heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

24 Şubat 2011 Perşembe

gereğinden fazla abartılan filmler

 1- v for vendetta: neden bu kadar abartıldığını anlayamadığım bir film. yapımcısı wachowski biraderler. action sahneleri falan iyi. o yüzden mi acaba. esasında bir çizgiromanmış. 5 kasım 1605 guy fawkes hadisesi ile 1984'ün konusu birleştirilmiş. fazla masalsı bir yapısı var. şahsen kendi içinde bile gerçekliği olduğunu düşünmüyorum. wikipedia'ya göre çizgiromanın hayranları filmde değiştirilen ve çıkarılan kısımların, verilmek istenen mesajı bozduğunu öne sürmüşler. çizgiromanda faşizme karşı anarşizm çatışması vurgulanırken, filmde öyle bir şey yok bildiğiniz gibi. imdb top 250'de 8,1 ortalam ile 180. sırada.

2- shawshank redemption: şu film nasıl bu kadar abartılıyor, hiç anlayabilmiş değilim. iyi bir hapishane filmidir, senaryosu güzeldir, ama başka bir özelliği yoktur. imdb top 250'de bir numara. inanılır gibi değil. daha da ileri gidip diyorum ki, bu film duygusal bir çöplüktür.
3- the godfather - godfather II: allah bana bu iki filmi izlettirmeyi hiçbir zaman nasip etmedi. çok şükür! ne zaman "bu sefer olacak, başından sonuna kadar izleyeceğim" desem bir kaç sahne sonra inanılmaz bir sıkıntı çöküyor üstüme. bu film resmen sıkıcı be, dayanılır gibi değil, berbat bir seri. imdb top 250'de ikinci ve üçüncü sırayı bu filmler paylaşıyor. iyi olmasını bıraktım, kötü bir film ya hu.
4- the dark knight: tamam, jokeri oynayan eleman harbiden efsanevi bir performans göstermiştir. ama hepsi bu. üzerine methiyeler döşenecek, allanıp pullanacak kadar iyi değil. şahsen hiç beğenmememin bir nedeni de batman'den nefret etmemdir. kendisi süper kahramanların yüz karasıdır. imdb top 250'de onuncu sırada.
6- the bourne identity - the bourne supremacy - the bourne ultimatum: hiç üçleme izlemesem gözüme güzel görünebilirdi. ilk filmdeki franka potente hariç, cazip hiç bir yönü yoktu. hala daha boktan bir seridir benim için. daniel craig'li bond serisi bile daha güzel. yani abartıldığı kadar kesinlikle iyi değildir. imdb top 250'de ultimatum 167.
7- schindler's list: sadece bir kez izledim ve yapaylığı karşısında defalarca kusma isteği uyandırdı bende. bu filmden sonra o efsanevi pianist filmini bile izleyemedim. çünkü kafamda senaryoların aynı olduğuna dair emareler dolaşıyordu. rezil ötesidir bu film. o "keşke arabamı da satsaydım, bir kaç yahudi daha kurtarırdım" haykırışlarını duyduğumda ise senaryonun aptallığı karşısında küçük dilimi yuttum. her bokunu satıp yahudi satın alırken benim bile aklıma gelmişti arabasını satmadığı. geri zekalı herif. pembe mont klişesi bambaşka bir yazı konusu. umut, ümit vs falan. imdb top 250'de altıncı sırada.
8- la vita e bella: biri tutmuş,biri pişirmiş ve biri de oscarı kapmış işte. başından sonuna kadar izleme gafletinde bulunayım dedim ve izleyemedim. belki çoluk çocuk sahibi olsam durum değişebilirdi. ama çok sıkıcı bir film be. imdb top 250'de yetmişinci sırada.

9- apocalypse now: herifçi oğlu bulmuş marlon brando'yu, doors'un the end'ini almış ve şarkıya klip çekmiş. bunun neresi film, nesi bu kadar övülüyor, ne sikim bir iştir bu bilmiyorum. the end'in klibinden başka bir şey değil. rezalet bir filmdir. imdb top 250'de 36. sırada.
10- eşkiya: bir tane türk filmi yazmasam kendimi kötü hissederdim. 50 yaşına gelmiş uğur yücel'in saçları boyanıp genç olması fecaat. üstelik o göbekle oynatılması daha da kötü. uğur yücel iyi bir oyuncudur, ama tipi gitmemiştir ve çok sırıtmıştır. onu da geçtim, o son sahne neydi be, pehh..

