heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

22 Ekim 2010 Cuma

biyolojik silah

kadim kültürlerin eski batıl inançlarında kurtların su içtiği kaynaklardan asla su içmeme geleneği varmış. aynı zamanda kurtların öldürdüğü hayvanların etlerinden de uzak dururlarmış. bu kurallara uyulmadığı takdirde ise o kişinin yarı kurt, yarı insan olacağı, kana susamış bir halde ortalıkta dolaşacağı söylenirmiş. bu sayede tarihi oldukça eski bir hastalıktan korunmuş olduk. korunduğumuz hastalık ise kuduzdur.

kuduz 19. yy'da yayılması öyle bir artmış ki, insanlar "kuduz olurum" diye intihar etmeye başlamışlar. kuduz bulaşanları ise, iyilikleri için öldürüyorlarmış. pek saygın bir hastalık olmasa gerek! habeşistan'da ise bir devirde veba oldukça yaygınlaştığında, o bölgedeki hristiyanlar bunun tanrının işi olduğunu düşünüp, hemen kapmak için vebalılarla birlikte olup, onların elbiselerini giymeye başlamışlar. kuduz için aynı şeyi düşünmemişler! ortaçağ avrupa'sında papazların ve ensest ilişki ürünlerinin kurt adam olacağına gerçekten inanılıyormuş. yani dolaylı da olsa kuduz(kudurmak) olduklarını düşünüyorlardı sanırım!

eski yunanın peloponez savaşı sırasında bir tarihçi, mısır ve libya'daki bir hastalıktan bahsetmiş. hastalık en sonunda atina'ya da gelmiş. yurttaşlar öksürmeye başlamış, vücutları kızarmış ve sonunda bastırılamayan bir susuzluğa düşüp kendilerini su kaynaklarına atıp ve boğularak ölmüşler. bu hastalık cüzzamdı ve antik yunan medeniyetinin yok olmasını başlattı. hunluları avrupa'ya iten durum ise çiçek hastalığıydı. napoleon'un ordularını mahveden ise rus kışından çok tifüstü. kara veba ingiltere'ye geldiğinde nüfusun üçte birini öldürdü ve derebeylik sistemini mahvetti.

tüm tarih boyunca vebadan ölen insan sayısı tahmini yüz milyon. bunun 75 milyonu 1347-1351 arasındaki kara vebadan öldü. hastalığın avrupa'ya bulaşması ise, kırım'da bir ceneviz kalesini kuşatan moğolların, vebadan ölmüş askerlerinin cesetlerini mancınıklarla kale içine atmasıydı. tarihteki bu ilk biyolojik silahlı saldırıdan sonra, o ceneviz kolonisinden sağ kurtulan az sayıda tüccar, vebayı sicilya'ya ve ardından italya'ya taşındı. hastalığı taşıma sırası pirelerdeydi ve böylece tüm avrupa'ya bulaştı. kraliyet aileleri ve piskoposlar bile salgından kurtulamadı. istanbul'daki veba salgında günde ortalama on bin kişi ölüyordu. atina'da kuşlar bile şehri terk etmişti ve şehirliler ölülerini yakmak için kurulan büyük odun yığınına ulaşmak için birbirlerini eziyorlardı. provence kentinde veba rüzgarından korunmak için büyük bir duvar inşaa edilmişti. istanbul'da hastalıktan korkulduğu için hastalar kancalarla yerlerinden çekilirmiş. bu büyük veba salgını neticesinde avrupa nüfusunun üçte biri öldü. bittiğinde ise kilise yahudilere ve kendilerinden olmayan herkese hiç iyi gözle bakmaz olmuştu.

avrupa ve asya'yı mahveden frengi, rus sarayına da uğradı. korkunç ivan dediğimiz çar, ileri derecede frengiydi ve hastalığın son safhasında oğlunu ve binlerce kişiyi haşlayarak, kaynatarak öldürdü. novgorod şehri katliamı, bilinen rus tarihinin en büyük katliamlarındandır. şehirde insan namına bir şey bırakmamıştı. aynı dönemde fransa'da nüfusun üçte biri frengiydi ve aristokratlar arasında frengi olmamak ayıp sayılmaya başlanmıştı! aynı dönemde ingiltere'nin dörtte üçü frengiye yakalanmıştı. avrupalılar, frenginin dokunma ile bulaştığını keşfedince bizim hala uyguladığımız kafa tokuşturma ve yanaktan öpüşme işini terk edip, karşılıklı selamlaşmaya başladırlar.

fransızlara karşı amerika'da savaşan ingilizler, savaş sonunda kendilerini destekleyen kızılderililere, iyi niyet göstergesi olarak, çiçek hastalığı ile mücadele eden hastanelerdeki battaniyeleri verdiler. sonuç felaket ötesi oldu. çiçeğe karşı tamamen savunmasız olan kızılderililerin çoğu öldü. sivil halka yönelik ilk biyolojik saldırı bu olsa gerek.

birinci dünya savaşının 1918'de bitmesine sebep olan olaylardan birisi de ispanyol gribidir. 1920'ye kadar süren bu salgında 75 ila 100 milyon kişi öldü. sebebi ise bir grip virüsüydü. bu salgın, hindistan'ın % 5'ini öldürdü. abd'nin % 25'i hastalığa yalanmış ve en az beşyüz bin kişi ölmüştü. ingiltere, fransa'da yarım milyondan fazla insan bu salgında öldü.

1930'larda dörtyüz siyahta frengi tespit edildi ve amerikan hükümeti hastalığı tedavi etmek yerine seyrini ve bulaşmasını izlemek için 1970'lere kadar süren bir deneye izin verdi. skandalı bir gazete ortaya çıkardı. 1940'larda ise yeni bir tedavi metodunu denemek için dörtyüz tutukluya sıtma bulaştırıldı. 1960'larda ise gelişim bozukluğu gösterdiği için sakat kalmış çocuklara hepatit bulaştırıldı. amaç yeni bir ilacı test edilmesiydi. 1960'larda ise yine amerikalılar, venezüella'daki bir yerli kabilesine kızamık bulaştırdılar. bulaştıran doktorlar hastalığı tedavi etmeyi reddedip, soy ıslahı teorisini test ettiler. binlerce yerli öldü.

nazilerin manyak doktoru mengele'nin tek amacının, farklı ırklar arasındaki kan farklarını tespit etmek olduğu bilinir ve bu iş için afrika'yı karış karış gezmiş. en sonunda her ırka özel veba yaratmış. savaş sonunda ise, bu araştırmada çalışan naziler, amerikalılar tarafından affedilerek, yeni kimlikleri ile yeni ülkelerinde iş başı yapmışlardır. akabinde biyolojik silahlar geliştirildi.

amerika'nın en bilinen ve küfredilen dışişleri bakanı kissinger'ın bir raporu vardır. bu raporda üçüncü dünya ülkelerinin aşırı nüfus artışının amerika'nın geleceği tehdit ettiği, afrika'nın doğal kaynaklarının nüfus artışı ile paylaşım sorunu doğuracağını yazar. bir yıl sonra aids ortaya çıkar. afrika'daki aids'in patlama nedeni ise misyoner hastanelerindeki hristiyan gönüllülerin, çocuklara çiçek ve difteri aşılarını aynı enjektör ile yapmasıdır. bir kaç yıl içinde batı afrika'da aids resmen coşar. en sonunda hastalık, elmas ve altın zengini ülkelerde patlama yaptı. yani botsvana, zimbabve ve güney afrika.

