heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!
inceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
inceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2020 Salı

kasım


hızır günleri bitip, kasım günleri başlamışken kasımdan bahsetmemek olmaz değil mi sevgili izleklerim. ne de olsa kasımda aşk başkadır!

nişanyansözlük'e göre kasım, bölen taksim eden anlamına gelen arapça bir sözcüktür. önceki adı sümer-babil-ibrani-süryani-aramice kelime olan tisri-den gelme osmanlı zamanı teşrin-i sani cumhuriyetle birlikte ikinci teşrin. 

ilginçtir, teşrin ne demek diye bakınca doyurucu bir cevap yok. tdk, yılın on ve onbirinci ayına verilen ortak ad diyor. nişanyansözlük ise rumi takvimin sekizinci ve dokuzuncu ayları, ekim ve kasım sözcüğünden alıntıdır demiş. arapça sözcük aramice/süryanice tişrin "arami/süryani takviminin yedinci ayı" sözcüğünden alıntıymış. anladığım kadarı ile kendileri yedinci demek. bu da demek oluyor ki arami/süryani takvimi mayısta başlıyor. yani hızır günleri ile birlikte.

bilirsiniz, november de onuncu demek. çünkü eskiden takvim mart ayında başlıyordu. 1 nisan şakaları geçmişi de bu takvime dayanır.

not: fotolar google'dan..

 

19 Kasım 2015 Perşembe

kapitalizm canavarı


ali koç "eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. gerçek sorun kapitalizmdir" diye buyurmuş. üstüne malum kişinin "... ben de işverenlere tavsiye ediyorum, biraz az kazanın ve kazandıklarınızı dar gelirli insanlarla paylaşın. bunu bir defa başarmamız lazım. neden, fakirliği tahrik etmeyelim ve paylaşımcı anlayışı hayatımıza egemen kılalım" diye bir laf etmiş.

sanırım trafik ve enflasyon canavarından sonra bir de kapitalizm canavarımız oldu. malumunuz üzere ülkede herhangi bir sorun olursa bu hiç kimsenin sorunu değildir. kaza olduysa trafik canavarı, dolar arttıysa faiz lobisi iş başındadır. eğer ülkede eşitsizlik varsa bu özel sektörün ve devletin sorunu değildir. kapitalizmin sonucudur. artık geçmiş olsun. ücretiniz mi az? ali koç'a bağırmayın ve hatta onu övün. ne güzel tespit yapmış işte. sorun onda değil, kapitalizmde. geçinemiyor musunuz? devlet sınıflar arasındaki eşitsizliği fazla kazanandan vergi toplayarak düzelteceğine hala zenginlere rica minnet "maaşları yükseltin" mi diyor? hiç canınızı sıkmayın. bakın sorun çözüldü. dilsizlerin dili oldu yine..

asgari ücretin 1300 veya 1500 olması sorunu hala çözmüyor. anadoluda millet zaten asgari ücret kazanmıyor. bir çok yerde hesaplarına 1000 tl yatıyor, ama şirket muhasebecisi bankamatiğin önünde bekliyor ve işçilerin elinden 200-250 tl parasını alıyor. size belki abartı gelebilir ama gerçek durum bu. şimdi hesaba 1300 tl yatar ama 500 tl'sini işçinin elinden alırlar.

istanbul'da tekstil işi yapanlar bu durumu bildiklerinden yavaş yavaş dükkanlarını anadoluya taşımaya başlayacaklardı ki suriye boşaldı ve alın size bedava iş gücü. asgari ücretin yarısına çalışan yüzbinler geldi. kaçak çalıştıkları için çoğuna ücret bile verilmiyor. 1 ay sonra atılıyorlar. ülke kaçak işçi cenneti. türkmenistan, afganistan, kırgızistan, moldova boşalmış sanki. adam afganistan'da kurtlar vadisi izliyor ve türkiye'yi polat alemdar'ın yönettiğini sanıyor. ona katılmak için yola çıkıyor ve 17 günde van'a geliyor.. neyse, bedava yaşıyoruz..

neyi paylaşacağımızı gerçekten bilmiyoruz. 60 yaşında kağıt toplamak zorunda olan kadın, kendi çöp tenekesinde kağıt toplayan suriyeliyi dövmeye kalkıyor. onu suriyeli olduğunu ve ülkeden attıracağını söylüyor. ülke bu kadar felaket durumda. tam bir çürüme, tam bir dibe vurma, tam bir alçalma, söylenen her yalana kanma.. yazık..

17 Aralık 2014 Çarşamba

büyük rusya

sovyet rusya, 80'lerin sonlarına doğru mevcut yapı ile devam edemeyeceğinin farkına varmıştı. askerlerin karşı çıkmasına rağmen nispeten kontrol edilebilen bir bölünme yaşadılar. çünkü rus doğurganlığı azalmış ve rus nüfus oranı % 51 civarına gerilemişti. bağlı devletcikler onlardan ayrıldı ve bu sayede yeniden toparlanma için vakit kazandılar.


ama bu bölünme esnasında kendilerinden kabul ettiklerini vermemeye kararlıydılar. grozni gibi. şiddetli bir savaş ve neticesinde çeçen nüfusunun % 25'ini öldürdüler(toplam çeçen nüfus 1 milyon). böylece ayrılmak için iç çeken diğer küçük grupları da kendilerine tekrar bağladılar. toparlanma süreci şiddetli oldu. sovyet kazanımlarının hemen hepsi yağma edildi. eğitimli insanları ayağa düştü. ama artan enerji fiyatları sayesinde tekrar rus ayısı olabildiler. ta ki ukrayna'ya kadar..

ruslar büyük ihtimal ayrılmadan sonra kendilerine soğuk davranan ukrayna'ya uzun zamandır bozuktular. beyaz rusya'ya bozulmaya gerek yok. onlar hala daha avrupa'nın tek diktatörlüğü olarak yaşamaya devam ediyor ve rusya'nın ekseninden çıkmaya niyetli değil. ukrayna'nın da öyle olacağını tahmin etmişlerdir ama öyle olmadı. beyaz rusya ise esasında rusya ile birlik olacaklar ama lider kim olacak çekişmeleri var. neyse, ama diğer kardeşleri ukraynalılar ruslardan ayrılmaya pek niyetli. şunu bilmek gerekir. ruslar, beyaz ruslar ve ukraynalılar aynı ana-babanın çocuklarıdır. bizimle azeriler ve tatarlar gibi. aralarında öyle büyük büyük farklar yok(mesela bizim yazı dilimiz istanbul türkçesi olmasa ve her yöre kendi konuştuğu gibi yazsa uzun vadede yöresel dil ayrı dil olarak avrupalılar tarafından kabul edilebilirdi). rusca ve ukranca uzun vadede birbirinden ayrılmış yöresel ağızlardır. aralarındaki temel ayrılık olarak moğol istilası vakti gösterilir. o zamana kadar beraber anılan bu halklar, o zamandan sonra ayrım geçirmişler, moğollardan kaçan slavlar rus olarak adlandırılmış, kalanlar ise zamanla istilacılarla da karışarak ukraynalı olmuş. ayrıca günümüzde oluşan kiev ve moskova patrikliği ayrılıklarını da unutmamak gerek. bu kilise ayrılığı/din ayrılığı, yine birbiriyle bildiğin kardeş olan sırp, hırvat ve boşnakları perişan etmiştir.

neyse, sovyetler birliğini kuran 4 devletten biri olan ukrayna(diğerleri rusya, beyaz rusya ve transkafkasya) devleti yıkan üç devletten de biridir(rusya, ukrayna ve beyaz rusya ortak kararı). ruslar şimdi kontrollü bir yayılma peşinde. bunu önce gürcistan'da denediler. abhazya ve güney osetya'yı kendilerine bağladılar.şimdi ukrayna'nın rus bölgelerinin peşindeler. karadenize yeniden sağlam bir şekilde girdiler. en sonunda kazakistan'daki rus bölgelerini isteyecekleri şüphe götürmez bir gerçek.


oysa batının planları farklı. amerika, sovyetler bölündükten sonra kendilerine tehdit olabilecek üç bölge belirlemiş. balkanlar, orta doğu ve eski sovyetler. balkan kısmını yugoslavya'yı paramparça ederek ve her bölünen parçayı kendisine bağlayarak halletti. kalanını ise ab parçası yaptılar. orta doğuda ise peyki israil'i rahatlatmak için yaklaşık 25 yıldır süren savaş ve iç savaşlarla işi kotarıyorlar. geriye en büyük rakibi kalıyor. rusya'yı tekrar durdurmak.

ikinci dünya savaşı'ndan sonra stalin temelde kimseyle kapışmak istemiyordu. o, rusya'nın hep batıdan işgal edildiğini bildiği için doğu avrupa'yı elinde tutup tekrar işgali önlemek istiyordu(patton kuvvetli bir işgal taraftarıydı mesela) ve savaşın gerçek kazanını olarak buna bence hakkı vardı(o savaşta 30 milyon sovyet vatandaşı öldü). ama çapsız truman yönetimindeki amerika, yeni savaş meraklısı kadrosu sayesinde tüm dünyayı istiyordu. ruslar ise çevresini tamamen saran amerikan devletcikleri, üsleri, uzun menzilli amerikan bombardıman uçakları ve en önemlisi atom bombası yüzünden korkuyorlardı. atom bombasını amerika'dan çalınca ve çin komünist olunca amerikalılar kendilerini tehlikede hissetti ve soğuk/sıcak savaş başladı. amerika, dünyanın her yerinde komünistlerle savaştı(kore, vietnem, afganistan hatta türkiye) ve sovyetlere karşı kazandı. şimdi doğu avrupa'dan yıllarca süren ekonomik savaş neticesinde attığı rusları, ukrayna'dan da atmak istiyor. ekonomik savaşı yeniden yürürlüğe soktu. rusların en büyük gelirine çomak sokup petrol fiyatlarını dip seviyelere getirdiler. suudiler, petrol 40 dolar olsa bile üretimi azaltmayacaklarını açıkladı. dolar sürekli değer kazanıyor ve ruslar anlaşılan o ki yine uzun vadede kaybedecekler.

her zaman derim; amerika, rusya'dan daha büyük bir tehdittir. çok güçlü ve sinsidir. bu şartlarda yaşama devam edebilmek için demokrasi ve insan hakları adı altında yemedikleri nane kalmamıştır. gezegenin en büyük belasıdırlar. şimdide kendi egemenliklerini tehdit edebilecek olan ruslara hadlerini bildirmek istiyorlar.

(1980-soğuk savaş zamanı dünya paylaşımı)

12 Şubat 2014 Çarşamba

kılıçdaroğlu

bu adam hakkında beceriksiz ve sakar olduğuna dair bir propaganda var. öyle ki, konuştuğum bir kaç insan onun ciddi anlamda beceriksiz olduğunu, ülkeyi yönetemeyeceğini düşündüklerini anlattılar. sonra facebookda onun hakkında dolaşan capsleri hatırlayınca böyle bir algı yaratma çalışması olduğunu sezdim. evet, bir kısım insanlar böyle bir algı yaratıyor ve bu algı sanırım bir çok insanda var.

bu kişilere bu ülkeyi kim yönetirse yönetsim şimdikinden daha kötü olamayacağını anlatmaya çabalıyorum. doğal olarak olmuyor. bizim insanız tek adam sever. çokluktan nefret eder. nerde çokluk orda bokluk lafı boşuna çıkmamıştır.

bir kısım insan ise(mesela yılmaz özdil gibi) chp'de her kafadan ses çıktığından, ortak hareket edilemediğinden, partinin sağdan soldan adam topladığından bahsediyor. onlara göre böyle olmamalıymış. bence bu düşünce feci şekilde sakat. partilerin bir sınıfsal tabanı olur. ama türkiye'den bahsediyoruz. ülke partilerinin sınıfsal tabanı yoktur. mezhepsel ve ulusal tabanları vardır. böyle bir ülkede, her parti liderinin tek adam olmak çabaladığı yerde, chp'nin değişik siyasi görüşteki insanları bünyesinde toplamasında, belediye başkanı adayı yapmasında hiçbir sakınca yok. muharrem ince ile mansur yavaş arasında allah aşkına temelde ne fark var?

bir insan kendi düşüncelerini özgürce ifade etmek ve uygulamaya koymak için siyasi partilere katılır ve çalışır. malum parti yüzde yüz tek adamın heves ve beklentileri için hareket ediyor ve partinin ikinci adamlarından birisi özgül ağırlığından bahsetme gereği duyuyor. oysa chp bu yönden kesinlikle daha iyi. sevmedikleri adaylar eleştiriliyor, parti lideri eleştiriliyor, politikası eleştiriliyor ve bence daha iyiye bir yolculuk var. chp hiçbir zaman sol parti olmadı. solcuları içinde barındıran bir parti oldu. zaman zaman milliyetçi kanat daha etkindi. şimdi sol kanat sanki biraz daha etkin. kızacak, küsecek bir durum göremiyorum ben.

partinin iyi muhalefet yapamadığı kısmına ise inanın gülüyorum. türk milletinin bilmem neresine koyan insanları eleştirmeyen, eleştirilmesine engel olmaya çabalayan bir iktidar var. medyanın hali zaten meydanda. danışmanlar muhalefetin grup toplantılarını trt'den yayınlamamakla övünüyor. kırşehir'in, çorum'un halkı gidip halk tv izlemiyor. yalanın bini bir para olmuş, en büyük yalancılar baş tacı ediliyor, duygu sömürüsünün feriştahı yapılıyor ve pompalanıyor. bundan iyisi tüm evleri kapı kapı dolaşıp anlatmak.

tek kafadan çıkan ses yerine her kafadan çıkan ses, içinde faşizm bile barındırsa daha iyidir..

