heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

31 Ekim 2011 Pazartesi

no alarm no surprises


artık eski diyebileceğim bir radiohead şarkısı ile daha karşınızdayım! şimdi efendim sabah sabah telefonun çalan alarmları ve hatta sabah daha mutlu kalkasınız diye müziği değiştirilmiş alarmlar ve hatta o buz gibi olabilen evinizin yatağınızdan hiç kalkamama süprizi, süprizi diyorum, çünkü odanız buz gibidir ve hatta sevgiliz de yanınızda yoktur, sizi sıcak tutan/tutabilecek, ısı ile aranızın iyi olmasını sağlayabilecek kişi de yoktur, çekersiniz yorganı kafanıza, bakarsınız doğalgaza, yaksaydınız iyi olurdu belki geceden, şimdi kim sabah traş olacak buz gibi suyla, sonra işe gideceksiniz, bir yığın yol, gereksiz insan karşılaşmaları/konuşmaları/tokalaşmaları. fazla modern bir hayata yeniden başladınız. oysa sizin hayaliniz bu değildi, değil mi? işte karşınızda no alarm no surprises... please...

a heart that's full up like a landfill
a job that slowly kills you
bruises that won't heal

(zaman geçsin diye edinilmiş bir sevgili, yavaş yavaş öldüren bir iş, iyileşmeyecek yara bereler)

you look so tired and happy
bring down the government
they don't
they don't speak for us

(çok yorgun ve mutsuzsun değil mi? seni yönetenleri/işini yok et, onlar sadece kendilerini düşünüyorlar.)

i'll take a quiet life
a handshake and carbonmonoxide

(ben sakin bir hayatı seçiyorum, insanlarla iletişimimi yok etmek istiyorum)

no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
silent... silent...

(alarmsız ve süprizsiz olsun her şey, ne telaş ne sürpriz olsun. sessiz olun.. konuşmayın...)

this is my final fit
my final bellyache
with no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises please

(bu benim son isteğim, sizlerle yüz göz olmam, alarmsız ve süprizsiz olsun her şey, acele etmeyeyim ve süpriz olmasın hiç bir yerde, lütfen, çıkın gidin hayatımdan, ne telaş, ne de süpriz istiyorum artık.)

such a pretty house and
such a pretty garden and
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises, please

(şöyle sevimli bir eve gideyim ve huzur bulacağım bir bahçesi olsun, alarmsız ve süprizsiz olsun her şey, ne telaş olsun, ne sürpriz, lütfen, ne acele bir yere yetişmek ne de sürpriz istiyorum artık hayatımda, sessiz olun... sessizlik...)

not: birebir çeviri değildir.

28 Ekim 2011 Cuma

ingiliz modeli


yurtsuz john adlı ingiliz kralı çok fazla işkence yapınca ingiliz baronları tarafından sürgüne yollanır. akabinde bir daha işkence yapmayacağını söyleyerek magna carta imzalanır ve ülkesine geri döner. yıl 1215'dir ve tarihteki insan hakları ile ilgili ilk belge böylece ortaya çıkar. gerçi insan haklarından çok baron hakları demek daha doğrudur.

neyse, niccola machiavelli(1469-1527), rönesans dönemi italyan yöneticilerinin neredeyse tamamının ilkesiz ve acımasız olduğunu gördüğünde siyasetin zorunlu olarak ihanet ve hilekarlık oyunu olduğunu söyledi. prens isimli kitabında ahlak ve siyasetin karıştırılmaması gerektiğini belirtti. ona göre başarılı bir yönetici sıkça hile yapmaya, yalan söylemeye, sözünü tutmamaya ve hatta cinayet işlemeye meyilliydi. o, sivil toplumun ilkelerini tespit etmişti. ingiliz thomas hobbes(1588-1679) ise insanların içgüdüsel olarak bencil ve acımasız olduğunu, bu yüzden ahlaki varlıklar haline gelmelerine çalışmanın zaman kaybı olduğunu yazdı. herkes doğal haline bırakıldığında herkes birbirini katledecekti ve yaşam kısa zamanda katlanılmaz bir hale gelecekti. bu yüzden toplumsal sözleşmeler yapılmalıydı. insanların birbirlerini uykularında öldürmemesinin yolu buydu ve bu sözleşmeye uymayanlar ikinci devlet sözleşmesi ile cezalandırılmalıydı. ahlak, kötü adamlar arasındaki kinik bir uzlaşmadan fazlası değildi. ahlak, yasaya itaatti. ardından aydınlanma çağı geldi ve voltaire ve rousseau fransa'da fikirlerini söylediler. ama fransız devrimi sırasında da kafa kesmek oldukça sıradan bir uğraşı haline gelmişti. devrimin bütün önde gelenlerinin bile kafası uçuruldu. hatta devrilen kralın bile.

onsekiz ve ondokuzuncu yüzyılda kant, hegel ve marx sırası ile kıta felsefesini oluştururken britanya adasında daha farklı bir söylem gelişmekteydi. jeremy bentham(1748-1832), tanrı tanımaz ve maddeci bir felsefeyi, yani faydacılığı ortaya atmıştı. gerisini john stuart mill(1806-1873) halledecekti. onlar marx gibi düşünmüyor ve ingiliz kapitalizminin önünde herhangi bir sorun olmadığını söylüyorlardı. kapitalizm kaçınılmazdı ve iyiydi.

bentham aslında bir avukattı ve hukukla arası doğal olarak çok iyiydi. şöyle demiştir;

"ingiliz hukuk sistemi, tarihsel önyargılarla, dinsel boş inançların, bilimsel olmayan bir karmaşaşı üzerine kurulmuş tumturaklı bir saçmalıktır."