22 Şubat 2011 Salı

çoluk çocuk

mina urgan'ın bir dinazorun anıları adlı otobiyografisini okuduğumdan beri en zevkle okuduğum otobiyografi, patti smith'in bu otobiyografisidir. gerçi otobiyografi demem yanlış olabilir. tam olarak nasıl adlandıracağımı bilemiyorun. ben patti smith'i free money'den bilirim. harbiden çok güzel bir parçadır. davulun ritmi ve kadının sesi sizi yerinizde sabit bırakmaz ve hareket ettirir. kitap falan yazdığını da okumuştum, ama yazdığı bir şey hiç karşıma çıkmamıştı. ta ki çoluk çocuk'a kadar. inanılmaz güzel yazmış.

janis joplin her "adamım" dediğinde sanki bana demiş gibi geldi. tüm gece dans ettiği erkek, genç bir kadınla çıkıp gidince, başını sanki benim omzuma koyup ağladı. jimi hendrix'in o büyük projesinin ortada kalmasına ben içerledim. kitap, okuyan ile birebir iletişimi mükemmel sağlıyor. çevirmen, müthiş çevirmiş.
jack kerouac bile var ya hu. yazı yazdığı mekanlardan bahsediyor(68'den önce aşırı alkolden ölmüştü). allen ginsberg patti'ye erkek sandığı için kur yapıyor. william burroughs falan, vayy be, tanımadığı ve ölümünü görmediği kimse kalmamış gibi neredeyse. jim morrison hariç. kitap, beat jenerasyonundan 68 kuşağına geçişi, 68'lilerin yaşadıklarını ve masallara konu olabilecek sonlarını müthiş anlatıyor. ama en çok, mükemmel bir ilişkiyi tarif ediyor. başlangıcındaki mucizelerinden şimdiye kadar devam eden mükemmel ötesi bir ilişkidir bu. robert mapplethorpe ile olan ilişkisi. ilk kez new york'a geldiğinde görür. sonra açlıktan ölmemek için çalıştığı kitapçıda. akabinde de bir bilim kurgu yazarının yatağına düşmemek için çabalarken yolda. akabinde sevgili olmaları ve dostluğa dönüşmesi ve birbirlerine bir şeyleri başarıncaya kadar destek olmaları, robert aids'den ölünceye kadar geçen süre. 70'lerde uyuşturucu, 80'lerde ise aids 68 kuşağını yok etmiştir.

şunu da yazmadan geçemeyeceğim. evet, patti smith 19 yaşında evini terk ediyor. fabrika işçisi olmak istemiyor. çok azimli ve başarmak istiyor. ama çok şanslı. jersey'den trene atlayıp new york'a giderken parasının trene yetmediğini görüyor ve ne yapacağını şaşırmış bir haldeyken içinde 32 dolar olan bir cüzdan buluyor. new york'da açlıktan sürünürken iyi insanlara rastlıyor. en sonunda belkide batağa düşecekken her şeye birlikte göğüs gerecekleri robert'ı tekrar görüyor vs vs. şans sanırım azimli insanın yanında. azimli olmazsan şans sana gülmez. ama şans da lazım. çünkü patti smith istediğini yapabilmiştir en sonunda. yapamayan kişilerin sonlarından da bahseder. azim bu yüzden gereklidir. bu arada her şeyin patti'nin saçlarını keith richards tarzına döndürmesiyle başladığını da söylemeliyim :)

18 Şubat 2011 Cuma

genlerimizde yazan kaderimiz midir?


şu gattaca filmini izledikten sonra iyice kafama takıldı bu soru. filmde genetik o kadar ilerliyordu ki, doğan çocuğun topuğundan kan alıp, göz bozukluğundan yeteneklerine ve hatta hangi sebeplerden öleceğine dair oranlara ve hatta öleceği yaşa kadar her şey söyleniyordu. böyle bir şey gerçekten olabilir mi? kader tabletlerimiz genlerimizden başka bir şey değil mi? sürekli çabalamamıza rağmen, dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyor olmamızın nedeni, genlerimizden başka bir şey olmayabilir mi? malum, şimdi bile genetik sipariş üzerine çocuk edinilebiliyor. göz renginden başlayıp bir çok özelliğini belirleyebiliyorsun. ama kktc hariç her yerde yasak! peki ya ileride? gerçekten insan yapımı, sıfır hata, mükemmel insanlar mı saracak dünyayı?

sonra kafamı kurcalayan bu soruyu genetikçi bir arkadaşıma sorayım dedim. bu biraz da kaderden ne kastettiğimize bağlıymış aslında. kaş-göz renginden tut da, hangi hastalıklara meyilli olduğumuz hep yazıyor genlerimizde. ya da ne bileyim, kişiliğin mesela. ama bu genetik bilgiler sadece ipucu olabilir ileride nasıl bir insan olacağımıza dair. zira kural şuymuş:

25 % genetik + 75 % çevresel faktörler.

bu çerçeveden bakınca çevresel faktörlerin(yani değişken) önemi büyük. genetik ise(sabit) o kadar da fazla önemli değilmiş gibi duruyor. elimizdeki değişkeni de değiştiremiyoruz aslında. yani genetiğini bildiğimiz(saç teli, dökülen deri analizi vs) kişileri iyi bir şekilde gözlemlersek eğer(veya tersi durum), bence 10 yıl sonraki hallerini şıp diye bilebilir. gerçi genetiğini bilmeden de belirli bir yargıya ulaşabiliriz.