19 Kasım 2013 Salı

çok beğenilince devamı yazılan, budur olan, canı sıkılan, gelsin, okusun, kalsın, yazsın, baksın, hadi dağılın..

"tarihin kaynağı ne ilerlemede, ne biyolojik gelişmede, ne ekonomik olaylarda, ne de çeşitli okullardan tarihçilerin genellikle ileri sürdükleri nedenlerin hiçbirinde değildi ve sıkıntıda idi sadece. işim başında sıkıntı geliyordu. tanrının canı sıkıldı, yerle göğü, suyu, hayvanları, bitkileri, sonra da adem ile havva'yı yarattı. bunların da cennette canları sıkıldı, yasak yemişi yediler, böylece tanrının canını sıktılar, o da onları cennetten kovdu. habil canı sıkıldığı için, kabil onu öldürdü. tanrının insanlara yine canı sıkıldığından tufanla dünyayı yıkıp yok etti. ama, bu felaketler de onun canını sıktı. o kadar ki havayı yine düzeltti. bu da böylece sürüp gitti. büyük mısır, babil, pers, yunan ve roma imparatorlukları can sıkıntısı içinde ortaya çıkıyor, can sıkıntısı içinde yıkılıp gidiyorlardı. puta tapanların sıkıntısı içinde hırıstiyanlık doğuyordu" der alberto moravia, kıskançlık adlı eserinde.

"tanrılar sıkıldılar, insanı yarattılar. adem yanlızlıktan sıkılınca havva yaratıldı. o zamandan beri sıkıntı dünyaya girmiş ve nüfusa oranla artmıştır. adem tek başına sıkılıyordu, sonra adem'le havva birlikte sıkıldılar, sonra adem'le havva ve habil'le kabil ailecek sıkıldılar. sonra dünya nüfusu arttı ve halklar kitle halinde sıkıldı. kendilerini eğlendirmek için başı göğe eren bir kule yapma fikrine kapıldılar. bu fikrin kendisi kulenin boyunca sıkıcıydı ve sıkılmanın nasıl üste çıkdığının korkunç bir deliliydi. sonra uluslar, şimdi tıpkı insanların yurt dışına çıkmaları gibi, yeryüzüne dağıldılar ama sıkılmaya devam ettiler. bu sıkıntının yaratacağı sonuçları bir düşünün! insanlık o yüce yerinden aşağılara düştü, önce havva'yla, sonra babil kulesiyle.." der kierkegaard. alberto moravia'nın canı sıkılmış sanırım ve kierkegaard'ın sözünü evirip çevirip eserinde kullanmış. can sıkıntısı çok pis bir iştir. insana her şeyi yaptırır gördüğünüz üzere.

benim sıkıntılarım beni şebeğe de çevirebiliyor ve dostoyevski tam buna atıfla lafını söyler, "can sıkıntısı insanı hayvana çevirebilir." bu erkek için kadın kovalamak anlamına geliyor daha çok. erkek, kadın peşindeyken tam bir şebek olur. veya sadece ben şebeğe dönerim. kadınların sıkıntıları ise bambaşkadır. delirirler ve kaplana dönerler. bence kadın depresyonunun birinci nedeni can sıkıntısıdır. onları bir türlü anlayamamamızın bir nedeni de budur. biz erkekler bir kadın peşinde koşarız ve oyalanırız. oysa onların öyle dertleri genelde yoktur. oysa erkeğin yaptığı son derece normaldir. kadınların erkekleşme süreci(veya insanlaşma), erkeklerin can sıkıntısından kurtulma yollarını öğrendikleri andan itibaren başlamıştır. tolstoy, anna karenina'da "can sıkıntısı: arzuyu arzulamak" diye konuşurken buna atıf yapıyordur.

bukowski "sadece sıkıcı insanlar sıkılır" diye laflar. doğrudur. dünyanın tüm sıkıcı insanları birleşse o sıkıntıdan yeni bir big bang doğardı ve tüm o sıkıntılı süreç yeniden başlardı. çünkü başka bir ademoğlu, "tanrının yaptığı tek şey, bizi izlemek ve sıkıcılaştığımızda bizi öldürmektir. hiç ama hiç sıkıcı olmamalıyız" derken buna atıf yapıyordu. sonuçta ihtiyarların bir çoğu sıkıcıdır ve işi fazla uzatmaz tanrı. adem, havva, idris, nuh yüzlerce yıl yaşamış olabilir. ama o zamanlar ilktiler ve her taraf bbg evi gibiydi. tanrının sıkılması için bir neden yoktu.

sakın tüm sıkılan insanların sıradan kişiler olduğunu düşünmeyin. mesela ferhan şensoy bile sıkılabiliyormuş;

"canım sıkılnca bir sigara yakıyorum. içince öksürüyorum, öksürünce tükürüyorum, tükürünce damağım kuruyor, hemen şarap içiyorum, fakat bütün bunların bende bir alışkanlık yapmasından korkuyorum. bu düşünce bende efkar yapıyor. hemen bir sigara yakıyorum. her efkarlandığımda sigara yakmanın bende bir alışkanlık olmasından korkuyorum. ben canım sıkılınca sigara içiyorum ve yıllardır çok acayip sıkılıyor canım"

yıllardır insanları sigaradan uzaklaştırmak için çalışmalar yürütülürken işin özünü daima kaçırıyorlar. sigara esasında can sıkıntısının düşmanıdır. fakirin en büyük zevkidir. çünkü fakirin başka bir zevki yoktur. duman karşıtları inatla bu zevkten bizi mahrum etmeye çalışıyorlar ve yerine yeni bir zevk kaynağı vermiyorlar. okey oynamak, 51 çevirmek iş değil. sigara zahmetsizdir. göbeğini kaşırken bile içersin. sevişirken bile efor sarfedersin ama sigarada bu yoktur. gerçek zevk işte bu noktada ortaya çıkar. sevişirken altta kalmaya çabalayan kadının amacı da budur. zahmetsiz zevktir işin esası.

"luvur müzesinde artık canım sıkılıyor
can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor
bıktım artık canımın sıkıntısından
içimdeki bu ruh yıkıntısından
aldı fikrim şu hisseyi:
müze gezmek iyi
müzelik olmak fena
ben bu maziyi hapseden saraya
öyle ağır bir hükümle kondum ki
çatlarken sıkıntıdan yüzümde yağlıboya
mecburum durup dinlenmeden sırıtmaya:
çünkü:
ben o floransalı jokond'um
ki floransa'dan daha meşhurdur tebessümüm.

luvur müzesinde artık canım sıkılıyor
ve madem ki maziyle konuşmaktan
çabuk bıkılıyor
ben
karar verdim bugünden itibaren
bir hatıra defteri tutmaya.
belki dahli olur bugünü yazmanın
dünü unutmaya...
lakin acayip bir yerdir luvur
burda belki bulunur
inderi kebirin
kronometrolu lonjin saati
fakat
bulunmaz yüz paralık bir kurşunkalem
ve bir tabaka temiz defter kaadı
lanet olsun luvruna, parisine.
yazarım ben de hatıratı
muşambanın tersine
ve işte:
kırmızı burnunu eteklerime sokan, saçları şarap kokan
miyop bir amerikalının
aşırınca cebinden mürekkepli kalemini
başladım hatıratıma.
yazıyorum sırtıma:
tebessümü meşhur olmanın elemini..."

nazım hikmet - jokond ile si-ya-u

11 Kasım 2013 Pazartesi

can sıkıntısı

"başlangıçta tanrı yeri ve göğü yarattı" diye başlar kutsal kitapların ilki. hakan günday bu yaratma işini nefis bir şekilde anlatır azil'de. "sonunda tanrı sıkıntıdan patlamıştır. buna da big bang denir."

size anlatmak için kasıyorsam eğer bu can sıkıntısını, en baştan anlatmam gerekiyordu. celine "gidilen her on yolun dokuzu can sıkıntısına çıkar" dediğinde boşuna kumar oynamıyordu. insan, temelde ne yapıyorsa can sıkıntısından kurtulmak için yapar. schopenhaur, "can sıkıntısı, birbirini pek az seven insanoğlunun, birbirini aramasına yol açar" der. bu büyük filozofun devrinde arama işlemi için savaşlar kullanılıyor ve bol bol kavga döğüş çıkıyordu. allahtan internet çıktı. bütün savaşları bitirecek olan gerçek internetin ta kendisidir. inanın bana, internet hitler'in devrinde olsaydı eğer hitler olmazdı. abaza bir otuzbirci olarak keyfine bakardı.

insanoğlu temelde tembel bir yaşantı sürerken çalışmayı ve artı değeri keşfetmiştir ve bu süreç din ile beraber devletleşmeye kadar gitmiştir. her şeyin temeli olan tembelliği can sıkıntımız yüzünden terk ettiğimizi düşünüyorum. insanlar deli gibi çalışmadan/ibadet etmeden rahat edemiyorlar. emekli olunca ne yapacaklarını şaşırıyorlar. genelde cami cemaatine katılıyorlar. dinin yılın 354 günü ve günün 5 vaktinde bu kadar kapsayıcı olmasının, tuvalete giderken bile hangi ayağınızı atmaya karar vermenize neden olmasının nedeni tanrının bu işin sırrını biliyor olmasıdır. din hayatımız öyle bir kapsar ki asla sıkılmazsınız. hem zaten sıkıntı şeytandandır. vesveselere kulak vermeyin siz. oysa tek yapmaları gereken tembellik. tembellik hakkımız, söke söke almalıyız. şu karikatürdeki çocuğun dediği gibi, dinimiz amin..

can sıkıntısının başımıza açtığı en büyük bela ise kesinlikle aşktır. bunca yıldır yaşıyorum ve öğrendiğim bir gerçek varsa eğer bir insan canı sıkıldığı için aşık oluyordur. zaten bu yüzden başı beladan kurtulmuyor. sakın bana "yalnızlık can sıkıntısına neden oluyor" demeyin sakın. elli kişilik bir odada bile canınız sıkılabilir ve hatta en fazla tamda o anlarda sıkıntıdan neredeyse patlarsınız. hatta öyle ki utanmasanız "yok mu beni siken" diye bile bağırabilirsiniz. ama bağırmamanızda fayda var. öyle durumlarda hemen ortamı terk edin ve son hız dört duvar evinize sığının. ev mistir, ev güzeldir. pencereleri vardır ve röntgenlemeye yarar. böylece diğer insanlarla da iletişime geçebilirsiniz! sakın bana "can sıkıntısı depresyon belirtisidir" demeyin. freud mu demişti bunu, hmm, bilemeyeceğim şimdi ama yalnız kalmayı beceremeyen insan sosyal olur der. doğrudur. yalnız kalmak bir meziyettir ve herkesin harcı değildir. sosyalleşmemizin nedeni de can sıkıntısıdır schopenhaur'in dediği gibi.