böylece insan doğasının bilimsel tanımı üzerine kurulu, kendi yeni ahlak ve siyasal sistemini kurdu. tüm insanlar acı ve haz organizmalarıdır. bu yüzden ahlak ve siyaset felsefesinin hazzı artırmaya, acıyı en aza indirmeye çalışması gerekiyordur ve bu demokratik olmalıdır. böylece seçimle iş başına gelmiş her hükümetin temel görevi, en fazla sayıda insanın en büyük mutluluğu yakalaması sağlanmaya çalışılmalıdır.

bentham mutluluğun bilimsel olarak ölçülebileceğini savunuyordu. böylece ahlaki ve siyasi meseleler kolayca çözümlenebilirdi. mutluluk hesabını icat etti. bunu yapmanın en uygun sistemi de kapitalizmden başkası değildi.

popülizm icat edilmişti. insanlara ne istiyorlarsa onu verin. daha doğrusu devlet onların mutluluğu için neyin iyi olduğunu düşünüyorsa o verilmelidir. bu kanalizasyon olabilir, kaldırım döşemek, okul, hastane yaptırmak şarttır. devir victoria dönemiydi. köşe başlarında pıtırak gibi kiliseler yapılmaya başlanmıştı. artık mutluluk üretiliyordu. bentham'ın düşünceleri bunlarla sınırlı değildi. tembeller için yoksul evleri, hükümlüler için de her mahkumun bir kuleden gözetlendiği panoptikon hapishanlerinin gerekliliğine inanıyordu.
john stuart mill ise bu faydacılıkta değişikler yapmaya çalıştı. o, faydacılık yüzünden çoğunluk tiranlığının oluşacağını düşünüyordu. eğer çoğunluk çingeneler ve hippilere karşı sert davrandığında mutlu oluyorsa, o zaman iktidar bunu yapmalıydı. faydacılığın bireysel insan hakları ile bağdaştığı düşünülemezdi. ayrıca bir mutluluk üreten kurum olması gerektiğinden merkezi hükümet ve bürokrasi oldukça güçlenebilirdi. o, böylece başkalarına zarar vermedikleri sürece farklı fikirleri ve azınlıkların yaşam biçimlerini destekledi. çoğulcu toplum, sağlıklı bir toplumdu. bunun bir sebebi de hakikatın eninde sonunda galip geleceği bir ortamın yaratılmasıdır. ahlaklılık, çoğunluğun iktidarından daha fazlasını gerektiriyordu. zamanla faydacılığa şüphe ile yaklaşmaya başladı. eğer bireyler kendi mutlulukları peşinde koşmaları yönünde biyolojik olarak programlandırılmışlarsa, başkalarının mutluluğunu temin etme konusunda sistem ne tür teşvikler sunmaktadır?

sistem amerika'da bambaşka bir şekil aldı.

amerikalıların çoğu ilk başlarda demokratik hükümetlere şüphe ile yaklaşmışlardı. ama benjamin franklin ve thomas jfferson'ın etkisi ile demokratik hükümetlere geçtiler. john locke'un(1632-1704) fikirlerinden etkilenmişlerdi. locke, hükümetlerin elindeki yetkilerin her zaman geçici olduğunun bilmesi gerektiğini söylemişti. hükümetlerin, onlar için oy verenlerle karşılıklı bir sözleşmesi olmalıydı. bu yüzden hükümet sadece vatandaşların yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışları gibi haklarını garanti etmek için var olduğunu söylediler.

henry david thoreau(1817-1862), iki yıl, iki ay ve iki gün boyunca toplumdan uzak yaşadı ve "hayatımızı ayrıntılarla boşu boşuna harcıyoruz, basitlik basitlik" dedi. ayakkabısını tamir ettirmek için kulubesinden çıkıp kasabaya geldiğinde şehrin yüksek memuru onu fark etti ve kişisel vergisini vermesi gerektiğini söyledi. ödeyeceği verginin meksika savaşında ve köleliğin desteklenmesinde kullanılacağıı düşünen thoreau ödemeyi reddetti ve bir gece hapis yattı(bu arada kendisi zengin birisidir). sonunda romantik ve anarşist sivil itaatsizlik metnini kaleme aldı. metinde pasif direnişi tavsiye ediyordu. pasif direnişi kullanan en ünlü kişi gandhi'dir ve ingilizleri hindistan'dan bu sayede kovmuştur(ama kendisi birinci dünya savaşında ingiliz ordusuna askere alma konusunda yardım da etmiştir). itaatsizlik geleneği beatnikler ve hippiler ile günümüze kadar gelmiştir.
tabi thoreau bu fikirleri yalnız başına geliştirmedi. transandantalizmden etkilenmişti ve onlara göre bilgiye, duygu ve sezgiyle ulaşılabilirdi. waldo emerson(1803-1882) bu düşünceyi daha da geliştirdi ve devlet otoritesi ve örgütlü din karşında sezgi ve kişisel vicdanın önemini vurguladı. artık iyice kentsel ve endüstriyel olan amerika, eleştiriliyordu. köleliğe karşıydılar ve "insan olmak isteyen, aykırı olmalı" diyorlardı.

ama amerikan felsefesini transdantalizm şekillendirmedi. charles sanders peirce(1839-1914) ve william james(1842-1910) pragmatizmi icat etti! transdantalizme düşmandılar. kısaca şunu dediler;

"bir fikir şiddetli bir biçimde savunulabilir. ama eğer gündelik hayatta bir fark yaratmıyorsa, o zaman önemli ya da doğru değildlir. beşeri teoriler sadece yararlı olmak yoluyla bir nakit değeri taşıyorsa anlam ifade ederler."

sonuç hala geçerlidir. bugün amerikalı filozoflar hala seçtikleri konuların pratik bir faydası olması gerektiğini düşünüyorlar.
kaynak: ntv yayınları - felsefe

24 Ekim 2011 Pazartesi

lakaplı krallar

ilginç lakaplı avrupalı kralların listesini vereceğiz dedik, işte budur. dahasını bilen varsa yorum yazsın, eklerim, valla bak. 

