kışkırtılan abenaki kabilesi kızılderilileri öldürür. küçük zagor nehre atlar ve sürüklenirken fritzy adlı bir avcı tarafından kurtarılır. amerikan avcılarını size anlatmak zorunda bırakmayın beni. kızılderililerden biraz daha farklı yaşayan, genelde kürk ticaretiyle uğraşanbeyazlar diyebilirim. fritzy öldükten sonra sullivanlar'la tanışır. onların sirkinde çalışır. sullivanlar'la hayat boyu devam eden dostları böylece başlar. kendisine zagor tenay adını -ki bir kızılderili dilinde baltalı ilan demektir- sullivanlar verir. ama zagor adı sallamadır. normalde herhangi bir dilde anlamı yoktur.

ama zagor'un çocukluğundan beri peşindeki olduğu tek şey anne-babasının katilleridir. o kızılderilileri en sonunda bulur ve the end eşliğinde(!), ettiği intikam yeminleri doğrultusunda, çoluk çocuğuna varana kadar katleder. tam dizleri üstüne çökmüş, kollarındaki düşman kanı toprağa dökülür vaziyette, başı göğe ermiş ve intikamın hazzı ile yanarken gerçeği öğrenir. kızılderili kabilesi de intikam için babasını öldürmüştür. çünkü babası mike, kızılderili avcısı olan bir katildir.

büyük bir pişmanlık duyar. dostlarının yardımı ile barışın devamı için darkwood ormanına yerleşir. bir kaç küçük numara ile kızılderilileri kendisinin bir yarı-tanrı olduğuna inandırır.ama sonra kendisinin gerçekten önemli bir kişi olduğunu da anlar. kızılderililerin kutsal ruhu kiki manitu'nun dünyaya yardım etmesi için zaman zaman seçtiği savaşçılardan birisidir zagor. kiki manitu'nun yardımı ile bir bazı olaylardan sıyrılır. mesela kendi kötü kişiliği lanetli topraklarda kanı aktığı için ortaya çıkınca kendisiyle savaşmak zorunda kalır. tam yenilecekken kiki manitu ortaya çıkar ve ikisini de zamansızlık boyutuna gönderir. zagor bu sayede kendisini yener.

tüm macera ve gizem elbette burada bitmez. yaşadığı başka bir ilginç olayda da geyik avlama macerasıdır. sadağından oku çıkarmış ve yayı iyice gerip tam geyiği vuracakken geyik dile gelir ve neden kendisini öldürmek istediğini sorar. acıktığını söyleyen zagor'a ise "ben acıktığımda seni yemeye mi karar veriyorum" diyerek hayatının ayarını verir. bu olaydan sonra herhangi bir canlı öldürmemeye karar veren kahramanımız çizgi roman aleminin en kral elemanı olur. ne çelik blek, ne mister no veya captain swing onun eline su bile dökemez, hatta onun elini sıkmaya bile layık değillerdir.

üzerindeki o kartal desenli giyisi ve dar kotu sullivanlar'ın sirkinde cambazlık yapan bir arkadaşı ona hediye etmiştir. üzerine dar gelmesinin nedeni de bu yüzdendir. kıyafeti sandığınızın aksine yırtılmaz değildir. bir kaç defa tamire uğradığı gibi tamamen değişmişliği de vardır. mesela kadınlarından biri olan kaptan fishleg'in kızı olan virginia ona yepisyeni bir kıyafet dikmiştir. keza don çiko da, new york'da hapishaneye düştüklerinde onun yırtıklarını tamir etmiştir. çiko'dan az bahsetsem bile onun korkak görünen biri olduğunu herkes bilir. ama dostları için yapamayacağı hiçbir şey yoktur. defalarca hayatını ortaya koymuştur. gerçi o kıyafetlerin de bir anlamı olduğu daha sonra ortaya çıkacaktır.

genelde aseksüel biri olarak görülen zagor sanldığının aksine bir çok kadınla maceradan maceraya koşmuşluğu da vardır. yani kadınlarla arası iyidir. mesela daha önce bahsettiğim kaptan fishleg'in yeğeni virginia, soylu bir avusturyalı olan frida lang ve tabii ilenia varga. ama kadınlar konusunda ketum bir tiptir. maceraları salt darkwood'da geçmez elbette. edgar allen poe ile yaşadığı muhteşem bir macerası vardır, ki yıllar geçse bile hala daha tadı damağımdadır. iyi bir denizcidir. buzullara gitmiştir. arabistan'da, afrika'da maceraları vardır. yukarıda söylediğim gibi kendisiyle, bir macerasında tapınak şövalyeleriyle, ispanya'dan gelen bir golem ile, amerikan başkanıyla, darkwood'un bir gizemi sonucunda orta dünyaya düşüp orayı yönetmeye kalkanlarla, uzaylılarla, zombilerle, dev canavarlarla, robotlarla, çılgın bilimadamlarıyla hatta ninjalarla da karşılaşmıştır. kemerinin bir yanında baltası, diğer yanında silahı vardır. ilk hamle olarak ahyaaaak diye bağırarak baltasını fırlatır.

ilk maceralarını ferri çizse bile daha sonra bir çok çizer tarafından da çizilmiştir. ama ferri'nin tadı onlarda yoktur. onu oldukça angut gösteren çizimleri de vardır, ki benim gibi bir zagor hayranı için katlanılabilecek bir durum değildir.

(not: bilgiler zagor serisini yayınlayan lal kitap'tan orhan berent'en)

20 Mart 2009 Cuma

essahdan seni seviyorum

alemin en göt olmuş lafıdır seni seviyorum. bu kadar kişiye özel bir cümlenin, her ilişkinin daha ilk bir kaç gününde söylenmesi kadar cins bir durum olacağını sanmıyorum. bu nasıl bir aymazlıktır, onu da biliyorum aslında. her işin orospusu olduğu gibi 'seni seviyorum' lafından ekmek yiyenler çıkmıştır/çıkacaktır.