şöyle düşünün; elimizde yeterli veri varsa, güneş sisteminde ne zaman ne olacağını, hatta uzayda bile ne zaman ne olacağını, hatta dünyada bile ne zaman ne olacağını bilebiliriz. çünkü belirli bir döngüye sahip her şey. koskoca evrenin kendisinin bile geleceğini bilebilirsek, elimizdeki yeterli verilerle ve iyi bir gözlemle insanın da ne zaman ne yapacağını kestirebiliriz. hatta ne zaman öleceğini de!

daha açık ifade edersem, bizim de gezegenler gibi belirli bir rotamız var. o rotaya girmek zorundayız ve birden bir bakıyorsunuz, aslında hiç olmak istemediğiniz yerdesiniz. güçlü bir irade bunu değiştirebilir gibi gelebilir size. bence o ihtimal de yok. her şey olacağına varır mottosu hesabı, güçlü iradenin olmasınını istediği şey, olması gereken şeydir. yani kaçacak hiçbir delik yok. insanlar iradesiz hayvanlardan başka bir şey değil. tesadüf denilen şey işte bu döngülerinin devamına yardımcı oluyor. her şeyin tekrar rotaya girmesini sağlıyor. yani çöpçü olmak kaderinizse, çöpçü olmaktan başka şansınız yoktur! ne yapar, ne eder, eninde sonunda çöpçü olursunuz. belki gen teknolojisi iyice gelişirse, çöpçü olan kaderimizi resetleyip, yeni bir kader yükleyebiliriz kendimize...

16 Şubat 2011 Çarşamba

tembellik hakkımız, söke söke almalıyız

marksizmi fransa'ya ilk getiren kişi, 1842'de küba'da doğan, babasının babası fransız, annesi siyah-beyaz melezi, annesinin babası fransız yahudisi ve annesi karaibli bir kızılderili olan, marx'ın damadı paul lafargue'dır. fransa'ya 9 yaşında göçmüşlerdir. kendisi marx ile tanışmadan önce anarşizmin babalarından proudhon'dan etkilenmiştir. yazdığı en önemli yapıt ise das kapital'dan sonra en çok bilinen komünist yayın olan tembellik hakkı'dır.

hayatı maceralı geçmiştir. tıp okurken, paris'te hükümete karşı direnişe geçen gençleri kışkırttığı gerekçesiyle akademiden uzaklaştırılır ve londra'ya gider. zaten bu sayede marx'ın kızı laura ile tanışabilmiştir. marx'ın engels'e yazdığı mektuplardan birisinde, lafargue'ın ingilizlere özgü soğukkanlılığı benimsemezse kızının ona kısa sürede güle güle diyeceğini belirtmiştir. evlenmelerinden sonra 3 çocukları olmuş, ancak hiçbiri yaşamamıştır. neyse, paris komününen sonra ispanya'ya kaçmış ve kapital'i ispanyolcaya çevirmiştir. 1877'de, tembellik hakkı'nın yayınlanacağı egalite dergisinde yazılar yazmaya başlıyor. 1891'de milletvekili seçilir. fransızların bir kısmı ise marx'ın damadı olması sebebiyle almanya'ya gitmesi gerektiğini söylüyorlar. 26 kasım 1911'de, karısı laura ile beraber intihar eder. şahsen beni feci şekilde etkilemiş bir intiharı vardır. mektubunda şöyle der;

"bedence ve ruhca sapasağlamken, yaşama zevk ve sevinçlerini birer birer elinizden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum. yıllardır 70 yaşımı aşmamaya söz verdim kendi kendime. yaşamdan ayrılmanın yılı olarak bu dönemi seçtim ve kararımı uygulma yolunu tasarladım; deri altına siyanür enjekte etmek. 45 yıldan beri kendimi adadığım davanın, yakın bir gelecekte başarıya ulaşacağından emin olmanın büyük sevinci ile ölüyorum."

neyse, tembellik hakkı adlı çok güzel eserinden bol bol bilgiler vererek ve günümüz türkiye'sinden de kendim bahsederek tembelliğin nasıl hakkımız olduğundan bahsedeceğim.