kısa pepin: karolenj hanedanı. charlemange'ın babası. 8. yy.

kel charles: frank kralı. 9. yy.

basit charles: fransız kralı. 10. yy.

i. basil. birinci olmasına bakmayın, bu köylü olarak doğan bizans imparatoru, mesleğe at terbiyeciliği ile başlamıştır. 9. yy.

ii. basil: bunun lakabı bulgar katili. bulgarların tarih sahnesine çıktığı ve biraz etrafı haraca kestikleri zaman onları yenmiş ve esir ettiği her yüz bulgardan 99'unun gözlerini kör edip, gözleri gören bir kişi rehberliğinde ülkelerine göndermiştir. bulgar kralı bu olay yüzünden kahrından ölmüştür. esir aldığı kişi onbeş bin kişidir.
çatalsakal sweyn: danların(danimarkalıların kökeni), ingiltere tacına kısa bir süre hakim olan hükümdarı. 10. yy. önce vaftiz edilmiş, akabinde aforozu da tatmıştır.

kuş avcısı henry: saksonya hükümdarı. 10. yy. kutsal roma imparatorluğunu tekrar kuran otto'nun babasıdır. oğlu fecidir, din adamı olmayan basit birisini, papaya kızınca papa yapmıştır.

günah çıkaran edward: son wessex kralı. 11. yy.

mavidiş harold: çatalsakal'ın babası. ikisi döneminde din olayı yüzünden iskinavların anası ağlamıştır.

iv. henry: lakabı yok, ama yaptığı iş büyük. papayı aforoz etmiştir. valla bak. ama işler değişince tövbekar paçavralarına bürünerek roma'ya gider ve papadan özür dileyip, af ister. affı kapar elbet. kutsal roma imparatoru. 12. yy.

aslanyürekli richard: ingiliz kralı. 4. haçlı seferine çıkar. akra'yı alır. ganimet paylaşılamayınca fransa kralı ve kutsal roma imparatoru geri döner. selahattin'i arsuf savaşında yener. ama kudüs'e fransa ve kutsal roma'nın kralları geri döndüğü içingücü kalmaz. ülkesine dönerken rakibi leopold onu yakalar. kutsal roma imparatoruna onu verir. 2 yıl esir kalır ve fidye karşılığı ingiltere'ye döner.

kızıl sakal frederick: kutsal roma imparatoru. 4. haçlı seferi sırasında ceyhan'da boğulur.

iyi john: fransa kralı. 14. yy. poitiers savaşında ingilizere esir düşer.

uzun philip: fransa kralı. 14. yy.

yakışıklı philip ve deli joanna: v. charles'ın ana babası. resme dikkatli bakarsanız herifin bir dorian grey olduğunu görebilirsiniz. neyse, çocuğu charles/karl/carlos/varlo resmen bir servetin üstüne konmuştur. habsburgların, valoislerin(burgonya hanedanı), transatamaraların(kastilya) ve arogorn hanedanın varisi olan bu çocuk, 1515'de, 15 yaşında ispanya kralı oldu. 30'unda dedesinin ölümü ile kutsal roma imparatoru da oldu. elinde 4 milyon km karelik bir devlet vardır(sömürgeler dahil).

güneş kral: bildiğin xiv. louis. 72 yıl fransa krallığı yaptıktan sonra tanrı tarafından emekliliğe sevk edilir. ayrı bir yazı konusudur.

tedariksiz ethelred: 10. yy ingiltere. wessex kralı. çatalsakal'a yenilince normandiya'ya kaçar. herhalde tedariksiz olması bundan olsa gerek. ne kadar tedariksiz de olsa 48 yaşına kadar yaşamıştır. o devirlerde kralların kırkı bulması imkansıza çok yakın bir durumdur.

tavşan ayak harold: dan kökenli ingiltere kralı. çatalsakal nesrebinden.

yurtsuz john: magna carta'yı imzalayan ingiliz kralı. çok fazla işkence yapınca ingiliz baronları bunu sürgün eder. akabinde magna carta imzalanır ve ülkesine geri döner. yurtsuz olması sanırım bu sürgünden olsa gerek. 12. yy

para torbası ivan: 14. yy rusya.

kör vasili: moskova knezliği. 15. yy.

yerleştirici sanço: portekiz kralı. 13. yy başı.

zavallı sanço: portekiz kralı. 13. yy sonu.

dönek fernando: portekiz kralı. 14. yy.

arzulanan sebastiao: portekiz kralı. çok yakışıklı olmalı.

bakir henrique. portekiz kralı.

piç william: fatih william da derler. gayri meşru bir ilişkinin sonucudur. normandiya dükü bu kişi, hasting savaşı sonucu ingiltere tacını da kazanmıştır, ki rivayete göre amcası zaten onu ingiltere kralı yapacakmış, ama kuzeni hızlı davranmış vs vs...

dur bir not daha ekleyeyim. avusturya'nın evlilikler ile ispanya, güney italya, hollanda vs yerleri alması yüzünden şöyle bir söz çıkmış;

"bırak başkaları savaşsın, sen evlen ey büyük avusturya..."

bu aile içi evlilikler yüzünden bir süre sonra geri zekalı kişiler tahta çıkmaya başlayacaktır.