4 sene önce kuş gribi salgını vardı. geçen sene domuz gribi salgını yaşandı. hatta uzmanların dediklerinden anladığım kadarı ile ben bile bu gribe yakalandım. çünkü ekim ayında görünen gribin, domuz gribi olduğu söylenmişti. grip beni yatağa bile bağlamadı. sadece halsiz bıraktı. ertesi gün geçti. bu sene görünürde bir şey yok. ama seneye kesin bir salgın daha patlak verecek!

kaynaklar: çarpışma partisi - chuck palahniuk, veba - albert camus, kısmen vikipedia

21 Ekim 2010 Perşembe

kafaların güzelliği

kadınların çoğu, erkeklere karşı vücudunun güzelliğini kullanarak, kafasını beğendirmeye çalıştırır. oysa erkeğin aradığı şey güzelliktir. kadının güzelliğini fark etmek için de illa o güzelliğin ilmini yapmaya gerek yok. kadınlara kendimizi beğendirmek için psikolog olmaya da gerek yoktur. o kadının beğendiği özelliklerimizi gözlerinin önüne sersek yeter!

şekil önemli, 1800'lerde kadınlar, bıyıksız bir erkeği öpmenin, tuzsuz bir yumurtayı yemeye benzediğini düşünürlermiş. o zamanlarki o bıyık şekilleri boşuna değil ve köselerin hiç şansı yok! şimdi ise aynı nedenden kadınların hoşuna gidecek şekilde giyiniyoruz ve hatta çiçek alıyoruz. çiçek almak, kadını yatağa atma sürecinin bir durağı. esasında bir burjuva adeti. birbirlerine bahşiş veremeyen burjuva, birbirlerine çiçek verirmiş. şimdi ise akşam yemeği ile birlikte kadınla birlikte olmanın bedeli olmuş durumda.

günümüzdeki türk kadınlarının bir kısmına, insanların hayvanca yanlarının, ahlaksızlığın çirkinliği öğretiliyor. güzellik olarak ise ruhun ve erdemin önemi vurgulanıyor. bu yüzden bu tür kadınlar cinsel yönden soğuktur ve şehvete akılları ermez. daha geçenlerde bir kadın, ilk gece heyecanı yüzünden kalp krizi geçirip öldü. oysa aşk denilen nanede sadece bu tür erdem ve ruhsal güzellikler yoktur. aşkta bir kanıtlanma durumu sözkonusudur. aşk, sırf sevgi dolu bakışlarla, yakınlıkla, sıcaklıkla ilgili değildir. haz alıp vermekle de kendini kanıtlamalıdır. yoksa yaşadığınızı sandığınız şey hevestir. işin içine bu haz alıp vermek girmiyorsa eğer, bu tür kadınlara sarılmak ile güzel elbiselerle dolu bir dolaba sarılmak arasında bir fark yoktur.

bu kadınlar için aşkın en güzel yolu eskiden mektuplaşmaydı. şimdi ise internet olmuş durumda. çünkü nette kadınların egolarını tatmin etmeye hazır yüzbinlerce duyarlı erkek var!

"birbirimizle çok uyumluyuz, her şeyimiz uygun" diyorsunuz ve yine de bitiyor mu? nedeni sık sık yinelenen hazdır. tekrar eden haz, haz olmaktan çıkar, alışkanlığa dönüşür. bıkkınlık verir. aristokrat sınıfı ve burjuva, bu yüzden marquis de sade'i yaratmıştır ! boğa güreşlerine, boksa merak salmıştır. bu yüzden popüler kültür icat olunmuştur.


pek az bir kadın ise, tabiri caizse erkek gibidir. erkekler gelip geçici serüvenlerden haz alır. oysa kadınlar için bu oldukça zordur. işin içine daima bir miktar duygu karışmalıdır. cinsel isteklerini benliğinin öteki yanlarının ayırabildiklerinde erkeklere özgü bu bağımsızlığa kavuşurlar. bu kadınlar için sünepe tabir edilen, çabuk kırılan erkekler beş para etmez. güçlü bir erkek, kadını her zaman çeker. evrimde bile güçlü olan kazanıyor. elbette ilişkide de güçlü olan kazanır. şöyle düşünün, bir adamın başına gelen her şey, o adama uygundur olandır. terk edilmişse, bunu haketmiştir. kandırılmışsa, bunda kızması gereken bir durum yoktur.

işte bu yüzden, terk edilen, zayıf, sünepe diyebileceğim erkekler, bu gülünç çağdaş dünyada doğru dürüst yaşamak için, işi bir çeşit ayyaşlığa vururlar. yaşamlarındaki yürekler acısı beceriksizliklerini unutmak için kimi alkol alır, çoğunluğu kitap okur, bazıları güzel sanatlara merak salar. bu sayede dertler unutulur. çünkü bu tür işler yaptıktan sonra insanların başı ağrımaz. ama kadın baş ağrıtır. çünkü insan, ileride olacakları sezdiği gibi, olayların biçimini değiştirmeye çabalar. ısrar eder. böylece olaylar, insanın kendi benliğine uygun bir biçim alır. oysa terk edildikleri kişilere karşı beklenen hareketleri yerine,  beklenmedik hareketlerde bulunurlarsa, onları garip durumlara düşürebilirlerdi. işte o anlarda her şey olabilir. siz bile bu beklenmedik harekeleriniz neticesinde olanlara şaşırabilirsiniz. beceremeyen kişiler ise yaşamın kendisine değil, düşüncesine ulaşabiliyorlar.

