heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

26 Ağustos 2011 Cuma

ütopya, bilimin yükselişi ve amerika

modern bilimin kurucularından biri olarak kabul edilen francis bacon, kraliçe birinci elizabeth'in(filmi çekilen kraliçe) devlet mührü koruyucusu sir nicholas bacon'un beş oğlunun en küçüğüdür. kendisi deney ve gözlem -tümevarım- yolunu seçmiştir. esasında bu yöntemi bulan kişi ise el cezeri'dir, ama konumuz bu değil. ingilizler, bir başka bacon'u, francis'den yaklaşık dört yüz yıl önce yaşamış roger bacon'a bunu ithaf etmişlerdir. neyse, kendisinden önceki kopernik, keppler ve galileo bilinen anlamda modern bilimin temelini hafiften kazmıştır. francis bacon ise bu işi temellendirmiştir(kitabıın adı novum organum).

bacon, kendi çağındaki bilimin çok yetersiz olduğunu fark edince, parlak siyasi kariyerine paralel olarak bu metodu kullanmaya başladı. bunu da, bilginin yükselişi adlı kitabında anlattı. kitabında bilgi kardeşliği'nden söz ediyordu. onun niyetine göre bu kardeşlik, inanç ve siyasi görüşlerden bağımsız olmalıydı. yani bilim insanları arasında tam birliktelikten bahsediyor. bacon'un ölümü de ilginç bir şekilde olmuştur. etin muhafazasına dair yaptığı bir deneyde, pazardan aldığı tavuğu kar ile doldururken soğuğa maruz kalmış ve zatürreden ölmüştür. ayrıca bir ilginç bilgi daha vereyim. büyük olasıkla william shakespeare olarak bildiğimiz kişi, francis bacon'dan başkası değildi. neyse, ölümünden sonra yeni atlantis adlı eseri de basıldı. bu kitap, büyük değişimlere neden olacaktı.

önce bilimin önündeki kilisenin etkilerinden bahsedelim. gizli kardeşlik örgütlenmelerinin gizli olmasının yegane nedeni dinin kendisidir. kilise(kardinaller), her ne kadar kabala ve simya ile ilgilense bile, kendi görüşlerine aykırı bilimsel gerçekleri ifade edenleri yok ediyordu ve bu kişiler mecburen gizli kardeşlikler şeklinde örgütlenmişlerdir. göründüğü kadarı ile bu işi müslümanlar başlatsa bile gerisini getiremedikleri için mutezile ekolü kısa sürede yok edilmiş ve islamın karanlık çağları başlamıştır. hristiyan bilim insanları ise haçlı seferleri ile tanıştıkları müslümanlarda gördükleri örgütlenme şeklini taklit ettiler ve bu işte çok iyiydiler.


dur biraz geriye gidelim bacon'un hemen öncesinden, elizabeth döneminin filozofu john dee'den bahsedelim. dee'nin ünvanı son büyücüdür. kraliçenin de astrologudur. bunun yanında matematikçi, coğrafyacı, kabalacıdır. bir çok denizci yetiştirmiştir, ki bu saygınlığını artırmıştır. dee'nin özelliği ise kilisenin gazabından kaçmak için şeytan davet etmek yerine, meleklerle iletişime geçmeye çalışmasıdır. dee bu sayede mezhep bölünmelerini ortadan kaldırmak ve avrupa'nın birleşmesini sağlamaya çalışıyordu. protestanlığın getirdiği kısmı özgürlük büyücülüğe esneklik sağlanınca, simya ve doğa bilimleriyle beraber modern bilimin de temeline katkıda bulunmuş oluyordu.
neyse, bacon'a dönelim. bacon hala yaşarken, 1614-1615 yıllarında almanya'nın kassel şehrinde gizli el yazmaları dolaşmaya başladı. frama fraternis ve confessio fraternitatis. bu el yazmaları ise 1378'de doğmuş ve 16 yaşında ortadoğuya gitmiş christian rosenkreutz adlı bir almanın efsanevi hikayesini anlatmaktaydı. hikayeye göre ortadoğuda akıllı ve anlayışlı biri tarafından yönetilen ütopik bir topluluğa rastlamıştır. kendisi kısa sürede bu kişilere karışır ve okült gizemlerle ve eski gizli bilgilerle tanışır. 1407'de almanya'ya döner ve kendi ütopik topluluğu olan gül ve haç kardeşliği'ni kurar. örgüt tüm avrupa'yı dolaşır ve kendilerine yeni üyeler bulurken, hastalıkları da tedavi eder. rosenkreutz 1484'de öldüğünde 106 yaşındadır. hikaye burada bitmez elbet. üyeler arasındaki küçük bir grup, yıllar sonra üstatlarının mezarına giden gizli bir kapıyı bulur. yıl 1604'tür ve mezarın üstünde 120 yıl sonra açılacağım kehaneti yazmaktadır. mezarlıkta ise kitaplardan garip nesnelere kadar çeşitli hazineler mevcuttur ve bu hazinelerden birisi de kral süleyman kalmadır. bizzat süleyman'nın yazdığı bu kitabın üstünde her şey geçmiş, şimdi ve gelecektir yazıyordur ve kitabın adı da kitap m'dir. üstelik üstadın bedeni mükememl bir şekilde duruyordur. böylece örgütün varlığını halka ilan etmek için gerekli işaret bulunmuştu.

bu gizli topluluk avrupa'da büyük bir heyecana yol açtı. bir çok bilim insanı örgütle temasa geçmek için her yolu denedi. çünkü yeniden düzenlenmiş eski bilgilerin, insanların yeni bir ütopyaya doğru gitmelerini sağladıklarını düşünüyorlardı. yukarıda bahsettiğimiz büyücü dee, zamanında gül ve haç kardeşliğinin arkasındaki en büyük güç olarak kabul edilir.

ama gül ve haç kardeşliği'nin ilk üyeleri günümüzde bile bilinmemektedir. hikaye yalan olsa bile, materyalist dünyanın ihtiyaç duyduğu model oluşmuştu. artık bilim insanları farklı sosyal kültürlerden gelse de, tek bir idealleri vardı. tüm insanlığın iyiliği. kısa bir süre bizim anlattığımız mekanımızda, yani ingiltere'de de benzer düşünceler ortaya çıktı. bacon'un ölümünden bir, gül ve haç kardeşliği'nin almanya'da ortaya çıkmasından 10 yıl sonra yarım kalmış kitabı yeni atlantis basıldı. bacon bu kitabında denizcilerin bulduğu, din ile bilimin kusursuz bir uyumla var olduğu, barışcıl toplumu anlatıyordur. bu topraklardaki rahipler ise eski kıtanın bilimini taşıyan, süleyman'ın evinden olan insanlardır.

derken amerika'da ilk koloni olan virginia kolonisi kuruldu. koloninin başlangıcında ise francis bacon'un küçük maddi destekleri vardı. manly p. hall'e göre bacon, kendi ütopyasını kuzey amerika'da gerçekleştirilebileceğine karar vermişti. üstelik bu ilk kolonide antilia adlı bir ütopik topluluk da vardı. bacon'un yazılarından etkilenen bu grup, toplu şekilde virginia'ya ya göç etmişti. 

neyse, bacon'a göre yeni atlantis kitabı , kral süleyman'ın kayıp kitaplarından birisidir. bu kitap, gül ve haç kardeşliği'nin belgelerinden birisi olarak kabul edilir. ama kitapta gül ve haç kardeşliği'ne dair hiçbir emare bulunmaz.
ardından bir kaç tane daha kitap m taslağı daha ortaya çıktı. sonra 1642'de ingilizler iç savaşla uğraştı ve ütopyacılar ortadan kayboldu. aynı dönemde invisible college ortaya çıktı. iskoç kimyager robert boyle(boyle formülü bulan kişi) bu topluluktan bahsetmektedir. ona göre kendilerine felsefe fakültesi olarak adlandıran bu görünmez kolejliler, boyle'u aralarına alırlar. bu insanlar, işbirliği içerisinde çeşitli araştırmalar yapmakta ve evrensel iyileşme için çaba sarfetmektedirler. görünmez kolej'in devamı ise royal society'dir ve isaac newton bu topluluktandır. topluluk, 1660'da ingiltere'de monarşinin tekrar kurulması ile açığa çıkar ve törenlerle açılır. royal society, ütopya projesini geçmişe ait, unutulması gereken bir devrim olarak görüyordu. topluluk içinde hermetiklerden simyacılara, kabalistlerden rasyonalistlere kadar bir çok insana ev sahipliği yapıyordu. mesela newton, kutsal üçlüye inanan katolik bir simyacıdır. ama bu topluluk içinde de ilginç bir topluluk vardı. yani farmasonlar.