şahsen aşk denilen şeyin, can sıkıntısını gideren en iyi ilaç olmasının dışında bir özelliği olduğunu artık düşünmüyorum! yani dess ile penny in aşkını görüp görebileceğiniz tek yer tv ve sinema koltuğudur. zaten sanat insana olanaksızı gösterir. herkes resim yapabilseydi resmin bir değeri olmazdı. mesela bu yüzden eline fotoğraf makinası geçiren herkes fotoğraf sanatçısı oluyor! gerçi fotoğraf sanat değildir. var olan objelerdeki anı durdurmanın nesi sanat, anlamıyorum. herkes roman yazamaz, resim, heykel yapamaz, oyuncu olamaz. ama herkes fotoğrafçıdır. çünkü her insan kendisini ifade etmek ister. bunun bu ülkede en kolay yolları şiir yazmak ve fotoğraf çekmektir. kuşun, kelebeğin, lalenin resmini çekince içimizdeki duygusal biz ortaya çıkıyormuş.

işte bunun gibi bir şeydir seni seviyorum. herkes aşık olamaz. olamadığı için işin kolayına kaçar ve "seni seviyorum" der. hayır, üçüncü günde seni seviyorum lafını duyan kişi koşar adım, topuklarını kıçına vura vura kaçması lazım aslında.

işin ilginci insanoğlu kaşınıyor birader. "dikkat et, yakında bana aşık olacaksın" diyerek kendi özgüvenlerini tavana vurdurmuş cinsi latife "ne, ne aşkı, ben aşık olmam bebek" lafı ile karşılık vermekten bıktım yahu!

"ne yani, beni sevmiyor musun?"

"seni severim, ama seni sevmiyorum!"

geniş zaman kipi bence insanlık tarihinin en müthiş icadı. lafı istediğin gibi evirirsin, çevirirsin, neredeyse kimsenin ruhu duymaz. söz verirsin, aslında söz vermiş bile sayılmazsın. bu kipi eminim dünyanın ilk dolandırıcısı icat etti. neyse konuyu saptırmayayım.

yani demem o ki; fotoğraflara sarılamayacağın gibi seni seviyoruma da sarılamazsın. ciddiyim bak!

19 Mart 2009 Perşembe

iyilik ve kötülüğün göreceliği

iyilik ve kötülük göreceli kavramlardır. kişiden kişiye göre değişebileceği gibi zamana ve mekana göre de değişebilir. anlayacağınız iyilik ve kötülük dört boyutlu evrenin en büyük yalanlarından birisidir.

mesela; en yakın arkadaşım ahmet'in kız arkadaşı sevtap, en yakın ikinci arkadaşım mehmet'ten hoşlanıyordur. onunla mehmet'in arasını yaparsam ahmet'e iyilik, mehmet'e kötülük yapmış olurum. çünkü ahmet, sevtap gibi bir kaşardan kurtulmuş olur. mehmet de sevtap gibi bir kaşarla ilişki yaşamak zorunda kalır. ama ahmet, bu yaptığım iyiliği eninde sonunda farkedip sevtap'ı bir daha düşünmeyecektir. mehmet le sevtap'ın arasını bir süre sonra nasıl olsa bozarım. böylece sevtap bana kalır!

iyilik ve kötülük genel geçer bir kavramdır. tamamen kişilerin çıkarına göre şekillenir. öyle "iyilik dalga dalga yayılır" saçmalığına inanmıyorum. bir insan her ne yapıyorsa kendisi için yapıyordur. motivasyonumuzun temeline indiğimizde bunu sadece ve sadece kendimiz için yaptığımızı fark edeceğiz. allah rızası için namaz kılıp oruç tutan kişiler sahtekardır. kendilerini tanrıya iyi bir kul olarak tanıtmak için bu eylemi yapıyorlardır. çünkü iyi bir kul olmaya ihtiyaçları vardır. yoksullara verilen sadaka kendimizi iyi hissetmek içindir.

kendimizi iyi biri olarak göstermek saçma. sırf pençelerimiz yok diye iyi biri mi oluyoruz? başkaları için bir şeyler yapmak çabayı gerektirir. ama nedense bu harcanan çabanın karşılığını almayı bekleriz. karşılığını göremeyince sinirleniriz! çaba göstermeden öyle mal mal tv başında oturarak, benim gibi saçma konularda blog yazarak iyi biri olunamaz! çaba gösterecesin ve karşılığını beklemeyeceksin. ama tanımadığımız kişilerden ziyade dostlara yapılan iyiliklerde bilinçli ya da bilinçsiz bir karşılık bekleniyor. kendi değer yargılarımızla diğer canlıları yargıladığımızda, onlar hakkında hüküm verdiğimizde sadece ve sadece kendi kendinizi tatmin etmiş oluyoruz. belki de sadece bu tatmin için yaşıyoruz!

bize düşen ödev kendinizi kabullenmenizdir, başkalarının bizi kabullenmesinin yollarını aramak değil. harbi bak!

not: bol bol nietzsche'den aforizma kullanılmıştır.

18 Mart 2009 Çarşamba

18 mart çanakkale deniz savaşı

bugün 18 mart. malum, çanakkale boğazından geçmek isteyen itilaf devletleri donanması bugün çok büyük bir bozguna uğradı. bu bozgunun nedenlerinden kısaca bahsedeyim dedim.

