heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!
şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2016 Çarşamba

masa da masaymış ha

ekşi sözlük'te yazdığına göre bu şiir edip cansever'in belası olmuş, "yaşamım boyunca kurtulamadığım şiir" olarak adlandırmış. kendi ifadesi ile ahmet muhip dıranas ile aralarında şöyle bir diyalog geçmiş;

"başkası yazılmasa da olurmuş diyorum. ayrıca bu şiirden yaşamım boyunca kurtulamadım. antolojilerde aynı şiir, şiirimi uzaktan bilenlerin dilinde aynı şiir, yabancı dillere şiir mi çeviriyorlar benden, ille masa şiiri de olacak. bir gün ankara’da ahmet muhip dıranas’ın da bulunduğu bir masadayız. bir ara dıranas bana döndü, adı geçen şiiri övdü. “üstad, ben o şiirden bıktım” dedim, “benim başka şiirlerim de var” dıranas gülümseyerek, “eh, ben de fahriye abla’dan bıktım, ne yapalım, her şairin bıktığı bir şiiri vardır” dedi. doğruydu elbet. çünkü ülkemizde çoğu kez bir kuşağın şiiri okunur, yeni kuşaklarınsa yeni okuyucuları çıkar. öncesi ve sonrasıyla şiirimizi izleyen pek az okur vardır.”

nedense daha sonra milli eğitim bakanlığının da bıktığı bir şiir olsa gerek içinde bira geçtiği için ilgili bölümleri ders kitabına koymamış. neyse işte, bana bahsi geçen masa daha çok kadını çağrıştırıyor. ilk okuduğumda "ne kadınmış be" demiştim içimden. belki gerçekten masadır, belki değildir. ama en azından bir porselen firması reklamında taklit edilmesi hiç olmamış..
adam yaşama sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kaseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
ne yapmak istiyordu hayatta
işte onu koydu
üç ker üç dokuz ederdi
adam koydu masaya dokuzu
pencere yanındaydı gökyüzü yanında
uzandı masaya sonsuzu koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu.

masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandı durdu
adam ha babam koyuyordu.

5 Haziran 2013 Çarşamba

hepiniz çok güzelsiniz..


var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
düşüncemizin katlanması mı güzel,
zalim kaderin yumruklarına, oklarına
yoksa diretip bela denizlerine karşı

dur, yeter! demesi mi?
ölmek, uyumak sadece! düşünün ki uyumakla yalnız
bitebilir bütün acıları yüreğin,
çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
çünkü ölüm uykularında,
sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden.
kim dayanabilir zamanın kırbacına?
zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
sevgisinin kepaze edilmesine
kanunların bu kadar yavaş
yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
kötülere kul olmasına iyi insanın
bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
kim ister bütün bunlara katlanmak

ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
o kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
ürkütmese yüreğini?
bilmediğimiz belalara atılmaktansa
çektiklerine razı etmese insanı?
bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
yürekten gelenin doğal rengini.
ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
yollarını değiştirip bu yüzden.
bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.

(shakespeare - hamlet)

1 Ekim 2012 Pazartesi

ya evde yoksan


orhan gencebay'ın tribute albümü tam anlamı ile çorba. duman'dan serdar ortaç'a kadar bir sürü grup, herif şarkı söylemiş. ben bu albümü aldığımda serdar ortaç'a neden katlanayım arkadaş. şu albümü ya rockçılara yaptır ya da popçulara veya popçular ayrı yapsın, rockçılar ayrı söylesin. böyle olmuyor, çok saçma. bülent ortaçgil mesela, harika ötesiydi albümü. bir tek sezen aksu sırıtıyordu. aynı hatayı barış manço'nun albümünde de yapmışlardı ve ben muazzez ersoy dinlemek zorunda kalıyordum.

şiir cemal safi'ye ait. kendisi ankara'da bir kafede oturuyormuş ve elinde bir adres kağıdı ile cadde isimlerine kapı numaralarına koştura koştura bakan birisini görmüş. üstelik hafiften yağmur çiğseliyor. böylece kağıda dökmüş dizileri. hem sonra okurken o korkuyu gerçekten hissediyorsunuz ve orhan gencebay öyle güzel bir müzik yapmış ki üstüne, cuk oturmuş. müthiş kaotik bir hava vermiş, içinizde o sızıyı hissediyorsunuz. eleman fakirdir, çulsuzdur, meteliğe kurşun atıyordur, kadın fahişedir belki, ama onu doyuran o patetik sevgisidir. içini ürperten, misafirlerin(!) gelebilir olma iltimali değil, onun evde olmamasıdır.

şarkının manga yorumu ise, eh işte..

aşkınla ne garip hallere düştüm
herşeyim tamam da bir sendin noksan
yağmur yaş demeden yollara düştüm
içim ürperiyor ya evde yoksan

elbisem gündelik pabucum delik
haberin olsa da sobayı yaksan
yağmur iliğime geçti üstelik
içim ürperiyor ya evde yoksan

sarhoşsan kapını çaldığım anda
fahişeler gibi açık saçıksan
bir de ufak rakı varsa masanda
içim ürperiyor ya evde yoksan

bakkala gitmeme lüzum kalmasa
durumu anlardın takvime baksan
allah vere misafirin olmasa
içim ürperiyor ya evde yoksan

kıvırcık marulun vardır inşallah
bir salata yapsan bol limon sıksan
senin de iştahın iyi maşallah
içim ürperiyor ya evde yoksan

sabahlara kadar içsek sevişsek
ne ben işe gitsem ne sen ayılsan
derin bir uykunun dibine düşsek
içim ürperiyor ya evde yoksan

ne kadar üşüdüm nasıl acıktım
ilk önce sıcacık banyoya soksan
sanırsın şu anda denizden çıktım
içim ürperiyor ya evde yoksan

yanlış mı aklımda kalmış acaba
muhabbet sokağı numara doksan
boşa mı gidecek bu kadar çaba
içim ürperiyor ya evde yoksan

ya yolu kaybettim ya ben kayboldum
ne olur bir yerden karşıma çıksan
tepeden tırnağa sırsıklam oldum
içim ürperiyor ya evde yoksan

2 Mayıs 2012 Çarşamba

imkansız aşkın şiiri

aysel adlı kişi sarışın(yani saf), felaket güzel bir kadındır ve daha hayatın hiç bir pisliği ile oynaşmamış birisidir. oysa attila ilhan öyle midir? aysel ile şair tamamen farklı yaşantıların insanlarıdır ve sanırım aysel çok genç bir kadındır. aysel'e yasak elmayı yedirmeye şair istekli değildir. ama aysel isteklidir. böylece şairimiz alır eline kalemini ve destanını yazar. son cümlesinde de noktayı koyar; "aysel git başımdan seni seviyorum."

sevmek, elde edebilmekten daha değerlidir.



aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum.
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan istemiyorum.

benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
dağıtır gecelerim sarışınlığını
uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
aysel git başımdan ben sana göre değilim.
benim icin kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

ıslığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
yanlış şehirlere götürür trenlerim.
ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
aysel git başımdan ben sana göre değilim.
ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.

sevindiğim anda sen üzülürsün.
sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
sakın başka bir şey getirme aklına.
aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.
aysel git başımdan seni seviyorum...

26 Mart 2012 Pazartesi

kuzgun

edgar allen poe'nin harika şiirleri vardır ve the raven(kuzgun) en harikalardan birisidir. şiirdeki lenore, şairin hayalindeki sevgili, ölümden sonra olsa bile kavuşmayı umduğu kişidir. sadece bu şiirinde değil, bir kaç şiirde daha kendisinden bahseder. neyse lafı uzatmayayım.. 

Bir zamanlar kasvetli bir geceyarısı, unutulmuş eski bilgilerin
Tuhaf ve antika ciltleri üzerine düşünüyordum,
Yorgun ve sıkıntılı-
Uyumak üzereydim, neredeyse başım düşüyordu ki,
Bir tıkırtı geldi birden, sanki kibarca
Oda kapımı çalan-çalan birisi gibi.
'Odamın kapısını tıklatan' diye söylendim 'bir konuk-
Başka bir şey değil, yalnızca bu.'
Ah, iyice anımsıyorum ki o hazin Aralıktı;
Ve zemine vuruyordu sönen her bir közün yansısı.
Sabahı istiyordum şevkle; -Boş yere
Aramıştım
Ödünç bir avuntuyu kederden-
Yitik Lenore'un kederinden-
O eşsiz ve pırıl pırıl kızın, meleklerin Lenore
Diye andığı-
Buralarda, anılmayacak artık adı.

Ve mor perdelerin belirsiz, hüzünlü, ipeksi
Hışırtısı
Önceden hiç duyulmamış tuhaf kokularla dolduruyor-
Tir tir titretiyordu beni:
Öyle ki: çarpıntımı bastırmak için tekrarladım.
'Oda kapımdan girme izni isteyen bir konuk
bu-
Oda kapımdan girme izni isteyen
Geç bir konuk:
Başka bir şey değil, budur bu.'
O sıra cesaretimi toplayıp: daha fazla
Oyalanmadan,
'Sir' dedim, 'ya da Madam, affınızı dilerim
Ama
Gerçek şu ki dalıyordum ve siz öylesine yumuşak
Bir tıkırtıyla geldiniz,
Ve öylesine hafifçe tıklattınız-tıklattınız
Oda kapımı ki,
Duyduğumdan pek emin değilim sizi'-diyerek kapıyı
Açtım burda; -
Karanlıktan başka bir şey yoktu orda.