kemal tahir'in romanlarında hakaret olarak kullanılan(hakaret dediysem eğlencesine) ve dinsiz olarak çevirebileceğimiz(ki gerçekte o anlamda değil, dilin bir marifeti) farmasonluk, alegoriyle örtülü, sembollerle resimlendirilmiş tuhaf bir ahlak sitemidir. gizli şifreleri, tokalaşmaları, dereceli bir kabul sistemi kullanırlar ve dereceler yükseldikçe daha gizli bilgilere ulaşırsınız. masonlarla ilgili bazı bilgileri buradan ulaşabilirsiniz. biz amerika'ya gidelim artık.
amerika'ya ilk göç eden mason, john skene adlı bir iskoçtur ve 1682'de new jersey vali vekili olarak kıtaya gitmiştir(virginia'ya yerleşen antilia mason değil). ama masonluktan bahseden ilk kayıt, 1730'da bir gazetede yayınlanan makaledir. yazarı da benjamin franklin. kendisi amerika'nın dört kurucu atasından birisidir ve şimşeğin elektriksel olduğunu ispat eden kişidir. hani şu ünlü uçurtma deneyi. aynı zamanda paratoner ve çift odaklı gözlüğü de bulmuştur. ama onun asıl rolü birleşik devletler'in kurulmasındadır. ingiliz parlamentosunda çıkan damga vergisine karşı çıkar ve bu olay, amerikan ayaklanmasının başlangıcıdır. bağımsızlık bildirgesinin hazırlanmasında anahtar rol oynar. 1776'da yeni devletin diplomatı olarak fransa'ya gider ve görevini büyük bir başaıyla yerine getirir. askeri antlaşmalar yapar. amerika'nın kuruluş belgeleri olan bağımsızlık bildirgesi, paris antlaşması ve birleşik devletler anayasasında imzası olan tek kurucu atadır. benjamin franklin bir deist ve farmasondu. pennsylvania bölgesinin büyük üstadıdır. üstelik 1734'de masonik bir belge olarak kabul edilen anderson'ın anayasalar kitabını yayınlayan kişidir. 1756'da royal society'ye üye olur. 1778'de paris'teki dokuz kız kardeş locasına kabul edilir. bu loca paris'te oldukça etkili bir locadır. voltaire, lafayette(fransız aristokrat ama bağımsız savaşının kıta ordusunun başkomutanıdır. para almamıştır. mezarı fransa'dadır) ve bir çok fransız devrimi öncüsü bu locanın üyesidir. manly p. hall' göre ise yeni dünyada ütopik bir demokrasi kurmak için çalışan gizli bir örgüt olan order of the quest'in bir üyesidir.

sıra geldi george washington'a. kurucu atalar içerisinde masonluğu en belirgin kişi washington'dur. 1752'de fredericksburg locasına kabul edilmiştir. bir yıl sonra üstad mason ünvanını aldı(islamcılar da masonlar gibi üstad demeyi çok sever bu arada). 1777'de kurulması düşünülen birleşik devletler büyük locasının büyük üstadlık teklifini donanımlı olmadığını söyleyerek reddetti. oysa bu alçakgönüllükten başka bir şey değildi. bağımsızlık savaşı sırasında ise başkomutanlık teklif edildiğinde odayı terk etmiştir. daha sonra para almamak şartıyla ordunun başına geçmiştir. ilk devlet başkanı olmasına rağmen yetkilerini de fazla kullanmamıştır. başkan olmasından bir yıl önce ise 22 numaralı washington dc'deki alexandria locasının üstad-ı muhteremliğini kabul etti. kendisi kiliseye gitmesine rağmen deisttir. james abercrombie adlı birisinin üst düzey insanların kiliseye gitmeyerek kötü örnek oluşturduğunu söylemesi üzerine de kiliseye gitmeyi kesmiştir. ilginç ama, illuminati kurucusu adam weishaupt'un büyü yaparak washington ile ruh değiştirdiği söylenir.  işin diğer bir boyutunu da yazayım. kongre binasının açılışında kendi  mason önlüğü ile geldi, inşaat alanına doğru ilerledi ve temel çukuruna  indi. köşe taşlarının üzerine gümüş bir plaket yerleştirip, yağ, mısır  ve şarapla alışılagelmiş masonik sunumu yaptı.
bir diğer kurucu ata olan thomas jefferson'nın mason olduğuna dair bir belge yoktur. ama kendi kutsal kitabı vardır. yeni ahit'teki doğa üstü kavramları çıkarmış ve felsefi öğretilri bırakmıştır. bu derlemeye jefferson bible olarak bilinir ve 1900'lerin başında kongre tarafından basılmıştır. illuminati'ye de sempati beslemiştir. kendisi bağımsızlık bildirgesinin baş yazarıdır. ayrıca başkan yardımcılığı, fransa büyükelçiliği ve en sonunda da amerika'nın üçüncü başkanlığını yapmıştır. franklin dokuz kız kardeş locasına giderken, ona eşlik etmiştir. bir çok arkadaşı da farmasondur.
ingiltere doğumlu olan bir diğer kurucu ata thomas paine de deisttir. londra'da tanıştığı franklin sayesinde otuzlu yaşlarında kıtaya göç etti. 1776'da common sense adlı kitabını yazdı. bu kitap 600.000 basılmıştır ve o zamanlar nüfus 3 milyondu. bu kitabı ile washington'a ilham vermiş, bağımsızlık bildirgesinin bir kısmında da onun sözleri esas alınmıştır. amerika birleşik devletleri'ne ismini veren kişidir. ingiltere'de gıyabında suçlu ilan edilmiştir. fransız devrimini desteklemiş, ama devrik kral louis'in idamına karşı çıkınca içeri atılıp ölüm cezası ile cezalandırılmıştır. ama cellat kapısını yanlış işaretleyince ölümden kurtulmuştur(yersen). farmason olduğuna dair delil olmasa bile hristiyanlık karşıtı olduğu bilinir. aslında akılcıdır. masonluğun hikayesini de saçma bulmuştur. theodore roosevelt, onun için küçük alçak ateist demiştir. aslında bir tanrı inancı vardır. deist işte.

bun yanında hazine bakanlığı sırasında amerika'yı süper güç yapmanın temelini atan, washington'un 20 yaşında emir subaylığını yapan alexander hamilton (babası iskoç bir işadamıdır ve annesi başka biri ile evliyken onu batı hindistan'da doğurmuştur), boston çay partisi'ni düzenleyenlerin bir kısmı, bağımsızlık için servetini feda etmekten çekinmeyen haym solomon adlı oldukça zengin bir yahudi tüccar, lafayette, bir çok general de masondu.

bir dolardan başlamak üzere 12 koloninin bir çok yerlerine serpiştirilmiş masonik simgelerden bahsetmiyorum bile...
bugün o büyük piramitteki gözün gerçek olduğu biliniyor. yani piramitler yapıldığında şimdiki gibi harap halde değildi ve boyanıyordu. tepesinde de her şeyi gören büyük göz vardı.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

300 spartalı

geçen sene aşağı yukarı yine tam bu zamanlar ikiyüzüncü okuyucuma biraz da hile karıştırılmış bir şekilde kavuşmuştum. şimdi olduk 299 kişi, spartalılar gibi kahramanlık yapmaya az kaldı, üçyüzüncü kişi bekleniyor. fırsat olsa havai fişek patlatırdım, o kişi uğruna! olsun gandalf gibi gönül eğlendiririz bizde ve diyorum ki;

sevgili okuyucularım, dostlarım, eyy blogerlar... 300 üncü kahramana ramazandan sonra ve elbette mecburen istanbul'da benden beş bira. çünkü beş bira içen herkes haklıdır! içmeyecek kişiler, beni dövmeye yeltenecekler lütfen üçyüzüncü kişi olmaya çalışmasın, valla bak, kızarım bu sefer!!!