1800'ler fransa'sı günümüz türkiye'sine oldukça benziyor. o zamanlar işçi sınıfına büyük bir çalışma aşkı pompalanmaya başlanıyor. rahiplerden iktisatçılara kadar herkes çalışmanın kutsallığından dem vurur. oysa tanrının kendisi bile 6 gün çalıştıktan sonra yedinci gün dinlenmiş ve bir daha da çalışmamıştır(arada kitaplar ve peygamberler yollamıştır)! şimdi günümüz türkiye'sinde de bir grup insan emekli olmayı hiçbir zaman istemiyor ve bu çalışma aşkı ile yanıp tutuşuyor. çocuklar çalıştırılamadığı için okullarda bu yönde bir eğitim veriliyor. küçücük çocuklara sabahın köründen başlamak üzere 5 saat sadece öğretim verilip(eğitim es geçiliyor), okuldan sonra da ders çalışmaları isteniyor. temel amaç ise çalışmanın zirve yaptığı öss dönemine kadar gitmektir. elbette çalışma burada bitmiyor. bu tempoya alışmış ve makineye dönen bünyeler girdikleri iş yerlerinde de saatlerce çalışıyor. evlendiklerinde ise günde 8, bazı mesleklerde 12-14 saat çalışmaları yüzünden çocuklarına gerekli vakti ayıramamıyorlar ve sonuçta uyumsuz nesiller yetişiyor. günümüz insanını bu psikopat duruma getiren neden öncelikle okullardır. akabinde ise gerekli vakti maalesef ayıramayan aileler. tüm bunların nedeni ise insanları 4 saat çalıştırıp, gerekli parayı da vermek varken daha fazla çalışmaya teşvik eden devlet ve kapitalistlerdir. insanlar hem saatlerce çalıştırılıyor, hem gerekli maaş verilmiyor, üstelik sınırsız ihtiyaçlar üretip, kredilere boğulup daha fazla çalışmalarına neden olunuyor. artık ağır işlerde çalışanlar nazım hikmet'in dediği gibi sapsarı iskeletlere dönmüşler, masa başlarındakiler ise göbek bağlamak ve eritmek için ekstradan çalışmaktadırlar. oysa insanlar doğal tembellik dürtülerini reddederek çalışmayı seçmişler ve cezaları büyük olmuştur. bireysel ve toplumsal sefaletin tek nedeni çalışma tutkusudur. ne küçük toprak sahipleri mutludur, ne de küçük esnaf. ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar sefalete mahkum olacaklardır. başlarını soktukları küçük evlerden kafalarını kaldıramayacaklardır.
oysa çalışmak eski yunandan beri aşağılık bir davranış olarak görülmüştür. çalışan kesim asla ve asla şehir meclislerine alınmamışlardır. çünkü çalışanların sağlıklı düşünüp şehir için gerekli kararı alamayacağını düşünürlermiş. bu yüzden çiftçilik gibi beden işlerini kölelere devretmişlerdir. yunanlılar için çalışmamak, altın çağın, yani cennetin bir simgesidir. çünkü aylaklık, tanrının bir hediyesidir. cennet imgesinin kendisinde de zaten çalışmamak ve aylaklık vardır. çalışmak o kadar aşağılık bir davranış olarak görülmüştür ki eski türkler tarımdan nefret etmişler ve hayvancılıktan başka bir şey yapmamışlardır. hatta eski türkler tarım yapmak yerine her şeyi yapmayı göze almışlardır. tiksinmişlerdir. sadece 150 yıl önce yörükleri yerleşik hayata geçirmek için devlet az uğraşmamıştır. onları zorla bir yerlere bağlamıştır. buna rağmen yerleşik hayata geçen yörüklerle manav diyerek dalga geçmişlerdir. gerçekte tarım, insanlıkta köleliğin ilk belirtisidir. düşünün bir, çalışmayı çok seven ve çiftçilikle uğraşan kabil, hayvan beslemekten başka bir şey yapmayan kardeşi habil'i öldürmüştü. çalışmak kelimesinin fransızcası işkence kökündendir. türkçesi ise çal fiilinden türemiştir. çünkü bizim atalarımız rızıkları için yağmaya çıkmışlardır!