öncelikle; pek fazla söylenmez, ama çanakkale zaferinin(deniz ve kara savaşları) mimarı olan kişi, ordu komutanı olan alman general liman von sanders dir. hatta savaştan sonra, bu zaferi ilk önce almanlar, almanya da kutlarmış. yeni kurulan türkiye cumhuriyet ini yönetenlerin önemli bir bölümü çanakkale de savaştığı için bu işe bozulmuşlar ve kutlamalara biz de katılmışız.

neyse, savaştan önce istanbul hükümeti başşehri ankara, eskişehir, kırşehir ve kayseri gibi yerlerlere taşımayı düşünmüş ve en sonunda devlet dairelerinin çoğunu taşımıştı. savaşın kazanacağımıza dair hemen hemen hiç umut yoktur. çünkü daha 2-3 yıl önce hamidiye zırhlısı hariç balkan devletlerine karşı tarihinin en büyük bozgununu yaşamıştık. ancak çanakkale boğazının kuvvetli akıntısını hesaplamayan itilaf devletleri, gemilerinin sürekli sallanması sonucu neredeyse kavana atarlar. balkan harbinden sonra alman krupp toplarını kullanan türk askerlerinin mükemmel atışları ile nusret mayın gemisinin döşediği mayınlar sonucu belirlemiş, ingiliz ve fransız gemileri boğazın soğuk suları ile tanışıp ebedi mezarlarına kavuşmuşlardır. aslında ingilizler, türklerin o kadar isabetli atış yapacağını da tahmin edememişlerdir. ama balkan harbinden sonra almanlar türk topçusunu çok iyi yetiştirmiştir.

yaklaşık 7 saat süren savaşta iki ingiliz, bir fransız zırhlısı battı, bir ingiliz, iki fransız zırhlısı ağır yara aldı, üç gemi karaya oturdu. osmanlı tarafındaki kayıp ise kırkdört şehit, yetmiş yaralı, sekiz top idi.

deniz savaşının kazanılması üzerine bulgaristan bizimle beraber savaşa girmiş ve sırbistan ı işgal etmiştir. bu sayede almanya-türkiye demiryolu hattı açılmış ve gerekli bir sürü malzeme istanbul a gelirken, anadolunun tahılı da almanya ya gitmiştir. hatta bulgaristan ın bizim safımızda savaşması için onlara küçük bir rüşvet verilmiş ve osmanlı toprağı olan dimeto bulgaristan a verilmiştir. savaştan sonra bu bölge yunanistan a geçecektir.

neyse kara savaşlarını uzun uzun anlatmaya gerek yok. bu safhayı herkes bilir. mustafa kemal in dehası ilk kez savaş meydanlarında ortaya çıkmıştır. ama bir anektodu anlatmadan geçemeyeceğim. eskişehirli bir arkadaşım anlatmıştı. ona da çanakkale de savaşan dedesi anlatmış. anzaklar bu dedenin olduğu sipere doğru kuvvetli bir hücum yapmış. bizimkiler siperleri bırakıp kaçmışlar. kaçarken arkadaşın dedesini mustafa kemal durdurmuş. demiş;

"nereye kaçıyorsunuz?"

"mermimiz bitti kumandanım" demiş bizim asker. tüfeği eline almış mustafa kemal, bakmış harbi mermi yok. süngü taktırıp olduğu yerde tutmuş askeri. tüfekte mermi olsaymış hepsini divanı harbe verceklermiş. öyle olsa o arkadaşım da hiç doğmamış olacaktı!

kara savaşları sonucunda itilaf devletleri ordusu yokedilemez. onlarda büyük bir sessizlikle ve sıfır kayıpla gelibolu yu terlederler. bu geri çekilme esnasında esaslı bir saldırı ile bu ordu yokedilebilirdi ve ağır hasar verilebilirdi. geri çekilen bu ordular selanik e çıkmış ve ileride istanbul a doğru yürüyüşe geçmeye hazır olarak bekletilmişlerdir. hatta ingilizler bu taktiği ikinci dünya savaşında da kullanmak istemiş, selanik e çıkıp nazi almanya sına karşı ikinci bir cephe açmak istemişlerdir. hitler ingilizler selanik e çıkar çıkmaz yıldırım hızı ile tüm balkanları işgal etmiş ve plan boşa çıkmıştır.

neyse, selanik e çıkan bu ordu, rusların savaştan çekilmesine rağmen almanya ve müttefiklerinin yenilmesine neden olmuştur. önce bulgarlar temizlenir, akabinde demiryolu bağlantısı kesilen osmanlı teslim olur. itilaf devletleri almanya ya girmeden savaşı sonlandırır. bizim o ağır mondros ateşkesini kabul etmemizin nedeni selanik ten yola çıkan bu ordudur. istanbul un işgal edileceği anlaşılanca teslim olmuşuzdur.

itilaf devletlerinin çanakkale savaşını kaybetmesinin bir nedeni de rusya nın istanbul a saldıramamasıdır. çünkü koskoca goben ve breslau karadeniz de beklemektedir. bu özellikle goben yüzünden ruslar karadeniz e rahat rahat açılamamaktadır. çünkü devrin en mükemmel gemilerinden biridir.

savaştan önce ruslara selanik-belgrad-romanya yolundan yardım eden ingiltere, bulgaristan ın savaşa girmesi ile bu yolu kaybetmiş ve rusya da devrimin yolu açılmıştır.

savaşta kayıp listesi ise şöyledir:

osmanlı devleti
toplam asker sayısı:300.000
ölen asker: 55.000
hastalıktan ölen: 21.000
esir olan:10.000
yaralı:100.000
hastalıktan terhis edilen: 64.000
toplam:250.000

itilaf devletleri
toplam asker:470.000 ingiliz, 80.000 fransız (550.000)
ölü, yaralı, esir:160.000 (120.000 ingiliz, 40.000 fransız)
hastalıktan terhis edilen:130.000
toplam:290.000

hepsinin ruhu huzur bulsun...