neden ısmarlıyorsun derseniz eğer şöyle derim;

ben aç gözlü bir hobbitim ve birayı çok severim!!

not: 300 üncü okurum kaan han kılıç'tır ve kendisine ulaşacak bir yol bulamadım. istanbul'daysa ve biraları içmek isterse aşağıda mail adresim var, ulaşsın bana :)

18 Ağustos 2011 Perşembe

balık çağı bitip, kova çağına girerken

sevgili okurlarım, malumunuz üzere gezegenimiz tam bir küre değil, bildiğin geoid. işte bu yüzden, gezegenimiz kendi etrafında dönen bir topaç gibi yalpalar sürekli. bu yalpalama yüzünden de, dönüş ekseninden geçtiği düşünülen bir doğru, 25800 yıl sonunda tam bir tur atar ve daire çizer. işte bu yalpalama yüzünden presesyon dediğimiz hadise ortaya çıkmıştır. her 2150 yılda bir, biz bir burcun yıldız kümesini görürüz ve tarihlendirmemizi de geniş manada buna göre yaparız. misal, şimdi gezegen olarak balık burcundayız. yani bizim sabitimiz balık burcudur. aslında tüm burç tarihlendirilmesinin de buna göre yapılması gerekiyor. bu burç işi çıktığında bizim sabitimiz koç burcunun yıldız kümesiydi ve burçları bulan mısırlılar o sabite göre burçları ayarlamışlardı(burçlar koç ile başlar biliyorsunuz, nedeni de budur). ama şimdi balık burcundayız ve burçlarınızın da kayması gerekiyor. herkes burcunu bir yana kaydırırsa bu işlem hallolur.

ama işin daha ilginç noktası ise bu döngü sonucunda elbet tüm yıldızların da konumu değişecektir. kutup yıldızımız da değişecek. bugün için yıldızımız polaris'tir. gelecekte vega olacak. tabi bunları kuzey yarım küre için konuşuyoruz. güney yarım küre bu işten anlamaz!

işin bu kısmı sorun değil elbet. esas sorun şu ki, balık burcunda geçirdiğimiz 2150 yılın sonu bu sene. seneye kuzey yarım küre olarak kova burcuna gireceğiz. onun yıldız kümesini göreceğiz. aslında kova yanlış bir çeviridir. o kova değil, su taşıyıcısıdır. neyse, burçların başlama noktası koçtu ya hani, bugün için balık olmuştu, seneye doğacak çocuklarınız için bu işlem kova ile başlar. sabitimiz artık koç değil, kovadır ve 2012'den itibaren doğacak çocuklarınızın gerçek burçları iki burç ötesidir. daha kısa yoldan anlatırsam, eğer burçlar seneye keşfedilseydi burçlar kova üzerinden başlayacaktı. şimdi 21 mart-20 nisan koçtur ya, sene o tarihler kova olacak. bu sene için ise o tarihler balıktır.

neyse, rivayete göre bu işi ilk kez yunanlılar keşfetmiştir. çünkü bahsettiğimiz süre 2150 yıl, boru değil. açıdan dolayı yıldızları gördüğünüz noktanın kaymasını fark etmeniz en az 100 yıl sürse ve 2150 yılın sonunda başka bir yıldız grubunun geldiğini görseniz ve bu döngünün de 25800 yıl sürdüğünü bilirseniz eğer, sizce bu burçlar, bu gözlem nasıl ortaya çıkmış olabilir. bu işi ilk kez hipparchus adlı bir antik yunanlının keşfettiğini düşünmek bildiğin safdilliktir ve hatta aymazlıktır. üstelik bu herif bu gözlemleri rodos ve iskenderiye'de yapmıştır. iskenderiye'de büyük mü büyük bir kütüphane var. neyse işte, bu nesiller boyu süren bir gözlemin sonucu olabilir. üstelik yazı bildiğiniz üzere sadece 6000 yıl önce sümerler tarafından keşfedilebildi. 25800 seneden bahsediyoruz, dikkat edin.

ve tarihler bugünden yaklaşık 12000 yıl önceyi gösterirken insanlar urfa-göbekli tepe'de ilk yerleşimlerini kurdu. bir zamanlar avlayan ve toplayan, ara sıra mağralara resimler çizen insan oğlu,  kendi şehrini ilk kez inşaa etti. resimlerine, kendi elleriyle yaptıkları duvarlarda devam ettiler, toplayıcılıktan vazgeçtiler ve tespit edilebildiği kadarı ile yabani başak tanelerini ektiler ve tarıma geçtiler. kendi kült merkezlerini bitirdiler ve çatalhöyük(8000 yıllık) dahil bir çok yerde görülen T şeklindeki şehirlerini kurdular. hem de bu işlemleri stonehenge'den 7500, piramitlerden 6000 yıl önce yaptılar. bilinen en eski şehri kurdular. ana tanrıça kültü için yapılan bu çalışmalar sizce sırf tapınım için miydi? stonehenge'nin gökyüzü gözlemlerinde kullanıldığı artık biliniyor. göbekli tepe ve çatalhöyük'ün de bu gözlemler için kullanıldığı oldukça bariz aslında. bu tür yerleşim yerleri zaman aralığı kısaldıkça batıya doğru yayıldığı ve litvanya-sırbistan çizgisine kadar vardığı görülüyor. taa o zamanlardan başlamak üzere insanoğlu kendini ifade etmek için resimleri kullanıyordu. aşağı yukarı yüz resimlik bir yazıları vardı. yaklaşık 8000 yıllık bir zaman diliminde hemen hemen bulunan her yerleşim yerinde aynı resimlerin kullanıldığı görülmüştür(neolatik çağ).
(göbekli tepe)

göbekli tepe'nin diğer ilginç yanı ise, yağmalanmaması ve üstünün bilerek kapatılmasıdır. 4500 yıl kullanıldıktan sonra üzeri örtülmüş ve şehri terk etmişlerdir. mekan, tabu(dokunulamaz) haline gelmiştir. bu tarih, aşağı yukları barbar hint-avrupa kabilelerinin(günümüz avrupalılarının ataları) akın akın hindistan'dan çıkıp, her yanı yağmalamaya başladıkları tarihtir. mısır hariç, önlerinde kimse duramamıştır bu barbar kavimlerin. malum, mısır'ın da coğrafi avantajı var.

tarih eskidir, kayıtlar da eskidir, gökyüzü gözlemleri insanlar kendilerini bildi bileli yaptıkları bir eylemdir.

2012'ye denk gelen sonların bir listesini vermek ferekirse eğer;

- balık burcundan kova burcuna geçiş yılımız.
- burak eldem'in hesabına göre marduk'un tahmini geçiş yılıdır.
- maya takviminde altıncı nesil insanın sonu.
- güneş patlamalarının olacağı ve dünyanın kutuplarının kayacağının öngörüldüğü yıl.
- bazı kişilere göre foton kuşağına girip bilinç atlayacağımız yıl.