günümüzde ise hızlı bir şekilde duygusal ruh artıkları peydah oldu. bedeni ve şimdiyi es geçip, ruhu ve geçmişe değer veren barbarlar sürücü her yerde artık. bir asalak bitki gibi her yanı sarmaya başladılar. bu kişilerin bugünleri yoktur, geçmişleri ise sürekli anlamdırmaktan boşlatılmıştır. bedenleri yoktur, kafaları yoktur. sadece ve sadece ruhu ve geçmişleri, alınyazısına katlanmaları vardır. eğer insanın bir yanı gelişmiyorsa, bir bütün olarak yaşadığı çevreye uyumlu değildir ve barbardır.

sonlara doğru gelirken şnu söylemem lazım; devrim denilen şey sadece dünyada olmaz. içimizde de olur. eğer tüm hayatımız boyunca bedenimizi ve iç güdülerimizi bastırırsak, geçmişe bağlı bir şekilde yaşarsak, onlar bir süre sonra akla karşı ayaklanır. akla önem verip, iç güdüleri küçümsemek ve baskı altına almak, sonumuzu getirir. iç güdülerimizi baskı altına almak için utanma duygusu ortaya çıkarılmıştır. bedenden ve bedenimizin yaptıklarından sürekli olarak utanırız. bu boş utanma törenlerinden de vazgeçebilmeliyiz. tüm yaşantınızı geçmiş güzel anılarınıza feda ederken ve buna utanmadan fedakarlık diyorken utanmıyorsunuzda, bedeninizin isteklerinden mi utanıyorsunuz?

şunu bilmek lazım. sevgi denilen şey çıkara dayanmaz ve mutluluk bir amaç değildir. amacınızın yan ürünüdür.

20 Ekim 2010 Çarşamba

asalak

insanlık tarihi boyunca erkek, daima öküzün önde gideni pozisyonundayken, onu ehlileştiren ve en sonunda medenileştiren kişiler kadınlar olmuştur. adem'den bu yana kadınlar daima daha cesurdur ve bir rüyadan adem'i uyandırmak için ona yasak meyvayı yedirmişlerdir. adem'e sadık olsun diye onun kaburgasından yaratıldığı halde gerçeği görebilen havva, ilk kadın da değildir.

lilith, yahudilere göre tanrının adem'le beraber aynı çamurdan yarattığı kadındır. adem ile eşit olduğunu söyleyerek, sevişme sırasında altta kalmayı kabullenemez ve isyan eder, adem'e boyun eğmez. bu yüzden cennet bahçelerinden de tanrının hiç kimse tarafından bilinmeyen adını söyleyerek kaçmıştır(herhalde adem'den önce tanrı tadına baktı ve o ara adını söyledi). lilith'in kaçtıktan sonra kızıl denize gittiği söylenir. tanrı, onu cezalandırmak için senoy, sansenoy ve semangelof adlı meleklerini yollamıştır. ancak lilith, onlarla da anlaşır. çocukları olan lilimleri doğurur. en sonunda tanrı cezasını verir. tüm çocukları öldürülür. intikam yemini eder ve erkek çocukları 40 gün, kızları 7 günlük oluncaya kadar öldüreceğini söyler. kırkı çıkmak tabiri bizde belkide bu yüzden vardır. yahudiler erkekleri yedinci günde sünnet ederek olası ölümlerinin önüne geçiyorlarmış! kızlar için böyle bir uygulama yok!

neyse, konu dallanıp budaklandı. bu iki efsaneden de anlayacağınız üzere ilk sorgulamayı yapan kişiler, kadınlar olmuştur. erkekler her şeyi olduğu gibi kabullenirken, kadınlar duruma isyan etmiştir.

insanların o karanlık çağlarında ise erkekler ava çıkarken, kadınlar toplayıcılık ile ilgilenmişler, bu sayede tohumların çimlendiğini keşfetmişler ve tarımı başlatmışlardır. bitkilerle uğraştıklarından dolayı tıpbı başlatan kişilerin de kadınlar olduğunu söylemek gerekir. üstelik bu bilgileri kızlarına da öğreterek öğretmenliği de icra etmişlerdir. günümüz medeniyetinin en temel harcını kadınlar atmıştır.


elbette iş burada kalmamıştır. bir öküze benzeyen erkeğin ehlileştirme işlemlerini de kadınlar yapmışlardır. sümerlerden başlayarak bir çok pagan tapınak rahibesinin görevi seks yapmaktır. ama onlar fahişe değil ve elbette bu işi  para karşılığı yapmıyorlar. mabetlerde aşk odaları var. o odalarda genç erkeklere cinselliği, yemeği, içmeyi, konuşmayı öğretiyorlar. çünkü erkeği doğal ortamından ayırıp, insanlaştırmak gerekir. bunu da tanrılarına ibadet olsun diye yapıyorlar.

işte bu yapılan seks yüzünden, tapınak kadınlarının için kullanılan ve "kadın alim" anlamıma gelen kelimeler, zamanla bitch gibi 'orospu' anlamı kazanıyor. işin ilginç yanı yahudilerde kadın peygamber anlamına gelen 'zonah' kelimesi aynı zamanda orospu demekmiş.

neyse, bu ehlileştirme işinin en bilinen versiyonu, gılgamış'ın kendine denk bulduğu arkadaşı enkidu'dur. enkidu ormanlarda yaşayan bir dağ yaratığıdır. onun tam bir insan olması için uğradığı mekan, bu tapınaklardan başkası değildir.

bu, günümüzde bile geçerliliğini koruyan bir durumdur. ittihat ve terakki'nin makedonya dağlarında gezen subayları, istanbul'da ikamet etmeye başladıklarında, istanbul'un kadınları onlara çatal bıçak tutmaya kadar her şeyi öğretmiştir.

erkek ise tabiri caiz ise asalak bir yaşantı sürmüş ve bunu devam ettirmek istemiştir. amazonlara ilk gelen beyazlar, erkeklerin tek görevinin, üç yılda bir, taş baltalarla mısır tarlaları açmak için ağaç kesmek olduğunu görmüşler. bu işlem hep topu 20-30 günlük bir süreyi kapsıyordur. geri kalan zamanlarında ise resmen keyif yapıyorlardır. kadınlar ise çocuk bakımından yemek yapmaya kadar her işle uğraşmaktadır. beyazlar, erkeklere taş balta yerine demir balta verince erkekler daha da çok sevinmiştir. çünkü üç yılda otuz günde yapılan işlem, baltalar sağlam olduğu için on güne inmiştir! erkeğin bu aylaklık durumunu günümüzde türkiye'de bile görebiliriz. karadeniz ve doğuda gerçek çalışanlar kadınlardır. doğunun erkeği bir tek tarla ile uğraşır. o da yılda en fazla kırk günlerini alır. kadın ise tezekleri hazırlamaktan, süt sağmaktan, yemek yapmaktan, çocuk bakmaktan, akşam da beyine keyif vermekten yılın 365 günü çalışır. karadeniz ise erkekler bahçe işlerini kadınla birlikte yaptıktan sonra gider mahsulü satar ve geneli o parayı pavyonlarda, kumar masalarında yer.