Orda durdum, korku ve merakla karanlığın içine
Baktım uzun süre,
Kuşkuyla, kurarak hiçbir ölümlünün cüret edemediği
Hayalleri;
Ama sükunet bozulmadı ve sessizlik bir ipucu
Vermedi,
Ve fısıltıyla söylenen tek sözdü orda
'Lenore? '
Buydu fısıldadığım, mırıltılı bir yankıyla geri gelen
O söz 'lenore'
Başka bir şey değil, yalnızca bu.

Odama dönerken alev alev yanarak
Ruhum
Aynı tıkırtıyı işittim yine ilkinden biraz daha
Kuvvetlice.
'Kesinlikle' dedim, 'kesinlikle bir şey var penceremin
Kafesinde;
Öyleyse neymiş bakalım ve bu esrarı
Çözelim; -
Rüzgardır, başka bir şey değil bu.'

Açıverince kepengi, eski devirden kalma
Azametli bir kuzgun
Kanat çırpıp sallanarak adım attı
İçeriye;
Ne bir selam verdi ne bir an durdu ya da
Oturdu;
Ama bir Lady'nin ya da Lord'un edasıyla
Tünedi kapımın üstüne-
Oda kapımın üstünde bir Pallas büstüne kondu-
Konup oturdu hepsi bu.

Derken ciddi ve haşin suratıyla bu abanoz kuş,
Kaderimi gülümsemeye dönüştürdü,
'Sorgucun kırkılmışsa da hiç kuşkusuz' dedim
Korkak değilsin sen,
Gecenin kıyısından gelen
Suratsız ve yaşlı kuzgun-
Gecenin Plutonian kıyısındaki saygı değer adın nedir,
Söyle bana.'
Kuzgun dedi ki 'birdahaasla.'

Çok şaşırmıştım bu çirkin kuşun konuştuğunu duyup
Böylesine açıkça,
Pek alakalı olmasa-yanıtı pek anlamlı olmasa da;
Çünkü kabul etmeliyiz ki yaşayan kimse henüz
Mazhar olmadı oda kapısının üstünde bir
Kuş-
Kuş ya da hayvan görmeye oda kapısının üstündeki
Büstte,
Bir isimle 'birdahaasla' diye.

Ama kuzgun, sessiz büstün üstünde tek başına
Yalnızca bu sözü söyledi, sanki bu bir tek sözle
İçini dökmüş gibi.
Sonra başka birşey söylemedi- ne de bir tüyünü
Oynattı-
Ben mırıldanana dek, 'önceden uçtu diğer
Dostları-
Sabahleyin beni terk edecek, umutlarımın
Önceden uçup gittiği gibi.'
O zaman

edgar allen poe

17 Şubat 2012 Cuma

otuz beş

yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
dante gibi ortasındayız ömrün.
delikanlı çağımızdaki cevher,
yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
gözünün yaşına bakmadan gider.
şakaklarıma kar mı yağdı ne?
benim mi allahım bu çizgili yüz?
ya gözler altındaki mor halkalar?
neden böyle düşman görünüyorsunuz;
yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
zamanla nasıl değişiyor insan!
hangi resmime baksam ben değilim:
nerde o günler, o şevk, o heyecan?
bu güler yüzlü adam ben değilim
yalandır kaygısız olduğum yalan.
hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
hatırası bile yabancı gelir.
hayata beraber başladığımız
dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
gittikçe artıyor yalnızlığımız
gökyüzünün başka rengi de varmış!
geç farkettim taşın sert olduğunu.
su insanı boğar, ateş yakarmış!
her doğan günün bir dert olduğunu,
insan bu yaşa gelince anlarmış.
ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
her yıl biraz daha benimsediğim.
ne dönüp duruyor havada kuşlar?
nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.
n'eylesin ölüm herkesin başında.
uyudun uyanamadın olacak
kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
bir namazlık saltanatın olacak.
taht misali o musalla taşında.

"ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın, aslında yokum ben bu oyunda, ömrüm beni yok saysın"  dediğinde yılmaz odabaşı, kaç yaşındaydı bilmiyorum, ama cahit sıtkı otuzyediymiş bu şiiri yazdığında. öldüğündeyse kırkaltı. demek dante gibi ortasında değilmiş ömrün, zaten dante ellialtı yaşında ölmüş. ilahi komedya'da şöyle demiş kendisi, "hayat yolculuğumuzun ortasında, kendimi karanlık bir ormanda buldum." bu sözleri yazdığında otuzbeş yaşındadır dante.

onlu yaşlarımda kesinlikle otuzu bulamayacağımı düşünürdüm ve feci uzak bir zaman dilimi gibiydi. yaşlandığımı vücut kıllarıma bakarak gözlemlerdim. göğüslerimde çıkanlar, sonra bıyıklar, yoksa önce göğüsler myidi, hatırlayamadım şimdi, ama favorilerde sakallar çıktığında neredeyse göbek atıyordum. hala daha favorilerimi kesmem, askerde kestim bir tek, o derece. sonra çenemde bir tek beyaz gördüğümde yaş yirmiyediydi, siktir dedim o an, şimdi çenemde oldukça fazla beyaz var. saçlar cüneyt arkın modeli gibi, yanlar hafiften beyaz, tamamen değil. kıl çıkar ve kıl beyazlar, yaşlanırsın, otuza gelemem sanırken otuzu da ortaladım. yaş otuz beş, yolun yarısıdır sanırım. onlardayken ne kadar uzaksa bu yaş, onlar ve yirmiler çok fazla uzak değilmiş gibi, fazla çökmüş bir beden de yok halihazırda. eski vesikalıklara bakarak da görebiliyorum yaşlanmayı. onsekiz-ondokuz, yumurta gibi delikanlı, yirmi ortaları hafif kilo almış, otuz başları ile şimdiki zaman arasında hiçbir fark yok. gerçi şimdi daha çok kilo almış, gömlek olmuş l. m gitmiyor artık bedene. artık hayata beraber başladığım dostlar gerçekten yok, ama ölmediler, sadece yoklar. eski aşklarım kimdi, durup düşünesim var ve esas yaşlandığınızı bildiğiniz an, cenazeleri teker teker kaldırdığınız andır sanırım, şiirin de dediği gibi, hemen herkes hayatta, omuzlamıyorsun hala tabutları, gençsin demek, aynalarla aram iyi, gökyüzünün rengine sokayım ve taş eskiden de serti be...


(şarkı çok kötü, olsun anasını satayım...)

8 Aralık 2011 Perşembe

bir daha bana benzeme angel

garip şiirler diye bir katagori açsam küçük iskender'in bu şiiri baş köşeye yerleşirdi. hemde çekine çekine değil, koşar adım. ha, beni de 2007'nin 6-7 eylül akşamına alıp götürmesi başka bir durum tabi...

yağmura çok teşekkür ederim
bu gece yalnızca cesedime yağdı

bana bir şey olursa diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
düşünürken üşürsem diye korktum
oturup siyah portakallar yedim
oturup korkunç kitaplar okudum
içimde bir sıkıntı gibi cinayet
içimde bir sığıntı gibi telaş
içimde felaket gibi bir merak
hislerimin uzağına düştüm, şimdi çok üzgünüm
şimdi çocukluğumun uzağına da düştüm
daha da düşersem diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
ay kıvrılırsa diye
kan kıvranırsa diye
can sıçrarsa ölürken bir yerlere,
daha da ölürsem diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
sessem, sersem bir heceysem eğer
seni bir kelime edersem diye korktum
seni kötü bir cümlede kullanırsam
adını söylerken takılırsam, yalnış telaffuz edersem
böyle bir günah işlersem
tanrı affeder diye korktum

yağmura çok teşekkür ederim
bu gece yalnızca bu şiire yağdı

sağol aşkım
sağol kırık kolum, kesik bileğim, kırık yüzüm,
kesik geleceğim, kırık sonsuzluğum

her şeye rağmen
yağmura bulanmış, güzel bir yazdı...

20 Eylül 2011 Salı

ey hayat

yılmaz odabaşı'dan... 

ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında yokum ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın

yaşam bir ıstaka
gelir vurur ömrümün coşkusuna
hani tutulur dilin
konuşamazsın

tırmandıkça yücelir dağlar

sen mahlupsun sen ıssız
ve kalbimde kuşların gömütlüğü
tutunamazsın...

eloğlu sevdalardan dem tutar
aşk büyütür yıldızlardan
yasak senin düşlerin
dokunamazsın

birini sevmişsindir geçen yıllarda
açık gibi bir yara gibidir hala
hala çok özlersin onu
ağlayamazsın

yolunda köprüler çürür
sesin, sessizlik sanki bir uğultuda
savurur hayat kül eyler seni
doğrulamazsın!

yapayanlız bir ünlemsim
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda
herşey çeker ve iter
anlatamazsın

yaşam bir ıstaka
gelir vurur işte ömrünün çoşkusuna
sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın...

sonra vakit erişir, toprak gülümser sana
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın!

yazdırmalısın mezar taşına:
ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında hiç olmadım ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın...