"uff, canım sıkılıyoo" diye sağa sola mesajlar gönderen angut kızlardan sanmayın sakın beni. bu bir denemedir sadece. can sıkıntısı güzeldir, sıkı can iyidir derler hani atalarımız. dostoyevski'yi de atalarımdan biri saymak benim boynumun borcudur mesela. "can sıkıntısı bütün kötülüklerin anasıdır" der büyük sanatçı. ebesinin amına kadar haklıdır hani. alkolü eğlenmek için değil, can sıkıntımızı gidermek için icat etmişizdir.

tutunamayanlar'ın da özüdür can sıkıntısı. selimciğim "can sıkıntısıyla dinleniyorum ancak. sıkılırken dinlendiğimi anlamıyorum. içimin yeni heyecanlarla dolduğunu hissetmiyorum. fakat bilmeden yeni yaşantılara hazırlıyorum kendimi. içimde bir selim ölürken kalan bütün gücüyle yeni selimler yaratıyor" derken hayal kurmaktan bahsediyor bize. newton ccan sıkıntısından ağaç altında yatarken fark eder yerçekimini. sheakspear kesinlikle can sıkıntısından yazdı. kendine yeni yeni hayaller kurdu, yine yeniden yaşadı, yeni selimler yarattı içinde. bu büyük yaratıcılığımızın temelinde de bence kesinlikle can sıkıntısı var. uğraşacak yeni bir şeyler ararken yeni bir şeyler keşfediyoruz işte.

"red kit'in her maceranın sonunda atına atlayıp ufka doğru uzaklaşması bundan, che'nin devrimden sonra küadan ayrılması da. modern anlamda (eşitlik/özgürlük/kardeşlik) adaleti ilk sağlayan fransızlar. fransa'nın en büyük ihraç malı can sıkıntısıdır" diye bağırıyor emrah serbes. doğru söze ne denir, bir şey denmez. alkışlanır.

bunca büyük yazar, bunca yönetmen, iyi ki yazmışlar ve yönetmişler o filmleri. onlarda olmasa ne yapardım bilmem. şaşırır kalır mıydım yoksa ben mi yazmayı denerdim onları. düşünün, hiçbir şey yok. masumiyet'deki gibi, "insan bilmediği bir şehirde, tek başına ne yapar." hiçbir şey. hiçbir şey yapamıyor. kafası koparılmış ördek gibi kalıyor. istanbul'da onbeş milyon insan yaşamasının nedeni de budur işte. kalabalığın içinde kaybolması gibi yoktur. kimse selam vermiyor, kimse kimseyi umursamıyor. aslında tüm şehir sizin. canınızın sıkılması ihtimal dahilinde bile değil..

celine'nin de dediği gibi, film seyredin. can sıkıntınız geçer. thomas mann bilimsel takılır mesela. "tekrarlar insanı sıkar, bu durumda günler zor, yıllar hızlı geçer" der. arakçı teoman'ın şarkısının o meşhur dizelerinin kimden arak olduğunu da böylece gösteriverdim size. hah ha.. hadi dostoyevski'den bir laf daha yazayım; "insanın aklı çoğaldıkça can sıkıntısı artar." bir nevi cehalet mutluluktur demek gibi. bir nevi ama. cehalete biat ederseniz eğer evlenirsiniz, çocuklarını ve torunlarınız olur, geçim sıkıntısı can sıkıntısının yerine geçer ve canınız sıkılmaz.

bunca blog, bunca yazı, aslında hepsinin nedeni can sıkıntısı. yine schopenhauer'e dönelim. o'na göre insan can sıkıntısıyla acı arasında gidip gelen bir sarkaçtır. istediğini elde edemedikçe acı çeker. elde ettiğinde canı sıkılır. (sonra devam ederiz. yazmaktan canım sıkıldı)
--
dün fena sıkıldım akşama kadar
iki paket cigara bana mısın demedi
yazı yazacak oldum, sarmadı
keman çaldım ömrümde ilk defa
dolaştım
tavla oynayanları seyrettim
bir şarkıyı başka makamla söyledim
sinek tuttum bir kibrit kutusu
allah kahretsin, en sonunda
kalktım buraya geldim

-orhan veli-

23 Mayıs 2013 Perşembe

yasak

şu sigara yasağına karşı durmak, sarı öküzü feda etmemek gerekiyordu. kapalı mekan falan derken herifler özel arabalarımızda dahi sigarayı yasakladı. şimdi alkol işi neredeyse tamamen çözülüyor. yasağın iyisi kötüsü olmaz arkadaş. yakında içkiyi yasaklarlarsa şaşırmayın diyorduk. az kaldı, sabredin, evinizde içmeniz de yasaklanacak..

dumanlı sahamı, rahatca ve ucuza içebileceğim biramı geri istiyorum..

1 Kasım 2012 Perşembe

üç harfliler itina ile çıkartılır(!)

zamanın bir yerlerinde kalan eski bir arkadaşın evine gitmiştim. bir zaman sonra evin kapısını açtı, elini süpürge aldı ve beni oldukça şaşırtarak "kışt cinler, kışt, gidin evimden, istemiyorum sizi" diye söylenmeye başladı. konu hakkında kendisine bir şey söylemedim. muhabbete devam ettim.

işte sevgili kardeşlerim, athenaeum pontificium regina apostolorum diye bir yer var vatikan'da. türkçesi kısaca cin kovma ve çıkartması dairesi başkanlığı(!) bir cin kovmak için bu kadar dairedir vs kurmaya gerek yok gördüğünüz üzere. süpürgeyle hallediyoruz biz.

işin bir diğer ilginç yönü daha var. hristiyan dinin temeli olan yahudilikte cin çıkartma yok. isa'nın da cin çıkarttığı görülmemiş ve duyulmamış bir şey. bu yer, büyük ihtimal paganlıktan kalma. çünkü paganlarda kötü ruhları çıkartma işlemi var ve katolikler bu kurumu benimsemiş veya benimsemek zorunda kalmış. çünkü bu inanış çok güçlü ve siz "tanrı aslında öyle değil, böyledir" diyebilirsiniz, ama "yoktur" derseniz, o dönem avrupalısı sizi sallamaz. bir nevi suyuna gitme durumu var.

tabi cin derseniz bunlara, size musallat olurlarmış(!) üç harfli deyiverin, kurtulun. bizde malumunuz üzere medyum memiş'e itaat edenler ve yeraltındaki altınları bekleyenler olarak iki tür cin var. malum, cinler altınları ve memiş'i çok severler. oysa bu ülkenin altı delik deşik oldu altın aramaktan, medyum memiş de hala gazetede köşe yazıyor. inanışa göre ateşten yaratılmış olan bu varlıklar ışık hızına ulaşabiliyorlar ve paralel bir evrende yaşama ihtimalleri oldukça yüksek(!) irade sahipleridir ve biz tabi eşrefi mahlukatız(!)

neyse, kısa bir şeyler yazacaktım aslında, cümleler birbirini izledi. ama banyoda fazla kalmayın. çünkü inanışa göre cinler seni çıplak görürse eğer sana aşık olurlarmış ve bir daha peşini bırakmazlarmış. ha, amerikalıların uzayda cinleri varmış bak, uyduları tamir ediyorlarmış(!)

size ezginin günlüğü - cin ile veda edeyim..

3 Ekim 2012 Çarşamba

kolpa toplum

bahçeşehir üniversitesi öğretim üyesi ve dünya değerler araştırması derneği (wvsa) yönetim kurulu üyesi profesör doktor yılmaz esmer'in hazırladığı türkiye değerler haritası 2012 gazetelerde yayınlandı. buna göre; 

avrupa'nın tanrı'nın insanların yaşamındaki yerinin en yüksek olduğu toplum türkiye. yaklaşık her üç kişiden biri hem otuz gün oruç tutuyor, hem günde beş vakit namaz kılıyor. ve sonra..

araştırması’na katılanların yüzde 87’si eşcinsellerle, yüzde 84’ü içki içenlerle, yüzde 76’sı da aids hastalarıyla komşu olmak istemiyor. halkın birbirine güvenme oranı yüzde 10. yani çevrenizdeki her on kişiden biri sizin ona zarar verebileceğinizi, kandırabileceğinizi düşünüyor. kuzey kıbrıs'ta bu oran yüzde beş. bize göre işsizliğin nedeni de kadınlar.

çok dindarız ya anasını satayım, çıkan sonuç bu işte..

tezat yok mu bu işte? var elbette. bunun nedeni bizim dine nasıl baktığımız. aynı araştırmaya göre biz dini iyilik yapmaktan çok kurallara uymak olarak algılıyormuşuz. yani başkasını düşünmekten çok kendimizi düşünüyoruz. bizde insan sevgisi yok, hatta sevgi de yok. acayip bir toplumuz ve feci şekilde benciliz. 

bakmayın siz kurallara uyma kısmına. kurallar lastik gibidir, istediğin gibi çeker durursun. bizi ayakta tutan şey korkunun ta kendisidir. sokaktaki hayvanlardan korkarız, tanrıdan korkarız, karşımızdaki insanlardan daha çok korkarız..

kaynak: http://galeri.haberturk.com/galeri/index/416794

2 Ağustos 2012 Perşembe

sıfır


naim süleymanoğlu ve halil mutlu barın başına geçerken son derece kendilerinden emindiler. kaldırış sorun değildi onlar için. omuzlarında bir dünya yük, gram titreme belirtisi yok. barı yere bıraktıklarında ise zevkten döşe olurlardı ve resmen taşşaklarını kaşırlardı. bir özgüven patlaması yaşardı tv başındaki bizler. "190 kilo mu, hiç sorun değil, naim kaldırır nasıl olsa. çalışırsam ben bile kaldırabilirim" derdim. iş=yol x kuvvet formülünü yeni yeni öğrenmeye başlamıştım. nah kaldırırdım o ağırlı.

sonra 18 yaşındaki taner sağır çıktı, kaptı altını gitti ve bir daha ortalıklarda görünmedi. 2004 olimpiyatlarıydı. şimdi diyorum kendi kendime, lan yoksa.. kuvvetli siliciler mi kullanmış acaba. peh..

şimdiki nesil felaket. özgüven eksikliğinden podyuma çıktıklarında kolları resmen titriyor. o kollar mı kaldıracak o ağırlığı, o omuzlar mı girecek o barın altına. nerede naim'in 190 kilo kaldırırken o hali, nerede bunlar. naim kaldırırken o bar resmen esnemişti ve ben kırılacak diye korkmuştum. arkadaş, sporcu dediğin özgüven sahibidir, ağırlık kaldırırken kolları titremez, yüzmeyi unuttum demez. olamaz böyle bir şey. kendine güveni olmayan bir insan sporcu olamaz. imkansızdır. ne kadar çalışırsa çalışsın, antremanlarda ne yaparsa yapsın, baskıyı kaldıramıyorsa eğer sporcu olamaz. bıraksın gitsin kendine bir manav dükkanı açsın, eğitimine devam etsin, ama spor yapmasın.

ve çıkıp ekranlara özür dilemesin herkesten. gerek yok. başaramadım, beceremedim desin. kimden özür diliyorsun sen ya hu o ağlamaklı halinle. kimlere garanti verdin ve kendini bu kadar baskı altına aldın. nedir bu rezillik. koskoca sporcu özür diliyor.

bizim sporcular iyice maddi maneviye döndürdüler işi. amatörlük zaten bitmişti. ama olimpiyata katıldığı için 60 cumhuriyet altını alıyorsa eğer zaten onun yüzmek umrunda olmaz ki. derya büyükuncu mesela.

kendisi 80'lerin sonlarında her kırdığı rekor radyolardan anons edilen, geleceğin sporcularından birisi olması beklenen yüzücüydü. ama yapamadı. ne zaman trt radyo 1'de akşam 8'de spor haberlerini dinlesem derya büyünuncu'nun yenilediği rekorlardan bahsedilirdi. beceremedi. 6 olimpiyata katılacağına 1 kez katılıp tek bir bronz alsa daha iyiydi. derya büyükuncu, hafız süleymanoğlu ile birlikte türk spor tarihinin en büyük fiyaskolarından birisidir.

bu adam biraz daha azmedip bir kaç madalya alsa türk yüzme tarihini değiştirirdi. esas değiştiremediği nokta budur. esas kızılan nokta da budur. eğer o bir başarı kazanabilseydi, siz havuza dökülecek paraları o zaman görürdünüz. ama yok, sen 30 yıldır sadece ve sadece yüz, geldiğin nokta 6 olimpiyata katılma başarısı. çoklukta fayda olsaydı hamallar naim'den daha fazla ağırlık kaldırmıştır. onları da büyük sporcu sayalım o zaman. 