dinde reform hareketinin bir nedeni de burjuva ve aristokrasinin çalıştırma tutkusudur. çünkü katolik batıda pazar tatilleriyle beraber yılda 90 gün tatil vardı ve fransız ihtilalinden sonra ilk yapılan iş haftayı 10 güne çıkarıp geri kalan tatilleri iptal etmekti. yılda sadece 36 gün tatil kalmıştı! sanayi ve ticaret burjuvasının dinsiz olmasının yegane nedeni bu 90 günlük zorunlu tatilden başka bir şey değildir. tatiller yok edilip 1800'lere geldiğimizde çalışma o kadar önemseniyordu ki, ideal çalışma evleri planlamış ve bu sayede günde 14 saat çalışma ayarlanmıştır. üstelik bu evlerdeki kadın ve çocuklar da aynı süreyle çalıştırılacaktır! daha sonraları belçikalılar çocukları 12 saat çalıştırmak için ilginç bir yöntem bulmuşlar ve çalışırken şarkı söylemelerine izin vermişlerdir! günümüz istanbul'unda bile bu hak tekstil işçilerinde yoktur. 8 saat normal mesai ve fazla mesai süresinde hiçbir tekstil işçisi ne sağına bakabilir, ne de soluna. sadece işini yapmak zorundadır. üstelik başlarında da bir usta vardır ve kölelerine emir veren kişiler gibi davranıp, bu sağa sola bakma ve kaytarmama işini denetler. mesai sonunda yorgun argın evlerine gelen bu kadın işçiler yemek yapacak, çocuklarıyla ilgilenecek ve kocasını tatmin edecektir. üstelik saatlerce süren yol da cabasıdır. bu rezil duruma genelde emekli olmak için katlanıllmaktadır. sendikaların neden tekstile giremediklerini bu köle düzeni açıklar sanırım. şimdi en azından emeklik var. oysa 1800'lerde bu hak yoktu ve işçi babalar, çalışma tutkusuna kapılıp, kadınlarını ve çocuklarını patronlarına teslim ederlerdi. hepsi büyük fransa için!

o sıralar tüm avrupa büyük bir çalışma tutkusu uğruna, günde 16 saate varan çalışmalarla teslim alınmıştı. tüm gürbüz çocuklar, tüm göbekli kadın ve erkekler burjuvaydı. çalışan ise sapsarı iskelet gibiydi. oysa kürek mahkumları bile günde 6 saat, antillerdeki köleler 9 saat çalışıyordu. devrimden sonra insan hakları bildirgesini ilan eden fransa'da ise 1,5 saat yemek molası dahil günde 16 saat çalışıyordu ve bütün büyük yazarları çalışma aşkını teşvik ediyordu. herkes işçilere toplumsal zengilinliği artırmak için çalışmaları gerektiğini söylüyordu. oysa yoksul ulusların halkının rahatı yerindeyken, zengin ulusların halkı hem yoksul, hem de bitkindi. fabrika işçiliği dediğimiz işçilik türü neşeyi yok eder, yaşamaya değer ne varsa öldürür. yaşamaya değer bir şey yoksa ölmek gerekir. oysa amazonlarda yaşlı ve sakatlar, savaşların ve dansların tadını çıkaramayacakları için, dostluk belirtisi olarak öldürülürmüş. yakın zamana kadar isveç kilisesi bile yaşlıları acılarından kurtarmak için aile topuzları ile öldürülüyordu. bu gelenek kafkaslarda da, almanya'da da vardı. neşe ve eğlence yoksa, sadece uyumak ve çalışmak varsa eğer hayatta, yaşamaya gerek de yok. çünkü kekndiniz için değil, başkalarının rahatı için yaşıyorsunuzudur. tekstilde çalışanlar asgari ücrete talim ederlerken, diktiklerini almaya bazen 10 aylık maaşları bile yetmiyor.her şey burjuva için, tüm savaşlar burjuvanın satış ve hammadde tekelini almak için. tüm karalar ve denizler burjuvanın daha çok para kazanması için, ülkeleri için savaştıklarını düşünen kişilerin kanları ile kızıla boyanmıştır. devletin ortaya çıktığı andan beri, dinlerin hükmedici emirleriyle beraber emredilen tek şey itaat ve çalışmaktır.

bir yunan şair, su değirmeninin bulunmasını büyük bir sevinçle karşılayıp, altın çağın geri geleceğini umarak şöyle demiş;

siz ey değirmenlerde çalışan kadınlar! değirmen taşını döndüren kolu bırakın, rahat rahat uyuyun! horoz, varsın gün ışığını boş yere haber versin. dao, kölelerin işlerini perilere yükledi. işte, onlar şimdi güle oynaya çarkın üstünde sıçrayıp duruyorlar. ve işte sallanan dingil ışıltılarla dönüyor, ağır taşı çevire çevire. babalarımızın yaşantısını sürdürelim. tanrıçaların bize verdiği boş zamanın tadını çıkaralım."