anlayacağınız erkek daima asalaktır. bu doğada da genelde böyledir. erkek penguenlerin hazin durumu hariç, erkek arıların tek görevi kraliçeyi döllemektir. geri kalan tüm vakitlerini, işçi arıların getirdiği balı tüketmekle geçirirler. bu işçi arılar da dişidir.

bonella viridis adlı yeşil bir solucan vardır. bunların dişileri erik boyundadır. erkeği ise miskoprobiktir ve dişinin üreme borusunda yaşar. ağzı bile yoktur. yaşamak için besinini, asalak gibi, tüylü yüzleriyle alır.

büyük ağızlı ve boynuzlu bir dişi balık vardır ve erkekleri yine cüce ve asalaktır. dişilerin bedenlerine yapışık olarak yaşarlar. doğadaki erkeklerin çoğu bu örnektekiler gibidir. kadına asalak gibi yapışırlar ve ondan beslenirler. nice şair ve sanatçı gibi.

eğer insanların da, diğer canlılar gibi belirli çiftleşme dönemleri olsaydı, inanın bana ahlak diye bir kavrama asla ihtiyaç duymazdık. oysa insanın erkek olanı, böyle bir saçmalık icat ederek, utanmadan kadını baskı altına almayı seçmiştir.

ama yaşadığımız çağda insan artık her aklına eseni yapmaya çabalıyor. ahlak alanında ikiyüzlülüğe gerek kalmadı. bu sefer de düşüncede ikiyüzlülük başladı.

dişiler, çiftleşme dönemlerinde kızışma belirtileri gösterirler. mesela inekler birbirlerinin üstüne atlarlar. böylece erkek hayvanları kendi üzerlerine çekerler. insanın dişisi için bu durum, kadının dul olması ve adının kötüye çıkmasıdır. işte ikiyüzlülük böyle gelişti. döllemeye her an hazır olan erkek, kıldan nem kaparak, icat ettiği ahlakı da hiçe sayarak, kadına saldırmanın dayanılmaz hafifliği ile yanıp, kül oldu.

19 Ekim 2010 Salı

komşu komşunun külüne muhtaçtır

(yiğit bulut gibi bir giriş yapmak istiyorum);

sevgili dostlar, bir atasözümüzle daha karşınızdayım. toplumsal yardımlaşmaya ve dayanışmaya en fazla ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde, bir fitne yaymak istiyorum! arkadaş, aslında komşu komşunun külüne muhtaç değildir. neden mi? siz hiç zenginlerin komşusu olduğunu gördünüz mü? görmediniz değil mi? çünkü zenginlerin komşusu yoktur. geliri ayda bir kaç bini geçmeyen kişilerin ise mecburen komşusu vardır. zaten fakirin komşusundan kurtulma şansı da yoktur. çünkü her an ona ihtiyaç duyabilirsiniz. onları ya seversiniz, ya nefret edersiniz. ama sevmeye çalışmak faydalıdır. bu sayede, başınız sıkıştığınızda onlardan yardım alabilirsiniz. tuzunuz mu bitti? doğru komşuya, yağınız mı azaldı? doğru komşuya, paranız suyunu mu çekti? doğru bankaya. komşuya o kadar da yüklenilmez çünkü!

zenginler ise komşuların yaptığı tüm işi, para vererek yaptırır. bebek mi bakılacak? hemen bir bakıcı tutulur. yemek mi yapılacak? hemen bir aşçı kapılır. iç rahatlığı için yardımlaşmaya mı önem verilecek? hemen bir dilenciye para verilir. canı kadın/erkek mi istedi? hemen bir hizmetçi/şoför tutulur.

işte bu yüzden, insanın özel yaşantısının gizliliği çok pahalıdır. bu yüzden tüm paparizziler zenginlerin yaşantısına odaklanmıştır. çünkü gecekonduda oturan kişi, yan mahalledeki gecekondusunda oturan kişinin nasıl yaşadığını biliyordur. ama boğazda yalısında oturan kişinin kimlerle fingirdeştiğini merak etmektedir. fakirlerin özel hayatı diye bir şey yoktur. zenginler ise özel hayatı satın alır. komşuluk kavramını, fakirler icat etmiştir. bu ünlü atasözünü de, savaşlarda ganimetten nasibini alamamış fakir atamız söylemiştir.

18 Ekim 2010 Pazartesi

kendini çalışmaya vermek, sapıklıktır!

çalışmak, eski türkçede vuruşmak, çarpışmak, tokuşmak, güreşmek anlamlarına gelirmiş. mesela deriz ya kavga esnasında "yüzüne çalış" diye, taa o zamanlardan kalmaymış! aynı zamanda çalışmanın kökü, gördüğünüz üzere 'çal'maktır. çal ise eski türkçede çarpmak, vurmak, kakmak, ayakla vurmak, bıçak vurmak, çamur veya boya vurmak, alacalı hale getirmek anlamına geliyormuş. günümüzde ise hırsızlık yapmak anlamına da geliyor. gördüğünüz üzere biz türkler çalışmak kelimesini uzun süre şu andaki anlamı içinde pek kullanmamışız veya çalmak, esasında çalışmak demekmiş.

sapıklık ise toplumun kabul ettiği normal ölçülerden ayrılıp, yanlış yola sapmak demektir. toplumun büyük bir kısmı cinsel sapık olduğu halde, bunu gizli yaptığımız için hala daha, ayan beyan ortaya çıkan sapıklıklara 'şaşırıyormuş' numarası yapabiliriz.

neyse, lafı uzatmayayım. toplumun para ve mal hırsı konusunda normal bir ölçüsü yoktur. çünkü herkes ayan ve beyan bir şekilde para ve mal ister. bunun için çabalar ve gösterişini yapar. bu yüzden bu toplumda cinsel sapıklıktan daha çok, mal mülk edinme sapıklığı vardır. herkes ev istemektedir, herkes son model arabaya binmeyi arzulamaktadır. toplumun genelinin erkekleri daha çok kadın, kadınları ise altına arzu duymaktadır. insanların para konusunda davranışları, aşk işlerindeki davranışlarından daha gariptir. paraya daha çok sadıktırlar ve mülkiyet kesinlikle ve kesinlikle hırsızlıktır. elbette hırsızlık da mülkiyettir.