(eklemek isteyen yazsın)

kaynak: burak eldem - kozmik okyanus

(burak eldem'in saklı tarih üçlemesi'nin son kitabı kozmik okyanus da çok iyi)

son bir bilgi daha vereyim, bu kozmik hadiselere ilişkin olarak. yazarı serhat ahmet tan. kitabın adı ise hızır. neyse;

kehf suresi: 60-65:

bir vakit musa genç adamına demişti ki: "durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim." her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. balık, denizde bir yol tutup gitmişti. (buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde musa genç adamına: kuşluk yemeğimizi getir bize. hakikaten şu yolculuğumuz yüzünden başımıza (epeyce) sıkıntı geldi, dedi. (genç adam:) gördün mü! dedi, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. o, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti. musa: işte aradığımız o idi, dedi. hemen izlerinin üzerine geri döndüler. derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

yazar bu ayetlerde geçen buluşmayı geçmişte değil, gelecekte olduğunu vurguluyor. balıkların suda kaybolması bu buluşmanın balık çağının bittiği ve kova çağının başladığı zaman olacağını söylüyor. ona göre bahsi geçen musa, bizim bildiğimiz musa değildir. yahudileri temsil eder. musa'nın bulduğu rahmet verilmiş kişi ise hızır'dır ve hızır ile musa'nın buluşmasıyla yahudilerin hüküm sürebileceği bir çağ başlayabilir. çünkü hızır zaman yolcusudur ve yahudiler bu teknolojiyi hızır'dan alırlar.

ama bu hikaye, büyük iskender'in, ölümsüzlüğün peşinde bilge matun ile beraber koştuğu hikayeye çok benzer. o hikayeye dair ayrıntılar bu blogda vardır yine.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

nejat biyediç

ben onun futbolculuğunu bilirim. çocukken maçları izlemek için bursa'nın beleş tepesine çıkardık. son 10-15 dakikada da genelde stad kapıları açılırdı ve maçı izlerdik. onu severdik. futbolculuğu kesinlikle daha iyidir. inter toto hikayesi ise çok sonraki bir hikayedir. sabah sabah okudum ki vefat etmiş, sanki şöyle hafiften uzak, ama tanıdık bir akraba gitmiş. herkesin başı sağolsun...

12 Ağustos 2011 Cuma

de tribus impostoribus

adı latince’de “üç sahtekar/üç sahtekara dair” anlamına gelen, hristiyan orta çağının sonlarında, röneransın başlangıcı civarında ortaya çıkmış gizemli bir kitap. kaynaklarda daha ziyade "the three imposters", "les trois imposteurs" olarak geçer. tommaso campanella'ya göre bu kitabın ilk basım yılı 1538'dir. bu kitap, insanlığın peygamber olduğunu iddia eden musa, isa ve muhammed adında üç kişi tarafından kandırıldığı tezini savunmaktaydı. bir çok konsil tarafından şiddetle yasaklanan kitabın yazarının kim olduğu bilinmemektedir. bir iddiaya göre pek çok dile çevrilmiş, ancak sistematik bir şekilde yok edilmiştir. bununla beraber ortaya çıktığı tarihlerde çok büyük yankı uyandırmış olduğundan, dönemin el yazmalarından ve başka kitaplarından konusu ve içeriği hakkında fikir sahibi olmak mümkündür. papalık, kitabın tüm nüshalarını yok etmek için çok uğraşmıştır.

kitap, musa'nın çıraklıktan yetişme bir büyücü olduğunu ve çölü geçtikten sonra aklını yitirip kendini ölümsüz sanarak ve bir çukura atlayarak öldüğünü, isa'nın babasının pandira adında bir asker olduğunu iddia eder. muhammed'in ise bu üç sahte peygamber arasındaki en şanslı kişi olduğu vurgulanır. çünkü muhammed, bir hristiyan keşişle bir yahudi'nin yardımıyla edindiği bilgiler sayesinde yazdığı kuran'ı araplar arasında yaymayı başarmıştır. yine de onun gerçekten peygamber olup olmadığını anlamaya çalışan bir yahudi tarafından zehirlenerek öldürürülür. kitap, sadece üç büyük dinin peygamberlerini eleştirmekle kalmaz, tanrı kavramını da masaya yatırır.

kitabın esin kaynağı olan kişi olarak islamdaki akılcılığın(mutezile) en büyük temsilcilerinden biri olan ve avrupa'da rhazes adıyla tanınan iran asıllı ebu bekir er razi(razi) olduğu söylenir. dünyadaki ilk katarak ameliyatını ve diş dolgusunu yapan, antiseptiği kullanan, maymunları da denek olarak harcayan kişidir razi. ama sadece tıpla ilgilenmemiştir. felsefeylede uğraşmış çok büyük bir bilim adamıdır. şöyle demişliği vardır;

"peygamberlerin mucizeleri dinin efsane bahsine aittir, doğru değildir. dinlerin birbirleriyle zıt olmaları insanlığın sürekli olarak anlaşmazlıklara düşmesine ve savaşmalarına yol açar. din felsefi düşünceye ve ilmi araştırmaya ve gelişmeye düşmandır. plato, aristo, euklide, hippokrates gibi düşünür ve alimler dinlerden çok daha fazla insanlığa hizmet etmektedirler. insanlığın dinlere ve peygamberlere itimat ve itaati gelenekten ve zihni tembellikten kaynaklanır." 

8 Ağustos 2011 Pazartesi

rise of the planet of the apes

gollum'u canlandıran andy serkis'in müthiş performansı ile hayat verdiği sezar'ın hikayesinin giriş bölümü başlamıştır.

beyin hasarlarını tedavi amaçlı geliştirilen a-112 adlı virüs, şempanzelerdeki denemelerde beynin gelişimine de neden olduğu görülür. üstelik bu virüs nesilden nesile de aktarılabilmektedir. ancak ilaç piyasaya sürülemez ve eldeki yavru şempanze bizim bilim adamına kalır. neyse, şempanze büyür ve oldukça zeki bir hale gelir. bilim adamımız ilacı babası üzerinde de dener ve kısmı başarı sağlar. ancak antikorlar a-112 virüsünü bir süre sonra yok etmektedir. bunun üzerine bizim bilim adamı a-113'ü geliştirir. denemeler şempanzelerde olumlu sonuç verir. bu arada sezar ailesini korumak için birisine saldırır ve maymunlar hapishanesine kapatılır. orada kendi türüyle tanışır. uzun uzun anlatmayayım şimdi, ama a-113 virüsünü kendi çabaları ile ele geçiren sezar, kendi ordusunu kurar ve bu virüs sezar'ı konuşabilir hale getirirken, diğerlerini düşünebilen varlıklar haline sokar. bu arada, a-113'ün denemelerinden birisinde virüsü kapan şempanze eğiticisi, vürüse yenik düşer. yenik düşerken, onu bir pilota bulaştırır. artık pilot da hastadır ve havaalanındadır.

neyse, film çok iyi, kesinlikle herkese tavsiye ederim. bizi çok güzel bir seri bekliyor.

ayrıca filmde mars yolculuğu için fırlatılan uzay aracının uzayda kaybolduğunu görüyoruz, ki bu orjinal seriye göndermedir. büyük ihtimal ikinci filmde orjinal seriye dönüşü görebiliriz. orjinal seride olay bir kısır döngüydü aslında. gelecekten gelen konuşan maymunların yavrusu ataydı. bu seride bence olayı daha mantıklı yapmışlar ve işin içine virüs olayını da sokarak maymunların kazanması sağlanacak. insan neslini mızraklarla köleleştirecek halleri yok elbette. virüs bizi yok ederken, onları zeki yapıyor.
 ikinci filmde, a-113'ü ilk kullanan şempanze ile sezar arasında bir mücadele de görebiliriz. işin ipucunu bize gösterdiler.

(2001'de gösterime giren ve berbat olan filmi belki bilirsiniz. orjinalini neredeyse birebir kopyalamışlardı ve oyunculuk da yerlerde sürünüyordu. o filmi sinemada, ama korsan cd'den izlemiştim! neyse, o tutmadı. bu başka, harbiden iyi.)