(şiiri şarkı yapan onur akın'ın sesini beğenemiyorum bir türlü, gıcık bir yanı var ve neden o gıcıklık, onu da bilmiyorum. neyse, tipi zaten bana hep başka şeyler çağrıştırıyor. ciddi ciddi pezevenk, tavernacı tipi var herifte. bedirhan gökçe'yi falan tamamen es geçiyorum.)

not: şavk, ışık demektir.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

dünyanın en tuhaf mahluku

popüler beğenilere eleştirel bakan, eşyanın doğası gereği toplumun ilerisinde bulunan entelektüellere/aydınlara yakıştırılan yafta-söz öbeği/öbekleri vardır. derler ki; "o kadar entel ki hiçbir şeyi beğenmiyor."

bu tür sözlerin ekseriyetle hakim kültürle beslenen ünlü kimselerin ağzından çıktığına çok sık rastlarız. burada güya hor görülen durum 'hiçbir şeyi beğenmeyen entelektüeller'den ziyade, entelektüelliğin ta kendisidir. aydınların, toplumun beğenilerinden uzak olmakla suçlanması, hatta fiziksel saldırıya(cinayet ve bıçaklanma olayları gibi), sözlü hakarete uğraması, hiç de yeni birşey değildir. binlerce yıldır süregelen tarihsel bir durumdur. mesela sokrates'in başına gelenler gayet çarpıcı örnekdir.

neyse, popüler kültür savunucuları, gayet klişe bir argümanla, aydınların halkın dilinden anlamadığını iddia etmektedirler. halka ulaşmak için, halkı dinlemek, anlamak gerektiği sürekli söylenir. burada özellikle özal döneminden beri yerleştirilmeye çalışılan ve başarılan apolitikleştirme, cehaleti kutsama anlayışı yatmaktadır. toplumun budalalılığıyla beslendiği gözle aşikar olan popüler kültürün, sanki halkın asli kültürüymüş gibi sunulması, dahası kabul görmesi çoktan yerleşmiş bu menfi ideolojinin en utanç verici başarısıdır. üstelik yalnızca bu tür sözlerle, sloganlarla entelektüelliğin itibarı zedelenmekle kalınmamakta, popüler dizilerde, filmlerde de entelektüeller, ağzından piposunu eksik etmeyen, söylediği sözler anlaşılmayan züppeler olarak betimlenmekte ve bu kişiler karikatür tiplere dönüştürülmektedir. yazık ki entelektüellerin büyük kısmı da bu duruma seyirci kalmakta, etraflarını saran kültürel sefalet yüzünden daha da içlerine kapanmaktadırlar.

entelektüeller, entel, dantel türü sözlerle yerin dibine sokulurken, aydın geçinenler(gerçek enteller), sanki kendileri aydınmış gibi her yeri doldurmaya, cebren ve hile ile tüm kaleleri zaptetmeye başlamışlardır. bu bağlamda, cehaletiyle övünen, hatta cehaletini başında taç gibi taşıyan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunabileceğine inanan, sığ ve kulaktan dolma bilgi kırıntılarıyla klişe laflar eden, kendisi gibi düşünmeyenleri suçlayan, yargılayan ve üstelik onları kıt aklıyla aşağılamaya çalışan, farklı fikirleri olanların şiddetle cezalandırılması gerektiğini ima eden tavırları ile ortaçağ engizisyonuna yakışan bu insanlar büyük oranda ön plana geçmeye başlamışlardır. bu ülkede de sade, boris vian gibi yazarların çıkmamasının yegane sebebi bu ölü sevicilerdir. palaniuk'a katlanamayan insanların boris vian gibi yazabilecek bir türke katlanabilmesi imkansıza yakındır.

aydın insan, kişilerin diğeri/diğerleri üzerinde baskı ve tahakküm kurmaması, öznenin özne olarak kalması, nesneye dönüşmemesinin garantisidir. gerçi bu satırlar aşk ilişkisinden, iş ilişkisine, dostluk ilişkilerine varıncaya değin her türlü ilişkiye uygulanabilir. yapılması gereken basittir aslında. kişinin hastalıklı egosunu ehlileştirmesi, dünyanın kendi etrafında dönmediği gerçeğini idrak etmesi ve kendinden farklı surette dünyaya gelmiş insan kardeşleriyle empati kurmaya çalışması bir çok sorunu çözer. herkes bu bilinç düzeyine ulaştığı anda ne düzen, ne de düzülen kalacaktır. bunun için en etkili egzersizler, kişinin yıldızlı bir gecede gökyüzüne bakıp, bedeninin kapladığı yerin küçük, küçücük zavallı bir nokta olduğunu, yeryüzündeki hayatının kısa bir misafirlikten öteye gitmeyeceğini kendine tekrar etmesidir. kendisinden önce var olan, ölüp gittikten sonra da varlığını sürdürecek evren için böylesine önemsiz, böylesine küçükken rol yapmanın, üstünlük kavgası vermenin ne önemi kalmıştır ki?

kendini bir bok sanan bu enteller halkın dilinden anladıklarını iddia ederlerken halkın kendisi çoğunlukla "ne sağcıyım, ne solcuyum, futbolcuyum" tadında insanlardır. bir ideolojileri olmadığını övünerek deklare ederler. böyle davranmalarının iki nedeni vardır. birincisi ve daha yaygın olanı, ideolojik olan herşeyin insanın başına iş açacağını düşünmeleridir. bunlar yaşlı olanları doğrudan ya da dolaylı olarak (büyüklerinin anlattığı hikayeler vb.) 12 eylülün karanlık gölgesinin tesirinde kalmışlardır. genç olanları ise günümüzde olan bitenlere bakıp büyüklerine hak verir olmuşlardır. bu tip kişiler korktukları için suçlanamazlar belki, fakat böylesine yılgın, böylesine kendi kabuğunda yaşadıkları için küçümsenmeyi hakederler(beni küçümseyebilirsiniz bak). ikinci nedene göre davrananlar ise cahildir. ideolojinin ne menem birşey olduğunu bilmezler, ama yine de bir takım bilgi kırıntılarıyla ahkam kesmekten kaçınmazlar. "sol, sağ da neymiş, önce insan olun" kabilinden beylik sözleri vardır. bunlar için de fazla umut yoktur.

bu gerekçelere dayanarak, ideolojinin her türlüsünden uzak duranların bilmediği şey, onların ilgisizliğini ve bilgisizliğini teminat altına alan bir büyük ve menfi ideolojinin mevcudiyetidir. ideolojiler üstü olayım derken, insanları aptal robotlara çeviren bir ideolojiye hizmet ettiklerini bilmezler. düşünmenin ve sorgulamanın erdeminden de haberdar değillerdir bunlar. akrep gibidirler.

aydın kişinin bu kişilere anlayış göstermesini beklemek ve hatta saygı duyulmasını istemek bildiğin saçmalıktır. artık kapılarından ve bacalarından sarkarak milletvekili olmak için çabalayan sahtekarlar çıktı, ki kendine aydın diyen bir insanın milletvekili olmak için çaba sarfetmesi kadar saçma bir şey olamaz. homojen bir topluma doğru giderken, bizimki gibi geleneksel ve tam da bu nedenle geri kalmış toplumlarda yaygın olarak karşımıza çıkan bu tür insan tipi hiç kimseye şaşırtıcı gelmemellidir.

homojenliği, kişinin tüm arkadaşlarını hemcinsleri arasından seçmesini, cinsiyeti doğrultusunda gruplaşmalara girmesini ve kişiliğini ait olduğu grubun tabiatına göre belirlemesine bağlayabiliriz. ki söz konusu seçim de kapalı toplumlarda özgür bireyin seçiminden çok, toplumsal dayatma olarak karşımıza çıkmaktadır.

hepimizin bildiği gibi, sosyal değişimlerin yavaş ve eksik olduğu yerlerde erkekler, kahvehane ve kahvehane ruhunun hakim olduğu ortamlarda, kadınlar ise onlara ayrılmış biricik alan olan ev ve ev çevresinde toplanırlar. cinsiyetler arası yabancılaşmanın temelleri çocukluk yıllarından itibaren atıldığından, sonrası çorap söküğü gibi gelir. kahvehanede hemcinsleri ile oturan erkek, zamanla erkek olmaktan gelen kaba kuvveti bir ayrıcalık olarak gören ve kullanan, geleneksel ve yoz ahlakın en fanatik savunucusu, cahil ve anlayışsız bir bireye dönüşecektir. kadın ise ev işi, çocuk, koca üçgenine hapsedilmiş yaşamını, yine kendisi gibi kadın olan komşu, akraba, eş dostlarıyla beyinleri sünger kıvamına getiren kadın programlarını izlemekle, dedikodu yapmakla geçiren, şiddete maruz kalsa bile eline fırsat geçince kendisi de şiddet uygulayan bir birey olacaktır. ayrıca bu durum sadece bizim ülkemize has bir şey de değildir. batının bu manada bizden çok farkı olduğunu sanmıyorum. sadece sorgulayan kişi sayısı fazladır. çoğunluk ise yukarıda bahsettiğim şekildedir.

bu kaçınılmaz, hazin ve vahim bir kısırdöngüdür. politikacıların "önce ekonomik iyileşme" derken, çözümün ancak küçük bir kısmına işaret edilmekteler. toplumun ekonomik açıdan refah içinde olan kesimi de yukarda açıklanan nedenlerden dolayı tamamıyla bağımsız değildir. irili ufaklı ölçeklerde toplumun aslında her alandaki örgütlenmelerde, görece gelişmiş sosyal ortamlarında büyük kitlelere sirayet etmiş bu hastalığın belirtilerine rastlamak zor olmasa gerek. kendi hayatlarımızı mercek altına alırsak, iş yerlerimizde, üye olduğumuz derneklerde, gittiğimiz kurslarda, okulda, arkadaş ortamlarımızı nasıl homojenleştirdiğimiz, burnumuzun dibinde yaşayan karşı cins tarafından ne kadar dışlandığımız/onları nasıl dışladığımız ortaya çıkacaktır. hoşumuza gitsin ya da gitmesin hepimiz seksistiz veya seksist olmaya zorlanıyoruz.

akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

nazım hikmet - dünyanın tuhaf mahluku

8 Temmuz 2011 Cuma

seviyordum sizi

satırlar aleksandr sergeyeviç puşkin'in. karısı natalya'ya(uğruna rus ordusu ile beraber erzurum'a kadar süren yolculuğu vardır) kur yapan george charles d'anthèsile adlı fransız subayı düelloya davet eder ve karnından vurulur(olayın komplo olduğu da söylenir). iki gün sonra da ölür. öldürüldüğünde otuzsekiz yaşındadır. petersburg'da halk galeyana gelmiştir. ölümünden yüz yıl sonra yayınlanmasını istediği gizli günce'si çok ilginçtir;

"bir erkeğin arzuları güçlendikçe “kadın” kelimesini “vajina” kelimesinden ayırması zorlaşır. erkeğe vajinanın yanında kadının varlığındaki herhangi bir şeye gözlerini açtıran tek şey tatmin edilmiş arzudur. işte bu yüzden zeki kadın ilk olarak erkeğin hayalini vajinasından kurtarmak için kendisini verir. böylece vajinaya doymuş bir halde kadının sahip olduğu akıl, yetenek, nezaket ve tüm güzelliğini takdir edebilecek hale gelir."