17 Mart 2009 Salı

berkant adlı sanatçı!

bundan yaklaşık 2 yıl önce, yakışıklı mı yakışıklı(!) ali kırca'nın sunduğu haberleri seyrediyorum. sona doğru yaklaşırlarken kültür sanat haberlerine geçiş yaptılar. haberde büyük bestekar(!), güftekar(!) ve yorumcu(!) berkant'ın 50. sanat yılını dostlarıyla beraber kutladığı söyleniyordu. geceye hatırladığım kadarı ile sezen aksu ve hepsi adlı grup katılmıştı. işte yüzüne yediği botokslardan suratında ifadenin i'si bile kalmamış olan sezen aksu esprileriyle milleti kırıp geçirmiş. tabii yerseniz. ben onun yaptığı espilere falan gülmem, onun o kıçıma benzemiş suratına gülerim aslında. neyse, sezen aksu mevzunu geçeyim. ama yüzü harbiden berbat durumda. keza ajda pekkan da aynı halde, nilüfer de. birileri bunlara botoksun yüzlerini nasıl mahvettiğini anlatmalı aslında. çok kötü duruyorlar.

neyse, konuya döneyim. bu "büyük mü büyük yorumcu berkant kim lan" dediğinizi duymayayım sevgili okur. onun kim olduğunu bilemeyene erkek bile vermezler. hani samanyolu adlı eşsiz bir şarkı var ya, hah işte onu yazan, besteleyen, yorumlayan ve 50 yıldır müzik adına başka hiçbir şey yapamayan bir insandır berkant. sadece ve sadece samanyolu vardır. başka hiçbir şeyi yoktur ve bu insanın 50. sanat yılı kutlamışlardı. muhtemelen 30-35 yıl önce yazdığı bu şarkı yüzünden adamın altın sanat yılı kutlanıyordu. gerçi bu sanatçılar sanata 10 yaşında flüt çalarak başlıyorlar. ilk resitalleri ilk flüt sınavları oluyor. ben mesela hala daha baltalar elimizde yi çalabiliyorum! işte bu yüzden 60 yaşına gelen herkes 50. sanat yılını kutlayabiliyor! ilk flütle tanışmam erken yaşlarda olduğuna göre 25. sanat yılımı yakın zamanda bende kutlayacağım!

neyse aabi sorun bu da değil. hepsi adlı, cemre adlı esmer, büyük ağızlı kız hariç idare eder kızlardan oluşan grup "tempo, tempo, tempo" derlerken şarkıları bittirdiler. eskiden de "fazla tamam" diyorlardı zaten. fazlatamam'ın açılımını size bırakıyorum! ben biliyorum, inat değil mi, söyleyeceğim işte! mikrofon ama hala ellerinde. düz yazı şekildeki konuşmalarında berkant abilerinin kendilerine yolu açtığını, o olmasaydı hafif müziğin ve dolayısıyla kendilerinin olmayacağını söyledir. güzel kızlar aptal olmaz, idare eder kızlar ise aptal olabiliyor. ne alaka ya hu? berkant'ın size bir katkısı mı oldu, elinizden mi tuttu, samanyolu'nu beraberce söylediniz mi, size bir şarkılık katkı mı yaptı? size o yolu asıl vicky, mel c, mel b falan açtı. onlar olmasa siz de olmazdınız esmer güzelim, özellikle sen çok güzel görünüyosun gözüme. valla bak! bu yazıyı okursan eğer, bana ulaş! seni evinin kadını, çocuklarının anası yapayım, bu hayattan kurtarayım!

öff sıkıldım berkant'tan. o şarkıyı söylemediği siyasetçi kalmadı zaten.

acaba sezen aksu 50. sanat yılını kutlayacak mı?

16 Mart 2009 Pazartesi

arthur rimbaud



1854'de charville'de doğmuş, sadece fransızların değil, bence dünyanın en büyük şairidir. benim gibi dil özürlü biri olsanız bile, onun türkçeye çevrilmiş şiirlerinde dahi o enfes tadı alırsınız.

daha 13-14 yaşlarında latince şiirler yazmaya başlayan rimbaud'nun 16 yaşında ilk şiirleri yayımlanır. aynı yaşlarda sihirbazlık ve büyücükle ilgili ne bulursa okur. kaçıp gitmek arzusu ile yanmaya başlar. hatta serserilik suçundan hapishaneye bile düşer. onu hapishaneden kurtaran kişi öğretmeni izambard'dır.

hapishaneden çıkar çıkmaz, 17 yaşında yine serseriliğe başlar. paris'e yayan gider. 1871'de paris komününe katılır. öğretmenine yazdığı mektuplarda, us düzenini yıkmakla bilinmeyenlere varılacağını söyler. kendisinden 10 yaş büyük verlaine'e mektup yazar. paris'in ozanları ile tanışmak istediğini belirtir. kilise duvarlarına 'tanrıya ölüm' diye yazılar yazar. 1872'de verlaine ile ilişkileri derinleşir! verlaine çoluğunu çocuğunu paris'te bırakıp rimbaud ile kaçar. arras'a giderler. serserilik edip, durmadan içip, skandallar çıkarırlar. en sonunda londra'ya kaçarlar. burada en ünlü kitabı olan les illuminations'u yazar. 1873'de ise verlaine'den bıkar ve charville'e döner. burada bir kitap daha yayımlar. 27 mayısda yine verlaine ile londra'ya gider. temmuzda kavga ederler. verlaine brüksel'e kaçar. rimbaud arkasından gelir. yine kavga etmeye başlarlar. verlaine, rimbaud'a silah çeker ve onu vurur. rimbaud yaralanır, verlaine hapishaneye gider. 1875'de stuttgart'a son kez görüşürler. verlaine onu dine davet eder! rimbaud elbette kabul etmez. yaşadıkları aşk en meşhur eşcinsel aşklardan birisidir. kadını kadın yapan şairdir derler, ama rimbaud'un şiirlerine verlaine tutulmuştur. verlaine'i verlain yapan rimbaud olmuştur.