5 Ağustos 2011 Cuma

karısını ismail yk'dan kıskanan adam!

kıskançlık duygusu günümüz fanilerinin çoğunun beynine, mülkiyetçi toplumsal ilişkiler sayesinde, paslı bir çivi misali yerleşmiş vaziyettedir. ama bu paslı çivi neredeyse "kendiliğinden düşmediğine göre sevelim bari" gibi sığ bir anlayışla, mücevher muamelesi bile görebilmekte, olumlu karşılanmaktadır

söz konusu duygu, doğalmış gibi gösterilerek meşrulaştırıldığından, günümüz kadın erkek ilişkilerinden, aile, arkadaş ilişkilerine varıncaya değin her türlü ilişkiyi zehirlemektedir. ama gelin biz kıskançlık duygusunun daha yıkıcı bir tesir bıraktığı, kadın erkek ilişkilerini inceleyelim.

efendim, kadın erkek ilişkilerinde yansımalarını pek kolay ve çabuk yakalayabildiğimiz kıskançlık, çoğu insana göre kaynağını sevgiden alır. basit bir mantıksal çıkarıma göre seven insan, sevdiğini başkasıyla düşünmek istemez. yani sevgilinizin, bir başka erkekle/kadınla duygusal ya da seksüel bir paylaşım içinde olduğunu bilmek, neresinden bakarsanız bakın hoş değildir. ancak kıskanma gerekçeleri, kişisel nedenlerden çok toplumsal reflekslere dayanmaktadır.

sevgilisini çok kıskandığını söyleyen birine bunun nedenlerini sorsanız genellikle sadece şaşkın bakışlarla karşılaşırsınız. bunu sormak bile abestir. en sık dile getirilen argüman, "insanoğlu domuz mudur ki eşini kıskanmasın" biçimindedir.

bu noktada spesifik bir soru sorulabilir. insanlar, makul gerekçelere dayandıramadığı kıskançlık duygusunu partnerin/sevgilinin bir başkasıyla cinsel ilişkiye girmesi ihtimali karşısında mı, yoksa şu yada bu şekilde bir başkasını sevmesi olasılığı karşısında mı en yoğun hissetmektedir?

sevgiyi sahiplenmekle, sevdiği kişiyi herhangi değerli bir nesneyle eş tutan biri için iki seçenek de kabul edilemez olacaktır. böyle bir durum vuku bulursa, bir çok açıdan, sahip olduğu çok kişisel bir nesnenin izinsizce ödünç alınmasına vereceği tepkiye benzer bir tepki verecektir. bu kişi makro boyuttaki tezahürleri dünyayı cehenneme çeviren mülkiyetçiliğin bayraktarlığını yapmakta, düpedüz "bu kadın/adam ruhuyla da bedeniyle de bana ait, varlığının tapusunu elimde tutuyorum" demektedir. severek yüceltmek ile sahip olarak güdükleştirmek arasındaki uzlaşmaz çelişkiden haberdar değildir. kıskançlık, ekseriyetle erkeklerde namus, örf adet ekseninde ortaya çıkarken, kadınlar cephesinde partnerin sunduğu ekonomik garantileri, yahut sosyal ayrıcalıkları kaybetme korkusuyla kendini gösterir.

mülkiyetperverliğe kaçmadan sevebilme yeteneği olan ve ahlakçı zırvalardan kendini arındırmış biri elbette ikinci seçeneği çok daha yaralayıcı bulacaktır. burada hissedilen şey, basit ve ilkel bir kıskançlık değildir. acı, öfke ve hayal kırıklığı, özel mülkiyete yabancıların el uzatmasından değil, bir başkasının, kendisinin erişemediği yere, yani sevdiğinin yüreğine dokunabildiğini bilmekten ileri gelir. hatta düşündükçe, sevgilisinin sırf eğlence için bir başkasıyla yatmasını, o kişiye karşı tensel bir temas olmaksızın derin hisler beslemesine yeğleyecek noktaya gelebilir(gelir demiyorum). burada maddiyatın ötesine geçmiş gerçek bir sevgiden bahsetmek yerindedir. zira mevzu bahis kişi, bir insanın sahip olunamayacak, tahakküm edilemeyecek özgür bir varlık olduğunu, insan ruhunun zapturapt altına alındığında hastalıklı hale geleceğini idrak etmiştir.

sevilen kişinin bir başkasına gözleri ışıldayarak bakmasını, gülümsemesini, sevgi sözcükleri fısıldamasını, bu kimsenin koynuna girmesinden daha acı verici bulmak şaşırtıcı değildir. goethe, genç werther'ine güncesinde şöyle söyletir:

"bazen anlamıyorum, anlayamıyorum. ben onu böylesine çok, böylesine içten ve delicesine sevdiğim ve etrafta ondan başkasını görmediğim halde o nasıl oluyor da bir başkasını seviyor, sevebiliyor..."

werther, bir başkasıyla evlenmiş sevgili lotte'sinin başka bir adamla yatıyor olmasından ziyade o adamı sevmesine dayanamamaktadır. daha dikkatli bakarsak, werther'in karşılık bulamayan, her aşığın başına gelen o korkunç durumdan muzdarip olduğunu görürürüz. aynaya bakıp da yansımanızı görememek gibidir bu. ruhunuz kötürüm kalmıştır ve bu durum, oyuncağı elinden alınan bir çocuğun hissettikleriyle karşılaştırılamayacak kadar vahimdir.

kıskançlık duygu israfıdır ve şiddete neden olur. üstelik karşınızdakine güvenmediğinizin en açık delilidir. 

4 Ağustos 2011 Perşembe

bağlanmak üzerine

bağlılık/bağlanma duygusu, vahşi kapitalizmin, insanları becerikli ama itaatkar birer robota çevirme emelinin, içinde bulunduğumuz yüzyılda nasıl gerçeğe dönüştürmekte olduğunun yalın ve isabetli bir ifadesidir.insanlık,  kapitalizmin çarkları arasında sessizce ufalanmakta. ülkelerin ekonomileri kağıt üstünde büyürken, insanlar, "insancıklar"a dönüşmekte. zaman zaman vicdanlı olmakla anlatılmaya çalışılan "insanlık" sözcüğü anlam değiştirmekte. insanlık, artık sadece idealar dünyasında mevcut ve sisli, belirsiz bir kavram olmuş durumda. çünkü insanlık ruhunu yitiriyor. flaş haber: kapitalizm sadece bedeninizi, zihninizi değil, ruhunuzu da sömürüyor.

yüzbinlerimiz, her sabah bir kalk borusu sesi duymuş gibi yerinden sıçrayıp, kentin trafiğini felç ederek o büyük, ruhsuz ve kötücül makinenin parçaları olmaya zorlanıyor. "düzen"in "düzenli"liğini sağlamak için "düzülen" olmanın kuralı basit! robotlaşmaya itirazınız yoksa sorununuz da yok. "işimi sevmeme gerek yok" diyorsanız, işiniz kolaylaşıyor. üstlerinizin, patronlarınızın hastalıklı egolarına tahammül edip yüzünüze mıymıntı gülücükler yerleştirmek o kadar da zor olamaz değil mi? bir hayat edinmek için, karşılığında bir hayat vermenin tuhaf karşılanacak nesi var ki zaten? dedikleri gibi: "herkes bunu yapıyor/yapmak zorunda/yapmayı reddederse toplumda yeri yok."

sorgulayamayacak kadar alıştınız hayatınıza. iyi kötü geçinip gidiyorsunuz. karnınız doyuyor. geçen ay o beğendiğiniz masayı da aldınız(cidden aldım). tebrik etmeli sizi. artık gazetelerin üçüncü sayfaları da haberlerde izlediğiniz trajediler de, başkalarının sefaleti de sizi etkilemiyor. elinizde kumanda, televizyondaki yerli dizileri izlerken yeterince göz yaşı döküyor, hüzünleniyor, eğleniyorsunuz nasılsa. gerisi boş... beğenileriniz "çok sayıdaki başkaları"nınkiyle birebir aynı. çıkıntılık yapmıyorsunuz. mesela hıncal uluç'u ve acun ılıcalı'yı çok takdir ediyorsunuz. kurtlar vadisi'ni hiç kaçırmadınız zamanında(cidden hiç kaçırmadım). affedici, hoşgörülüsünüz üstelik. kötü olan her şeyi unuttunuz, herkesle çoktan barıştınız. ünlüler ve politikacılar ekranlara çıkıp "güzel halkımız, şirin halkımız" la başlayan demeçler verdiklerinde nasıl da gururunuz okşanıyor. öyle uyumlu, öyle uysalsınız ki, sizi sevmeyen ölsün diyesi geliyor insanın...

artık bağlanabilirsiniz...

bağlanamadınız mı?