"kadınlar sahtekarca, sosyete hanımefendileri istemiyormuş gibi, fahişeler düzer gibi verirler."

"çok yavaş yerleştirmiştim ve polinka bacaklarını omuzlarıma atmak zorunda kalmıştı. “böyle geniş omuzlara sahip olmanız çok güzel lordum” diyen oydu ve ben kadınların neden dar omuzlu erkeklerden hoşlanmadıklarını öğrenince çarpılmıştım."

neyse, konu kitabı değildi, bu sevdiğim şiiri kopyalamak istemiştim. çarpıldığı bir kadını anlatıyor sanırım ve günce'sinden sonra bu şiiri yazma nedeni de bellidir aslında!

seviyordum sizi: ve bu aşk belki
içimde sönmedi bütünüyle;
fakat üzmesin sizi artık bu sevgi;
istemem üzülmenizi hiçbir şeyle.

sessizce, umutsuzca seviyordum sizi,
kah ürkeklik, kah kıskançlıkla üzgün;
bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki,
dilerim bir başkasınca da böyle sevilin.

çeviri: ataol behramoğlu

21 Haziran 2011 Salı

sen benim hiçbir şeyimsin

hikaye eski bir izmirli arkadaşımdan. onun anlatmasına göre attila ilhan'ın izmir'de telefonuna dadanan izmirli kızlar varmış ve onlarla konuşurmuş. işte bu kişilerden birisi ile sohbeti iyice ilerletmiş, hiç görüşmemişler ama, kadın en sonunda o klasik soruyu sormuş, ben senin neyinim? şiirin ilk dizeleri attila ilhan'ın ağzından dökülmüş, sen benim hiçbir şeyimsin. gerisi de gelmiş elbet. o kadının kim olduğu attila ilhan bilmeden ölmüş demişti arkadaşım. sonuçta hiçbir şeyi!

sen benim hiçbir şeyimsin
yazdıklarımdan çok daha az
hiç kimse misin bilmem ki nesin
lüzumundan fazla beyaz
sen benim hiçbir şeyimsin
varlığın yokluğun anlaşılmaz
galiba eski liman üzerindesin
nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
dudaklarınla cama çizdiğin
en fazla sonbahar otellerinde
üniversiteli bir kız uykusu bulmak
yalnızlığı öldüresiye çirkin
sabaha karşı öldüresiye korkak
kulağı çabucak telefon zillerinde

sen benim hiçbir şeyimsin
hiçbir sevişmek yaşamışlığım
henüz boş bir roman sahifesinde
hiç kimse misin bilmem ki nesin
ne çok çığlıkların silemediği
zaten yok bir tren penceresinde

sen benim hiçbir şeyimsin
yabancı bir şarkı gibi yarım
yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
hiç kimse misin bilmem ki nesin
uykumun arasında çağırdığım
çocukluk sesinle ağlayarak

sen benim hiçbir şeyimsin

3 Şubat 2011 Perşembe

bence artık, sen de herkes gibisin

nazım hikmet'in bu şiirinde gurur dolu bir yan var. karşı tarafın sevdası bittikten sonra büyük bir gururla o da sevgisini sonlandırdığını söylüyor. birisini sevmek için herhangi bir şart aramak saçma. sevmemek için de saçma. ama şiir güzel. ama özellikle son kıtada büyük hayal kırıklığı da görünüyor.

şu facebook çıtır gençliği bu şiirin anasını bellemiştir, mahvetmiştir. son mısra çok fazla tekrarlanan bir kalıp haline gelmiştir, alakasız şarkılarda bile duyabilirsiniz. çok ayağa düştü bu şiir, çok...

neyse, şair burada o kişiyi diğerlerinden ayıran derin farkın kendi yanılgısı olduğunu anlıyor. şiiri 1918'de, yani 16 yaşındayken yazmış(facebook gençliğinin yaşlarında yazmış!). kıskanılmayacak gibi gibi değil. nedim gürsel'in dün güzel bir tespini dinledim. nazım hikmet'in annesi yahya kemal ile birlikteymiş, ki yahya kemal aruzun son dönem en büyük şairlerindendir. neyse, nedim gürsel, "nazım yahya kemal'in kafasını parçalamayınca şiirini paramparça etti" dedi. gerçi bu şiir aaab hece ölçülü bir şiir. daha sonra bu tarzı da terk eder. zaten ilk yazdığı şiirlerden birisidir. ama 16 yaşında ya hu. böyle satırları kağıda dökmek nazım hikmet için çok kolay olmalı. 


cem karaca bu şiiri şarkı yapsa bile anlamı çok kaymıştır.


gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
oralarda kalbime sevda geçmiyor
ben yordum ruhumu biraz da sen yor
çünkü bence herkes gibisin

yolunu beklerken daha dün gece
kaçıyorum senden gizlice
kalbime baktım da işte iyice
anladım ki sen de herkes gibisin

büsbütün unuttum seni eminim
maziye karıştı şimdi yeminim
kalbimde yok bile sana kinim
bence şimdi sen de herkes gibisin

1920'de benzer bir şiir daha yazmıştır. iki şiir de güzeldir.


gönlümle baş başa düşündüm demin;
artık bir sihirsiz nefes gibisin.
şimdi tâ içinde bomboş kalbimin
akisleri sönen bir ses gibisin.
 
mâziye karışıp sevda yeminim,
bir anda unuttum seni, eminim
kalbimde kalbine yok bile kinim
bence artık sen de herkes gibisin.

12 Kasım 2010 Cuma

utangaç balıklar için buzlu camdan akvaryum

bu şiiri üniversitede okurken aldığım öküz veya hayvan dergisinde okumuştum. hani şu leman'ın kültür ve edebiyat dergisi. dergi çok güzeldi. ama bu şiir enfes ötesiydi. bir sayfa çizgi romanla yazılmış bir şiir. kareleri bile aklımda hala.

çok bilinen bir şiir de değil elbette. bu yüzden bence en vurucu kısmı olan "ben bir tek, senin dua ettiğin tanrıya inanırım" kısmını kızlara bol bol söyleyip sevgilerini kazanmışımdır! o satırlardan etkilenmeyen kadın yoktur. valla bak.

dergiyi saklamak gibi bir düşüncem olmadığından bu çizgi roman şiirini o şekilde okuyamazsınız elbette. internette aramama rağmen sayfayı o şekilde de bulamadım. bununla idare edin. okurken kafanızdan çizgi roman halini geçirin. daha güzel gideceğine eminim. şiir kutlukhan perker'in. yeniden aratınca sahibini öğrendim! onun satırlarıyla çok kız kandırdığım için kusura da bakmasın! neyse, şiirden bahsetmeye daha fazla gerek yok. okuyun yeter...