21 Ekim 2011 Cuma

coğrafi keşifler çağı

her şey avrupa'nın nüfusundaki artış ile başladı. artık masalarında daha fazla et ve yemek isteyen avrupalılar, şeker ve baharata doymak istiyorlardı. kırsal şehirlere göç dalgası başlamıştı ve bu ihtiyaçları karşılamak için de metal kaynaklarına gereksinimleri vardı. üstelik kilise, kurtarılacak yeni ruhlar peşindeydi.
böylece, taa 1200'lerin başında topraklarının kesin sınırlarını belirleyen portekiz bu arayışa girdi(arada ispanyol hakimiyeti olsa bile portekiz'in sınırı 1215'den beri aynıdır). kral i. john'un üçüncü oğlu prens denizci henry, 1415'de babasını kuzey afrika'nın kuzey sahilindeki müslümanlara ait ceuta limanına saldırtıp almaya ikna etti. böylece hem yarım adayı korumaya alacak, hem de sahra ticaretinin son durağını ele geçirecekti. akdenize sınırı olmadığı için o ticaretten nasibi almayan portekiz, böylece moritanya'nın köle ve mallarını ağına düşürmeyi bildi. henry haritacıları yanına aldı ve sarges'de bir denizcilik okulu kordu. böylece iki yeni gemi, karak ve karavela yapıldı. karaklar okyanus gemileriydi. karavelalar ise haritalanmamış kıyı boyunca güzel bir şekilde gidiyordu. 1425'de madeira takım adalarını aldılar. 1427'de azorlar yeniden keşfedildi ve alındı. 1434'de ise gil eanes batı afrika sahili boyunca gitti ve bojadur burnunu gerecek o zamanlar bilinen dünyanın sonuna geldi. fazla zaman geçmedi ve denizci henry'nin gemileri bilinen ticaret yollarını es geçerek ülkesine köle ve altın taşımaya başladı. henry öldü, ama iş bitmedi. 1490'da bartolomeu diaz, ümit burnuna ulaştı. 8 yıl sonra vasco de gama, ülkesine servet vaad eden hindistan yoluna yelken açtı.
portekiz'in afrika'yı dolaşarak hindistan'a ulaşması üzerine ispanyollar ceneviz kökenli cristopher colombus ile anlaştı ve 1492'de yelken açıldı. 61 gün sonra bahama takım adalarına ulaştı. bundan sonra çin'in bir uzantısı sandığı küba ve haiti'ye vardı. vikinglerden beşyüz yıl sonra, amerika yeniden keşfedilmişti. 1498 ve 1504'de iki sefer daha yapma şansını böylece ele geçirmiş oldu.
ama bu durum iki komşuyu karşı karşıya getirdi ve papa duruma el koydu. vi. alexander yeni dünyayı bu iki ulus arasında böldü. ispanya'ya azorların 370 fersah batısı kalmıştı. böylece brezilya dışında tüm amerika onlara kaldı. potekiz ise afrika, hindistan ve doğu hint düşmüştü. portekiz bir süre sonra afrikalı köleleri brezilya'daki plantasyonlara taşıdı. ama portekiz bu işi beceremedi. 1580'de ispanya kralı ii. philip, portekiz tahtını miras yoluyla aldı. böylece ispanya'nın karşısında ingiltere, fransa ve felemenkler geldi. onlar papanın paylaşımını umursamıyorlardı.
fransızlar ve ingilizler o arada kendi araştırmalarını yapıyor ve kuzey amerika'ya gidip geliyorlardı. 1497'de italyan kaşif john cabot, ingilizler adına cape breton ve nova scotia'ya ayak bastı. o da colombus gibi çin'e geldiğini sanmıştı. yine bir italyan, giovanni de verazzano fransa adına şimdiki abd'nin doğu sahillerine ayak bastı. tüm bu denizcilerin hedefi asyayı bulmak ve ülkerine servet götürmekti. 1522'de portekizli magellan dünyanın çevresini dolaştı. 1600'lerin başında avrupalı denizciler tüm denizlerde yelken açmaya başlamışlardı. işi portekizliler başlattı, ama başka millet adına görev yapan italyanlar bu işi sürdürmekteydi. malum, italyanlar denizcidir.
keşfetme işi bitince sömürü dönemi başladı. avrupalılar dünyayı aralarında savaşlarla bölüştüler, yeni bölgelerdeki uygarlıkları yok ettiler, soykırım yaptılar. köleye ve ticarete açtılar ve imparatorluk hırsları çok büyüktü. kuzey amerika yerlilerini kendi taşıdıkları hastalıklarla yok etme noktasına getirdiler. aldıkları frengi ise avrupa'da pek fazla etkili olmayacaktı.

böylece ticaret patladı. 1600'lerde sevilla limanına yılda 200 gemi altın ve gümüş geliyordu. ümit burnunu bir süre sonra hollandalılar da kullanmaya başladı. batı şehirlerin nüfusu hızla arttı. beslenmek için buralara polonya buğdayı gelmeye başlamıştı. muscovy kumpanyası(1555), levant kumpanyası(1581) ve doğu hindistan kumpanyası(1600) hollandalılara sattıkları kumaş ile servet oluşturmaya başladılar. hollanda'nın kendi doğu hindistan kumpanyası(1602)'da kısa zamanda bunlara katıldı. yine 1602'de amsterdam'da dünyanın ilk hisse senedi borsası kuruldu.
                                                           (doğu hindistan kumpanyası bayrağı)

avrupa'ya biber, kahve, kakao, şeker, tütün doldu. domates, patates, mısır ve kuru fasulye amerika'dan geldi. avrupa'da yapılmış mallar karşılığında afrika'dan köle alınıyor, bu köleler amerika'daki plantasyonlara satılıyordu. köle götüren gemiler, tütün, şeker ve kahveyi avrupa'ya taşıyordu. böylece bankacılık gelişti ve kral ve prenslere kredi vermeye başladılar.