rezillik. herif 7. olimpiyata katılmak için sponsor desteği bekliyormuş. ben gençliğimde ona dair yazıları hep okurdum. için için onun madalya alacağına inanırdım. devlet onu amerika'ya kendini geliştirmesi için okumaya yolladı. orada amerikan yüzme takımından teklif aldığını, ama reddettiğini övüne övüne anlatıyordu. hala daha desteklenmediğinden bahsediyor. ulan 8-9 yaşımdan beri senin adını biliyorum ben. devlet ve kulübün bir sürü imkan sağladı sana. tek başarın kısa kulvar dünya şampiyonasında dünya üçüncülüğün. olimpiyatlarda yarı finalin bile yok. ulan o kadar süre bir öküze yüzme dersi verilse yarı final yüzerdi be. buna 7. olimpiyat için sporsor olanın aklını sikeyim. gidin şu yüzemeyen kıza sponsor olun, psikolog desteği verin. eli ayağı titremesin, yüzmesi unutmasın, sakin kalabilmeyi öğrensin.

dünyanın en iyi okçuları ve ata binenleri biziz söylentide. ama maşallah, ne okçuluk var ve atçılık. halis karataş'ın yarışabileceği bir dal oysaydı eğer madalya garanti derdim bak. çünkü o adam büyük sporcu.

hani şener şen'in hababam sınıfında bir sahnesi vardı. olimpiyatlara gitmiş. 76 olimpiyatları. ağlamaklı bir halde konuşuyor. herkesin marşı okundu, bizim bayrağımız göndere bile çekilmedi diyordu. şükür ki o kadar düşmedik daha. en azından rıza kayaalp, bahri tanrıkulu var. altın almaları yüksek ihtimal. kadın basketbolcular bronzu kapacak gibime geliyor. kadın voleybolcular da öyle. en az yarı final oynayacaklar. buna inanıyorum. aslı çakır alptekin var, 1500 metrecimiz. o da alır bir şeyler. bir kaç süpriz olsa yanında, 5-6 götürür gibi. ama başlangıç tam anlamı bir fiyasko. derya büyükuncu ise daha büyük bir fiyasko..


(derya büyükuncu'yu eleştirenlere geri zekalı diyenlere götümle gülüyorum bu arada. neymiş, tek kulaç atmamış kişiler eleştiremezmiş. ben hiç başbakanlık yapmadım, onu eleştirmeyim mi lan? atatürk'ü kimse eleştiremez zaten. sen önce savaş kazan da gel derim bak. sen 6 defa katıl, yarı final bile yüzeme, kimse beni eleştirmesin. oh ne ala memleket a q.)

17 Ocak 2012 Salı

enteresan ingiliz haberleri

gazetelerde içinde ingiltere geçen bir habere rastlarsam, biliyorum ki o andaval ingilizler yine bir gariplik yapmış. isviçrelilerin bilim adamları, almanların savaşçıları, ispanyolcuların sporcuları, fransızların seks skandalları varken ingilizlerin ilginç ve absürd olayları var. dünyanın en absürd ülkesi kesinlikle ingiltere'dir. almanya'dan böyle haberler çıkmıyor arkadaş. bir belçika, fransa olsun yok işte, olmuyor. rusya'dan bile ilginç çok fazla haber yok. 

bazen douglas adams'ın, rehberi sırf gazetelerde yazan o gariplikler yüzünden yazdığını düşünürüm! üstüne siz bir de artur c. clark'ı, tolkein'i, h.g. wells'i düşünün, işte o zaman ne demek istediğimi anlarsınız. bu haberlerin içinde aralarından bir isa diyen aslan çıkmasa bile dikkat edin o haberlere, okurken harbiden gülümsüyorsunuz...
İngiltere'd bir fabrikada çalışan 17 yaşındaki stacey irvine, iki yaşından beri sadece nugget’la (fast-food restoranlarında satılan kızarmış tavuk) besleniyor. Şimdiye kadar ağzına hiç sebze koymadığını söyleyen Irvine, doktorların “Böyle beslenmeye devam edersen ölürsün” uyarısına rağmen nugget’tan vazgeçmiyor. Irvine “Geçtiğimiz aylar fenalaştım. Doktorlar vitamin iğnesi yaptı. Kansız kalmışım. Ancak nugget’lardan vazgeçmem zor. Tavuk dışında bazen cips ya da tost ekmeği yiyebiliyorum” diyor. Bir oturuşta 20 nugget yiyen Irvene sözlerini şöyle sürdürüyor: “Sebze yemeklerinin kokusu bile midemi bulandırıyor. Annem ve babam da çok kızıyor. Ancak ölene kadar nugget yemeye devam edeceğim.”
 

hazel jones adındaki kadın, ingiliz itvi kanalındaki this morning programında iki vajinası olduğunu açıkladı. kadınlar doğduğunda rahimleri iki tüpe benzer bir şekilde olurken zamanla tek rahim şeklini alıyor. hazel'de bu olay gerçekleşmemiş. vücudunda iki vajina ve iki döl yatağı oluşmuş. doktorlar bu durumun çok nadir oluştuğunu söylüyorlar. bu durumu eğlenceli olarak nitelendiren hazel ise görmek isteyen her kadına gösterdiğini söyledi. hazel televizyonda bakireliğini iki kere kaybettiğini sözlerine ekliyor.

İçtiği antidepresan hapları Sarah Carmen'de PSAS hastalığına neden oldu. Bu hastalık Carmen'i günde 200 kez orgazma ulaştırıyor. ingiltere'de 24 yaşındaki Sarah Carmen geçen yıl ruhsal bunalıma girince doktorların verdiği antidepresan haplarını kullanmaya başladı. Ancak o güne kadar gayet sağlıklı bir cinsel hayatı olan Carmen'de birkaç ay sonra bir şeyler değişmeye başladı. Cinsel isteğinde aşırı bir artma olan genç kadın artık her şeyden tahrik olur hale gelmişti. Kapı gıcırtısı bile yetiyor Küçük bir bakış, erkek saçı, uzaklardan gelen bir parfüm kokusu hatta bir kapı gıcırtısı bile Carmen'i tahrik etmeye başladı. Öyle ki bu hıza dayanamayan erkek arkadaşı bile ondan ayrıldı.

İngiliz Naomi Jacobs uyuduğunda 32 yaşındaydı. Sabah uyandığında ise hafıza kaybı yüzünden kendisini 15'inde sanıyordu...

İngiltere'nin kuzeybatısındaki Cumbria bölgesinin Penrith kasabasında bulunan Wolfe adlı bir cafenin güvenlik kamerası kayıtlarına saatler gece yarısı 00.18'i gösterirken ilginç bir görüntü yansıdı. Kapalı olan cafenin salonunda beliren ve hayalet olduğu iddia edilen bir görüntü, orta yerde sürekli şekil değiştiriyor. Yaklaşık 31 dakika boyunca kameranın görüş alanı içinde olan görüntü, bu sırada cafe sahibinin köpeğinin havlamasıyla birlikte hızla pencereye doğru süzülüp kayboluyor. Batemen, benzer görüntünün cafenin yanındaki Thomas Cook adlı seyahat acentasının güvenlik kameralarınada daha önce takıldığını ve acenta çalışanlarının günlerce uykusuz kaldıklarını kaydetti.


İNGİLTERE'DE, STANFORD'DA BİR GRUP İŞ ARKADAŞI BİR DOSTLARININ 50. DOĞUM GÜNÜ İÇİN ÖZEL PARTİ VERDİ. BİR PASTANIN İÇİNDEN ÇIKACAK DANSÖZ KIZ DAHİ AYARLADILAR. ANCAK ADAM PASTADAN ÇIKAN ÇIPLAK DANSÖZÜ GÖRÜNCE KALP KRİZİ GEÇİRİP ÖLDÜ. ZİRA PASTADAN ÇIKAN KENDİ KIZIYDI.

İngiltere, Hampshire kentinde yaşayan anne-kızı konuşuyor. Sam isimli 13 yaşındaki kız, 12 yaşında bekaretini kaybetti. Şu sıralar 4 sevgilisi birden var. İçki ve sigara tutkunu. 40 kez okuldan uzaklaştırma cezası aldı. Tüm bunlara rağmen annesi Tracy Holt (43), her fırsatta kızının yaptıklarını onaylıyor ve arkasında durduğunu söylüyor. Olay çıkarttıktan sonra ödül olarak kızına sigara veren Tracy, “Ortada kötü bir durum yok ki. Ben de küçük yaşta sigaraya başladım, günde bir paket (20 tane) içiyorum. Bu yaşa kadar kanser olmadım. Hem kızım daha az içiyor, 15’i geçmiyor. İçki içmesi de sorun değil. Uyuşturucu kullansaydı daha mı iyi olurdu yani? Kızım çok zeki biri. Komedyen olacak. Esprileriyle herkesi kırıp geçiriyor” dedi. Anne, aileyi işsizlik parasıyla geçindiriyor..

İngiltere'de ilginç bir olay gerçekleşti. 9 yaşındaki bir erkek çocuk cinsiyet değiştirdi. Konu, ülkede 12 yaşında başka bir çocuğun cinsiyet değiştirme haberi gündeme gelince ortaya çıktı. Okuldan erkek olarak çıkan çocuk, bir gün sonra kız forması içinde ve cinsiyet değiştirmiş olarak okuluna döndü. Okul kaydını kız olarak değiştirme girişiminde bulunan çocuğun bu isteği okulu tarafından kabul edildi. 

İngiltere’de yaşayan 26 yaşındaki Emily Day adlı kız, ne böcekten, ne de karanlıkta kalmaktan korkuyor. Onun hayatında en korktuğu şey “erkekler”... Emily Day, bu büyük korkusunun nasıl başladığını hatırlamadığını, ama tüm hayatını kaplayıp kararttığını söyledi. Bu korkusu yüzünden hâlâ bakire olduğunu belirten Emily Day, The Sun Gazetesi’ne verdiği röportajda, “Bakireyim ama lezbiyen değilim, hiçbir şekilde kadınlardan hoşlanmıyorum, yakışıklı erkeklerin fotoğraflarını gördüğümde onları çok beğeniyorum, ama o erkekle yüz yüze geldiğimde ya da aynı mekânda bulunduğum anda çok büyük korku yaşıyorum” dedi. 

İngiltere'nin başkenti Londra'da, bir evde arama yapan 8 polis müfettişi hakkında, aralarından biri arama sırasında evsahiplerinin yanında ''yellendiği'' gerekçesiyle disiplin soruşturması açıldı. İngiliz polisine göre, geçen Şubat ayında uyuşturucu bulundurduğu şüphesiyle Londra'nın doğusundaki evinde arama yapılan bir kişi, müfettişlerden birinin görev sırasında ''yellendiği'' gerekçesiyle 8 görevliden şikayetçi oldu. Adı açıklanmayan evsahibi, bu davranışın, kaba olduğu, profesyonelliğe yakışmadığı ve saldırı niteliği taşıdığı gerekçesiyle polisleri şikayet etti.   

Northampton bölgesinde okuyan Holly Thomsom derste esnedi. Genç kızın esnemesi sonucu ağzı bir anda kilitlendi ve kapanmadı. Paniğe kapılan genç kız öğretmenleri tarafından okulun hemşiresine götürüldü. Buradaki müdahale sonuç vermeyince Thomsom’ın çenesinin kırıldığından şüphelenen hemşire genç kızı hastaneye götürdü. Northampton Bölge Hastanesi’nde Dr. Ejiro Obakponovwe ilginç bir yöntemle genç kızın çıkan çenesini yerine oturttu. Dr. Obakponovwe genç kızın ağzına üst üste dizilmiş 26 tane tahta splintin sokarak çeneyi yerine yerleştirdi.

İngiltere'de trafik kazası geçirdikten sonra komaya giren 22 yaşındaki Aaron Denham isimli genç, mucizevi bir şekilde hayata döndü. Ailesinin cenaze işlemlerini başlattığı sırada komadan çıkan Aaron, uzun zamandan beri yatakta hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Oğlunun cenaze töreninde hangi şarkının çalınacağına bile karar verdiklerini söyleyen gencin annesi, 'Ona en güzel vedayı nasıl yapabileceğimizi bile düşündük günlerce. Ama tanrı biliyor ki her an dua ettim. Tanrıya şükürler olsun oğlumu bana geri verdi' dedi.

46 yaşındaki İngiliz rahibi, dünyanın un uzun vaazını vererek rekor kırdı.Chris Sterry adlı rahip, Cuma sabahı saat 06.30'da vaazına başladı. Rahibin konuşması tam 28 saat 45 dakika sonra bitti.