yeni neslin önemli bir kısmı, üniversiteyi bitirdikten sonraki sürecini kendi belirliyor. ne zaman askere gidip, ne zaman ve kiminle evleneceklerini, kaç çocuk yapacaklarını, ev ve arabaya ne zaman kavuşacaklarını, kendi işlerini kurmaya kalkarlarsa bu işe ne zaman başlayacaklarını hesaplıyorlar ve hayatlarını bir plana göre yaşıyorlar. benim hayatım boyunca duyduğum en büyük sapıklık işte bu plandır. 20 yıl sonrasını hesap etmek kadar ahmakça bir şey olamaz ve tüm süprizleri öldürdüğünden heyecan hikaye olur. heyecan yoksa eğer, hayatın bir anlamı olduğunu sanmıyorum. seri tecavüz canavarı olun, böyle bir yaratık olmayın!


mal ve mülk hırsı o raddeye çıkmıştır ki, uyuşturucu ne derece saygıdeğer bir şeyse, çalışmak da o derece saygıdeğer hale gelmiştir. ikisi de insanı oyalar. kendini unutturur. oysa ne kadar çok çalışırsanız çalışın, altı üstü bir arabanız, ölmezseniz de bir eviniz olacaktır. çalışmaya inanmak, çalışma inancını çevrenize yaymak, aptallığa inanmaktan başka bir şey değildir.

çalışmak, dua etmek gibi bir şey olabilir. çalışanlar zaten bu yüzden, kumlara başına gömen devekuşlarına benzer. çalışmak, insanın kendisinden kaçıp saklanması demektir. geri zekalı çalışma müptelalarının, daha çok mal ve mülk isteyenlerin, büyük iş adamlarının çalışmaya bu denli hayran olmalarının nedeni ise, çalışma sayesinde var olduklarına inanmalarıdır. tyler durden'ın "yaptığın iş değilsin" sözünü tersine çıkartmaya çalışırcasına uğraşıyorlar. ancak ve ancak bu sayede kendilerini önemli sayıyorlar. bir insanın toplumdaki yerini sağlayan ve uzmanlığa dayanan bir işlevi vardır. bu işlev insandan daha önemlidir. hatta bu işlev, insanın ta kendisi olur. filmlerde bile görürüz bunu. yaşar adlı kişi ustadır, mahmut adlı kişi hocadır. gerçek hayatta gözümüze gözümüze sokulur. o kişi milletvekilidir, bu mankendir, o futbolcudur. yanlarındaki o meslekleri ortadan kaldırdığınızda ise geneli kocaman bir hiçtirler. yaşar ve mahmut sıradan kişilerdir. recep, kemal ve devlet de sıradandır. çünkü bu işlev dışında kalan özellikleri gereksizdir. bu işlevler çalışarak, reklamlarını yaparak herkese gösterilir. bu yüzden çalışmak, toplumda saygın bir yer işgal etmekle eşdeğerdir.

bu sapıkları tanımak kolaydır. bu kişiler hiç emekli olmak istemeyen tiplerdir. bunlar çalışmasalar, yeryüzünde var olamayacaklarını düşünürler. bu tiplerin ruhu, pis kokan hava boşlukları gibidir. çalışmayı bir bırakasalar, gerçekte ne olduklarını anlarlar; kocaman bir hiç. böyle bir tehlikeyi asla göze alamazlar. çünkü kazanılan para, ismin yanına getirilen ünvan, insanın yürekliğini, kendine olan güvenini artırmaktan başka bir işe yaramaz.

bir süre çalışmayın ve çevrenizdekilerin size hangi gözlerle baktığını görün. çünkü kendi hakkımızdaki gerçekleri öğrenmek, oldukça büyük bir yiğitlik gerektirir.

15 Ekim 2010 Cuma

acıya sövgü!

insanoğlunun önemli bir kısmı, acılarıyla gururlanırlar ve bu acıdan beslenirler. sevdiğini kaybetmek, terk edilmek gibi. bu acılar üzerinden beslenen erkekler, bu acıları yaşamış kadınları kullanırlar ve birbirlerini tutmaları gerektiğini el altından fısıldarlar sürekli. bu kişiler kendilerini pazarlarlar. eğer ilgi de görürlerse, özel yaşantılarını en ince ayrıntılarına kadar anlatırlar ve ilgi ile sevgi beklerler. diğer maymunların özel yaşantıya duydukları sürekli ve tüketici  iştahla beslenirler. karşı tarafa bunları anlatarak onlara ne kadar güvenilir olduklarını göstermeye çabalarlar. bu tipler, bir kadınla yatmanın, kadınla yatmak değil de, iki meleğin el ele tutuşması gibi olduğunu söylerler. inanın bana, kadınların bir kısmı bu davranışlara, bu çakallığa bayılır. inanmaya meyillidir. zaten bu yüzden can dündar'a, isyankar aşık türü zırvalıklara bayılan kadınların tamamı kolay lokmadır. erkeğin bu durumu, zamparaların yaşamaya karşı duyduğu kinin bir biçiminden başka bir şey değildir aslında.

bu kişilerin hedefindeki kadınlar, amaçlarına ulaşamayacaklarının bilincinde olduklarından mutsuzdurlar. yaşantılarından memnun değillerdir. oyuncu veya köşe yazarı olmak isteyenlerdir. en kolay lokmalar ise kendini türkan şoray sananlardır.entelektüel  geçinenlerdir. değerli oldukları halde kimsenin kendilerini anlamadığını, keşfedemediğini düşünen kişilerdir. bu tiplere aptal demek yerine sevimli lakaplarla hitap ederiz. en sonunda bu kadınlar, kendilerine son derece yakın gelen bu tip erkekler tarafından terk edildiklerinde, bir varlık değil, et yığını bile olamadıklarını da anlayamazlar.

bu tür erkeler bir şeyden haz aldıktan sonra o hazzı veren şeyi hor görürler. onun acısıyla tekrar beslenmeye kalkarlar. acı üzerinden şarkı yaparak, yazı yazarak, utanmazca para kazanmaya yeltenirler. çileciliğe övgüler düzerler. o tür kadınlar ise sevdikten sonra sevilmek ister. sevilmek istedikten sonra da sevildiğine inanırlar. erkekler için bu yüzden kolay lokma haline gelirler. erkeklerin çoğu şöyle düşünür;