yoksa hala mı korkuyorsunuz? bu korkuyu taşıyan kimselerde, bağ kurulanla olan ilişkinin herhangi bir nedenle sekteye uğrayabileceği endişesi hakimdir. genellikle bu olgu, sadece ikili kadın-erkek ilişkilerine indirgense de aslında çok daha geniş bir çerçevede zuhur edebilir. insan, yaşadığı ülkeyle, kentle, işiyle, hatta mahalleyle, evinde beslediği hayvanla ve elbette dostlarıyla da derin duygusal bağlar kurabilen bir yaratıktır.

bu korkunun temelinde, kişinin sevdiği şeylerden kopma, sevdiklerini kaybetme ihtimali üzerine kurduğu senaryolar yatar. fakat kişinin geçmişinde ekseriyetle bu korkuyu tetikleyen bazen de özgüven yitimine neden olan(sevdiklerini kaybetmek, terkedilmek vb.) travmatik bir olay yatmaktadır. söz konusu korku, kişinin hayatının gidişatına spesifik olarak da kurduğu ilişkilere, ilişki biçimlerine yön vermekteyse bunun hastalıklı bir durum olduğunu düşünmek yersiz değildir. yine de bu korku son kertede insanidir. zira yarın başına neyin geleceğini bilmemek, geleceğin netameli belirsizliğine mahkum olmak fanilerin yazgısının bir parçasıdır ve insan istese de istemese de bu gerçekle yaşamak zorundadır. herkes bu dokunaklı gerçekle kendi hayatında farklı biçimlerde yüzleşmektedir. mesela bazı insanlar duygusal bağların, özgür ruhlarına pranga vuracağını düşündüğü için korkar.

her ne kadar bağlanma korkusunu negatif biçimde dışa vuranların, aslında duygusallıktan uzak kimseler olduğu sanılsa da, bu kimseler genellikle duygularını uçlarda yaşayan, hassasiyetleri tavanda olan insanlardır.

bağlanma korkusunu bir fobi gibi taşıyan insanların aslında bir anlamda muhafazakar oldukları söylenebilir. kendi dünyalarında ne başkasına, ne de kendi inisiyatifleri dışında gerçekleşebilecek bir değişikliğe tahammülleri yoktur. ruhları her daim huzursuz ve göçebedir, ama aynı zamanda aidiyet duygusuna, evcilliğe teslim olmuş kimselerin asla erişemeyeceği bir bilgelikle taçlanan da onlardır. hayatın bu yaman çelişkisini kimse onlardan daha iyi sezemez.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

dünyanın en tuhaf mahluku

popüler beğenilere eleştirel bakan, eşyanın doğası gereği toplumun ilerisinde bulunan entelektüellere/aydınlara yakıştırılan yafta-söz öbeği/öbekleri vardır. derler ki; "o kadar entel ki hiçbir şeyi beğenmiyor."

bu tür sözlerin ekseriyetle hakim kültürle beslenen ünlü kimselerin ağzından çıktığına çok sık rastlarız. burada güya hor görülen durum 'hiçbir şeyi beğenmeyen entelektüeller'den ziyade, entelektüelliğin ta kendisidir. aydınların, toplumun beğenilerinden uzak olmakla suçlanması, hatta fiziksel saldırıya(cinayet ve bıçaklanma olayları gibi), sözlü hakarete uğraması, hiç de yeni birşey değildir. binlerce yıldır süregelen tarihsel bir durumdur. mesela sokrates'in başına gelenler gayet çarpıcı örnekdir.

neyse, popüler kültür savunucuları, gayet klişe bir argümanla, aydınların halkın dilinden anlamadığını iddia etmektedirler. halka ulaşmak için, halkı dinlemek, anlamak gerektiği sürekli söylenir. burada özellikle özal döneminden beri yerleştirilmeye çalışılan ve başarılan apolitikleştirme, cehaleti kutsama anlayışı yatmaktadır. toplumun budalalılığıyla beslendiği gözle aşikar olan popüler kültürün, sanki halkın asli kültürüymüş gibi sunulması, dahası kabul görmesi çoktan yerleşmiş bu menfi ideolojinin en utanç verici başarısıdır. üstelik yalnızca bu tür sözlerle, sloganlarla entelektüelliğin itibarı zedelenmekle kalınmamakta, popüler dizilerde, filmlerde de entelektüeller, ağzından piposunu eksik etmeyen, söylediği sözler anlaşılmayan züppeler olarak betimlenmekte ve bu kişiler karikatür tiplere dönüştürülmektedir. yazık ki entelektüellerin büyük kısmı da bu duruma seyirci kalmakta, etraflarını saran kültürel sefalet yüzünden daha da içlerine kapanmaktadırlar.

entelektüeller, entel, dantel türü sözlerle yerin dibine sokulurken, aydın geçinenler(gerçek enteller), sanki kendileri aydınmış gibi her yeri doldurmaya, cebren ve hile ile tüm kaleleri zaptetmeye başlamışlardır. bu bağlamda, cehaletiyle övünen, hatta cehaletini başında taç gibi taşıyan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunabileceğine inanan, sığ ve kulaktan dolma bilgi kırıntılarıyla klişe laflar eden, kendisi gibi düşünmeyenleri suçlayan, yargılayan ve üstelik onları kıt aklıyla aşağılamaya çalışan, farklı fikirleri olanların şiddetle cezalandırılması gerektiğini ima eden tavırları ile ortaçağ engizisyonuna yakışan bu insanlar büyük oranda ön plana geçmeye başlamışlardır. bu ülkede de sade, boris vian gibi yazarların çıkmamasının yegane sebebi bu ölü sevicilerdir. palaniuk'a katlanamayan insanların boris vian gibi yazabilecek bir türke katlanabilmesi imkansıza yakındır.

aydın insan, kişilerin diğeri/diğerleri üzerinde baskı ve tahakküm kurmaması, öznenin özne olarak kalması, nesneye dönüşmemesinin garantisidir. gerçi bu satırlar aşk ilişkisinden, iş ilişkisine, dostluk ilişkilerine varıncaya değin her türlü ilişkiye uygulanabilir. yapılması gereken basittir aslında. kişinin hastalıklı egosunu ehlileştirmesi, dünyanın kendi etrafında dönmediği gerçeğini idrak etmesi ve kendinden farklı surette dünyaya gelmiş insan kardeşleriyle empati kurmaya çalışması bir çok sorunu çözer. herkes bu bilinç düzeyine ulaştığı anda ne düzen, ne de düzülen kalacaktır. bunun için en etkili egzersizler, kişinin yıldızlı bir gecede gökyüzüne bakıp, bedeninin kapladığı yerin küçük, küçücük zavallı bir nokta olduğunu, yeryüzündeki hayatının kısa bir misafirlikten öteye gitmeyeceğini kendine tekrar etmesidir. kendisinden önce var olan, ölüp gittikten sonra da varlığını sürdürecek evren için böylesine önemsiz, böylesine küçükken rol yapmanın, üstünlük kavgası vermenin ne önemi kalmıştır ki?

kendini bir bok sanan bu enteller halkın dilinden anladıklarını iddia ederlerken halkın kendisi çoğunlukla "ne sağcıyım, ne solcuyum, futbolcuyum" tadında insanlardır. bir ideolojileri olmadığını övünerek deklare ederler. böyle davranmalarının iki nedeni vardır. birincisi ve daha yaygın olanı, ideolojik olan herşeyin insanın başına iş açacağını düşünmeleridir. bunlar yaşlı olanları doğrudan ya da dolaylı olarak (büyüklerinin anlattığı hikayeler vb.) 12 eylülün karanlık gölgesinin tesirinde kalmışlardır. genç olanları ise günümüzde olan bitenlere bakıp büyüklerine hak verir olmuşlardır. bu tip kişiler korktukları için suçlanamazlar belki, fakat böylesine yılgın, böylesine kendi kabuğunda yaşadıkları için küçümsenmeyi hakederler(beni küçümseyebilirsiniz bak). ikinci nedene göre davrananlar ise cahildir. ideolojinin ne menem birşey olduğunu bilmezler, ama yine de bir takım bilgi kırıntılarıyla ahkam kesmekten kaçınmazlar. "sol, sağ da neymiş, önce insan olun" kabilinden beylik sözleri vardır. bunlar için de fazla umut yoktur.