İngiltere'de Emma Rex adlı bir hayvansevere ait olan obez bir köpek, diyete tabi tutuldu. 60 kiloluk Cassie adlı sevimli hayvan, sıkı bir diyet ve uzun süreli fitness sonucunda kilosunun yarısını verdi. ancak Cassie, hızla değil yavaş yavaş fazlalıklarından kurtuldu. Emma Rex ise "O tamamen farklı bir köpek. Uzun yürüyüşler yapıyor ve sonra da koşu bandında ter atıyor. Cassie'nin mamaları da kalorisiz." şeklinde konuştu.

İngiltere'de yaşayan 3 yaşındaki bir çocuk, şansı ve meraklılığı sayesinde 2.5milyon sterlinlik (yaklaşık 6 milyon TL) hazine buldu. İlginç olay Essex kentindeki Hockley kasabasında yaşandı. Dedesine ait eski metal dedektörüyle evinin bahçesinde oynayan james hyatt, dedektörün ötmeye başlamasının ardından ailesinin yanına koşarak durumu haber verdi. Baba jason hyatt, oğlunun gösterdiği yere giderek toprağı kazmaya başladığında büyük bir sürprizle karşılaştı. Komşuların da yardımıyla 2.5 metrelik bir çukur kazan 34 yaşındaki Hyatt, yerin altına gömülmü altın dolu büyük bir kutu buldu.  

İngiltere'de yaşanan olayda devlet yardımıyla geçindiklerini söyleyen ve sıradan bir orta sınıf ailesi görünümünde olan çifti dikkatli komşuları ele verdi. Uyuşturucu baronu, karısının göğüslerine silikon taktırdığını fark eden komşular sayesinde enselendi. Julie Coyne ve George Kelly adlı çift, orta sınıfın yaşadığı bir mahallede çok sıradan görünüyor ancak bundan faydalanarak uyuşturucu satıcılığı yapıyorlardı.  

Sevgilisini bıraktı sişmesine sarıldı. Her kıyafetiyle gündem yaratan Amerikalı şarkıcı Lady Gaga önceki gün 25 yaşına bastı. Attığı her adım olay olan ünlü yıldız yeni yaşını Los Angeles kentindeki Cita isimli Meksika restoranında sevgilisi ve arkadaşlarıyla kutladı. Sıra dışı şarkıcı doğum gününde sıra dışı bir hediye de aldı. İngiliz Daily Mirror Gazetesi’nde yer alan habere göre sanatçının yakın arkadaşlarından biri, Lady Gaga’ya şişme erkek hediye etti. Gaga’nın bütün gece şişme erkeğine sarılarak oturması uzun süre gülüşmelere neden oldu. Lady Gaga doğum gününde şişme erkeğin yanı sıra pırlanta bir takı aldı. Şarkıcının doğum gününe sevgilisi Luc Carl ve Kate Hudson, Fergie ve Cindy Crawford gibi çok sayıda ünlü isim katıldı. 


(bu haberler basit google aramalarıdır. siz esas gazetelere bakın ve aklınızda kalan haberleri yollayın bana :)

7 Aralık 2011 Çarşamba

gözler kalbin aynasıdır!!

uzun süredir bir şeyler karalamıyorum ve enteresan bir yazı yazmaya çabalayım. gerçi konuya meraklı şahışlar olayı bilir, reklamcılar kesin kesin bilir...

eğer birisi, sizinle iletişim kurduğu zamanın üçte birinden daha az bir süreyi gözlerinize bakarak geçiyorsa, dürüst değildir ve sizden bir şeyler gizliyordur. ama üçte ikisinden daha fazla zaman sürede gözlerinize bakıyorsa ya size hayran kalmıştır, ya da saldırgan bir tavrı olacaktır. üstüne göz bebekleri de büzüşmüşse size meydan okuyor olabilir. biriyle sağlıklı bir iletişime geçmek için iletişimdeki sürenin yüzde altmış civarında bir oranda gözlere bakmak gerekmektedir.

kısaca demek istediğim şu; gözler kalbin aynasıdır, yalan söylemez onlar.. bir şeyleri açığa çıkarır. mesela heyecanlı birisinin göz bebekleri dört kat büyüyebilir. kızgın veya sinirli bir kişinin ise göz bebekleri çok küçülür. minicik kalır ve yılan gözler deriz biz buna.

şimdi gelelim işin flört kısmına. kadınların göz makyajı yapmasının temel nedeni gözlerini erkeğin gözünün içine sokmak istemeleridir. bir kadın, bir erkeği seviyorsa eğer göz bebekleri kocaman olacaktır ve siz, onun sizi sevdiğine emin olacaksınız. aklınıza şeker kız candy'nin veya peter görmüş heidi'nin göz bebekleri gelsin. neyse, romantik buluşmaların loş yerlerde olmasının nedeni de budur. çünkü loş yerlerde göz bebekleri daha da büyür. göz bebeği büyüyen kişi sizi seviyordur ve bu değiştirilemez, rol yapılamaz. bebeklerin ve çocukların göz bebeklerinin büyük olmasının nedeni de bu sevgidir.

göz bebeği büyüme işi kontrol edilemediği için bir çok uzman poker oyuncusu güneş gözlüğü kullanır. sırf karşınızdakinin gözlerine bakarak eli büyütüp büyütmemeniz konusunda emin olabilirsiniz. ve alış-veriş esnasında da başınız göz bebekleriniz yüzünüzden derde girebilir. eğer kadınsanız ve o ayakkabıyı çok istiyorsanız göz bebekleriniz büyüyecektir ve satıcı pazarlıkta oldukça cimri olacaktır. ben pazarlık yapmayı sevmem.

olay sadece gözlerle bitmiyor elbet. bakışlar da önemli. yakın karşılaşmada bakışları gözleriniz ile göğüs arasında, uzak karşılaşmalarda ise gözleriniz ile dizler arasında ise bu mahrem bakıştır ve sizinle ilgilendiğini belli ediyordur. farkında olmadan siz de ona aynı bakışları atmış olabilirsiniz hani, dikkat edin! eğer kişi bakmayı kesmişse, konuşurken gözlerini kapıyorsa sizden sıkıldığını gösterir veya sizi artık iplemiyordur, önemsiz bir kişisinizdir onun için. üstelik buna ilaveten bacak bacak üstüne atmış ve kollarını da göğsünde birleştirmişse hiçbir şansınız kalmamıştır artık. kadın ayakta ve bir ayağını diğer dizinin arka tarafında konumlandırmışsa eğer korkuyordur sizden ve tavrınızı değiştirin. sıcak ve dostca davranın. sonuçta insanları korkutmaya çabalamak çok saçma.

4 Ağustos 2011 Perşembe

bağlanmak üzerine

bağlılık/bağlanma duygusu, vahşi kapitalizmin, insanları becerikli ama itaatkar birer robota çevirme emelinin, içinde bulunduğumuz yüzyılda nasıl gerçeğe dönüştürmekte olduğunun yalın ve isabetli bir ifadesidir.insanlık,  kapitalizmin çarkları arasında sessizce ufalanmakta. ülkelerin ekonomileri kağıt üstünde büyürken, insanlar, "insancıklar"a dönüşmekte. zaman zaman vicdanlı olmakla anlatılmaya çalışılan "insanlık" sözcüğü anlam değiştirmekte. insanlık, artık sadece idealar dünyasında mevcut ve sisli, belirsiz bir kavram olmuş durumda. çünkü insanlık ruhunu yitiriyor. flaş haber: kapitalizm sadece bedeninizi, zihninizi değil, ruhunuzu da sömürüyor.

yüzbinlerimiz, her sabah bir kalk borusu sesi duymuş gibi yerinden sıçrayıp, kentin trafiğini felç ederek o büyük, ruhsuz ve kötücül makinenin parçaları olmaya zorlanıyor. "düzen"in "düzenli"liğini sağlamak için "düzülen" olmanın kuralı basit! robotlaşmaya itirazınız yoksa sorununuz da yok. "işimi sevmeme gerek yok" diyorsanız, işiniz kolaylaşıyor. üstlerinizin, patronlarınızın hastalıklı egolarına tahammül edip yüzünüze mıymıntı gülücükler yerleştirmek o kadar da zor olamaz değil mi? bir hayat edinmek için, karşılığında bir hayat vermenin tuhaf karşılanacak nesi var ki zaten? dedikleri gibi: "herkes bunu yapıyor/yapmak zorunda/yapmayı reddederse toplumda yeri yok."

sorgulayamayacak kadar alıştınız hayatınıza. iyi kötü geçinip gidiyorsunuz. karnınız doyuyor. geçen ay o beğendiğiniz masayı da aldınız(cidden aldım). tebrik etmeli sizi. artık gazetelerin üçüncü sayfaları da haberlerde izlediğiniz trajediler de, başkalarının sefaleti de sizi etkilemiyor. elinizde kumanda, televizyondaki yerli dizileri izlerken yeterince göz yaşı döküyor, hüzünleniyor, eğleniyorsunuz nasılsa. gerisi boş... beğenileriniz "çok sayıdaki başkaları"nınkiyle birebir aynı. çıkıntılık yapmıyorsunuz. mesela hıncal uluç'u ve acun ılıcalı'yı çok takdir ediyorsunuz. kurtlar vadisi'ni hiç kaçırmadınız zamanında(cidden hiç kaçırmadım). affedici, hoşgörülüsünüz üstelik. kötü olan her şeyi unuttunuz, herkesle çoktan barıştınız. ünlüler ve politikacılar ekranlara çıkıp "güzel halkımız, şirin halkımız" la başlayan demeçler verdiklerinde nasıl da gururunuz okşanıyor. öyle uyumlu, öyle uysalsınız ki, sizi sevmeyen ölsün diyesi geliyor insanın...

artık bağlanabilirsiniz...

bağlanamadınız mı?

yoksa hala mı korkuyorsunuz? bu korkuyu taşıyan kimselerde, bağ kurulanla olan ilişkinin herhangi bir nedenle sekteye uğrayabileceği endişesi hakimdir. genellikle bu olgu, sadece ikili kadın-erkek ilişkilerine indirgense de aslında çok daha geniş bir çerçevede zuhur edebilir. insan, yaşadığı ülkeyle, kentle, işiyle, hatta mahalleyle, evinde beslediği hayvanla ve elbette dostlarıyla da derin duygusal bağlar kurabilen bir yaratıktır.

bu korkunun temelinde, kişinin sevdiği şeylerden kopma, sevdiklerini kaybetme ihtimali üzerine kurduğu senaryolar yatar. fakat kişinin geçmişinde ekseriyetle bu korkuyu tetikleyen bazen de özgüven yitimine neden olan(sevdiklerini kaybetmek, terkedilmek vb.) travmatik bir olay yatmaktadır. söz konusu korku, kişinin hayatının gidişatına spesifik olarak da kurduğu ilişkilere, ilişki biçimlerine yön vermekteyse bunun hastalıklı bir durum olduğunu düşünmek yersiz değildir. yine de bu korku son kertede insanidir. zira yarın başına neyin geleceğini bilmemek, geleceğin netameli belirsizliğine mahkum olmak fanilerin yazgısının bir parçasıdır ve insan istese de istemese de bu gerçekle yaşamak zorundadır. herkes bu dokunaklı gerçekle kendi hayatında farklı biçimlerde yüzleşmektedir. mesela bazı insanlar duygusal bağların, özgür ruhlarına pranga vuracağını düşündüğü için korkar.

her ne kadar bağlanma korkusunu negatif biçimde dışa vuranların, aslında duygusallıktan uzak kimseler olduğu sanılsa da, bu kimseler genellikle duygularını uçlarda yaşayan, hassasiyetleri tavanda olan insanlardır.

bağlanma korkusunu bir fobi gibi taşıyan insanların aslında bir anlamda muhafazakar oldukları söylenebilir. kendi dünyalarında ne başkasına, ne de kendi inisiyatifleri dışında gerçekleşebilecek bir değişikliğe tahammülleri yoktur. ruhları her daim huzursuz ve göçebedir, ama aynı zamanda aidiyet duygusuna, evcilliğe teslim olmuş kimselerin asla erişemeyeceği bir bilgelikle taçlanan da onlardır. hayatın bu yaman çelişkisini kimse onlardan daha iyi sezemez.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

dünyanın en tuhaf mahluku

popüler beğenilere eleştirel bakan, eşyanın doğası gereği toplumun ilerisinde bulunan entelektüellere/aydınlara yakıştırılan yafta-söz öbeği/öbekleri vardır. derler ki; "o kadar entel ki hiçbir şeyi beğenmiyor."