"isteğimi onsuz da elde edebildikten sonra, sevgiyi neden işin içine karıştırayım ki!"

neslimizin temel sıkıntılarından birisi de aşık olmadan aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenme çabamızdır. evlenmeden önce evleniyoruz. seks yapmadan önce pornoya ve hikayelerine dalıyoruz. zaten bu yüzden, sürekli bir hayal kırıklığı ve acı ile yaşayan insanlar bu dünyayı doldurdu ve birbirlerini beceriyorlar.

insanların bir kısmı gerçeklerle karşılaşınca kaçarlar. bu yüzden tatsız buldukları gerçeklerin var olmadığını, var olmaması gerektiğini düşünürler. hayallerinde yaşattıkları aşk ile beslenmeye başlarlar. kıskançlığa öenmli bir şeymiş gibi değer verirler. bu insanları her yerde ve şekilde görürüz. facebook sayesinde bir klan oluşturmuşlardır. blogları esir almışlardır. kalp ve pembe motiflerinden geçilmez sayfaları. yazıları buram buram östrojen kokar. bir kaç satırdan fazlasını okuyamazsınız. bire bir tanıştığınızda ise sizden korkarlar ve çekinirler. uzak durmak isterler. eğer bu tiplerin yazılarını okuyabiliyor ve yüzyüze sohbetlerine bir kaç on dakikadan fazla dayanabiliyorsanız, siz de onlardansınızdır.


ama gerçek acı, kaybetmek falan değildir. doyurulmayan cinsel istektir. insanın midesine oturan şey doyurulamayan bu istektir.

(kaynak: ses sese karşı - aldous huxley)

14 Ekim 2010 Perşembe

irlandalılar




gördüğüm kadarı ile bu irlandalıların genel özellikleri şunlardır;

çok içerler. öyle böyle değil, harbiden çok içerler. içmek için bahane bulmak hiç sorun değildir. hatta siyah bira, sembollerinden biri olmuştur. malum, st patrick günleri de var. bu dini günde içmenin son raddesine gelirler ve her taraf yemyeşil olurmuş. aslında st patrick, hayatı boyunca ağzına alkol sokmamış adamken bunlar içer içer sıçar.

çoğu eziktir. özellikle ingilizlere karşı. ingilizleri hiç sevmezler. gittikleri yerlerde de sevilmezler. amerika'ya ilk yerleştiklerinde, beyazlar tarafından, siyah insanlarla bir tutulmuşlardır. hatta ku klux klan'ın hedefi bile olmuşlardır.

soyisimleri genelde o'neil, o'riley, o'hara, o'conner gibi. oradaki o ibaresi torunu anlamına geliyormuş. shaq'ın soyisminin o'neil olduğuna bakmayın. amerikalı siyahların büyük bir çoğunluğu, beyaz efendilerinin soyisimlerini almışlardır.

patates bunlarla özdeşleşmiştir. patatesten aklınıza gelebilecek her türlü yemeği yapabilirler.

maceracı ruha sahiptirler. yerleşmedikleri ingiliz sömürgesi yoktur. adadaki nüfusları 4 milyon olmasına rağmen  dünyada irlandalı kanı taşıyan nüfus 80 milyonmuş. düşünün ki muhammet ali clay bile irlandalı kanı taşıyor.

adaya yapılan iskoç ve ingiliz göçlerinden dolayı kanları karışmış. germen boylarından değildirler. asılları kelttir.

çoğunun ingilizceyi ana dillerinden daha iyi konuşmasının nedeni, zamanında ingilizcenin eğitim dili olarak zorla okutulmasıdır. sadece bir nesilde nüfusun büyük bir kısmı ana dilini kaybetmiştir. ingilizlerin adada yaptığı ilk işlerden birisi irlandalı şairleri öldürmek ve coğrafi isimleri ingilizce yapmak olmuştur.

savaşmayı da severler. onları amerikan iç savaşında görebileceğiniz gibi, wallace ile yanyana da görebilirsiniz.

sıkı müzik grupları, yazarları, yönetmenleri, şairleri vardır. u2, sinead o connor, cranberries, david lynch, oscar wild, bernard shaw vs. dünyada yahudilerden sonra haklarında en fazla film çekilen millet olduğuna bire on bahse girerim. küçücük adanın, film kataloglarına sığmayan bir film arşivi vardır. bir irlandalının hayatını anlatmayan büyük yönetmen yok gibidir.

union jack'deki kırmızı çapraz haç, st. patrick haçıdır. bu patrick, aynı zamanda adayı yılanlardan kurtaran kişiymiş.

13 Ekim 2010 Çarşamba

servet çetin maskesi

2008'de taktığı maske ile bdsm meraklısı kızların fantazilerini süsleyen servet çetin, 2 yıllık bir aradan sonra geri döndü! servet'ten süper kahraman olur mu acaba! o değil de, 2008'de taktığı maske ile mickey mouse'a benziyordu. o kocaman göz delikleri yok mu, hah işte o yüzden.

pana film, milli takım yenildiği için kurtlar vadisi: berti vogts diye bir film çeksin. servet intikam alsın. çok istiyorum böyle bir filmi blog, çok!! azeri kardeşlerimizden intikam alamayacağımız için bari td'lerinden alalım!

12 Ekim 2010 Salı

abraham ve sarah

tevrat, yaratılış: 12:

avram(ibrahim) ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden kısa bir süreliğine mısır'a gider. ama mısır'a yaklaştıkça içine bir korku düşer. çünkü karısı saray(sara) çok güzel bir kadındır ve mısırlılar saray'ı görüp "bunun karısıdır" diyerek öldürülmekten, karısının sağ kalmasından korkar.

saray'dan tek bir isteği vardır. mısırlılar kendisini gördğünde "onun kızkardeşiyim" demesini istemektedir. böylece canını kurtaracaktır. gerçektende mısırlılar, avram'ın karısının çok güzel olduğunu görürler ve kadını gören firavunun adamları güzelliğini firavuna överler. böylece saray, saraya alınır. saray'ın hatırı için firavun avram'a çok iyi davranır. ona davar, sığır, eşek, kadın ve erkek köle bağışlar.

ama saray yüzünden firavunun ev halkının başına korkunç felaketler gelmeye başlar. en sonunda firavun avram'ı çağırtır ve "neden saray'ın karın olmadığını söylemedin, neden "kızkardeşimdir" diyerek onunla evlenmeme izin verdin. al karını git" der. firavun böylece avram ile karısını sahip olduğu her şeyle birlikte gönderir. avram ilk vurgununu yapmıştır.