ama bu mal bolluğu avrupa'da krize neden oldu. altın ve gümüşe bağlı olarak para arzı artınca fiyatlar üç kat arttı. hayat standartları yükselmişti ve avrupa imkanının üzerinde bir yaşam sürmeye başladılar. kaybeden portekizlilerden sonra ispanyollar oldu. 1700'lerde ispanya silik bir devlet konumuna geldi. deniz ötesinden gelen servet yüzünden ispanyol sanayisi modernleşemedi ve böylece zenginliği israf ettiler. ispanyol aristokrasisi, uluslararası rakiplerinin kendi zenginliklerinden yararlanmasına izin verdi. onlar lüks malları tedarik ederlerken, onlara kendi zenginliklerini verdi. gemilerle gelen altınlar da azalınca böylece ispanyol günleri de bitmiş oldu. ingiliz ve hollanda limanları, en fazla ticaretin yapıldığı limanlar olmuşlardı. hollandalılar kendi kumpanyaları ile baharata egemen oldular. 1700'lerle beraber ingilizler hindistan, kanada ve kuzey amerika sömürgesinin de yardımı ile hollandayı geçtiler. sterlin avrupa'nın en değerli parası haline geldi.
böylece avrupa'da kiralar ve vergiler yükseldi. yükselen kiralar yüzünden iyice zenginleşen asiller, taşradan şehirlere taşındılar. pahalı evler yaptılar. zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olduğu bu devrede lordlar ise köylüler arasında çatışmalar arttı. hayat fakirler için hiç iyi değildi. tıptaki gelişmeler nüfusu artırdı, ama bu nüfusun beslenme problemi ortaya çıktı. köylüler şehirlere göç etmeye başladılar. böylece yolların emniyeti meselesi gündeme geldi. şehir planlamacıları şehirlerde açık sahalar oluşturmaya başladılar. durum bu şekilde devam ederken ingiltere'de tarım devrimi oldu. makineleşme ve nöbetli ekim ile artan nüfus beslenmeye başlandı. böylece 1700'lerin sonunda başlayan ve 1800'lerde devam eden sanayi devrimi için işgücü oluşmaya başlamıştı.

nerden nereye...

19 Ekim 2011 Çarşamba

charlemange

eğer bir adamı avrupa'nın babası olarak adlandırırsak bu kişi 800 yılı noel günü roma'da saint peter bazilikası önünde diz çöküp papa iii. leo'nun elinden, sarışın buklelerle dolu başına taç geçiren ve imperium romanorum(romalıların imparatoru) olarak selamlanan charlemagne'dir(biz şarlman deriz). böylece 500 yıl önce çökmüş roma imparatorluğu, kutsal roma imparatorluğu adı ile yeniden kurulmuş oluyordu.
olayın son noktası bu olmakla birlikte gelişme süreci biraz farklıydı. bu olaydan bir kaç yıl önce papa, roma soyluları arasında taşşak malzemesi haline gelen bir kişidir. üstelik bir papalık töreni sırasında rakipleri tarafından yakalanmış ve az kalsın gözünden ve dilinden olacaktı. olayı ucuz atlattıktan sonra hemen frak kralı chalemagne'den yardım ister. o da roma'ya gider ve papaya yardım eder. olayın sonrasında bu taç giyme töreni meydana gelir ve leo, kendisini ve haleflerini frankların koruması altına alır. o sırada istanbul ve roma kiliseleri hala birdi ve istanbul'daki imparator, roma imparatoruydu. ama o sırada tahta bulunan imparatoriçe irene'nin ikona kırma krizi doğal bir boşluk doğurmuştu ve papa bu durumdan hiç memnun değildi. eğer ortada bir boşluk varsa dolar ve papa o boşluğu yeni koruyucusu ile hemen doldurdu.

franklar, uzun uğraşlar neticesinde yavaş yavaş, kademe kademe baş güç olma yoluna girmişlerdi. olayı en azından bir 50 yıl geriye götürmek uygun olur. 751'de lombardlar italya'nın tümüne hakim olmak isterler(kuzey italya'daki germen kabilesi). bunun üzerine o zamanki papa ii. stephan, italya dışındaki tek katolik ulus olan franklardan yardım ister(avrupa'nın tamamı katolik değil o zaman, çoğu çok tanrılı). charlemagne'nin babası kısa pepin(komik ünvanlı avrupalı hükümdarlar için ayrı bir yazı yazacağım) papaya yardım eder ve lombardları işgal ettikleri ravenna'dan çıkarır. pepin, franklar arasında saray kıdemlisi/majordosu  ve dükü makamındaydı. ama bu başarısı ile papa tarafından frankların kralı ilan edildi. kendisinden sonra gelen oğlu charlemagne'de karolenj hanedanına adını verdi ve kutsal roma imparatoru oldu. pepin'in babası charles marten ise bir saray nazırı olarak başladığı yaşantısına puvatya zaferi(müslüman arapların avrupa'da ilerlemesini kesin olarak durduran savaş) ile büyük bir ün kazanarak devam etmiş ve sonra o zamanlar fransa'yı yöneten merovenj hanedanına karşı yok etme girişiminde bulunmuştur(merovenjler, dan brown'a göre isa'nın kızından türeyen  hanedandır).hanedanı yok edememiştir, ama papaya yardımları ile frankların kralı olması gerektiği bizzat papa tarafından dillendirilmiştir.
pepin öldükten sonra o zamanlardaki klasik adet olan ülkeyi kardeşler arasında bölme prensibi icabı frankların ülkesi charlemagne ve carloman arasında ülke bölündü. ama 771'de carloman aşırı burun kanamasından ölünce charlemange tek hükümdar olarak kaldı. kardeşinin krallığını da alarak, nesturia(neredeyse günümüz fransa'sı), austrasia(doğu fransa, batı almanya, belçika, lüksemburg ve hollanda)'ya hükmetmeye başladı. ama kafanız karışmasın, o zamanlar o bölgeler neredeyse boştur ve sık ormanlarla kaplıdır. insanlar avcılık, toplayıcılık ve domuz yetiştiriciliği ile karınlarını doyurmaktadır(avrupa'nın ormansızlaştırılması ve tarım, daha sonra, nüfusun artması ile oldu). neyse, kendisini aşırı savaş meraklısı olduğu için 53 sefer yaptı ve alplerin güneyinden lombard topraklarına girdi. bir süre sonra saksonya, bavyera, carinthia(şimdiki güney avusturya), breton hudutları, sepitmania(şimdiki fransa'nın ispanya ile akdenize yakın olan sınırları civarı) ve endülüs araplarını uzak tutmak için kurulmuş tampon bölge olan marca hispanica'yı aldı. dedim ya, savaş manyağıdır.