bu tür sözlerin ekseriyetle hakim kültürle beslenen ünlü kimselerin ağzından çıktığına çok sık rastlarız. burada güya hor görülen durum 'hiçbir şeyi beğenmeyen entelektüeller'den ziyade, entelektüelliğin ta kendisidir. aydınların, toplumun beğenilerinden uzak olmakla suçlanması, hatta fiziksel saldırıya(cinayet ve bıçaklanma olayları gibi), sözlü hakarete uğraması, hiç de yeni birşey değildir. binlerce yıldır süregelen tarihsel bir durumdur. mesela sokrates'in başına gelenler gayet çarpıcı örnekdir.

neyse, popüler kültür savunucuları, gayet klişe bir argümanla, aydınların halkın dilinden anlamadığını iddia etmektedirler. halka ulaşmak için, halkı dinlemek, anlamak gerektiği sürekli söylenir. burada özellikle özal döneminden beri yerleştirilmeye çalışılan ve başarılan apolitikleştirme, cehaleti kutsama anlayışı yatmaktadır. toplumun budalalılığıyla beslendiği gözle aşikar olan popüler kültürün, sanki halkın asli kültürüymüş gibi sunulması, dahası kabul görmesi çoktan yerleşmiş bu menfi ideolojinin en utanç verici başarısıdır. üstelik yalnızca bu tür sözlerle, sloganlarla entelektüelliğin itibarı zedelenmekle kalınmamakta, popüler dizilerde, filmlerde de entelektüeller, ağzından piposunu eksik etmeyen, söylediği sözler anlaşılmayan züppeler olarak betimlenmekte ve bu kişiler karikatür tiplere dönüştürülmektedir. yazık ki entelektüellerin büyük kısmı da bu duruma seyirci kalmakta, etraflarını saran kültürel sefalet yüzünden daha da içlerine kapanmaktadırlar.

entelektüeller, entel, dantel türü sözlerle yerin dibine sokulurken, aydın geçinenler(gerçek enteller), sanki kendileri aydınmış gibi her yeri doldurmaya, cebren ve hile ile tüm kaleleri zaptetmeye başlamışlardır. bu bağlamda, cehaletiyle övünen, hatta cehaletini başında taç gibi taşıyan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunabileceğine inanan, sığ ve kulaktan dolma bilgi kırıntılarıyla klişe laflar eden, kendisi gibi düşünmeyenleri suçlayan, yargılayan ve üstelik onları kıt aklıyla aşağılamaya çalışan, farklı fikirleri olanların şiddetle cezalandırılması gerektiğini ima eden tavırları ile ortaçağ engizisyonuna yakışan bu insanlar büyük oranda ön plana geçmeye başlamışlardır. bu ülkede de sade, boris vian gibi yazarların çıkmamasının yegane sebebi bu ölü sevicilerdir. palaniuk'a katlanamayan insanların boris vian gibi yazabilecek bir türke katlanabilmesi imkansıza yakındır.

aydın insan, kişilerin diğeri/diğerleri üzerinde baskı ve tahakküm kurmaması, öznenin özne olarak kalması, nesneye dönüşmemesinin garantisidir. gerçi bu satırlar aşk ilişkisinden, iş ilişkisine, dostluk ilişkilerine varıncaya değin her türlü ilişkiye uygulanabilir. yapılması gereken basittir aslında. kişinin hastalıklı egosunu ehlileştirmesi, dünyanın kendi etrafında dönmediği gerçeğini idrak etmesi ve kendinden farklı surette dünyaya gelmiş insan kardeşleriyle empati kurmaya çalışması bir çok sorunu çözer. herkes bu bilinç düzeyine ulaştığı anda ne düzen, ne de düzülen kalacaktır. bunun için en etkili egzersizler, kişinin yıldızlı bir gecede gökyüzüne bakıp, bedeninin kapladığı yerin küçük, küçücük zavallı bir nokta olduğunu, yeryüzündeki hayatının kısa bir misafirlikten öteye gitmeyeceğini kendine tekrar etmesidir. kendisinden önce var olan, ölüp gittikten sonra da varlığını sürdürecek evren için böylesine önemsiz, böylesine küçükken rol yapmanın, üstünlük kavgası vermenin ne önemi kalmıştır ki?

kendini bir bok sanan bu enteller halkın dilinden anladıklarını iddia ederlerken halkın kendisi çoğunlukla "ne sağcıyım, ne solcuyum, futbolcuyum" tadında insanlardır. bir ideolojileri olmadığını övünerek deklare ederler. böyle davranmalarının iki nedeni vardır. birincisi ve daha yaygın olanı, ideolojik olan herşeyin insanın başına iş açacağını düşünmeleridir. bunlar yaşlı olanları doğrudan ya da dolaylı olarak (büyüklerinin anlattığı hikayeler vb.) 12 eylülün karanlık gölgesinin tesirinde kalmışlardır. genç olanları ise günümüzde olan bitenlere bakıp büyüklerine hak verir olmuşlardır. bu tip kişiler korktukları için suçlanamazlar belki, fakat böylesine yılgın, böylesine kendi kabuğunda yaşadıkları için küçümsenmeyi hakederler(beni küçümseyebilirsiniz bak). ikinci nedene göre davrananlar ise cahildir. ideolojinin ne menem birşey olduğunu bilmezler, ama yine de bir takım bilgi kırıntılarıyla ahkam kesmekten kaçınmazlar. "sol, sağ da neymiş, önce insan olun" kabilinden beylik sözleri vardır. bunlar için de fazla umut yoktur.

bu gerekçelere dayanarak, ideolojinin her türlüsünden uzak duranların bilmediği şey, onların ilgisizliğini ve bilgisizliğini teminat altına alan bir büyük ve menfi ideolojinin mevcudiyetidir. ideolojiler üstü olayım derken, insanları aptal robotlara çeviren bir ideolojiye hizmet ettiklerini bilmezler. düşünmenin ve sorgulamanın erdeminden de haberdar değillerdir bunlar. akrep gibidirler.

aydın kişinin bu kişilere anlayış göstermesini beklemek ve hatta saygı duyulmasını istemek bildiğin saçmalıktır. artık kapılarından ve bacalarından sarkarak milletvekili olmak için çabalayan sahtekarlar çıktı, ki kendine aydın diyen bir insanın milletvekili olmak için çaba sarfetmesi kadar saçma bir şey olamaz. homojen bir topluma doğru giderken, bizimki gibi geleneksel ve tam da bu nedenle geri kalmış toplumlarda yaygın olarak karşımıza çıkan bu tür insan tipi hiç kimseye şaşırtıcı gelmemellidir.

homojenliği, kişinin tüm arkadaşlarını hemcinsleri arasından seçmesini, cinsiyeti doğrultusunda gruplaşmalara girmesini ve kişiliğini ait olduğu grubun tabiatına göre belirlemesine bağlayabiliriz. ki söz konusu seçim de kapalı toplumlarda özgür bireyin seçiminden çok, toplumsal dayatma olarak karşımıza çıkmaktadır.

hepimizin bildiği gibi, sosyal değişimlerin yavaş ve eksik olduğu yerlerde erkekler, kahvehane ve kahvehane ruhunun hakim olduğu ortamlarda, kadınlar ise onlara ayrılmış biricik alan olan ev ve ev çevresinde toplanırlar. cinsiyetler arası yabancılaşmanın temelleri çocukluk yıllarından itibaren atıldığından, sonrası çorap söküğü gibi gelir. kahvehanede hemcinsleri ile oturan erkek, zamanla erkek olmaktan gelen kaba kuvveti bir ayrıcalık olarak gören ve kullanan, geleneksel ve yoz ahlakın en fanatik savunucusu, cahil ve anlayışsız bir bireye dönüşecektir. kadın ise ev işi, çocuk, koca üçgenine hapsedilmiş yaşamını, yine kendisi gibi kadın olan komşu, akraba, eş dostlarıyla beyinleri sünger kıvamına getiren kadın programlarını izlemekle, dedikodu yapmakla geçiren, şiddete maruz kalsa bile eline fırsat geçince kendisi de şiddet uygulayan bir birey olacaktır. ayrıca bu durum sadece bizim ülkemize has bir şey de değildir. batının bu manada bizden çok farkı olduğunu sanmıyorum. sadece sorgulayan kişi sayısı fazladır. çoğunluk ise yukarıda bahsettiğim şekildedir.

bu kaçınılmaz, hazin ve vahim bir kısırdöngüdür. politikacıların "önce ekonomik iyileşme" derken, çözümün ancak küçük bir kısmına işaret edilmekteler. toplumun ekonomik açıdan refah içinde olan kesimi de yukarda açıklanan nedenlerden dolayı tamamıyla bağımsız değildir. irili ufaklı ölçeklerde toplumun aslında her alandaki örgütlenmelerde, görece gelişmiş sosyal ortamlarında büyük kitlelere sirayet etmiş bu hastalığın belirtilerine rastlamak zor olmasa gerek. kendi hayatlarımızı mercek altına alırsak, iş yerlerimizde, üye olduğumuz derneklerde, gittiğimiz kurslarda, okulda, arkadaş ortamlarımızı nasıl homojenleştirdiğimiz, burnumuzun dibinde yaşayan karşı cins tarafından ne kadar dışlandığımız/onları nasıl dışladığımız ortaya çıkacaktır. hoşumuza gitsin ya da gitmesin hepimiz seksistiz veya seksist olmaya zorlanıyoruz.

akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

nazım hikmet - dünyanın tuhaf mahluku

2 Ağustos 2011 Salı

hoşgörü

bir ramazan sohbeti ile daha karşınızdayım. neyse, lafı uzatmayayım;

efendim bazı kişiler arabulucu/uzlaştırıcı, yahut 'hoşgörülü bilge kişi' kimliğiyle çeşitli ortamlarda boy gösterirler. onlar için söz konusu ortamlarda bir uzlaştırıcıya ihtiyaç olmasa bile önemli değildir. onlar yine de ve illa ki türerler. kendilerini herkese sevdirmeye çalışır ve 12 eylül sonrası lobotomi yapılmışçasına kimliğini yitiren türk halkının pek bir sempati duyduğu ideolojiler üstü (sevgi, birlik, hoşgörü temalı) söylemleri dillerinden düşürmemelerinden dolayı çoğu kez sevgi ve saygı duyulan kişiler haline gelirler.

bunların kendilerine yükledikleri misyonu açıkça vurgulayanlar daha tecrübesiz ve gülünç olmaya müsaittir. buna karşın yüce misyonlarını telaffuz etmeyip, sadece sezdirmekle yetinenler daha akıllı ve daha sinsidirler. fakat bu tiplerin hemen hepsi kendilerini çok fazla ciddiye alırlar. barış, uzlaşma, sevgi ve illa ki kardeşlik gibi parlak sözcüklerden müteşekkil örtüyü kaldırırsanız en çok kendilerini önemsediklerini, kendini tatmin duygusunun en çiğ dürtüleriyle hareket ettiklerini farkedersiniz. popüler olma kaygıları tavan yapmış kimselerdir bunlar.

herhangi bir ortamda gerginliğin olması bu gibi kimseler için bulunmaz bir fırsattır. hemen ortaya atılıp, sefil bir oryantalist bakış açısıyla konsantre doğu bilgeliği kokan hassas yazılar yazar, duygulu konuşmalar yaparlar. efendim ne gereksiz bir şeydir tartışmak… ideolojileri bu kadar önemsemenin ne gereği vardır, önemli olan insan sevgisidir...

oturup şiir okumak, sevginin yüceliğinden bahsetmek, "kah güldük, kah hüzünlendik" şablonu bu kişiler için yemek içmek gibi bir ihtiyaçtır. orta sınıfa özgü gayretkeşlikle (heves bile değil) şiire öykünen yazılar kaleme almazlarsa(yılmaz erdoğan usulü şiir yazma rehberi), basmakalıp edebi tümceler döktürmezlerse, gözlerine uyku girmez.

ideolojiler üstü dediysek yanlış anlaşılmasın, bu kişiler bütünüyle apolitik değildirler. eskiden ekseriyetle sol görüşlüydüler, en azından kendileri öyle söylerler, yahut bunu bize sezdirirlerdi. ama yavaş yavaş din soslu bir yaklaşımla karşımıza çıkıyorlar. ama yine de sol değerlerden dem vurmadan bu işi yapamazlar. neyse, solcularda kalmıştık. bu hoşgörü zevatları elbette ki 'light' bir solculukla bu işi kotarır. zaten bu solculuk vurgusunu öyle inceden, öyle ustaca yaparlar ki, solculara karşı alerjik olan bünyeler bile bu 'kutsal uzlaşma havarileri'nden rahatsızlık duymazlar. onlarınki şöyle hafif lavanta kokulu, şiire dönük, romantik, sivri yerleri törpülenmiş bir solculuktur.