bu gerekçelere dayanarak, ideolojinin her türlüsünden uzak duranların bilmediği şey, onların ilgisizliğini ve bilgisizliğini teminat altına alan bir büyük ve menfi ideolojinin mevcudiyetidir. ideolojiler üstü olayım derken, insanları aptal robotlara çeviren bir ideolojiye hizmet ettiklerini bilmezler. düşünmenin ve sorgulamanın erdeminden de haberdar değillerdir bunlar. akrep gibidirler.

aydın kişinin bu kişilere anlayış göstermesini beklemek ve hatta saygı duyulmasını istemek bildiğin saçmalıktır. artık kapılarından ve bacalarından sarkarak milletvekili olmak için çabalayan sahtekarlar çıktı, ki kendine aydın diyen bir insanın milletvekili olmak için çaba sarfetmesi kadar saçma bir şey olamaz. homojen bir topluma doğru giderken, bizimki gibi geleneksel ve tam da bu nedenle geri kalmış toplumlarda yaygın olarak karşımıza çıkan bu tür insan tipi hiç kimseye şaşırtıcı gelmemellidir.

homojenliği, kişinin tüm arkadaşlarını hemcinsleri arasından seçmesini, cinsiyeti doğrultusunda gruplaşmalara girmesini ve kişiliğini ait olduğu grubun tabiatına göre belirlemesine bağlayabiliriz. ki söz konusu seçim de kapalı toplumlarda özgür bireyin seçiminden çok, toplumsal dayatma olarak karşımıza çıkmaktadır.

hepimizin bildiği gibi, sosyal değişimlerin yavaş ve eksik olduğu yerlerde erkekler, kahvehane ve kahvehane ruhunun hakim olduğu ortamlarda, kadınlar ise onlara ayrılmış biricik alan olan ev ve ev çevresinde toplanırlar. cinsiyetler arası yabancılaşmanın temelleri çocukluk yıllarından itibaren atıldığından, sonrası çorap söküğü gibi gelir. kahvehanede hemcinsleri ile oturan erkek, zamanla erkek olmaktan gelen kaba kuvveti bir ayrıcalık olarak gören ve kullanan, geleneksel ve yoz ahlakın en fanatik savunucusu, cahil ve anlayışsız bir bireye dönüşecektir. kadın ise ev işi, çocuk, koca üçgenine hapsedilmiş yaşamını, yine kendisi gibi kadın olan komşu, akraba, eş dostlarıyla beyinleri sünger kıvamına getiren kadın programlarını izlemekle, dedikodu yapmakla geçiren, şiddete maruz kalsa bile eline fırsat geçince kendisi de şiddet uygulayan bir birey olacaktır. ayrıca bu durum sadece bizim ülkemize has bir şey de değildir. batının bu manada bizden çok farkı olduğunu sanmıyorum. sadece sorgulayan kişi sayısı fazladır. çoğunluk ise yukarıda bahsettiğim şekildedir.

bu kaçınılmaz, hazin ve vahim bir kısırdöngüdür. politikacıların "önce ekonomik iyileşme" derken, çözümün ancak küçük bir kısmına işaret edilmekteler. toplumun ekonomik açıdan refah içinde olan kesimi de yukarda açıklanan nedenlerden dolayı tamamıyla bağımsız değildir. irili ufaklı ölçeklerde toplumun aslında her alandaki örgütlenmelerde, görece gelişmiş sosyal ortamlarında büyük kitlelere sirayet etmiş bu hastalığın belirtilerine rastlamak zor olmasa gerek. kendi hayatlarımızı mercek altına alırsak, iş yerlerimizde, üye olduğumuz derneklerde, gittiğimiz kurslarda, okulda, arkadaş ortamlarımızı nasıl homojenleştirdiğimiz, burnumuzun dibinde yaşayan karşı cins tarafından ne kadar dışlandığımız/onları nasıl dışladığımız ortaya çıkacaktır. hoşumuza gitsin ya da gitmesin hepimiz seksistiz veya seksist olmaya zorlanıyoruz.

akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

nazım hikmet - dünyanın tuhaf mahluku

2 Ağustos 2011 Salı

hoşgörü

bir ramazan sohbeti ile daha karşınızdayım. neyse, lafı uzatmayayım;

efendim bazı kişiler arabulucu/uzlaştırıcı, yahut 'hoşgörülü bilge kişi' kimliğiyle çeşitli ortamlarda boy gösterirler. onlar için söz konusu ortamlarda bir uzlaştırıcıya ihtiyaç olmasa bile önemli değildir. onlar yine de ve illa ki türerler. kendilerini herkese sevdirmeye çalışır ve 12 eylül sonrası lobotomi yapılmışçasına kimliğini yitiren türk halkının pek bir sempati duyduğu ideolojiler üstü (sevgi, birlik, hoşgörü temalı) söylemleri dillerinden düşürmemelerinden dolayı çoğu kez sevgi ve saygı duyulan kişiler haline gelirler.

bunların kendilerine yükledikleri misyonu açıkça vurgulayanlar daha tecrübesiz ve gülünç olmaya müsaittir. buna karşın yüce misyonlarını telaffuz etmeyip, sadece sezdirmekle yetinenler daha akıllı ve daha sinsidirler. fakat bu tiplerin hemen hepsi kendilerini çok fazla ciddiye alırlar. barış, uzlaşma, sevgi ve illa ki kardeşlik gibi parlak sözcüklerden müteşekkil örtüyü kaldırırsanız en çok kendilerini önemsediklerini, kendini tatmin duygusunun en çiğ dürtüleriyle hareket ettiklerini farkedersiniz. popüler olma kaygıları tavan yapmış kimselerdir bunlar.

herhangi bir ortamda gerginliğin olması bu gibi kimseler için bulunmaz bir fırsattır. hemen ortaya atılıp, sefil bir oryantalist bakış açısıyla konsantre doğu bilgeliği kokan hassas yazılar yazar, duygulu konuşmalar yaparlar. efendim ne gereksiz bir şeydir tartışmak… ideolojileri bu kadar önemsemenin ne gereği vardır, önemli olan insan sevgisidir...

oturup şiir okumak, sevginin yüceliğinden bahsetmek, "kah güldük, kah hüzünlendik" şablonu bu kişiler için yemek içmek gibi bir ihtiyaçtır. orta sınıfa özgü gayretkeşlikle (heves bile değil) şiire öykünen yazılar kaleme almazlarsa(yılmaz erdoğan usulü şiir yazma rehberi), basmakalıp edebi tümceler döktürmezlerse, gözlerine uyku girmez.

ideolojiler üstü dediysek yanlış anlaşılmasın, bu kişiler bütünüyle apolitik değildirler. eskiden ekseriyetle sol görüşlüydüler, en azından kendileri öyle söylerler, yahut bunu bize sezdirirlerdi. ama yavaş yavaş din soslu bir yaklaşımla karşımıza çıkıyorlar. ama yine de sol değerlerden dem vurmadan bu işi yapamazlar. neyse, solcularda kalmıştık. bu hoşgörü zevatları elbette ki 'light' bir solculukla bu işi kotarır. zaten bu solculuk vurgusunu öyle inceden, öyle ustaca yaparlar ki, solculara karşı alerjik olan bünyeler bile bu 'kutsal uzlaşma havarileri'nden rahatsızlık duymazlar. onlarınki şöyle hafif lavanta kokulu, şiire dönük, romantik, sivri yerleri törpülenmiş bir solculuktur.