ne yazıkki o boş onca makinalaşmaya rağmen günümüzde bile gelmedi. hala daha köpek gibi çalışıyor ve artı değer üretiyoruz. artı hayat üretmek yerine bize verilenle idare ediyoruz. dokuma tezgahları ne kadar modernleşirse modernleşsin değişmiyor hiçbir şey. sadece yeni işsizler üretiliyor ve insanların aç kalmamak için çalışma aşkı daha çok depreşiyor. oysa yapmamız gereken tek çalışma dünyanın tadını çıkarmak, sevişmek, neşe dağıtan eğlenceler düzenlemek ve neşelerin tanrıçalarına şölenler hazırlamaktan başka ne olabilir? artık serüvencilerimiz bile burjuva oldu. engin denizlere açlılan korsanlarımız yok. savaştan zevk alan insanlar yerine kabadayılıktan zevk alan insanlara evrildik. cesaret yok oldu, eylem bitti, söz kaldı.

artı ürünler yüzünden başımıza geldi her şey. eskiden sadece burjuva tüketirdi kaliteli onları. kalitesizleri ise avrupa'nın, afrika'nın, hindistan'ın, çin'in sıradan insanlarına satmak için savaşıp durdular. üstelik malın kalitesini düşürüp kolay yıpranması için mineral tuzlarla mahvetmeyi bile denediler ve başardılar. hepsi daha çok üretip, daha çok para kazanmak için. bu kadar para yetmeyince, işçilerin maaşlarını artırmak aklıllarına geldi. ancak o zaman 8 saat çalışma icat edildi. eden ise amerikalı henry ford'dan başkası değil elbet. işçi ürettiğini sahiplenmesin diye band üretimine geçildi ve bir vida sıkmaktan başka bir şey yapmaz oldular. çalışma saatleri düşse bile toplam zaman değişmedi. üç vardiye oldu. ama çalışma ilkesine sıkı sıkıya bağlı olmaya devam ettiler ve çalışma her zaman kutsandı. sonuçta çalışma saati düşse bile verimlilik arttı. daha çok kazandılar. işte size 12 saatlik çalışmadan 8 saate düşmüş çalışma arasındaki fark. bir yüzyıl boyunca milyonlarca insan çalışma uğruna heba edildi. oysa insan için 8 saat bile fazladılar.

çalışmak iğrençtir ve çalışarak zenginleştiği söylenenlerin hayatı da iğrençliklerle doludur. roman ve filmlerde gösterilmez elbet bu durum. çalışmanın kutsandığı o filmlerle o kişiler paralarına para katmaya devam ettiler. bizde ise değişen pek bir şey olmadı. çalışkanlık ilkokuldan beri kutsanıyor. tembel öğrenciler ise yerin dibine geçiriliyor. ulusal tatiller pek adamdan sayılmıyor. aynen çalışmaya devam ediliyor. üstelik hafta sonları bile çalışılıyor. haftada 7 gün, günde 12 saat çalışanlar var hala. üstelik ellerine geçen para kiralarına ve yemelerine zor yetiyor. eskiden yiğit mi yiğit belçika ordusu sihasız madencileri biçip omuzlarındaki apoletlere apolet katarlarmış. şimdi ise polis yapıyor aynı şeyi. hakkını arayan herkesi kırıp geçiriyor. hala daha feci şekilde gerisindeyiz avrupa'nın.

çalışma günde 4 saati kesinlikle aşmamalıdır. böylece hem insanlar tembelliğin zevkine varacak, çalışmayı da sadece vücut için bir alıştırma ve toplumsal düzen için bir gereklilik olduğunu anlayacaklardır. günde 4 saatten fazlası kesinlikle beden için işkenceden başka bir şey değildir. aylaklık güzeldir. ağustos böceği, böceklerin en şahanesidir. karıncalar ve arılar ise ancak bütünün parçası olabilirler. parçayı hiçkimse önemsemez.aylaklığı övün, aylakları sevin, çakallardan da uzak durun!

heredot şöyle der; "yunanlıların çalışmaya karşı duydukları tiksintinin mısırlılardan geçtiğini söyleyemem. çünkü aynı tiksinti trakyalılar, iskitler, persler ve lidyalılarda da rastlıyorum. kısacası, barbarların çoğunda, mekanik sanatları öğrenenlerle, onların çocuklarına ikinci derecede yurttaş gözüyle bakılmaktadır. bütün yunanlılar, özellikle lakedemonyalılar, bu ilkelerle yetiştirilmişlerdir(şimdi anladınız mı yunanlıların neden hükümete karşı bu kadar şiddetli tepki verdiğini).

atina'da yurttaşlar tıpkı ataları vahşi savaşçılar gibi sadece toplumun savunma ve yönetimi ile uğraşan gerçek soylu kişilerdi. kafa ve beden güçleriyle cumhuriyetin çıkarlarını durmadan gözetmek durumunda oldukları için, bütün işleri kölelerin sırtına yüklüyorlardı. lakedemonya'da, soylular soyluluklarına toz kondurmamak için ne iplik büker, ne de örgü örerlerdi. romalılar soylu ve özgür iki meslek bilirlerdi: tarım ve askerlik. bütün yurttaşlar, geçimlerini sağlamak için, yasal olarak kölelere özgü hiçbir aşağılık iş(meslekleri böyle tanımlıyor) yapmak zorunda kalmıyorlardı. devlet hazinesinden yararlanıyorlardı. brutus, halkı ayaklandırmak için, özellikle tiran tarquinius'u, zanaatçılarla duvarcıları özgür yurttaş yapmakla suçladı."