tevrat, yaratılış 20:

20. bölümde ise yine kızkardeş mevzuu başlar. eski adı avram, yeni adı abraham (ibrahim) mamre'den negev'e göçerek kadeş ve sur kentlerinin arasına yerleşir. sonra yine geçici bir süre gerar'da kalır. yine durup dururken karısı sara için, "bu kadın kızkardeşimdir" der. gerar kralı adam göndertip sara'yı yanına getirtir(ne karıymış be!). ama tanrı, kralın düşüne girer ve "bu kadını aldığın için öleceksin. çünkü o evli bir kadındır" der. allahtan kral hala daha sara'ya dokunmamıştır. şöyle der tanrıya;

"ya rab, suçsuz bir ulusu yok mu edeceksin? ibrahim'in kendisi bana "bu kadın kızkardeşim" demedi mi? kadın da ibrahim için "o kardeşimdir" dedi. ben temiz bir vicdanla, suçsuz ellerimle yaptım bunu."

bu sefer sıra tanrıya gelmiştir. der ki;

"bunu temiz vicdanla yaptığını biliyorum. ben de seni bu yüzden bana karşı günah işlemekten alıkoydum, kadına dokunmana izin vermedim. şimdi kadını kocasına geri ver. çünkü o bir peygamberdir. senin için dua eder, ölmezsin. ama kadını geri vermezsen, sen de sana ait olan herkes de ölecek, bilesin."

kral avimelek sabah erkenden kalkar ve bütün adamlarını çağırarak olup biteni anlatır. adamlar dehşete düşer.
böylece kral, ibrahim'i çağırtarak, "ne yaptın bize? sana ne haksızlık ettim ki, beni ve krallığımı bu büyük günaha sürükledin? bana bu yaptığın yapılacak iş değil. amacın neydi, niçin yaptın bunu?" diye sorar.

ibrahim ise bence büyük bir pişkinlikle, "burada hiç tanrı korkusu yok, karım yüzünden beni öldürebilirler diye düşündüm. üstelik, sara gerçekten kızkardeşimdir. babamız bir, annemiz ayrıdır. onunla evlendim. tanrı beni babamın evinden gurbete gönderdiği zaman karıma, 'bana sevgini şöyle göstereceksin: gideceğimiz her yerde kardeşin olduğumu söyle' dedim." der.

kral ibrahim'e karısı sara'yı geri verir. bunun yanısıra ona davar, sığır, köleler, cariyeler de verir. ibrahim'e de "işte ülkem önünde, nereye istersen oraya yerleş" der. sara'ya da, "kardeşine bin parça gümüş veriyorum.  yanındakilere karşı senin suçsuz olduğunu gösteren bir kanıttır bu. herkes suçsuz olduğunu bilsin."

ibrahim tanrı'ya dua eder ve tanrı, kral avimelek'le karısına, cariyelerine şifa verir. çocuk sahibi olurlar.
çünkü ibrahim'in karısı sara yüzünden rab, avimelek'in evindeki kadınların hamile kalmasını engellemiştir.

anlaşılan o ki ibrahim, mal derdine düştüğünde kısa bir süreliğine kapağı bir şehre atar. aslında oldukça yaşlı olan ve elden ayaktan kesilmiş karısı(80-90 yaşlarında) hala daha çok güzeldir ve tüm şehir kralları onu arzular. ibrahim ise tevrata göre kavatın teki olduğundan onun evlenmesine göz yumar. çünkü tanrı arkasındadır, onun sağlam destekçisidir ve ibrahim'in elinde daima flush royale vardır. o elle rest çekmek ne demek, utanmasa kralların karılarını, kızlarını bile alabilecek durumdadır. karılarını, kızlarını almasa bile kölelerini ve mallarını alır. karısını kısa bir süreliğine pazarladıktan sonra da mutlu, mesut ve bahtiyar bir şekilde oradan ayrılır. günümüzde böylelerine dolandırıcı denir. yaptığına da dolap.
 

11 Ekim 2010 Pazartesi

nemanja 'emir' kusturica

seyrettiğin en müthiş filmlerden birisi olan arizona dream'i çeken bu yönetmenin iç savaş sırasında sırpları destelediği söylenir dururdu ve en sonunda türkiye'de bu durum patladı. kendisine saldıranlara karşı şöyle demiş;


“kariyerime başladığımdan beri benim anti- emperyalist bir yapım var. bütün çalışmalarımı ve anlayışımı bunun üzerine kurdum. bana bu noktadan gelen saldırıları anlamsız buluyorum. o zaman söylemek doğru olur ki benim uğruna savaştığım şey birleşik yugoslavya'ydı. yugoslavya'nın neden yok olduğuna dair iki versiyon var. birinci versiyon benim de suçlanmama neden olan sebeplerden birisi yugoslavya'yı miloşeviç'in parçaladığıdır. bu anlamsız bir versiyondur. miloşeviç, yugoslavya'nın parçalanmaması için uğraştı. bana göre yugoslavya berlin duvarının yıkılmasından sonra parçalandı. amerika'nın ve avrupalılar'ın balkanlar'ı yeniden şekillendirme istediği yüzünden yıkıldı.

(ayıp etmiş şimdi. miloşeviç de kim! yugoslavya'yı zvonimir boban parçaladı! bir dinamo zagreb - kızılyıldız maçında, hırvat taraftarları döven polise uçan tekme atmış ve iç savaşın fitlini ateşlemiştir. o gün zagreb tribünlerinde olan taraftarların iç savaşta savaştığı söylenir. gerçi bu hırvat-sırp-boşnak ayrımı biraz abes. üçü de esasında aynı millet. işin içine katolik-ortodosk-islam ayrımı girmiştir. boşnaklar ise müslüman olmadan önce düalist bir mezhep olan bogomil inancına sahiptiler. orta yaş seviyesini geçmiş eski yugoslavlarda bir yugoslavya özlemi var. yugoslavya dediklerinde bu kuşağın gözleri doluyor. bogdan tanyeviç de bunu ifade etmişti. tito, bir kuşağı yugoslav yapmış, ama sanırım yetmemiş.