(bu noktada kafanızda daha canlı bir imge oluşsun diye yine yılmaz erdoğan örneğini vermek isterim. biliyorsunuz o da arada sırada hortlayıp, mahsun kırmızıgül’ünkünden bir gömlek daha fazla sola dönük(!) entelijansıyla, içinde bolca barış, kardeşlik kelimelerinin geçtiği yapmacık hisli cümleler kurar. vizontele tuuba adlı garabette, iki yüzlü, tribünlere oynayan uzlaşmacı tavır midemi kaldırmıştı.)

onlar öyle hoşgörülüdürler ki nefret gibi insani duyguları asla hoşgörmezler! çünkü şık değildir. onlar o denli ulvi bir ruh haline nail olmuşlardır ki kızmazlar bile. sadece kırılırlar. yani hani olmaz ya, misal henüz geberip gitmemiş darbeci paşalar çıkıp kamuoyundan özür dileseler, bizim barış pıtırcıkları onları affedip bağırlarına bile basabilirler(valla yaparlar, billa yaparlar).

öylesine insan sevgisiyle doludurlar ki, kimsenin küçümsenmesini, kimseyle dalga geçilmesini tasvip etmezler. mesela faşistleri ve dincileri en etkili muhalefet dili olarak benimsediğiniz mizah yoluyla eleştirdiniz diyelim. sizden hoşgörüsüzü yoktur. hele hele bir de toplumu alaycı bir üslupla ele aldınız. hiç kaçışınız yok. inceliksiz, sekter solcunun tekisiniz veya yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeyen bir züppesinizdir. bu kimseler genellikle malumatfuruştur veya nadiren de olsa ciddi bir entelektüel birikime sahip oldukları halde oportünizmin sıcak, güvenli kollarına atılmışlardır. örneğin dillerinden düşürmedikleri, yurtseverlik(solcu yurtseverdir, milliyetçi/ulusalcı değildir) anlayışını kavramakta aciz kaldıkları nazım hikmet’in, kendi halkını akrep gibi rahat, tepkisiz ve ebleh olmakla suçladığını bilerek göz ardı ederler (nazım hikmet'in dünyanın en tuhaf mahluku şiiri, bir ara yayınlarım). nazım'ın alıntılanacak daha hoşgörülü daha iyimser dizeleri vardır nasılsa. zaten nazım hikmet de bunun için vardır: gerektiğinde alıntılansın da kendi yavan sözcüklerine afili bir hava katsın diye!

bu hoşgörü misyonerleri, mevlana'nın, gerçek bir hümanist olduğu halde lafı gediğine oturtan, müthiş bir sarkastik kişilik olduğunu ve dahası insanlarla dalga geçmekten kaçınmadığını ya bilmez ya da işlerine gelmediği için bilmezden gelirler.

bu ilgi oburu zevat, her zaman, halkın muktedirler tarafından yapay olarak altı çizilmiş hassasiyetlerini gözetir ve ne şiş yansın ne kebap düsturuyla hareket eder. oysa bir muhalifin dili, illa ki sakınımsız ve keskin olmalıdır. bu yüzden de mizahla muhalefet, uyumlu bir ikili oluştururlar. ama duyarlılık mümessilleri, gerçek muhalifleri 'bozguncu ve tahrik edici' olarak görmeyi tercih ederler. çünkü tribünler onlardan böyle davranmalarını beklemektedir.

bu kişilerin uzlaşmaları da muhalefetleri kadar mıymıntı, ilkesiz, samimiyetsizdir.

oysa uzlaşma, ön kabulleri olan, şartlar olgunlaşınca kendiliğinden ortaya çıkan ve zemininde yapmacıklık olduğu zaman çöküveren bir yapıdır. örneğin, herhangi bir yerde adabıyla yapılan bir tartışmanın ideolojik açıdan zıt görüşteki muhataplarının, daha sonra dostane ilişkilerini devam ettirdikleri görülmüştür (ki bu olması gereken türden bir doğal uzlaşmadır). uzlaşma, kimi çok bilmişlerin sandığı gibi ideolojiler üstü bir zemine kurulmaz. ideolojiler üstü denilen bütün söylemler, güçlülerin, ezenlerin, zalimlerin iktidarına hizmet ederler. uzlaşma, ısrarla dayatılan bir şeye dönüştürüldüğünde kekremsi bir tat verir, dahası onursuz bir uzlaşma, mide bulandırır.

bu kimseler benim hisli diplomasi adını verdiğim bu nevi postmodern duyarlılık gösterileriyle kendilerine bir tür dokunulmazlık zırhı bile edinmeyi başarırlar. böyle kimselere laf söylerseniz, yahut iç yüzlerini anladığınızı farkettirirseniz veya "en temizi budur" deyip bu kişileri görmezden gelirseniz vay halinize! önce inceden bir sitem ederler, sizin (kendince) hoşgörüsüz tavrınızı, kıvamında bir üslupla eleştirirler. "sevgili halkım görüyor musunuz, beni hiç anlamıyorlar, sevgiden bahsettiğim için beni sahte olmakla suçluyorlar! bunlar sevginin anlamını unutmuşlar, yüreğine insan sevgisi tıkıştırmamış, pardon doldurmamış bu kaba insanlar demokrasiden de hoşgörüden de anlamaz. ahhh öyle kırgınım ki!" kabilinden hezeyanlar, bu kimselerin dikkatleri üstlerine çekmek için başvurdukları ucuz ayak oyunlarıdır. dahası "sevginin anlamını bilmeyen bu densizleri" büyük bir ustalıkla cemi cümleye teşhir ederler akıllarınca. çünkü duygu sömürüsü, onların sanatıdır. çevrenize şöyle bir bakın, onlar her yerdeler…

bir sohbetin daha sonuna geldik. sağlıcakla kalın...

28 Temmuz 2011 Perşembe

çömelme hakkı

eskiden doğuya geldiğimi, dinlenme tesislerinde çömerek sigara içen erkekleri görünce anlardım. hemen yan tarafında bir sandalye olmasına rağmen başında kasket, kollar dirseklere kadar sıvanmış ve bir sigara tellendirirlerdi. ya ya sevgili okur, medeniyet düzeyi geliştikçe çömelme oranı düşüyor! nişantaşı'nda bir tane bile çömelen insan olduğunu sanmıyorum. hatta bunu herkesten gizli bile yapmıyorlardır! sakın, ama sakın topuklar havada çömelmeyi kastettiğimi sanmayın. o poza sahip bir fotoğrafınız muhakkak vardır. benim bahsettiğim tam çömelme. topuklarda yerde, dizler tam kırık ve kollar dizlerin üzerinde uzunlamasına duracak. top gibi olacaksın birader, bildiğin yoga pozisyonu, para verip yapmıyorsun ya, beleş yoga işte. diğerleri çömelme sayılmaz.

işin esası elbette alafranga tuvaletlerin yaygınlaşmasına dayanıyor. 1800'lerin sonları ile beraber soylu kesim çömelmeyi avam buldu ve oturaklı aparatlar yapmaya başladı. zamanla bu sistem bizim için batı medeniyetinin bir parçası oldu. öyle ki bizim tuvaletler alaturka, batının ki alafanga olarak adlandırıldı. thomas twyford nikli şahıs bu tek parça tuvaleti icat etti. ama yine de temizlik kurallarının pek sallanmadığı, her tarafın boka battığı yerlerde alaturka tuvalet kesinlikle daha güvenlidir(ayaklarınız sağlamda ise elbette). dur konu kaydı, çömelmekten bahsediyordum ben, eski köy tuvaletlerinde çömeldiğinizde kıçınızı tüm köyün izleyeceğini de bilmek gerekir bu arada.

hah, çömelmeye geri geldim yine. bir erkeğin en fazla çömeldiği anlar askerdedir. bir defa tüm tuvaletler alaturka ve çömelme diye bir hedef küçültme hareketi var. çömel emri geldiği anda o pozisyonu alırsınız(yoksa çök müydü, emin olamadım şimdi). ileri aşaması sürünmedir. çömelerek yürütürler ceza babında, o sürünmekten de kötüdür bence. neyse, insanoğlu kendini bildi bileli çömeldiği için vücudu o yönde evrim geçirmiş derler. barsakların sağlığı için çömelmek gerekirmiş ve dizlerinizin sağlığı için de günde bir kaç dakika çömelerek kalmanız lazımmış. sallamıyorum bu bilgileri, araştırdım! hem ayrıca köpekten korkuyorsanız eğer çömelin! aklınıza tanrılar çıldırmış olmalı filmi gelmesin. hani çocuk sırtlanı kandırmak için başının üstüne bir tahta parçası koyuyordu. bu sayede boyu sırtlandan uzun olunca, sırtlan çocuğa bir şey yapamıyordu, hah işte köpekler hedef küçükse saldırmıyormuş!

(kadınlara çömelmeyi tavsiye etmem. özellikle umuma açık yerlerde. nemden tahrik olan erkek milleti, çömelmiş bir kadın görürse eğer, kudurur.)

ek: bir de gülben ergen'in çömelme dansı vardı ve ne iğrenç bir şeydi o öyle ya, şarkısı da arka sokaklarda neler oluyor idi. feci şekilde iticiydi ve hatta gülben ergen'in sıçma pozisyonunu herkese ifşa etmesi ne iğrenç bir şeydir öyle, cık cık cık!!!

22 Haziran 2011 Çarşamba

inanılmaz oran!!

dünyada yaşayan altı milyar insan var ve bu sayının 3 milyarı kadın. evli, çocuk ve yaşlıları(leon'un dediği gibi; "kadınlar ve çocuklar hariç!") çıkardıktan sonra kabaca 1 milyar kadın olduğunu var sayın. seçenekler o kadar çok ki bir insanın kendisi için doğru kadını/erkeği bulma ihtimali yok gibi bir şey bence. bu sebeple, aşk yerine heves olduğunu her zaman söylemişimdir. dump and dumper'da jim carrey kadının kendisini sevme ihtimalinin yüzde kaç olduğunu sorduğunda kadın, "korkarım milyonda bir bile değil" diye cevap verdiğinde çocuklar gibi sevinmişti. çünkü milyon büyük rakam! komik sahneydi vesselam. neyse, bollukta seçmek zor tabi! ama sizin aklınızı başınızdan alabilecek/etkileyecek kişiyi bulma ihtimaliniz yüzde kaç sizce?

geçen haftaların birisinde gazeteler yazdı. ingiltere'de bir üniversitede matematik öğretmeni olan peter backus adlı birisi, yalnız olmanın bilimini hesaba dökmüş. hesaba göre en iyi eşinizi bulmanın olasılığı 285 binde 1'miş.

hesabı da üç yıllık yalnızlığı sonrasında "neden bir kız arkadaşım yok" adlı tezinde anlatmış. adam bu tezinde dünya dışı yaşam arayışında kullanılan drake denklemi'nden yararlanmış.sonuçlar da ingiliz bekarlar için hiç de umut vaadetmiyormuş. otuz yaşındaki backus, ingiltere'de yaşayan 30 milyon kadından sadece 26 tanesinin kendisine uygun olduğu sonucuna varmış(hobaaa)!!
denklemde yaşları 24 ila 34 arasında olan, londra'da yaşayan, bekar kadınları baz almış. durum böyle olunca da backus'un şansı oldukça düşmüş. şöyle demiş, "muhteşem bir ilişki yaşama olasılığım olan sadece 26 kadın var. bir gece dışarı çıkmamda onlardan biriyle tanışma şansım yüzde 0.0000034. bu da 285 binde 1'e denk geliyor." 

drake denklemi:

N = R* x Fp x Ne x Fi x Fc x L

N iletişim kurmayı umabileceğimiz uygarlıkların sayısı, R* samanyolu galaksisi'ndeki yıldız oluşma sıklığı, Fp bu yıldızlardan kaç tanesinin gezegene sahip olduğu, Ne bu gezegenlerden kaç tanesinin yaşama elverişli olduğu, Fl yaşama elverişli gezegenlerin kaçında yaşamın oluştuğu, Fi bu gezegenlerin kaçında akıllı yaşamın oluştuğu, Fc bu gezegenlerin kaçında iletişim kurma yetisine yahut isteğine sahip ırkların varlığı L bu tür bir uygarlığın umulan yaşam süresidir. profesör frank drake, bu formül ile galakside 10 bin yaşam formu olabileceğini tahmin etmiş.

backus, orijinal denklemi hayalindeki randevu kriterleriyle değiştirmiş; kadınların onu çekici bulma olasılığı ve yaşları 24 ila 34 arasında değişen londralı kızlar gibi kriterleri kullanmış. "sonuçlar aşk arayan insanlar için iç karartıcı gözükebilir, ama bekarlar iyi yönünden bakmalı; bu sizin suçunuz değil" diye açıklama yapmış(hade lan!). tezin tamamına üniversitenin internet sitesinden ulaşılabilirmiş.

kaynak: ntvmsnbc.com

şimdi denklemi kendime uyarlayım:

N = R* x Fp x Ne x Fi x Fc x L

?!!
uygulayamadım kalsın. londara'da oran bu kadar düşükse eğer ve sadece 26 kişi varsa o herif için, gerçi ingiliz kızlarının çoğunluğu nedense tipsiz olur(sarah ile musa'nın sarah'ı gibi veya şu baharat kızlar), neyse, türk kızlarının da bir kısmı kendilerini bir bok sanır, hepsi eşsiz bir kar tanesi ve prenses falandır, oranları yarı yarıya düşürsek, benim iletişime geçebileceğim kişi sayısı, 13 kişi olur. yetmiş milyonda on üç kişi. jim carrey'in şansı milyonda bir bile olmayabilir, ama benim şansım ondan bile düşük be!! yolda bir uzaylıyla karşılaşma ihtimalim bile daha yüksek!

heyy, nerdesiniz 13 kişi(!!!)