(bu noktada kafanızda daha canlı bir imge oluşsun diye yine yılmaz erdoğan örneğini vermek isterim. biliyorsunuz o da arada sırada hortlayıp, mahsun kırmızıgül’ünkünden bir gömlek daha fazla sola dönük(!) entelijansıyla, içinde bolca barış, kardeşlik kelimelerinin geçtiği yapmacık hisli cümleler kurar. vizontele tuuba adlı garabette, iki yüzlü, tribünlere oynayan uzlaşmacı tavır midemi kaldırmıştı.)

onlar öyle hoşgörülüdürler ki nefret gibi insani duyguları asla hoşgörmezler! çünkü şık değildir. onlar o denli ulvi bir ruh haline nail olmuşlardır ki kızmazlar bile. sadece kırılırlar. yani hani olmaz ya, misal henüz geberip gitmemiş darbeci paşalar çıkıp kamuoyundan özür dileseler, bizim barış pıtırcıkları onları affedip bağırlarına bile basabilirler(valla yaparlar, billa yaparlar).

öylesine insan sevgisiyle doludurlar ki, kimsenin küçümsenmesini, kimseyle dalga geçilmesini tasvip etmezler. mesela faşistleri ve dincileri en etkili muhalefet dili olarak benimsediğiniz mizah yoluyla eleştirdiniz diyelim. sizden hoşgörüsüzü yoktur. hele hele bir de toplumu alaycı bir üslupla ele aldınız. hiç kaçışınız yok. inceliksiz, sekter solcunun tekisiniz veya yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeyen bir züppesinizdir. bu kimseler genellikle malumatfuruştur veya nadiren de olsa ciddi bir entelektüel birikime sahip oldukları halde oportünizmin sıcak, güvenli kollarına atılmışlardır. örneğin dillerinden düşürmedikleri, yurtseverlik(solcu yurtseverdir, milliyetçi/ulusalcı değildir) anlayışını kavramakta aciz kaldıkları nazım hikmet’in, kendi halkını akrep gibi rahat, tepkisiz ve ebleh olmakla suçladığını bilerek göz ardı ederler (nazım hikmet'in dünyanın en tuhaf mahluku şiiri, bir ara yayınlarım). nazım'ın alıntılanacak daha hoşgörülü daha iyimser dizeleri vardır nasılsa. zaten nazım hikmet de bunun için vardır: gerektiğinde alıntılansın da kendi yavan sözcüklerine afili bir hava katsın diye!

bu hoşgörü misyonerleri, mevlana'nın, gerçek bir hümanist olduğu halde lafı gediğine oturtan, müthiş bir sarkastik kişilik olduğunu ve dahası insanlarla dalga geçmekten kaçınmadığını ya bilmez ya da işlerine gelmediği için bilmezden gelirler.

bu ilgi oburu zevat, her zaman, halkın muktedirler tarafından yapay olarak altı çizilmiş hassasiyetlerini gözetir ve ne şiş yansın ne kebap düsturuyla hareket eder. oysa bir muhalifin dili, illa ki sakınımsız ve keskin olmalıdır. bu yüzden de mizahla muhalefet, uyumlu bir ikili oluştururlar. ama duyarlılık mümessilleri, gerçek muhalifleri 'bozguncu ve tahrik edici' olarak görmeyi tercih ederler. çünkü tribünler onlardan böyle davranmalarını beklemektedir.

bu kişilerin uzlaşmaları da muhalefetleri kadar mıymıntı, ilkesiz, samimiyetsizdir.

oysa uzlaşma, ön kabulleri olan, şartlar olgunlaşınca kendiliğinden ortaya çıkan ve zemininde yapmacıklık olduğu zaman çöküveren bir yapıdır. örneğin, herhangi bir yerde adabıyla yapılan bir tartışmanın ideolojik açıdan zıt görüşteki muhataplarının, daha sonra dostane ilişkilerini devam ettirdikleri görülmüştür (ki bu olması gereken türden bir doğal uzlaşmadır). uzlaşma, kimi çok bilmişlerin sandığı gibi ideolojiler üstü bir zemine kurulmaz. ideolojiler üstü denilen bütün söylemler, güçlülerin, ezenlerin, zalimlerin iktidarına hizmet ederler. uzlaşma, ısrarla dayatılan bir şeye dönüştürüldüğünde kekremsi bir tat verir, dahası onursuz bir uzlaşma, mide bulandırır.

bu kimseler benim hisli diplomasi adını verdiğim bu nevi postmodern duyarlılık gösterileriyle kendilerine bir tür dokunulmazlık zırhı bile edinmeyi başarırlar. böyle kimselere laf söylerseniz, yahut iç yüzlerini anladığınızı farkettirirseniz veya "en temizi budur" deyip bu kişileri görmezden gelirseniz vay halinize! önce inceden bir sitem ederler, sizin (kendince) hoşgörüsüz tavrınızı, kıvamında bir üslupla eleştirirler. "sevgili halkım görüyor musunuz, beni hiç anlamıyorlar, sevgiden bahsettiğim için beni sahte olmakla suçluyorlar! bunlar sevginin anlamını unutmuşlar, yüreğine insan sevgisi tıkıştırmamış, pardon doldurmamış bu kaba insanlar demokrasiden de hoşgörüden de anlamaz. ahhh öyle kırgınım ki!" kabilinden hezeyanlar, bu kimselerin dikkatleri üstlerine çekmek için başvurdukları ucuz ayak oyunlarıdır. dahası "sevginin anlamını bilmeyen bu densizleri" büyük bir ustalıkla cemi cümleye teşhir ederler akıllarınca. çünkü duygu sömürüsü, onların sanatıdır. çevrenize şöyle bir bakın, onlar her yerdeler…

bir sohbetin daha sonuna geldik. sağlıcakla kalın...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

putperestlik

bir ramazan yazısına daha hoş geldiniz sevgili okurlar. (çok içten bir 'hoşbulduk' dediğinizi duyar gibiyim). neyse, bugünkü konumuz putperestlik.

kaynağını dinden alan görüşe göre putperestlik olarak genellenen çok tanrılı inanç sistemleri, kişinin salt insan yapımı heykellere, figürlere, totemlere tapınımı ile karakterize edilir. kişinin kendi eliyle yaptığı nesneden yardım ve iyilik beklediği yargısına ulaşılır. oysa bu son derece saptırılmış, indirgenmiş bir yorumdur. putlar aslında inanılan, tapınılan varlığın somutlaştırılmış sembolleridir. dolayısıyla kişi aslında o nesneye değil de, nesnenin sembolize ettiği varlığa tapınır, ona dua eder. nesne yalnızca aracıdır ve tapınan kişi, ondan doğrudan bir iyilik yahut kötülük görmeyeceğini zaten bilmektedir. yani anlayacağınız putperest, kendi inandığı ilahi varlığa tapan kişidir ve bu bağlamda içinde yer aldığı inanç sistemi, diğer inanç sistemlerinden daha ilkel yahut aptalca olarak değerlendirilemez.

neyse, bilindiği üzere semavi kabul edilen/tek tanrılı dinler, tarih sahnesine çıkmazdan önce yeryüzünün dört bir yanında çok tanrılı tabir edilen dinler mevcuttu. tek tanrılı dinler ortaya çıktıktan sonra çok tanrılı dinlerin silinip gitmesinin nedeni, kimi etnologlar ve sosyal antropologlarca, toplumların daha geniş bir soyutlama kabiliyetine ulaşması olarak yorumlandı. oysa insanlık tarihinin çok daha uzun bir döneminde hüküm süren çok tanrılılık, mısır, hindistan gibi gelişmiş kültürlerde, kimi zaman semavi dinleri bile geride bırakan bir soyutlama becerisine erişebilmişti.

günümüzde ne duruma geldik? ilahi olduğu düşünülen varlığı sembolleştirme çabası, semavi dinlerin de ritüellerine girmiştir. türk toplumunda yaygın olduğu gözlenen türbe ziyaretleri ve kutsal emanet tabir edilen çeşitli eşyalarına yönelik ilgi ile hrisitiyanların azizleri(ve hatta kendisi) benzer bir 'ilahi varlık ile kendisi arasında aracı bulma' çabasına işaret eder. islam öncesi cahiliye toplumlarından bahsedilirken daha nesnel, islam teolojisinden bağımsız yorumlar getirilmesi gerçeğe daha uygun olacaktır.

bir ramazan yazısının daha sonuna geldik. hepinize saygılarımı sunarken, hayırlı ramazanlar diliyorum. kendinize dikkat edin...
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.