1874'de ise les illuminations'ı gözden geçirir. paris'te, germain nouveau ile arkadaşlık! eder. onunla beraber londra'ya gider. orada dersler verir. bir yıl sonra almanca öğrenmek için almanya'ya gider. oradan italya'ya, oradan da doğduğu yer olan charleville'e döner. italyanca, almanca, flemenkçe, arapça öğrenmek için çalışır.

1876'da endenozya'da savaşmak için gönüllü olarak hollanda ordusuna yazılır. ama askerden kaçar. viyana'ya gider. polis onu sınırdışı eder. alpleri yürüyerek aşar ve isviçre'ye gider. 1877'de fransa'ya döner. avrupa'yı dolaşır. 1879'da kıbrıs'a gider. 1880 ise aden ve harrar'a giderek silah ticareti yapar. bol bol teknik kitaplar okur. iyi para kazanır. artık edebiyatla ilgisini neredeyse kesmiştir. 1880 ile 90 arasında ise tamamen ticarete yönelir. esir ticareti bile yapar. kitapları fransa'da yayımlandığında oralı bile olmaz.

1891'de ise sağ dizinde bir şişlik çıkar. fransa'ya döner, marsiya'da tedavi altına alınır. ama 10 kasım 1891'de, 37 yaşında kangrenden ölür. öldüğünde edebiyatla hiçbir ilişkisi kalmamış birisidir. ama bu durum ona 'dünyanın en büyük şairi' dememe engel olmaz. onun öldüğü yaşta ancak büyük şair olunabilirken, o sadece 17-21 yaşları arasında şiir yazmış ve çocuk yaşta edebiyatı bırakmıştır. onun şiiri tasvirci şiire karşı koyuştur. şiir onun sayesinde bambaşka bir biçim almıştır.

helecanlar

yazın mavi akşamlarıyla ineceğim patikalara
buğdaylarla bezeli ufak otları çiğneyerek
ayaklarımda o tazelik, aklım bir karış havada
yıkasın çıplak başımı rüzgar diyerek

konuşmayacağım, düşünmeyeceğim bir an bile
lakin tırmanacak içimde bitmek bilmez aşk
ve ben uzağa, uzaklara gideceğim derbederceğine
doğayla, ve mutlu, sanki bir kadınlaymışcasına

kargalar

karga yerel bir hayvandır, göç etmez. özellikle sabahları sinir bozucudur. sabah ezanı bile okunmadan o iğrenç sesleri ile ötmeye başlarlar. ne kadar söğüt, kavak, balkon varsa hepsini ele geçirirler. camınızın dibinde öterler. diğer kuşlara yaşam şansı vermezler. civarda mısır yetiştirilmesini engellerler. kapkara gözleri ile iğrençtirler. gerçekten geçmiş zamanlardan, ölen kişilerden, cehennemden haber verir gibidirler. isa çarmıha gerildiğinde şeytanın temsilcisi gibidir. onunla beraber çarmığa gerilen kişi isa ya inanınca onun bir gözünü yer. kesinlikle bir cennet kuşu değildir. kapkara karalığında bir tiksinti yaratırlar. uçan tabut gibidirler. oysa 200 yıl bile yaşarlarmış. ve yerleştikleri yerlerin tabiri caiz ise iflağını keserler. ama ığdır'da, kara tavuk diye adlandırılıp yenilirler!


arthur rimbaud'nun les corbeaux şiirini buldum. adam yüzyıllar önce tercüman olmuş bana. alın size rimbaud;

akşamla susunca çanlar,
soğuk basınca kırları,
tanrım, kutsal kargaları
duanın bittiği anlar
indir göklerden doğaya
kargalar çığlık çığlığa.

rüzgârlar esiyor, bakın
nasıl saldırıyor size
yuvanıza, evinize!
kargalar, haydi toplanın
gömütle dolu yollarda,
çukurlarda, oyuklarda,

ölüp gidenler geçen kış
tarlalarda dinleniyor,
kargalar gökte dönüyor,
yolcular düşünsün diye;
kimler konup kimler göçmüş,
sen ey hüzünlü kara kuş!

büyülü gecede yitik,
gemi direği gibi dik
meşenin üstüne konan
kargalar, kutsal kargalar!
kış başladı, sizler susun,
kırlarda kapalı kalan
ve ormanlarda kaybolan
onulmaz bozguna tutsak
yaralı yürekler için
mayıs bülbülü şaşkın.

11 Mart 2009 Çarşamba

neden?!


neden sorusu müsbet bilimlerde bir gerekliliktir. "neden dünya dönüyor?", "neden uçamıyoruz?" gibi soruları insanlar kendi kendilerine sormuşlar, araştırmışlar ve cevaplarını bizlere aktarmışlardır. bu aktarda kısmında kişisel tatmin de var aslında. "bakın lan süperin ben. 'hayat, evren ve herşey hakkında'ki sorunun cevabını bile biliyorum, ahada bu size kıyağım olsun" diyorlar işte.

peki ya insan ilişkilerinde? insanlarla ilişkilerimizde neden sorusunun bir anlamı var mı?

"ayşe/ahmet, neden beni terk ediyorsun?"

"sana ne, sebep söylemek zorunda mıyım? sadece istedim, bir neden söylemem gerekmiyor."

"lütfen ama, sana çok ihtiyacım var, bana tutunabileceğim bir dal ver!!!"

"başkası var, rahatladın mı şimdi!"

"yalan söylüyorsun, başkası olsa hissederdim!"

"!!!"

veya;

"bakkal amca, neden bana kazık atmaya çalışıyorsun?"

"paraya ihtiyacım var ömer, o yüzden."

"öyle desene amca ya, aa ayıp ettin!"