bu kadar çok savaş meraklısı olunca doğal olarak hükümeti de gezici oluyor. ama yine de düzenli bir sistem kurmuştur. aldığı ülkelerin yerel hükümdarları ise iktidarın büyük bir bölümünü kullanmaktaydı ve kendisi yerel adetlere saygı gösteriyordu. üstelik bilgilenleri de ihmal etmemiştir. ingiliz keşiş ve bilgin yorklu alcuin, onun hocasıdır. karolenjin yöneticlierin çoğunu alcuin yetiştirmiştir. dil ve din bilimciler de yazılı eserler veriyorlardı. ama her nefis ölümü tadacaktır ve 814'te bu büyük hükümdar ölmüştür. iktidarı ele geçirdiğinde frank kralıdır. öldüğünde roma imparatoru, sakson, frank, lombard, anglo, cermen, got ve slav kralı olmuştu. o zamanlar üç büyük devlet vardır. abbasiler, dopu roma(bizans) ve kutsal roma. abbasilerin halifesi ve çağdaşı olan harun reşit'in ona çalar saat yolladığı bilinir.
neyse, ölmesinden sonra adet olduğu üzere imparatorluğu bölünür. batı francia adlı batı toprakları kel charles'a kaldı. flemenk, lorraine, alsace, burgundy, provence ve italya ise herhangi bir lakabı olmayan lothair' kaldı. şimdiki almanya ve doğu bölgeleri ise louis'in oldu(alman louis derler). yani aşağı yukarı fransa-almanya bölünmesi böylece başladı. böylece charles martel ile doğan ve charlemagne ile adını alan karolenj hanedanı son büyük imparatorunu yitirmiş oldu. hepi topu 100 yıllık bir mücadele ile batı ve orta avrupa'yı birleştirmişlerdi. bunu daha sonra tek yapabilen kişi napoleon ve hitler'dir.

kurduğu imparatorluk, 962'de yeniden inşa edildi ve öyle veya böyle ayakta kalarak uzun süre dayandı(westphalia ile bir önemi kalmamıştı) ve napoleon tarafından sonlandırıldı. yani 800 yıl ayakta kaldı. son karolenj hükümdarı fransa'da veliahtsız ölmüştür. onun yerine geçen hugh capet'in soyu fransız devrimine kadar iktidarda kalır. napoleon'dan sonra bir 30 yıl daha iktidarda kalacaktır.

6 Ekim 2011 Perşembe

elimdeki saz yeter canıma


kaan tangöze'nin o "aahhhahhhhhhh" dediği kısımlarında muhtemelen kendini kaptırıp ağladığı şarkıdır. çünkü dinlerken moda girerseniz, harbiden ağlatabileceğini anlıyorsunuz. güzellik, birazcık güzellik bile gözleri doldurmaya yetebilir. sanırım sözlerini yazarken veya ilk kez söylerken kendinden geçmiş. kayda dökerken ise sürekli ağlama halindeki sesi ile bu efekti vermiş. neyse işte, ne yapmışsa iyi yapmış. güzel şarkıdır ve bazen aşk bir taraf için mükemmel bir şekilde giderken büyük bir hezimete dönüşür ve yıkım olur. diğeri için ise tek bir çizik bile almadan sonlanmış savaş gibidir. zafer kazanmış komutan edasıyla yendiğine bakar. mükemmellikler yer değişmiştir. trajedi...

2007'nin 6-7 eylül akşamında, siyah ile beyaz arasında hiç bir fark olmadığını anladığımda, ne çiçek kokuları geliyordu burnuma, ne de kuş sesleri. güzel olan ne varsa bu şarkıdaydı o an ve ben kötü bir otel odasında kendimden geçmiş ve neredeyse geberecek gibi bir haldeydim. parçayı dinlediğimde -ki sadece beş altı bira ile kendimden geçmiştim- sanki vahiy indirilmiş gibi sözleri anlamlı gelmişti. o gece, haberin yok ölüyorum ile beraber evire çevire dinlemiştim.

cebim delik, başım açık, içim ferah, sazım yanık

(hiçbir şeyim kalmadı artık, sana bile sahip değilim ve üzgünüm)

en güzeli, senin olsun, en yücesi, sana kalsın

(ne istiyorsan senin olsun, zaten o yüzden gitmedin mi)

aşk olsun, gözün doysun

(sana yine de yetmez, biliyorum)

hayırmak için kudretin senin olsun
kudurmak için sohretin de senin olsun
saldırmak için servetin senin olsun
yalvarmak için allahın senin olsun

(ne istiyorsan senin olsun, her boku al, ye, bitir, tüket, öldür, bırak, yok et)

benim

içimdeki aşk elimdeki saz
elimdeki saz içimdeki aşk
içimdeki aşk elimdeki saz
elimdeki saz yeter canıma

(benim hiçbir malım yok artık. bir tek sana olan aşkımla, sevgimi anlatacağım sazım kaldı elimde)

ee, ne demiş ingilizler, mülk kapıda sürünürken aşk pencereden içeri girer. neyse, şarkının çıkarılan bir bölümü olduğu da söylenir. ilk "yalvarmak için allahın senin olsun" dedikten sonraki derin boşlukta olsa gerek bu sözler. sonra o kısmı tekrar ediyor çünkü. ekşi'de yazdığına göre bu bölüm şöyle;

...gözüm açık,
gel yanıma gel
özüm ayık,
gel de karşıma gel
yalnızım ben yalnız...