Bir mucize olsa da geri dönsen
yine sabah uyanınca ağzıma girse saçların
yan yatarak dönsek birbirimize.
Üşümüş ayaklarını, bacaklarımın arasına yerleştirsen,
şaklaban olsa gözlerin.
Kapı çalmasın diye dua etsen, ellerini kaldırıp göğe.
Bir tek senin dua ettiğin tanrıya inanırım ben.
Bir mucize olsa da geri dönsen.
sen; yatakta şımarırken, deri ceketimi giyip hafız bakkala gitsem
ekmek ve gazete almaya.
Merdivenlerden inerken karate yapan çocuklara uydurma hareketler gösterip,
bunu nasıl anlatacağımı tasarlasam sana daha komik.
hava güzel çarşının içinden geçeyim.
Bir dilim pasta alıp -kahvaltıda pasta seversin- sürpriz yapsam.
İçerisi kalabalık. Olsun, beklerim...
Senin için bir tek yağ kokan bir pastanede beklerim...
Bir mucize olsa da geri dönsen...
Ekmekleri, gazeteleri ve bir de kısa kemıl alıp -hatırlatmadığın halde- cebime atsam...
Kahvaltıdan sonra donnie brasco'yu 20. kez izlerken
eyvah sigara dediğinde gözlerin çaresiz,
hemen çıkarıp zulamdan uzatsam paketi...
Sen boynuma sarıldığında ağır gibi davransam.
Senin çakmağınla sigaranı yaksam, salak gibi..
Hayıflansam, 'keşke zippoyu doldurtmayı unutmasaydım dün' diye.
Çünkü zippoyla sigaranı yaktıktan sonra,
kapatınca kapağını çıkan "çlank" sesi nasıl da katlardı karizmamı ikiye...
Film başladığında warner biraderlerin amblemi görününce hep yaptığın espriyi beklesem.
Sen "ben bu filmi gördüm" deyince önceden biriktirdiğim kahkahayı koyversem...
Birtek senin yaptığın kötü espriye gülerim...
Bir mucize olsa da geri dönsen...
Yine uyanıp birbirimize anlatsak gördüğümüz rüyayı...
Büyük, çok büyük bir vadinin ortasında renkli şezlonklarda otursak
anneannelerin, dedelerin kahvaltı yaptığı mutfaklarda otursak,
öğle uykusundan yeni uyanmış çocuklar gibi, kemiklerimiz sıcak..
Taksiye binecek paraları olduğu halde,
bir tane bile geçmediği için minibüse binmek zorunda kalan insanlar gibi
hafif yan otursak.
İçimizde hep bir neye niyet neye kısmet.
Bir tek senin gördüğün rüyanın tabiri yok kitapta.
Bir tek senin gördüğün rüyada varlığım hayra alamet.
Bir mucize için boşuna bekliyorum biliyorum,
seni ben terkettim.
"ruh hastasısın sen!" diye bağırman boşuna değil.
Ama yine de dua et sen bana,
biliyorum benim için dua edenler çoktur,
ama bir tek senin dua ettiğin tanrıya inanırım ben.

çünkü hayvanların tanrısı yoktur...

30 Nisan 2010 Cuma

hepimiz öleceğiz!


aslında evrende 'hiç', 'sıfır', 'yok' diye bir şey yok. her şey var. hayal ettiğiniz her şey var evrende. hiç, yok ve sıfır ise bizde bulunmayanları ortaya koymak için icat ettiğimiz kelimeler. hiç, yok ve sıfır, aslında düşününce çok saçma kelimeler.

irwin yalom'un nietzsche ağladığında adlı romanında şöyle der;

"mezarlıkların, insanın zihnini dinlendirdiğini ve yaşamdaki önceliklerin değerlendirilmesini sağladığı söylenir."

siz gerçeğin ne kadarına dayanabildiğinizi seçtiğinizde, aslında tüm sorunlarınız çözülebilir. neden mi? mantıklı düşünürseniz eğer, aslında yaşamın oldukça anlamsız ve saçmalıklarla dolu olduğunu sezebilirsiniz. en azından yaşamın ölümle sonuçlanması bile bu kanınıza ispat olabilir. o zaman bu didinip durma, çabalama, sahiplenme, senin-benim kavgasının ne anlamı var? oysa normal bir insanda bu isteklerin hepsi var değil mi? işte bu yüzden insan yaşamı saçmadır, anlamsızdır, akıldışıdır, mantıkdışıdır.

bu kadar saçmalıklarla dolu olan bir yaşamdan yola çıkarsak eğer sonuna kadar umutsuz olmamız gerekiyor mu? bu soruya albert camus "hayır" der. camus, ölümle biten yaşamın anlamsızlığını kabul eder. ama buna rağmen gözümüzü, aklımızı, yüreğimizi bu yaşanası dünyanın(ki bence hiç de yaşanası bir dünya değil) güzelliklerine, acılarına, çaresizliklerine kapamamamız gerektiğini belirtir.

"kimler daha emniyette, kimler daha rahat, kimler sonsuza dek mutludur? yalnızca sığ zihinli olanlar, yani sıradan insanlar ve çocuklar."

saçmalıklarla dolu bu dünyada niçin yaşarız? alışkanlıklarımızdan mı, yoksa yaşamayı seçtiğimizden mi? yoksa sadece yaşamaya alışkın olduğumuz için mi yaşamayı seçeriz.

"insan ne yaptığını bilerek, talihin bütün kötülüklerini karşısına alarak, boşuna hayallere kapılmayı teperek seçmeli. insanın, yaşamı tam anlamı ile seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, tanrının sağır olabileceğini düşünmüş olması demektir. insan her şeyi kaybetmeli ki, her şeyi alabilsin." yani;

"kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?"

"aslında yapılması gereken yaşamın saçmalığı karşısında umutsuzluğu, eylemsizliği, eli kolu bağlılığı değil, umudu, insan acısını bir yerde dindirmek, bir yerde yüceltme doğrultusunda yine de yaşamı seçmektir" der camus. oysa nitzsche "umut en büyük kötülüktür" der.

tüm bu saçmalıklardan uzaklaşmak için dine de sarılabilirsiniz. hurili nurili evler, içinden süt, bal ve şarap akan nehirlere inanabilirsiniz. yaşamınızdaki tüm acıları bu sayede sonlandırabilirsiniz. çünkü;

"insanların tarzları iki temel bölüme ayrılabilir: ruhunda sükunete kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar inanmalı ve iman etmeli, ama hakikatin peşindeki insanlar iç huzurundan feragat edip yaşamlarını bu sorgulamaya adamak zorundadırlar."

ama dincilerin esas mücadelesi de bu noktada başlıyor zaten. onların da ölümden sonra yaşama inandığına inanmıyorum. inansalar o dünyaları için mücadele edeceklerine, bu dünyada mal toplamak, karı kız yapmak derdine düşmezlerdi. en azından içlerinde bir şüphe taşıdıklarını düşünüyorum. tarihteki ister tek, ister çok tanrılı olsun, bütün dinler dünyada mal yapmışlardır. ortaçağda kentleri vebadan kurtaran dindarların duaları değildi, hekimlerin işlerini bilmesiydi. savaşları kazandıran şey tanrıya inanç değildir, savaşa daha iyi hazırlanmaktır.

"ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesine nasıl dayanabilir insan? aslında her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimizde bile anlamlı bir şey söylemiş oluruz. "dünyanın hiçbir anlamı yoktur" demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. ama yaşamak, hatta yemek yemek bile bir değer yargısıdır. ölmeye yanaşmadığı sürece insan yaşamı seçiyordur. o zaman da, görece de olsa, yaşamaya değer verdiğimizi gösterir. umutsuzluk susmaktır. susarken bile gözleriniz konuşuyorsa bir anlamı vardır. gerçek umutsuzluk ise can çekişmektir, uçurumdur, mezardır. umutsuzluk sizinle konuştumu bir el uzanır size, çevrenizdeki nesneler size el uzatır, sevgi doğar. mesela edebiyat. edebiyat olan her yerde umut vardır."

evet seyredecek çok film, okunacak bir dünya kitap var! umut, ciddi şekilde bu dünyanın en büyük pisliğidir aslında. pandora'nın kutusu'ndan çıkan son kötülüğün umut olması boşuna değildir. umut, dayanma gücü verir. oysa her şey büyük bir saçmalık üzerine kurulmuştur.

"saçmalık, insanın doğa ile ilişkisinden başka bir şey değildir."

(tırnak içindekiler 'nietzsche ağladığında' ve vedat günyol'un, albert camus'un 'yabancı'sına önsözünden alıntıdır.)

dancer in the dark'da selma kör olacağının bilincinde ne diyordu;

"görecek bir şey kalmadı." hmm, fransızlar ne diyordu peki;

"umrumda bile değil, nasıl olsa her şey aynı."

"umuda bin kurşun sıksa da ölüm
unutma, umuda kurşun işlemez gülüm!"

nazım hikmet'in bu iki dizesi çaresizlik karşısında umuda sığınmayı tavsiye etse bile umut gerçekten fakirin ekmeğidir. unutmayın, hepimiz öleceğiz!!! 150 yıl sonra şu anda yaşayan hiçbir insan yaşamıyor olacak. ne büyük saçmalık...

sinem: benimle evlenir misin?
musa: (kayıtsız bir şekilde) olur.
sinem: beni seviyor musun?
musa: bilmiyorum, sevmiyorum galiba.
sinem: o zaman niye evlenmek istiyorsun?
musa: farketmez.


musa: o gün eve gittiğimde o kadını ve çocukları öldürmek istedim.
savcı: neden? naptılar size?
musa: hiçbir şey. şu diyebileceğim bir nedenim yok. ama öyle istedim.
savcı: bunun sebebini merak etmeyelim mi?
musa: edebilirsiniz tabi, ama bu şekilde bir şey bulmanız çok zor.
savcı: doğru ama siz yardımcı olabilirsiniz belki. madem bunu istediniz.
musa: kadın ağlayıp zırlıyodu, çocukların da hiçbir şey umrunda değildi. bir an öldürmekle onlara iyilik yapacakmışım gibi geldi.
savcı: neden öldürmediniz peki?
musa: nasılsa farkeden bir şey olmayacak diye düşündüm.
savcı: farkeden bir şey olmayacak diye düşündünüz?
musa: yani, kendi açımdan demek istiyorum.
savcı: sırf bunu düşündüğünüz için öldürmediniz?
musa: tam böyle değil, ama böyle de diyebiliriz.


savcı: çocuk öldürmenin iyi bir şey olduğunu mu söylüyosunuz?
musa: çocuklar için iyi değildir tabi. ama öldüren için iyidir.