çok saçma oldu. bu cevabı duymaya ihtiyacınız var mı?

"ahmet, vakit tamam, seni terk ediyorum!"

"!"

"neden diye sormayacak mısın?"

"ben senin nedenlerine ihtiyaç duymuyorum. kendi yalanımı üretecek kadar zekiyim!"

insan ilişkilerinde geçmişe bakılmamalıdır. sürekli geçmişi düşünenler aslında o zamanları hiç yaşamamışlardır. pişmanlığın en büyük duygu israfı olduğu bu zamanlarda neden değil, sonuç önemlidir. sonuç belliyse eğer, nedenden bana ne!!!

"sonuç belliyse sevgilim
seni acilen terk etmeliyim
belki yarama tuz olur
beni terk etme nolur!
"

şiir: hedonist kahraman ben

10 Mart 2009 Salı

ihtiyaçtan sanayi devrimi


yıl 1763'ü gösterirken james watt adlı, ailesi osmanlıdan göç etmiş bir ingiliz, iskoçya'da buharla çalışan ilk makinayı icat etti. peki neden buharlı bir makinaya ihtiyaç duyulmuştu?

sanayi devriminin tekstil ile başladığı bilinir. ama sanayi devriminden önce de en önemli ticaret ürünleri hep kumaş olmuştur. avrupa'nın en önemli ithalat maddeleri ipek, kumaş, porselen türü ürünlerdir. bu ürünler anadolu'dan, hindistan'dan ve çin'den gelirmiş. anadolu'dan giden kumaşlar genelde kaba kumaşlardır. meşhur turkuaz rengine sahip kumaşlara bilindiği gibi türk mavisi denir. ingilizlerin o askerinin üstündeki kırmızı renk, yani ceketleri bile türk kırmızısı adıyla anılır. ingilizler bu rengi elde edebilmek için anadolu'dan bir ermeni ve bir rum usta kaçırmış, kendi ülkelerinde o kırmızı renkli ceketleri üretmeye başlamışlardır. kot pantolunun o kumaşı bile türk kumaşı adıyla anılır.

hindistan'ın ince, tül gibi kumaşları ise sadece avrupa'yı değil, tüm dünyayı ele geçirmiştir. ingilizler de böyle kumaş imal etmeye başlamışlar, ancak maliyeti çok yüksek olduğu için hindistan malları ingiliz dokuma tezgahlarını bitirme noktasına getirmiştir. şöyle diyeyim; hindistan'da üretilen o kumaş, gemi yolculuğuna rağmen ingiltere'de 1 liraya satılıyorsa, ingilizlerin kumaşı 5 liraya satılıyordur. bu rekabete elbette daha fazla dayanamayacaklardı ve tam o sırada watt buhar makinasını icat etti.

akabinde dokuma tezgahları seri üretime geçti. böylece kumaş satış fiyatları inanılmaz bir şekilde düştü. o beş liraya imal edilen kumaşlar atıyorum 0,2 liraya kadar düştü. buhar gücü gemilerde de kullanılmaya başlandığından ticaretin masrafları düştü. önce hindistan, sonra tüm dünya ingiliz kumaşlarıyla doldu. afrika'nın elbiseye bile ihtiyaç duymayan insanlarına giyisiler satıldı. anadolu'da dokumacılık sektörü bir kaç on yılda öldü. akabinde hindistan ve çin üretim yerleri, üretimi durdurdu. hammadde ve pazar ihtiyaçları yüzünden sömürgecilik yeni bir döneme girdi.

gelişen süreçte almanların büyük katkısı ile kimyasal boya dönemine geçildi. üretim arttıkça köyden kente göç yoğunlaştı. işçi mahalleleri kurulmaya başlandı. burjuva sınıfı iyice güçlendi. yüzyılın ortalarında burjuva demokratik devrimleri başlayacaktır.

kaynak: halil inalcık ile ilber ortaylı'nın ntv'deki tarih programı.

9 Mart 2009 Pazartesi

bıkkınlık


kısaca; sürekli aynı şeyleri yaşadığını farkedip bu kısırdöngüden kurtulmak için uğraşmamak. soğuyabileceğin ne varsa soğumak, kafanı bile çevirmeyi istememek. yani gelecekten kendin gelse ve seninle konuşmak istese ona bile 'bi siktir git' diyememek.

"geç otur birader, sen konuş ben dinlerim!"

eskiden balıkların küçücük bir su alanı içinde nasıl canları sıkılmadan yaşadığını merak ederdim. gez dolaş aynı yer. şurada şu çakıl var, burada hazine sandığı falan işte. meğer hafızaları 3 saniyelik bir şeymiş. süper lan bu. valla bak, sürekli yeni şeyler görüyor. üstelik hafızasının da 3 saniye olduğunu bilmiyor!

neyse işte, bir akvaryum balığından farksız bir yaşantıya geçiş yaptığımı, işte bu akvaryum balığı yüzünden farkettim. yaklaşık 2 km lik bir hatta 2 ay boyunca yaşamışım. ilk baştan olayın şokunu bir süre yaşadım ve o andan itibaren bu kısır döngüyü kırmak için çabalasam bile 2 km oldu size 5 veya olsun 500, ne değişecekti ki? değişemezdi zaten, tam bir kısır döngü. kıstırılmışlık hissi, asla kurtulamayacağını sandığın, sanmak ne kelime, asla kurtulamayacağını bildiğin bir durum. ne yaşarsan yaşa, aslında yaşadıkların geçmişte yaşadıklarının bir benzeri, tekrarı. herşey dının, dısının, dısı. neredeyse her yeni tanıştığın insan sana kazık atmak için, seni kandırmak için fırsat kolluyor. o çok sevdiğin eski arkadaşların bile zor duruma düştüklerinde ilk önce eski arkadaşlarını dolandırmaya karar veriyor. meğer herkesin bir fiyatı varmış!