şarkıya da uyarmış aslında. veya en azından benim o akşamki halime gidermiş. sen de şarkıyı bu mısralarla birlikte söyle bak, güzel gidiyor.

5 Ekim 2011 Çarşamba

bir zamanlar anadolu'da

şimdi kardeşim ben nuri bilge ceylan'ın kırsalda geçen filmlerini seviyorum. üç maymun'u bir türlü beğenemedim misal. ama iklimler hoştu, çünkü bir sürü ağrı sahnesi vardı ve o yerler farklı şekillerde gözümde canlandı durdu. uzak'ı da beğenememişimdir mesela. ama bir zamanlar anadolu'da filmini beğenmeyeni dövmek lazım.

gerçi filmde yılmaz erdoğan feci sırıtmış. kendisine karşı bir antipatim de var ayrıca. "o yüzden mi" diye de düşündüm. yok, harbi sırıtmış. onu geçtikten sonra elimizde kalan ise inanılmaz bir gerçeklik. mekanın kırıkkale olmasının hiçbir anlamı yok. tren sesini duyana kadar(tarkovski'ye göndermeymiş o sahne!) ağrı sanmıştım hatta. çok benziyor çünkü ve otobüsle yolculuk yapanlar bilir, eskişehir'den sonra her yer birbirinin aynıdır.

neyse, filmde gece yarısı cinayet mahalinin tespitinin yapılması için zanlı ile beraber yola çıkan savcı, doktor, komutan ve askerleri, komiser ile polis memuru, savcı katibi, şoförü, kazma-kürekçi ve komiserin şoförü arap'ın hikayesi var. ülkenin herhangi bir yerindeki alt düzeyinden en üst düzeyine kadar memur yaşantısı, davranışı işte aynen budur. devletin memurunu kullanış şeklini anlatması ve memurun bıkkınlığı üzerinden bakarsanız eğer inanılmazdır. en basit şoföründen(ki ikisinin atışması müthiş) savcısına, çocuğun top görünce anında babasının öldürülmesini unutmasına kadar her şey inanılmaz gerçek. sesler, efekt, muhtarların müthiş laçkalığı, yol, evler mükemmel. bu film palm d'or almadıysa eğer bilin ki fransızların bizim ülkeyi gram bilmediği ve filmde geçen bir çok diyalogtan bir bok anlamadıkları içindir.

öldürülen elemanın üzerindeki recep ivedik gömeliği ve tipinin de recep ivedik'e benzemesi ayrı bir olay.

4 Ekim 2011 Salı

tamirci çırağı


daha öncesinde bu parçadan bir yazı içerisinde kısaca bahsetmiştim. şimdi uzun uzun bahsedelim. malum, tamirci çırağı cem karaca'nın en meşhur parçalarından birisidir. ama "sürerim buluttan tarlaları, yağmurlar ekerim göğün göğsüne, güneşte demlerim senin çayını, yüreğimden süzer öyle veririm" demez işte bu şarkıda. ıslak ıslak'da feci bir sevda vardır. tamirci çırağı ise bambaşkadır ve esasında bir gerizekalıdan bahseder. siz o gerizekalıya şarkıyı dinlerken "run forest run" diye de bağırabilirsiniz.

gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar
ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar
elleri ak yumuk yumuk, ojeli tırnakları
nerelere gizlesin şu avucum nasırları

şarkı bildiğin sınıfsal farklılıklardan bahseder. otomobil tamircisi(çırağı veya) bir delikanlı, bir gün tamirhaneye gelen güzel ve zengin kıza birden bire aşık olur. malum, erkek dediğin süt gibi beyaz kadınlara, güneş görmemiş göğüslere, ellenmemiş kalçalara, ojeli tırnakalara, güzel giyisilere aşık olur. çünkü kadının parlaklığı erkeği çeker. kadının gözü ise doğal parlaklılar alır. çünkü "kadının en iyi dostu elmaslardır". erkek gidipte tekstilde çalışan kirli giyimli, başı örtülü, kara yüzlü kadınlara aşık olmaz. hatta büyük aşk hikayelerini bilirseniz eğer, mecnun'un aşık olduğu leyla, vezir kızıdır, ferhat'ın tombul sevgilisi şirin, bey kızıdır. aslı ise zaten bir içim su olmasının yanında babası da önemli bir kişidir. aynı kadınlar böyle önemli kişilerin kızları olmasa inanın bana ne mecnun, ne ferhat, ne de kerem onlara aşık olurdu. gördüğünüz üzere erkek dediğin kadının tipine bakmaz. fakirse eğer parasına ve giyimine aşık olur. herkes kendinde olmayana aşık olur. zaten şarkıda da kızın kaşından gözünden olduğu kadar, pahalı kılığından kıyafetinden bahsetmesine de bakılırsa yağız gencimiz, sadece o tür kızlara aşık olmaktadır. bi de kekndi kendine çırak ellerinin o nasırı ile kadının kremler içinde yüzmüş süt gibi yumuşak ellerini kıyaslayınca utanır. tokalaşamaz bile. çünkü aşağılık duygusu tavan yapmıştır. nasırlı elleri ile o yumuşak elleri tar u mar deceğini düşünür. düşünün lan bi, nasırlı, testere gibi eller, o yumuşak elleri hatır hutur keser!

otomobili tamire geldi dün bizim tamirhaneye
görür görmez vurularak başladım ben sevmeye
ayağında uzun etek dalga dalga saçları
ustam seslendi uzaktan oğlum al takımları

neyse, çırak kıza yazmaya başlar, ama kız doğal olarak hiç oralı olmamaktadır, ki hayatın doğal akışı da bunu gerektirir zaten. ama köyden yeni gelen çırak, süt sağan berivanlardan beri gördüğü tek 'kadın gibi kadın' bu olduğu için adeta büyülenmiştir. aragorn'un o peri kızı arwen'den, gimmi'nin galadriel'den büyülenmesi gibi bir durum vardır ortada. tabi usta hemen durumu çakar ve çırağının kendisini rezil etmesine izin vermez veya kadına sarkmasından korkmaktadır. çünkü öyle bir durumda yağlı bir müşteri kaçabilir.