bize öğretilen "toplumun çöpçülere de ihtiyacı var" teranesini bırakın artık. tembellik ve aylaklık etmek en doğal hakkımızdır. bir gün gelecek ve tüm işlerimizi makinalara devrettiğimiz zaman hiç çalışmak zorunda kalmayacağız. ama o zamana kadar 8 saat çalışmak kesinlikle köleliktir. düşük bir ücret karşılığı uyanık hayatımızın yarısını satıyoruz. dinlenmek ve bize dayatılan maceralara çıkmak için bile izin istiyoruz.

sevme, içme ve tembellik dışında
tembellik edelim her şeyde (lessing)

7 Şubat 2011 Pazartesi

güzel kadın

benim için bir kadını kadın yapan en önemli fiziksel unsurlar şunlardır;

kulak memesi: bilirsiniz, kulak memeleri "ayrık olan ve olmayan" diye ikiye ayrılır. eğer bir kadının kulak memesi ayrık değilse ne küpe güzel durur, ne de dudaklar ile eşi benzeri olmayan numaralar çekilebilir. benim için bir kadında olmazsa olmaz en önemli nokta kulak memesinin ayrık olmasıdır. ha, o kulak memesini görmek zor tabii. kadınların çoğu kulaklarını kapar. oysa en seksi yerlerini kapattıklarının-ayrıksa eğer- hiç farkında değiller! şunu unutmayın, bahsettiğim kulak memeleri, sarkık kulak memeleri değildir. sarkık kulak memesi, sarkık göğüslerden bile kötü durur. kıllı kulak memeleri ise ayrık da olsa malumunuz üzere iğrenç ötesidir.

sırt: bir kadının vücudunun en muhteşem bölgelerinden birisi de sırtıdır. benim için dokunmaktan en fazla haz alınan bölgelerin başında yer alır. zaten bu yüzden sırt dekolteleri icat olunmuştur. üstelik göğüsler gibi erotik bir bölge olarak kabul edilmediğinden boydan boya açılabilir. kadın sırtına parmak uçları ile dokunulur, okşanır. oysa göğüs ve geri kalan kısım haldır huldur sahiplenir. bir kadının beceremeyeceğiniz tek noktasıdır. üstelik o sırtta kazınmış inanılmaz güzel dövmeler oluyor. bir kadının bana sırtını dönüp yatması hiç umrumda değildir. kitap gibi sırtı olan kadınlar var. sayfaları çevirir gibi dokunurum ve okurum o sırtları.mesela sıla adlı kişinin sırtı enfestir. hastasıyım o sırtın. yüzüne bakmam, ama sırtına doyamam.

bel inceliği: dans ettiğim kadınları ikiye ayırmak zorunda kaldım. birincisinde elimi beline attığımda vücut sıcaklığını hissettiklerim, ikincisi ise yağdan dolayı hissedemediklerim. kadın beli kesinlikle ve kesinlikle yağlanmamalı, hatta bu yasaklanmalı. bir önemli nokta daha var aslında. kadınlarda bele yapılan kanatlı dövmeler o kadar çok çoğaldı ki oldukça sıradan bir hal almaya başladı. önüne gelen beline kanat taktırmış. üstelik o bel yağlı ve kıllı ise daha da iğrenç duruyor. benim artık şöyle bir teorim var. beline kanat dövmesi yaptıran kadınlar seksde domaltılmaktan hoşlanıyordur ve domaldıklarında kanatlanıp uçtuklarını düşünüyorlardır!
saç ve göz rengi: doğal sarışın kadın bulmak neredeyse imkansızdır. üstelik doğal sarışınlar da güzel değildir. klasik olacak ama "sarışının adı esmerin tadı" derim geçerim ben. esmer bir kadın benim için daima sarışın ve kumrallardan önce gelir. tabii kadınlarda esmerlerden hoşlanınca doğal olarak göz rengi de önem kazanıyor. renkli gözlüler çoğunlukla fecaattir. mesela adriana lima bana göre oldukça itici bir kadın. neyse, açık kahverengi gözler ise(bal rengi) inanılmaz güzel. ayrıca kadın gözü dediğin kocaman olmalı. türkan şoray'ın gözleri gibi. kısık gözler ise beni korkutur. sinsi olur o kadınlar. ayrıca gözlerin birbirine yakın olması hiç estetik değil.