(yazgı - zeki demirkubuz)


güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
göre-
ceğiz..

motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
ışıklı maviliklere
süre-
ceğiz..açtık mıydı hele bir
son vitesi,
adedi devir.

motorun sesi.

uy! çocuklar kim bilir
ne harikuladedir
160 kilometre giderken öpüşmesi..

hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
yalnız cumaları
yalnız pazarları..
hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
hani şimdi biz haykırırız

cevap:

açılır kara kaplı kitap..
zindan..

kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik
kan.

hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir
ve
çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir..

hani şimdi biz..

inanın..
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
ceğiz
motorları maviliklere süreceğiz çocuklar!
ışıklı maviliklere
süre-
ceğiz.

(nikbinlik - nazım hikmet)

13 Nisan 2010 Salı

akşamcı

akşamcı denilen kişiler alkolik değildir, sarhoş değildir. onların özel bir adı vardır. akşamcı denir onlara. osmanlı zamanında var olan tütün, kahve, afyon ve şarap çekenlerin torunlarıdırlar. o kişilerin günümüz uzantılarıdırlar.

akşamcılar rakılarını açarlar, arnavut ciğerlerini, pilakilerini, peynirlerini, mezelerini hazırlatırlar. içip içip hır çıkarmazlar, kavga etmezler. efendi insanlardır. içince coşup sevmediklerine dümdüz gitmezler. onlar zaten sarhoş olmaz. akşamcı denilen kişiler meyhanede içer. kısaca demlenirler. sabahlara kadar da sürmez bu iş. adabı vardır. kıyametin akşam ile yatsı ezanı arasında kopacağına inanıldığından akşam ezanından sonra başlar keyif. yatsı ezanına kadar da yavaş yavaş artarak devam eder. çünkü sadece bu saatler günün en rahatlatıcı ya da eğlenceli saatleridir. bize rumlardan kalma bir adettir. sadri alışık'ın bazı filmlerinde görürüz bu kişileri. esas olan ise keyifle ve güzel içmektir. gerçi gitti tütün keyfi, daha ne kadar sürdürülebilir ki? devamında kurulan ise çilingir sofrasıdır.

işte bir akşamcı olan cahit sıtkı tarancı, askerliği sırasında kendisine hizmet eden bir emireri varmış. adı abbas. ama öyle böyle değil, tam bir emireri. bizim cehennem yüzbaşı'nın emireri kör şaban gibi değil hani, konuşmaz, laf söylemez, gecenin ilerleyen saatlerinde şair onu çağırsa bile masaya oturmaz. sadece ve sadece hizmet edermiş. masasını hazırlar, hazırda beklermiş. hatta şu meşhur abbas şiirinde "böyle ferman etti cahit, al getir ilk sevgiliyi beşiktaş'tan" dizesini duyunca sabaha kadar şairi beklemiş gözlerini kırpmadan. beşiktaş'a gidip ilk sevgiliyi alacakmış. şairin askerlik yaptığı yer ise ya van'dı, ya da erzincan. öyle bir emireriymiş. şapka çıkarılır böylelerine şapka.

bir kaç başka akşamcıdan dinlediğim hikayede ise mekan boğaz kıyısında bir yerdir. hizmet eden ise abbas adında bir garson. sürekli kırmızı bir meyve istermiş tarancı. masasında bulunacak. ama yemezmiş. bir gün abbas koymamış meyveyi masaya. "herhalde bugün yok demiş" tarancı. ertesi gün de olmayınca çağırmış abbas'ı, demiş "meyve nerede?" abbas cevap vermiş, "zaten yemiyordunuz, hesabınız kabarmasın diye koymuyorum." şair demiş ki "ben o kırmızıyı yemek için değil, seyretmek için istiyorum, rengine hayranım!"

hangi hikaye doğrudur bilmem. ama bir abbas olduğu gerçek. yaşlanmaktan feci şekilde tırsan cahit sıtkı'nın gençliğine, gençliğini hatırlatacak sevgililerine özlemi artınca, işte böyle bir akşamda alır eline kalemi, yazar bu şiiri. kendisini çok çirkin bulduğundan hayata lanet ede eder içermiş, söylermiş. aynı zamanda ilginç bir adamdır vesselam. okurken kendisine mektup gelmediğinden kendi kendine mektup yazar ve postalarmış kendine. neyse, sıra geldi şiire;

haydi abbas, vakit tamam;
akşam diyordun işte oldu akşam.
kur bakalım çilingir soframızı;
dinsin artık bu kalp ağrısı.

şu ağacın gölgesinde olsun;
tam kenarında havuzun.
aya haber sal çıksın bu gece;
görünsün şöyle gönlümce.

bas kırbacı sihirli seccadeye,
göster hükmettiğini mesafeye
ve zamana.
katıp tozu dumana,
var git,
böyle ferman etti cahit,
al getir ilk sevgiliyi beşiktaş'tan;
yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

5 Şubat 2010 Cuma

ingrid bergman

ingrid bergman, iskandinavların sanki gerçek freyja'sı. kusursuz yüz hatları ile bir ilahe. isveç'in soğuk havaları gibi soğuk ve erkeği kendinden geçiren duruşu, bir rahibi bile tahrik edebilecek tanrısal bir havası var. öyle bir kadın ki isabella rossellini'yi bile doğurmuştur. ama kesinlikle kızından daha güzel, bu konuyu tartışmam bile. en büyük hayali roberto rossellini ile film çevirmekmiş. ama ondan çocuk sahibi bile olmuştur. ki roberto o sıralar evlidir ve ingrid bergman, rossellini uğruna holivud kariyerini mahvetmiştir. sanırım isteseydi dünyayı ayak parmaklarının ucunda top eder, dilediği gibi yönetirdi.
woody guthrie kendisi için şöyle bir şiir yazmış;

ingrid bergman, ingrid bergman
gel seninle bir film çekelim
stromboli adası'nda

ah, bir yürüsen kameramın önünden
cümle aleme duyururum hikayeni,
karşılığını da öderim hani
parayla pulla değil ama,
kız ve oğlan evlatlarla,
şarkı söyleriz hep beraber
stromboli'nin etrafında,
hoplaya zıplaya
neşe içinde, mutlu mesut.

29 Ocak 2010 Cuma

lodos

bu rüzgar ismini istanbul'un güneybatısında kaldığı için rodos adasından alır. bursa'da yaşamın kaynağıdır. lodos esmese, bursa'ya çöken duman tabakası şehri oturulamaz bir hale sokar. bursa'nın lodos zamanı görüntüsü de harikadır. her taraf pırıl pırıl, her yeri görebilirsiniz. ama yolun ortasından yürüyün. bir tane bile pencereniz açık kalmasın.

istanbul için durum yine aynı. ama arada bir fark var. lodos eserken tutulan balık yenmez. tehlikeli olabilir. bu denizin dalgaları arasına kapılma ihtimaliniz yüzünden değil, sıcak rüzgar ile gelen balığın pek hayırlı olmayacağındandır sanırım.

pek çok insan sevmez lodosu. o sıcaklık bayar insanı, ruhunu kıstırır kuytu köşelerde, soğuk bir el duymadan yaşadıklarını pek anlayamazlar. oysa ben bayılırım. ne güzel işte, mis gibi, sıcak sıcak vurur yüze, etraf kar deniziyse eğer, her taraf erir, caddeler sel olur, önce şapka takmaktan kurtulursunuz böylece.


yıl 1941, ocağın 23'ü. yer bursa cezaevi. (bu cezaevi kaldırıldı artık, yerine büyük adliye binası yapıldı.) sıcak sıcak esen lodos nazım hikmet'in bu şiiri yazmasına neden olmuş sanırım. nazım hikmet çankırı'dan bursa'ya yeni geçmiş. yazmış lodosun havasını;

Kim bilir kaç milyon ton ağırlığında
ummanda çalkalanmakta su.
En yalnız dalganın üzerinde
boş bir konserve kutusu...

+ 1

Bir aydır ki hapisane geceleri böyledir :
kızgın dişi kediler
- apışları ıslak
tüyleri diken diken
enselerinde diş yerleri -
bazan kuş
bazan insan sesi çıkarıp
dolaşıyorlar
gebe kalana kadar.

Mevsim bahara yakın.
Hava lodos.
Nasıl şiddetli
nasıl sıcak esiyor...

Biz altı yüz adet
kadınsız erkeğiz.
Alınmış elimizden
doğurtmak imkânımız.
En müthiş kudretim yasak bana :
yeni bir hayat aşılamak,
bereketli bir rahimde yenmek ölümü,
yaratmak seninle beraber :
sevgilim, yasak bana etine dokunmak senin...

Mevsim bahara yakın.
Fırtına.
Lodos.
Nasıl şiddetli
nasıl sıcak esiyor...

Bir yerlerde bir cam kırıldı yine
- bu gece bu üçüncüsü -.
Hangi boş koğuşun kapısı açık kalmış,
küüüt, küt,nasıl çarpıyor...

+ 2

Tepedelen cephesinde bir ceset,
örtülüyor altında karların,
ve başından uçan miğferi
yuvarlanıyor önünde rüzgârın...

+ 3

Fabrikanın avlusunda
elektrik ışığı,
ucunda ince bir telin
sallanıyor iki yana,
Bir kadın.
Boynu çıplak,
Uzun saçlarıyla etekleri uçarak,
atölyenin kapısında...

Rüzgâr vurdu putrellere.
Atölyenin saçağından
büyük bir buz parçası düştü yere...

+ 4

Ovaya dörtnala yaylılar iniyor :
çıngıraklar hamutlarında beygirlerin.
Ve iki yanda çırpınan muşambalarıyla
koşuyorlar gece yarısı denize doğru...