yaşadığım en büyük şoklardan biri budur işte; herkesin bir fiyatı vardır. sallıyorum; bazıları 30, bazıları 200, bazıları 1000 tl dir. meblağ bu noktada önemli değil. tanıdığınız kişilerin sizi satabileceği miktardır bu fiyat. veya sizin, onlardan dostluğunuzu geri alma bedelidir. verirsiniz parayı, bir daha sizi arayıp sormazlar!

peki bu hadiseyi kaç defa yaşarsınız ömrünüz boyunca? kaç çeşit insandan bıktınız veya bıkkınlık hissi kaç defa sardı bedeninizi? "sen delisin, kafayı yemişsin, ne dediğini bilmiyorsun!" diye diye büyük bir hınçla size saldıran biri aradan bir hafta bile geçmeden size yeniden sırnaştı mı? çocukken kavga eder barışırdın. bu zevkliydi üstelik. çocuk muyuz birader, küçük prens sendromu mu yaşatacaksın bana!

bıkkınlık aynı kazığı üst üste sürekli yemekten dolayı oluşan bir güven bunalımıdır. geçici bir duygu değildir. bir insanı günlerce evinden dışarı çıkarmayabilir. bazen güzel bir şeydir. sürekli yatıp uyursunuz!

hem; kaç değişik insan var ki? herkes farkında sanırım, insanlar arasında öyle aman aman bir fark yok. yüz ve vücutlar hariç herkes birbirine benziyor. yani; herhangi bir şeye inananlar ve inanmaya hazırlananlar. ama siz, sizi sınıflandırmaya kalkanlardan kaçın!

sürekli terkedildiği halde hala daha derin uzayda araştırmalarına devam eden birine sormuştum;

"bıkmadın mı bu arayıştan. sinir bozucu değil mi?"

"yoo!"

bu ne sabırdır kardeşim. nasıl bir duygudur, nasıl bıkmaz insan? a nın b den tek farkı a nın sapının olmaması. istersen bu a yı b diye oku. kim karışır sizi. bir farkı yok ki? bu insanları gizliden gizliye kıskanıyorum. bir haset duygum var bunlara karşı. hepsini teker teker öldüresim geliyor! bu kayıtsızlıklarına, ama normalde sabırlarına hayranım!

aslında bu kadar uzun yazmama bile gerek yoktu. marla singer portresi bu durumu anlatmaya yeter, hatta artar bile...

neyse, son sözü thom yorke, the national anthem ile söylesin. bir insanı bıkkınlıktan kurtarabilecek tek şarkı;


everyone
everyone around here
everyone is so near
it's on and on
it's on and on
everyone
everyone is so near
everyone has got the fear
it's all alone
it's all alone

turn it off!

6 Mart 2009 Cuma

herkesin reklama ihtiyacı vardır


çok uzun seneler önce madonna'nın bir lafını okumuştum. şöyle demişti; "şöhret en büyük afrodizyaktır."

doğru söze denilebilecek hiçbir şey yok. henüz şöhret basamaklarını bir bir tırmanan ben, karşı cinste afrodizyak etkisi oluşturamasam bile, eminim o safhaya da geleceğim!

bunun için nerelere ihtiyacım var? hımm;

haydar dümen'e çok iri penisli biri olduğumu ve bundan dolayı kadınlarla ilişkiye girerken sıkıntı çektiğimi mi yazsam?! olmadı, en yakışıklı erkek yarışmasına resmimi yollarım. aslında blogda kendi resmimi de yayımlasam olur. ama zaten öyle yapmıyor muyum a sevgili okur! oysa en tahrik edici yerim omzum ve kolum! karşı cins o omuzları görünce dayanamıyor, hemen dokunmak için birbirleri ile yarışmaya başlıyorlar. derler ki, benim kolum ve omzum on sütlü milka, otuzbeş axl çikolatalı gücündeymiş! omzumda top sektirirken adeta bir arda turan kıvraklığına sahibim. dizilerde basketbol takımlarında oynayan oyuncular daha topu bile potaya doğru düzgün sallayamazken(lanet olsun, onlar oynuyor, ben oynayamıyorum), ben maç başına 45 sayı, 36 ribaunt, 26 sayı pası, 14 top çalma, 22 blok ortalamaları ile oynuyorum. hatta bir keresinde smaç yaptığım pota kafama düşmüştü!

boyum, posum ve endamım hakkında uzun uzun yazmaya gerek yok. bu kadar yeter. arabam olsa belki arabamla çektirdiğim resmi koyardım bloga. böylece o 10 küsür milyarlık araba kadar değerim olmadığını cümle aleme ilan edip, bol bol karşı cins kaldırırdım! çünkü kadınlar için çikolata ne kadar önemliyse motor sesi de o kadar önemli. motor sesi ile adeta orgazm oluyorlar! hem kaportada kalacak bir mallory knox kalça izine asla hayır falan demem, arabamla adeta sevişirim!

uzun lafın kısası; aslında şu an en popüler türk hatun sanırım deniz seki ve hadise. onlardan birini kendime aşık edip akabinde terk edersem, neredeyse diğer tüm kadınlar kapımda köle, mutfağımda aşçı, sokakta hanfendi, yatağımda öhömm neyse. bir kadir inanır bakışı da yeter aslında. şöyle kafamı öne eğip, kaşlarımı çatsam ve gözlerimle baksam hatuna, ahh ahh, nerde bende o bakış. her denediğimde gülme krizine giriyorum!

kadınlar kendilerini güldüren hergelelerden mi hoşlanır, yoksa kendi yaptıkları esprilere gülen erkeklerden mi? ben bir kadının espri yapabileceğine inanmıyorum aslında. espri basittir. bu yüzden erkekler rahat rahat yapabilir. kadınlar ise karmaşık düşünürler. itiraf eden birader, tavlada hiç bir kadını yenebildiniz mi? valla ben yenemedim. o kadar sinsiliği aynı anda düşünemiyorum!

neyse işte, laf uzadı. insanoğlu ister arabası ile, ister metoseksüel görünüşü ile, ister giydiği kıyafetleri veya yaşam tarzı ile kendi reklamını hoşlandığı cinse karşı yapar. rakiplerini bertaraf eden aslan gibidir. saldırgandır!

bakın ben kendi reklamımı yapmamak için resmimi bile koymuyorum. çünkü aynı zamanda yüzsüzüm!

yani;

herkesin reklama ihtiyacı vardır, ama benim yoktur!