burun yapısı: eskiden bir kadında benim için en olmaz şey kemerli burundu. üniversiteye başlayıncaya kadar da kemerli burun yapısına sahip kadın görmediğimden böyle bir şeyin imkansız olduğunu düşünüyordum. ama kemerli bir buruna sahip bir kadını fakültede görünce tüm o hayallerim yıkıldı. burunda kemer olması, kadını kadın olmaktan çıkarıp erkeksi hale getiriyor. mesela nuray mert'e bakın. bir duruşu, karizması vardır. ama o burun olmuyor. çok erkeksi! koca burunlular da ayrı bir alem. burun kısmı önemlidir arkadaş. sırf bu yüzden parayı bulur bulmaz iğrenç olan burnumu belirli bir forma sokturdum.
göğüsleri: kocaman göğüsleri olan kadınlardan hoşlanan erkekleri anlamıyorum. bu kadınlar süt ineğine benziyorlar. hatta abartmıyorum, inanın bana 5 kişilik bir ailenin günlük süt ihtiyacını bile karşılayabilirler. göğüsleri ellerinizle kavradığınızda elleriniz göğüslerde kaybolmayacak, aksine kavrayacak. bu yüzden ne limon gibi kuru göğüsler, ne de karpuzlar. nar büyüklüğüdür esas olan. üstelik koca göğüsler kolay sarkıyor, ki bu durum da kötü. kadınların göğüsleri sarkmasın. sütyenlerini daima taksınlar.

benim için güzel bir kadın işte budur! öyle ki, kadındaki bir çift güzel ve ayrık kulak memesi ile düz sırta vatanı bile satarım! "böyle bir kadın var mı" derseniz eğer ilk aklıma gelenlerin gözleri renkli olsa bile angelina jolie ve beren saat olduğunu söylerim. gördüğünüz gibi mükemmele yakın güzellikteki kadınlar bile kriterlerimi kısmen karşılıyor! hatta charlotte gainsbourg bile!
 dur ya hu, abartı olmadıktan sonra çil kadında çok seksi duruyor.

3 Şubat 2011 Perşembe

bence artık, sen de herkes gibisin

nazım hikmet'in bu şiirinde gurur dolu bir yan var. karşı tarafın sevdası bittikten sonra büyük bir gururla o da sevgisini sonlandırdığını söylüyor. birisini sevmek için herhangi bir şart aramak saçma. sevmemek için de saçma. ama şiir güzel. ama özellikle son kıtada büyük hayal kırıklığı da görünüyor.

şu facebook çıtır gençliği bu şiirin anasını bellemiştir, mahvetmiştir. son mısra çok fazla tekrarlanan bir kalıp haline gelmiştir, alakasız şarkılarda bile duyabilirsiniz. çok ayağa düştü bu şiir, çok...

neyse, şair burada o kişiyi diğerlerinden ayıran derin farkın kendi yanılgısı olduğunu anlıyor. şiiri 1918'de, yani 16 yaşındayken yazmış(facebook gençliğinin yaşlarında yazmış!). kıskanılmayacak gibi gibi değil. nedim gürsel'in dün güzel bir tespini dinledim. nazım hikmet'in annesi yahya kemal ile birlikteymiş, ki yahya kemal aruzun son dönem en büyük şairlerindendir. neyse, nedim gürsel, "nazım yahya kemal'in kafasını parçalamayınca şiirini paramparça etti" dedi. gerçi bu şiir aaab hece ölçülü bir şiir. daha sonra bu tarzı da terk eder. zaten ilk yazdığı şiirlerden birisidir. ama 16 yaşında ya hu. böyle satırları kağıda dökmek nazım hikmet için çok kolay olmalı. 


cem karaca bu şiiri şarkı yapsa bile anlamı çok kaymıştır.


gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
oralarda kalbime sevda geçmiyor
ben yordum ruhumu biraz da sen yor
çünkü bence herkes gibisin

yolunu beklerken daha dün gece
kaçıyorum senden gizlice
kalbime baktım da işte iyice
anladım ki sen de herkes gibisin

büsbütün unuttum seni eminim
maziye karıştı şimdi yeminim
kalbimde yok bile sana kinim
bence şimdi sen de herkes gibisin

1920'de benzer bir şiir daha yazmıştır. iki şiir de güzeldir.


gönlümle baş başa düşündüm demin;
artık bir sihirsiz nefes gibisin.
şimdi tâ içinde bomboş kalbimin
akisleri sönen bir ses gibisin.
 
mâziye karışıp sevda yeminim,
bir anda unuttum seni, eminim
kalbimde kalbine yok bile kinim
bence artık sen de herkes gibisin.

Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.