+ 5

İnce uzun kılçıklardan ibaret kalan kavak ağaçları
aydınlıktılar
mehtâbolmadığı halde.
Ve kalın
ve dallı budaklı kestaneler kımıldanıyor
- iki yana sallanıyor değil
ağır ağır yer değiştiriyor âdeta -
gidiyordu göz alabildiğine
yıldızların ışığında
yapraksız ahşap kalabalığı...
Buna rağmen bu lodos,
bu uğultu.
Buna rağmen havada
dişi bir ten kokusu
ve yüklü bir yumurtalığın sıcaklığı...
Dağlarda kar çözülüyor.
Yürüyor usareler
yapraksız dalların ucuna doğru.
Gebe.
Gebelik.
Mevsim bahara yakın
ve doğumun
- korkunç
güzel
ve sıcaktır -
günü doldu dolacak...

21 Ocak 2010 Perşembe

harbe giden sarı saçlı çocuk

bu ülkede genelkurmay başkanlığı yapmış iki subay, birinci dünya savaşında ingilizlere esir düşmüştür. hatta biri daha sonra cumhurbaşkanı bile olmuştur.

ragıp gümüşpala ve cevdet sunay.

meluncanlar diye bir grup, atalarının osmanlı olduğunu ve portekizlilerle yapılan savaşlar sonucu esir edildiklerini ve ingilizlere satılıp amerika'ya düştüklerini iddia etmişlerdir.

ikinci viyana kuşatmasının büyük bir başarısızlıkla sona ermesinden sonra, kadınlarına kadar binlerce türk esir edilmiştir. esir pazarlarında haraç mezat satılmıştır.

haçlı savaşları sonucu esir edilen bazı selçuklu prenslerinin torunları hala fransa'da yaşamaktadırlar ve soyadları türkçedir.

fatih'in oğlu cem sultan, kendi isteği ile gitse bile yıllarca avrupalılar tarafından esir edilmiştir. hatta oğlu hristiyanlaştırılmış ve rodos kuşatması sırasında kuzeni sultan süleyman'a karşı savaşmıştır. cem sultan'ın soyu vatikan prensi ünvanı ile hala yaşamaktadır.

birinci dünya savaşında esir edilen türk askerlerinin sayısını ben bilmiyorum.

gördüğünüz gibi türkler de, diğer milletlerin askerleri gibi esir edilebiliyor. esir düşmek ayıp değil. ama şimdi ölmek zamanı, yaşamak gereksiz.

Şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, sanıkların şahsi tehlike korkusunu yenerek mücadelelerine devam etmeleri, silahlarını bırakarak teslim olmamaları gerektiği açıktır. Yakın tarihimizde daha da olumsuz şartlara rağmen atalarımızın hayatlarını feda ederek bu vatanı bizlere emanet etmiş olduklarını gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Aksi takdirde, yani bu tür insani duyguların bahane edilerek olaya yaklaşılması durumunda, askerlik mesleği ve dolayısıyla vatan savunmasının yapılamayacağı bir gerçektir. Üst bölgesinde görevli olan 12 personelin şehit olmasına ve 17 personelin yaralanmasına rağmen canları pahasına çatışmaya devam etmiş, silahlarını bırakarak teslim olmamışlardır.”

orhan veli zamanında ne güzel yazmış:

harbe giden sarı saçlı çocuk!
yine böyle güzel dön;
dudaklarında deniz kokusu
kirpiklerinde tuz;
harbe giden sarı saçlı çocuk!

devamını da yazmış elbette:

neler yapmadık şu vatan için!
kimimiz öldük;
kimimiz nutuk söyledik.

15 Aralık 2009 Salı

sana gitme demeyeceğim lavinia

eğer diğer kişi kafasına "gitmek" düşüncesini koymuşsa, ne yaparsanız yapın sonuç değişmez. önemli olan bu düşünceyi kafasına koyup koymadığını anlamak da değildir. anladıktan sonra, eğer hala seviyorsanız "gitme" diyebilmektir. ileride bana "ahh, bunu bana niye söylemedin, şimdi kafamı dağlara taşlara vuruyorum, köpek gibi pişman oldum" demeyin! bunun yerine onun gitmemesi için "gitme" deyin. sonuçta kişi "gitme" demenize rağmen gitse bile, zaten yıkılmış olan gururunuz biraz daha yıkılacaktır. demezseniz eğer, kafanızda "keşke deseydim" düşüncesi kalacaktır. ama "gitme" demenize rağmen karşı taraf ısrarla gitmek istiyorsa ipini bırakın. en azından "siktir git" lafını duyduğunuz için bir daha onu düşünmeyeceksiniz. harbi bak!!!

şimdi aklıma geldi yahu; "gitme" demeden önce kıza şöyle güzel bir şarkı yapın. veya şiir yazın veya lavinia'yı ona okuyun!. ne bileyim onun sizi sevmesini sağlayan yönlerinizi tekrar açığa çıkarın. çünkü bir öküz olduğunuzdan dolayı o yönleriniz artık bastırılmıştır! kişi, bir müddet için size geri dönebilir(garantisi yok). ama bir müddet için. sonra yine terkedecektir. bu kaçınılmaz bir sondur. bitmiş şeyler üzerinde kafa yormayın. çünkü sonuçta olan tek şey, kafanızın ağrımasıdır. valla bak...

ey okuyucu, şimdi senin yerine düşündüm de; demek 'o değil, sen terkettin' ha. bak şimdi, terkedilen kişi genelde terketme işini beceremediği için karşı tarafa inanılmaz kozlar verir. sen bu kozları alıp doğru değerlendirirsen, sana kendini kendini kandırma fırsatı çıkar. böylece sen fazla yıkılmadan terkedilmiş olursun. ama sen terkettiğin halde, yeni sevgili bulman biraz zaman alabilir. oysa terkedilen sevgili ertesi gün yeni sevgilisine kavuşmuştur bile...

size son bir iyilik, alın işte; lavinia...

"sana gitme demeyeceğim.
üşüyorsun ceketimi al.
günün en güzel saatleri bunlar.
yanımda kal.

sana gitme demeyeceğim.
gene de sen bilirsin.
yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
incinirsin.

sana gitme demeyeceğim,
ama gitme, lavinia.
adını gizleyecegim
sen de bilme, lavinia."

(özdemir asaf)

10 Ağustos 2009 Pazartesi

ispanya iç savaşı



"gel de gör
caddeler kan revan
gel de gör
caddeler kan revan
gel de gör
caddeler kan revan"

böyle der pablo neruda. daha savaş yeni başlamış ve madrid sokaklarının görgü tanığıdır bu büyük şair. onunla beraber orwell, malraux ve hemingway de görgü tanığı olacaktır yaşananların. hele o hemingway. savaştan sonra ispanya'ya bir daha gitmeme yeminini boğa güreşlerini çok sevdiği için 1950'de bozmuş ve sınırda ispanyol polislerinin pasaportuna bakarken neler dediğini de duymuştur:

"bu herif bize karşı savaşan orospu çocuğuna ne kadar da çok benziyor?"

hemingway cevabı yapıştırır elbette, anti faşist ruhla, hala;

"size karşı savaşan o orospu çocuğu benim!!"

ispanya'da 1936-39 arası meydana gelen, faşist güçler ile cumhuriyetçilerin savaşıdır. savaş boyunca 600.000 kişi ölmüştür. savaşa neden olan olay ise yasal hükümeti devirmek isteyen ordunun darbe yapma teşebbüsü, yani isyanıdır.



16 temmuz 1936'da general mola, general goded ve general franco tarafından hazırlanan ayaklanma başlar. isyan özellikle ülkenin batısında, kırsal kesimde etkili olur. mola buraları ele geçirir. barcelona, madrid, bilbao gibi büyük şehirlerde ise yasal hükümet, işçiler sayesinde ilk önce ayaklanmaları bastırır. barcelona'da goded yakalanır. ancak bir çok yer asilerin eline geçer. afrika'daki ordular asilere katılır ve franco bu birliklerle, almaya'nın yardımı ile ispanya'ya geçer. donanma cumhuriyetçilerden yana olsa bile hem almanya ile savaşı göze alamamıştır, hem de elinde yeterli cephanesi yoktur. bir süre sonra alman ve italyan denizaltıları bunları batıracaktır. franco ise baştan lider olarak ön plana çıkmaz. zamanı bekler. önce mağripliler sayesinde, sonra hitler'in yardımı, büyük toprak sahipleri ve kilisenin teşviki ile faşistlerin lideri olur. normalde son derece silik bir tiptir. savaştan sonra bile üniformaları ve artistik resimleri ile puan toplamaya çalışır. savaştan sonra aldığı lakap dillere destandır:

"generalisimo francisco franco, caudillo de espana por la gracia de dios"

(tanrının emriyle ispanya'nın lideri, en büyük general francisco franco)
franco'nun birlikleri ispanya'ya çıktıktan sonra sevilla'yı ele geçirir. kuzeye ilerlerler. madrid'e doğru yürüyüşe geçerler. önlerinde kendilerine direnen her yeri yakıp yıkarlar ve halkı katlederler. kuzeydeki faşistler baskları sıkıştırırlar, madrid'e yaklaşırlar. hükümet kuvvetleri ise fransa, ingiltere'den yardım ister. ama başarılı olamazlar. üstelik fransa ile ingiltere, tarafsızlık ilkesi gereğince cumhuriyetçi birliklerin elini kolunu bağlamışlardır. 1939 pirenelere kadar çekilen bir cumhuriyetçi subayla dalga geçen sınırdaki fransıza subay hemen cevap verir;
"bakalım siz ne kadar dayanacaksınız?"