5 Mart 2009 Perşembe

ne biliyorum ki?

insanların dünya üzerine adlarını kazıma isteğini hayranlıkla izlemeye devam edeceğim. tarihi sevmemin bir nedeni de bu durum. unutulmamak için sürekli çaba harcıyoruz. mağara resimleri bile bu yüzden ortaya çıkmadı mı? hmm, aslında düşününce... evet, insanlar avladıkları hayvanların çoğalması, korktukları hayvanların azalması için onları duvarlara resmetdiler.

hakan günday'ın piç'inde müthiş bir benzetme vardır. insanlar önce herşeyden korunmak için etraflarına duvar örerler. ardından bu duvarın arkasında kalanları röntgenlemek için pencere açarlar. bu röntgenledikleri ile tanışmak için ise kapıyı icat etmişlerdir. dünyanın en bilinen gizli(!) örgütünün masonlar olmasına şaşmamak lazım. sonuçta onlar duvarcıydı. duvarcı ustalarıydı. ortaçağ avrupa sında en çok aranan işçilerden oldukları için keyifleri yerindeymiş bu ustaların. kafalarına göre gezer, örgütlerini kurarlarmış. kendilerine usta olarak hiram abif i almışlar. acaba ilk pencereyi açan insan ne düşündü? nehir kenarlarına kurulmuş köylerde mi açıldı ilk pencere? yoksa insanlar birbirlerinden gizlenmek ihtiyacını hissedince mi pencereyi açtılar? "ayy evime hiç güneş girmiyor. havalansın diye açayım bari" diye konuşup, penceresini açar gibi yapıp, etrafı ne zaman röntgenlediler?

arabanızın kontağını hergün çeviriyorsunuz. ama kontağı başkası da çevirebilirdi. veya o çok sevdiğiniz evinizde başkası da oturabilirdi. giyisilerinizi başkası da giyebilirdi. size ait, size özel olan ne varsa hepsini başkaları da kullanabilirdi. hatta sevgili eşiniz/sevgiliniz, siz olmasanız başkası ile eğlenirdi. o zaman?

üç çocuk yapın. çünkü çocuklarınız kesinlikle ve kesinlikle siz olmadan olamazlardı. kendi devamlılığınızı onlarla sağlayın! başka hiçbir şekilde bu dünyada kendinizi ifade edemezsiniz. çünkü ikinci süleyman'ın üçüncü sadrazamını bugün kim hatırlıyorsa, gelecekte de seni aynı sayıda kişi hatırlayacak.

veya;

hakan günday olmasaydı kinyas ve kayra olur muydu? veya chuck palahniuk olmasa fight club olur muydu? belki brad pitt'in yerini biri ikame ederdi. ama palahniuk'un yerini biri asla ikame edemez.

avrupa'nın ahlaksızları çok tatlı...

2 Mart 2009 Pazartesi

fedon

lanet dedim ya aşağıda, lanetten kurtulmak için tek bir geçerli yol vardır. fedon gibi yapmak. yani porselen tabaklarınızı üst üste koyun ve çatır çatır kırın. inanın bana, yanınıza bundan sonra solunuzdaki melek bile yaklaşamaz. o derece etkilidir.

tabağınız yoksa dert etmeyin. cam bardaklarınızı halledin. lanetiniz küçükse küçükten başlayın. devam ettikçe kıracağınız nesneyi büyütün. en sonunda çekicinizi evinizin kapı camlarına "ahhyaaaakkk!" diyerek fırlatın. pencere camlarına yapmayın. aşağıda insanlar olabilir!

öyle at nalıymış, tavşan ayağıymış hikaye. kırın, dökün, rahatlayın!

benim için istanbul bitti, bir daha gelmem istanbul a!


üzerimde son 5 yıldır büyük bir lanet var. yüzyüze yeni tanıştığım insanların başına biri iyi, diğeri kötü iki olaydan biri geliyor. kötüden başlayayım;

eğer iyi olay olmadıysa bu kötü olay oluyor. insanlar eşlerinden veya sevgililerinden ayrılıyor. bu kaçınılmaz bir gerçektir. kaç sevgilinin ayrılmasına neden olduğumu tahmin bile edemezsiniz. filmlerdeki kötü adamlardan daha beter bir şey bu!

iyi olan ise bu yeni tanıştığım insanların büyük bir kısmının yurtdışına yaşamaya kaçması. şu ana kadar 2 amerika, 2 dubai, 2 rusya, 1 kazakistan, 1 avustralya, 1 hollanda, 1 japonya, 1 italya ve 1 almanya yolcum oldu. lost adasına düşen uçak, benim bu lanetimden sonra düştü! yani bu insanlar, birden bire yurtdışına kaçıveriyorlar.

meğer benim lanetim hiçmiş. cumartesi akşamı, cebimde yıllardır taşıdığım bir fotoğrafı, büyük bir zevkle, cem karaca nın resimdeki gözyaşları eşliğinde, 3 kişinin yoğun çabası ile yırttım. bir kaç saat içerisinde soyuldum. bu ne lan, hala daha kurtulamıyorum senden!

seni yeneceğim istanbul!
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.