26 Mayıs 2011 Perşembe

anne-çocuk

benim ev bahçeli ve çocuklar o bahçede, göt kadar alanda top oynuyorlar. bir iki derken bir gün sordum, "çıkın sokakta top oynasanıza, burada gürültü oluyor." bir an için beni bahçesine top kaçınca topu kesen huysuz ihtiyarlara benzetebilirsiniz ve haklısınız. ama o dar alanda top ve çocuk sesi birleşince çok fazla gürültü oluyor. neyse işte, çocuğun biri, "ağbi biz de oynamak istiyoruz. ama annelerimiz korkak, izin vermiyorlar" dedi.

hobaaa...

devir çok değişti. tek kanallı zamanlarda sabah programları yoktu ve her şey rahattı. ebeveynler çocuklarını top oynarken ayakkabalarını yırtmamaları konusunda uyarırlardı. sanırım o zamanlar ayakkabı pahalıydı. yırtılınca dikilmeye giderdi zaten. neyse, gece yarısına kadar sokaklarda gezip tozduğumu bilirim ben. şimdi güneş batınca herkes eve. sabah programları, 80'lerin gençleri şimdinin anne babalarını çok değiştirdi çok. kadın sabah bir kalkıyor, yeni bir cinayet haberi daha. bir kaç çocuk katledilmiş, tecavüze uğramış. bu öyle bir duygu ki hemen kendisini o anne baba yerine koyuyor ve çocuklarını daha da bir sahipleniyor. gündüz vakti 10 yaşındaki çocuğun bile kaçırılıp tecavüze uğrayacağını düşünüyor. onlara tanımadıkları kişilerle konuşmamaları gerektiğini söyleseler ve uzaktan takip etseler yeter. çocukların bu yüzden kendilerine güveni gelişmiyor. tek başına hiç bir şey yapamıyor çünkü. aynen uyuşturucu bağımlılığı gibi, anne bağımlısı bir tip oluyor. annesini iki dakika görmeyince zırıl zırıl ağlayan 10 yaşında çocuklar var ya hu. üstelik bunlar erkek çocuğu. şu ara toplu konutlarda ikamet eden acayip naif bir nesil yetişiyor.

bir neden daha var elbette. eskinin insanları anne baba olmayı bilmezdi. üstüne bir de en az 5 çocuk ekleyince, çocukları nasıl sevilir hiç düşünmezlerdi. şimdi o 5 çocuklu insanların az bir miktarının çok çocuğu var ve geneli ikide takılıyor. bu yüzden çocuklarına karşı, anne babalarının kendilerine göstermedikleri sevgiyi onlara gösteriyorlar ve sevgi öyle bir boyuta varıyor ki aşırı korumacı oluyor. üstelik kadınlara annelik duygusu öyle bir pompalanıyor ki inanılmaz. çocuk sayısı da az olunca ve eşini de yeterince sevmediğinden(eşi başka kadınlarla birliktedir, kendi kanı haricinde birisini sevmeyi öğrenememiştir) tüm sevgi bir kaç kişi üzerinde toplanıyor. bir keresinde birisi "kızımı o kadar çok seviyorum ki sarıldığımda onu içime sokasım geliyor" demişti. "içime sokasım" kısmını yanlış anlamayın. sadece sarıldığında daha da fazla ona sevgisini göstermek istediğini söylemişti. bunun bir nedeni de kadınların büyük bir kısmının çalışmaması. enerji tamamen sevgi üzerine birikiyor. öyle bir duruma geldik ki annelerine aşık erkekler ve oğullarına aşık kadınlar peydah oldu ortalıkta. bu çok salakça bir durum ya hu. neyse, uzun sürelerde çalışan kadınlar çocuklarına neredeyse hiç sevgi gösteremiyor, o da ayrı bir durum.

okula başladığımda annemin beni okuldan aldığını hiç hatırlamam. yürüye yürüye eve gelirdim. zaten okul yakındı. şimdi okul dağıldığında etrafa bir bakıyorum, mavi önlüklerden daha fazla anne var. çocuk kapıdan çıkar çıkmaz kapıp götürüyorlar hemen. tamam bu lazım, ama bana saçma geliyor be. ben okurken hiç böyle şeyler olmazdı. üniversite sınavlarını düşünün, koskoca kızlar, kapıda anneleri. çok feci bir tablo bu. büyük ihtimal eskiden de çocuklar kaçırılıyordu. ama o zamanlar bu tür haberler pek duyulmazdı. üstelik gazeteler istanbul'un dışından haber vermedikleri için kaybolmalar hiç bilinmezdi. şimdi her taraf bbg evi gibi. bu tür haberlerin patlama yapmasının bir nedeni de bence devletin kendisidir. insanları korkutarak güvenleri kazanmak bir politikadır. bir anne öyle bir şey başına geldiğinde sığınabileceği iki kurum bilir. birincisi allah, diğeri devlet. eğer çocuğunun kaçırılmasını istemiyorsa ikisine de güvenmek zorundadır. kadın, çocuğunun başına bir şey gelmemesi için allah'a dua ediyor ve devletinin istediği tarzda davranıyor. oysa bu kurumlar bazı çocukları korumaya pek yanaşmıyor!

acaba gerçekten çocuklarını kaybetmekten mi korkuyorlar, yoksa sevgilerini verebilecekleri başka bir şey kalmadığı için mi böyleler, bilemiyorum. çocuklarından başka kim onları o kadar çok ve koşulsuz sevebilir ki? üstelik gösterdikleri sevgi, kıskançlık da içeriyor. kendi yalnızlıkları ile yüzleşemiyorlar mı? yaşı benden çokca büyük hemen her kadın, çocuk sahibi olmalarındaki bir nedenin de yaşlandıklarında kendilerine bakacak birinin olmasını istediklerini söylüyorlar. kaçırılan çocuk bakamaz sanırım. korku pis bir şeydir. karanlık tarafa giden yol, korkudan geçer.

psikanalist adam philips “korku, nesnesi gelecek olan, ama kuşkusuz ancak geçmişten türetilebilecek bilginin yarattığı zihinsel durumdur. korku hallerinde bilinen veya sezilen gelecek, geçmişin olasılıklar repertuarıdır. korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. korktuğumuzda, bilmek dereyi görmeden paçaları sıvamaya dönüşür, adeta gelecek şimdiden olup bitmiştir”

9 Mayıs 2011 Pazartesi

koşmak iyidir, yüzmek de...

değerli kadın okurlarım. yaz gelmiyor, ama ben size büyük bir iyilik yapacağım ve herkesin kolaylıkla bulabileceği besinlerin kalori değerlerini buraya kopyalayacağım. altına da herkesin kolaylıkla bulamayabileceği hangi sporu yaparsanız kaç kalori yakacağınızı gösteren tabloyu koyacağım. yani yiyin, için, spor yapın, ama kusmayın. kusmak çok geri zekalıca bir davranış. gidin spor yapın. havalar ısınmadı, olsun, siz yüzün. yüzmek güzeldir. ayrıca göbek yağlarını mekik eritmez. imkansızdır. rejim eritir. valla bak! ama ben rejim yapmam. kadınlar yapsın. erkeğe rejim yakışmaz. paranız varsa yağlarınızı aldırın. ben mesela göbeğime operasyon yaptıracağım. ama param olursa. bira göbeği pis bir göbek çeşidi.

aşağıdaki kaloriler besinlerin 100 gramları için geçerlidir. belirtilen kaloriler 7’ye bölünürse belirtilen kalorinin vücudunuzda ne kadar yağ yapacağını görürsünüz. örnek verilim hemen. mesela; (350/7=50) 350 kalori hiç hareket etmezseniz vücudunuza 50 gr yağ yapacaktır.

Meyve (100gr için)
Mandalina 46, Üzüm 67, Armut 61, Ananas 52, Elma 58, Kayısı 51, Muz 85, Kiraz 70, Vişne 58, Şeftali 38, Erik 75, Portakal 79, Limon 27, İncir 80, Çilek 37, Karpuz 26, Kavun 33, 1 portakal 77, 1 mandalina 46, 1 kivi 40, 100 gr kuru hurma 305, 1 kuru hurma 35, 1 taze hurma 275, 1 greyfurt 86, Ayva 86, Kavun 72, Karpuz 56, Şeftali 53, Kiraz(10 adet) 50, Üzüm çekirdekli(10 adet), 30 Kuru üzüm(2 yemek kaşığı) 38, 1 orta boy elma 75, 1 orta boy kayısı 20, 1 orta boy yeşil erik 6, 1 bardak erik 21, 10 gr çilek 33, 1 taze incir 33, 1 kuru incir 51, 1 muz(18 cm) 121, 1 armut 62, 1 dilim konserve ananas 110, 1 kase ananas 62, Avokado 375.

Sebzeler(100gr için)
Ispanak 26, Domates 22, Mantar 28, Kuru soğan 38, Bezelye 15, Salatalık 76, Patates(haşlanmış) 280, Patates(kızarmış) 280, Patates cipsi 568, Fasulye 32, Lahana 24, Havuç 42, Karnabahar 27, Kereviz 40, Taze mısır 96, Biber 22, Pancar 43, Turp 19, Pırasa 52, Marul 14, Maydanoz 44, Enginar 53, Patlıcan 25, Karnibahar 56, Kuru fasulye 328, Bezelye 128, Ayşe kadın 30, Havuç 50, 1 salatalık 14, 1 orta boy domates 23, Lahana 28, Tatlı kabağı 78, 1 kabak (taze) 27, 1 Dolma Biber 20, 6 Kırmızı Turp 10, Kereviz(Kök) 40, Kereviz(yaprak) 17, Mantar 4, Soya fasulyesi 194, 6 adet kuşkonmaz 15, Ispanak 24, Soğan 20, 1 Patlıcan 53, Pırasa 27, 1 Yeşil Biber 7, Kırmızı pancar(100 gr) 43, Kırmızı pancar(250 gr) 100, Bakla(250 gr) 125, Enginar 55, 1 orta boy patates 142.

yapılacak spordan önce bir diyeceğim daha var. sakın ola şu haşlanmış mısır danelerine falan bulaşmayın. patlamış mısır da yemeyin. soya, mısır, ayçiçeği ve kanola yağlarından uzak durun. zeytin yağı ve fındık yağından başka bir şey kullanmayın.

şimdi spora gelelim. bu değerler bir saat yapıldığında yakılacak kaloriyi gösterir. 
Yürüme / Jogging5 km/s süratte 330-420 Yokuş yukarı 660-900
Paten500-600
Bisiklet600-900
TenisTekli 560-660 Çiftler 420-480
Yüzme550-750
Kürek400-600
Badminton430-490
Plaj Voleybolu490-570
Frizbi260-310









Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.