(fransızlar faşist almanya'ya 1 hafta dayanabilmiştir)

cumhuriyetçilere yardım etmeye hazır görünen sovyetler ise pek oralı olmaz. sovyet gemileri ispanya yakınlarında demir atıp beklemeye geçerler. hükümetten bol miktarda altın aldıkları halde en eski silahlarını verirler. özellikle yetişmiş personel eksikliğini gideremezler. iç savaş sırasında alman tankçıların komutanı olan albay thoma, daha sonra kuzey afrika'da esir edildiğinde ispanya savaşından da bahseder.

"sovyet tankları bizim tanklardan daha iyiydi o zamanlar. ama kullanmayı bilmiyorlardı. bizde o tankları ele geçirip onlara karşı kullanırdık."



üstelik cumhuriyetçi safların tek vücutluluğu yoktur. anarşistler kendiliğindenliğe inanırken, anorko sendikalistler sendikalara, ortodoks komünistler ise demokratik cumhuriyete, troçkistler 1917 ruhuna, goşistler gerillalara, jakoben sosyalistler savaşmaya inanmaktadır. bunun yanında sıradan cumhuriyetçiler ile katalan ve bask yurtseverleri de vardır. üstelik hükümet bu yurtseverlere pek güvenmemektedir.

tüm bu ayrılıklara rağmen cumhuriyetçi ispanya 3 yıl direndi. fransa sadece 1 hafta direnebilmişti! "orduya karşı bir şey yapılamaz" saplantısına rağmen direndi. 1811'den 1936'ya kadar tam 52 darbe ve girişimine sahne olan bu ispanya direndi.

bunun nedeni ise sınıf gerçeğidir. emekçilerin ispanya'sı, yoksulların ispanya'sı direndi. çünkü onlar 1931 öncesi ispanya'sına, onun geriliğine, dar kafalılığına, dinsel baskılara, polis terörüne geri dönmek istemedikleri için savaştılar. çünkü franko bunların hepsini simgeliyordu.



tüm bu birliğe rağmen sovyetler özellikle barcelona'da direnişçilerin arasına nifak sokarlar. stalinistler ile troçkistler savaşır. anorko-sendikalistler temizlenmeye çalışılır. faşistlere ise yardım yağmaktadır. italyanlar binlerce askerini ispanya'ya sokar. alman generaller ülkede yıldırım savaşlarının provasını bile yapar. alman ve italyan uçakları tüm direniş noktalarını bomba yağmuruna tutar. büyük şehirler kitlesel katliamlara uğrar. üstelik hükümet güçlerinin elinde deneyimli subay bile yoktur. büyük çoğunluğu asilerin tarafındadır. yine de direnmişlerdir. amerikan petrolü ile desteklenen, ingiliz ve fransız duyarsızlığı ile güç kazanan, zengin ispanyolların, alman ve italyan bankaların maddi katkıları ile finanse edilen faşizme karşı sonuna kadar direnmişlerdir. avrupa'da faşizme karşı ilk direngi noktası ispanya'dır. savaş biter bitmez sıra polonya'ya gelecektir. ingilizlerin aklı ancak o zaman basar, faşizmi durdurma geriğini anlar.

1937'de savaş iyice şiddetlenir. faşistler galiçya ve bask bölgesini ele geçirirler. bask bölgesinin düşüşü enteresandır. sol ile alakaları yoktur. milliyetçi duygularla hareket ederler. komuta kademesindeki basklı-ispanyol ayrımı sonlarını hazırlar. madrid direnmektedir. bu sırada almanya'nın en etkili lejyonları ülkeye girer. bask bölgesi düşmeden önce guernica yaşanır. alman uçaklarının bombardımanı sonucu binlerce insan ölür. picasso, guernica'yı gören bir alman subayının "bunu siz mi yaptınız?" sorusuna, "hayır, siz yaptınız" demesi boşuna değildir. resim tüm dünyada savaş karşıtlığının sembolü olur.



stalin, sosyalist ve anarşistlere karşı komünist kuvvetleri kışkırtır. mayıs günleri başlar. direnişçiler kendi aralarında bölünmüşlerdir. dünyanın her yerinden insanlar direnişçiler saflarına katılır(türkiye hariç). uluslararası tugaylar kurulur. özellikle faşizm altında ezilen almanlar, italyanlar, orta avrupalılar ispanya'ya akın eder. her zaman çarpışmaların ön saflarında yer aldılar. 35.000 kişidiler. 10.000'i ölmüştür. 1938'nin sonların ispanya'dan ayrıldılar. barcelona'da geçit töreni ile, çiçeklerle uğurlandılar. buna rağmen barcelona düştüğünde 2.000'i esir edilmişti. onlar 19. yüzyılın büyük düşünün son askerleridirler. yani enternasyonalist düşün...



1938'de ise hükümet kuvvetleri barcelona ile madrid-valencia hattına sıkışmıştır. ekonomik sıkıntıya girerler. kuzeydeki sanayi ve maden bölgeleri faşistlere geçmiştir. üretim düşer. gün gelir, barcelona'nın enerji kaynakları bile el değiştirir. faşistler sürekli güçlenirken sovyetlerin komünistleri desteklemesi ile iktidar el değiştirir. anarko-sendikalistler ve sosyalistler temizlenir. işte tam bu sırada sovyet silahları imdada yetişmeye çalışır. parça parça gelen bu silahlar, iş işten geçtikten sonra gelmiştir. sınırsız alman ve italyan desteği sayesinde(70.000 italyan askeri bu savaşta savaşmıştır) tank ve uçak bolluğuna kavuşan faşistlere karşı durmak imkansızlaşır. her şeye rağmen bir umut her zaman vardır. barcelona sokaklarına atılan alman yapımı el bombalarının patlamadığını gören direnişçiler, bombaları incelediklerinde, alman işçilerinden gelen şöyle bir notla karşılaşırlar;

"yoldaşlar, şimdilik bu kadar!"



1939'da komünistlerden sıtkı sıyrılan ve en sonunda onları defeden halkın dayanacak gücü kalmamıştır. faşistlerin önünde duramazlar. önce barcelona, sonra madrid düşer. direnişçiler toplu şekilde katledilir. mayıs 1939'da savaş resmen sona erer. savaş sonrası 200.000 kişi daha infaz edilir. 400.000 kişi fransa'ya kaçar. fransızlar bu kişileri perişan halde bırakır. ama bu kişilerin bir bölümü nazi işgali sonrası fransız direnişinin mimarlarından olacaklardır. 1944'te paris'i kurtaran tanklardan bazılarının adı madrid'tir, guernica'dır, teruel'dir.



savaş sırasında madrid ve barcelona sokaklarında dalga dalga yayılan "no pasaran " sloganı yerine, ordu birlikleri bu şehirlere girence "han pasado(girdik bile)" çığlıkları alır. belkide fransız anarşistlerinin dediği doğruydu:

"mutlu olmak istiyorsan as efendini, kes papazları"

savaşın bitmesine yakın fransa ve ingiltere franko'yu yasal hükümet olarak tanır. rüya biter. geride kalanlar biri de neruda'nın şiiridir;

"espana en el corazon"



soracaksınız, leylaklar nerede hani?
gelincik yapraklı metafizik nerede?
sözcüklerine incecik delikler açıp
onları saçan yağmur nerede?
kuşlar nerede hani?

her şeyi anlatayım.

kent dışında yaşardım,
madrid dışında, çanlarla,
saatlerle, ağaçlarla.

görülürdü oradan
kurumuş yüzü kastilya'nın
meşin bir okyanus gibi.
evime çiçek evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı
duvarlarından çünkü
güzel bir evdi
köpekleriyle, çocuklarıyla.

hatırladın mı, raul?
rafael, hatırladın mı?
hatırladın mı, federico?
yerin altında,
hatırladın mı, balkonlarında o evin
haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.

kardeşim, kardeşim!

her şey
o kalın sesler, tezgahların tuzu,
kabarmış ekmekler çıkaran fırın
ve heykelleriyle argüelles pazarı
kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde.
yağ akardı kaşıklara,
ayakların, ellerin derin çarpıntısı
sokaklarda büyürdü,
metreler, litreler, temel
ölçüsü yaşamın,
balık yığınları,
rüzgar gülünü bile şaşırtan
soğuk güneşiyle kiremitler,
patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,
domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga.

“bir sabah tutuştu bunların hepsi,
bütün canlıları yutmak için bir sabah
fışkırdı topraktan
şenlik ateşleri,
silah vardı artık,
barut vardı artık,
artık kan vardı.
haydutlar geldi uçaklarıyla,
yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,
takdisler dağıtan kara keşişleriyle
haydutlar geldi gökyüzünden
çocukları öldürmek için,
çocuk kanı aktı sokaklarda
düpedüz çocukların kanı aktı.

çakalların bile tiksindiği çakallar,
kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
yılanları bile iğrendiren yılanlar!
yüz yüze gelince bunlarla
kanını gördüm ispanya'nın,
kabarıyordu
bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!

hain
generaller.
ölü evimi görün,
bakın paramparça ispanya'ya
erimiş maden akıyor her evden
çiçek yerine,
her çukurundan ispanya'nın
ispanya yükseliyor,
her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,
gören bir tüfek,
kurşunlar doğuyor her cinayetten,
o kurşunlar günün birinde
on ikisinden vuracak yüreğinizi.

soracaksınız, şiiri neden
düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını anayurdunun?

gel de gör
caddeler kan revan
gel de gör
caddeler kan revan
gel de gör
caddeler kan revan

Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.