bi romanda okumuştum buna benzer bir şeyi
cildi parlak kağıt kaplı, pahalı bir kitaptı
ne olmuş nasıl olmuşsa aşık olmuştu genç kız
yine böyle bir durumda tamirci çırağına

hayat böyle bir şey işte. dizilerde, romanlarda, filmlerdeki gibi bir şey sanılıyor aşk. aslında oralarda bile sevgi beş dakika ile anlatılır. bisiklete binilir, hop dondurma yalanır, hop denize bakılır, hop akşam olur. al sana beş dakka. geri kalan süre kavgadır, sinirdir, stretir. sen o filmlerdeki beş dakikaya, el ele tutuşan ve meleklermiş gibi sevişenlere kanarsın ve hayatı o beş dakikaya göre yaşamak istersin. bizim çırak da aynı kafadan. zengin kızın kendisine aşık olacağını sanır. normalde kadının kendisinden bir kaç eğlence çıkarması lazım, ki eğlensin. hayat eğlencedir.

ustama dedim ki bugün giymeyim tulumları
arkası kuşlu aynamda taradım saçlarımı
gelecekti bugün geri arabayı almaya
o romandaki hayali belki gerçek yapmaya

ve büyülü anlar başlar. çırak büyük ihtimal on beş yaşlarında biri olmalı. kendisini kirli gösteren giyisilerinden utanır. lacileri çekmeye karar verir, ki o da mahmutpaşa malıdır aslında. parıltısı yoktur giyisilerinin. saçlarını ne kadar tararsan tara, değişmez a yavrum, senin bahtın kara. kadını kılığı kıyafeti ile etkilemeye çabalayacaktır. ama çırak maldır gördüğünüz üzere. ulan salak, kıyafetle o kadın tavlansa çevresinde milano malı giyisili binlerce erkek var. üstelik araban bile yok. kadının arabasını tamir ediyorsun. kadınlar için araba iktidar sembollerinden birisidir. gider kendi arabasından daha muhteşem arabalılara verir. ama herif dediğim gibi romanlardan feci etkilenmiştir. gençlik başında duman işte.

durdu zaman durdu dünya girdi içeri kapıdan
öylece bakakaldım gözümü ayırmadan
arabanın kapısını açtım, açtım girsin içeri
kalktı hilal kaşları sordu kim bu serseri

en sonunda büyülü anlar başlar. hani sinemada bir sahne vardır. kırmızı şapkalı kadın, arabanın arka koltuğundan iner ya, ağzında sigarasının dumanı tüte tüte, önce şoförü kapıyı açar, akabinde önce sağ ayağı görünür, kırmızı topuklu ayakkabı yere temas eder, her şey yavaş çekim devam etmektedir ve kırmızı şapka belirir, kadının yüzü görünmemektedir, ama dumanlar kadının şapkasını bulutlarda göstermektedir ve sol ayak yere basar, mini etek giymiştir kadın ve göğüsleri çıkar akabinde kapıdan, en sonunda da yüzü görünür, büyük güneş gözlüğü gözünde, şık eldivenli ellerinin parmaklarında sigara. işte öyle bir sahne yaşar bizim çıkak. kapıyı açar, bakar, çarpılır ve kadın şaşırır, "benim iyi giyinmiş şoförüm nerede, bu mal kim" bakışı atar.

çekti gitti arabayla egzozuna boğuldum
gözümde tomurcuk yaşlar ağır ağır doğruldum
ustam geldi sırtıma vurdu unut dedi romanları
işçisin sen işçi kal giy dedi tulumları

kadın yine iyi birisidir. çırağı dalga geçmek için bile kaale almaz. bakar ve en sonunda "eeeh yeter be, seni bana sayıyla mı verdiler" tavrı takınır. delikanlıya ayarı verip basar gider. ama bizim beyinsiz çırak yıkılmıştır. o aşifte nasıl olup da kendisine yüz vermemektedir. gider bakar aynaya, tipi falan düzgündür aslında. en sonunda düşünür ve o müthiş sonuca varır. kız zengindir de o yüzden ona yüz vermemiştir. daha kötüsü de kendisi maalesef zengin değildir ve bu yüzden kızı kafalayamamıştır. acı gerçeği kavrayıvermiştir. iyi giyimle en fazla onun jigolosu olabileceğini anlar. o da kadın ihtiyarlayınca gerçekleşebilecektir. böylece yıllar yılı fakirliğinden utanan genç tamircinin ilk kez zihninde bir parıltı belirir gibi olur. fakirlik, sırf kendisi için değil, herkes için berbattır. derken şarkıda babacan görünen ve durumu farkeden ustası, "işçisin sen işçi kal, tepemin tasını attırmadan giy şu tulumlarını, al eline takımları, git şu arabayı tamir et, başka da bir bok düşünme, yoksa ağzını yüzünü sikerim senin" diye esip gürler. zaten paralı bir müşteri de kaçıp gitmiştir ve sinirlidir. o çırağı sikse yeridir, o anda kafasından bunlar geçer. genç tamirci çırağı ise varmak üzere olduğu sezgisel bir sınıf bilincini daha kazanmadan kaybetmiştir. bundan sonra da hep aynı tas aynı hamam olacaktır. yine zengin kızları görecek, yine onlara yazacak, ama karşılık alamayacaktır. o zengin kızımız ise elbette kendi sınıfından iyi bir koca bulup onunla vakit geçirecektir. çırağımızın payına ise anasının bulduğu helal süt etmiş kadın düşecektir. patronunun ağzını yüzünü sikmemesi için de olanca gayreti ile çalışacaktır!
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.