aslında mesele elbette almanya'nın yaptıklarıdır. eski avusturya toprakları olan hırvatistan, slovenya ve bosna hersek'in bağımsızlıklarını tanıyarak savaşın başlamasına neden olmuşlardır. hırvatistan'da kalan sırpların, osmanlı'ya karşı sınırı tutsun diye yerleştirilen sırplar olduğu da bilinir. ilk önce krajina(sınır) sırpları ile hırvatlar savaşmış, akabinde sırbistan da işin içine girmiştir. bosna'da da aynısı olmuş, hırvatlar, sırplar ve boşnaklar birbirine girmiştir.
işin daha ilginç yönü ise dünya savaşları. iki dünya savaşında da sırplar ingiliz-fransız-amerika tarafında savaştığı halde başlarına bu bölünme işi gelmiştir. ikinci dünya savaşında yugoslav kralı almanlarla ittiraf yapmışken ve naziler arkalarını sağlama aldıklarını düşünüp, rusya'ya saldırı hazırlıklarını devam ettirirken sırplar darbe yapmış ve müttefikleri desteklemişlerdir. bismark'ın yaşlı bir pomarenyalı askerin kemikleri kadar etmez dediği balkanlara, darbenin hemen sonrasında ise naziler inmiştir. nazilere karşı yeni bir cephe açmışlardır. akabinde büyük bir hırvasistan ve arnavutluk kurmuşlar, sırbistan'ı bugünkü seviyesine indirmişlerdir. üstelik hırvatlar ve boşnaklar ss tümenlerinde çarpışmıştır. tümenin adı da 13. ss waffen dağ tümeni "handschar"-hançer'dir. boşnaklar, hitler'in sünnetli olduğuna inanan kudüs müftüsünün teşviki ile bu ss birliğine katılmıştır. bu ss waffen tümenleri elbette sadece boşnak ve hırvatlara özel değildir. valonlar, flamanlar, macarlar, norveçliler, ruslar, beyaz ruslar, ukraynalılar, arnavutlar, fransızlar, italyanlar, hollandalılar, estonlar ve letonlardan da ss waffen'lar kurulmuştur. anlaşılan almanlar sırplara karşı kapatılamamış hesaplarını böylece kapatmış oldular.)


benim ülkeme dair vizyonum öznel ve kişisel bir vizyondur. ben herhangi bir politik partinin üyesi değilim. ve benim cümlelerim tamamen inançlarımdan kaynaklanır. bazen doğru bazen yanlış. ben her zaman bunların doğru olduğuna inanırım ama doğru olmayabilir. bu festivalde hayatımda hiç başıma gelmeyen bir şey başıma geldi. ben bu konuda kendimi savunmak bile istemiyorum ama bazı şeyleri açığa kavuşturmak lazım. belediye başkanı'na sıcak ilgisi nedeniyle teşekkür etmek istiyorum. ama bu ülkenin kültür bakanı'nı bir düşman olarak gördüğümü belirtmek istiyorum. çünkü o bunu hak ediyor. hayatını insanlığa pencereler açmak için harcamış bir insan için, böyle bir suçlama olamaz. bu insan herhangi bir suçu destekliyor olamaz.

(benim bu cümleden anladığım şey yugoslavya'nın bölünmesine şiddetle karşı çıktığı, savaşı desteklediği, ama tecavüzlere, katliamlara karşı olduğudur. bunu ifade etmek istemiştir.) 

birkaç ay önce bursa'da konser verdik ve çaldım. kültür bakanı'yla aynı partiden olan belediye başkanı bizi öpüp kucaklıyordu. elinden gelen en iyi ağırlamayı yapıyordu. çok güzel bir konser verdik. çok değişik türde seyirci toplulukları vardı. başörtülü kadınlar el çırpıyordu. bu benim için çok büyük bir mutluluktu. benim anneannem de başörtülüydü. hayal ettim; hayatta olsaydı onlarla dans ediyor olacaktı. 1.5 ay sonra bir kültür bakanı'yla karşılaşıyorum, ben geldiğim için festivale katılmayacağını açıklıyor. bu barbarca bir skandal ve çok büyük bir ilkellik.
(büyükannesi başörtülü olsa bile kendisi 3-4 yıl önce törenle ortodosk olmuştur. emir olan adını da nemanja olarak değiştirmiştir. ama kültür bakanı için dedikleri doğru. bursa festivaline ses çıkarmayan bakan, mesele antalya'daki festival olunca kükremiş. daha sonra da "söylediklerim yanlış tercüme edilmiş" falan dedi. yazık ki ne yazık. üstelik bu adam daha geçen yıllarda mavi jeans için reklam filmi çekti. filmde de zavet'te oynattığı benim biricik aşkım marija petronicevic vardı.) 


bundan daha kötüsü bir film yönetmeni festivale katılmak istemediğini söylüyor. soykırımlara bu kadar duyarlıysa neden birinci dünya savaşı'nda ermenilere uygulanan soykırım hakkında konuşmuyor. böylece insanlara karşı işlenen suçlara karşı duyarlılığını bütünlemiş olur. benim üyesi olduğum sırbistan'ın bosna'da işlemiş olduğu insanlık suçlarına karşı her zaman tavrımı aldım, tavır koydum. benim ulusum da işlenen cinayetlere karşı tavır aldı. aynı zamanda bosna'da çok sayıda sırp öldü. siz ne kadar insan kalıp eski suçlara karşı tavır alsanız da suçun cinayetin politik vizyonuna uyamıyorsunuz. ve sonra da bu anlamsız suçlamalara muhatap oluyorsunuz. bu da kültür bakanı'nın yerine getirdiği eylem oluyor. ben bin yıl yaşayacak olsam ya da iki binyıl, bu iki bin yıl soykırımlara karşı çıkarım. ama ne yazık ki gelişmeler soykırımlar üzerine kurulu. irak'ta 4 yıl önce ne oluyordu. blair ve bush irak'ta ne yaptılar. bana tavır alan bu yönetmen, neden açıkça blair'e karşı aynı tavrı göstermiyor.

(semih kaplanoğlu, özür diliyoruz zırvasına imza atanlar biriymiş. kaplanoğlu için dedikleri saçma. ama kaplanoğlu'nun bunu filminin yarışamayacağı ortaya çıkınca dillendirmesi(altın koza'da ödül aldığı için) apayrı bir durum. çünkü uzun süredir festivale katılacağını bilinmekteydi. kusturica, iç savaş sırasında ne miloşeviç'i, ne de sırp milliyetçilerini desteklemiştir. ama gönlü yugoslavya'da kalmıştır. ayrılmalara karşı çıkmıştır.) 


bana gelen suçlama da kendini ‘soykırıma karşı tavır almadı’ suçlamasıdır. insan hakları mahkemesi, bosna'da müslümanlar'a karşı suç işlendiği sonucuna vardı. soykırımın linguistik tanımı bu sonuçla tanımlanmamıştı. hukuksal olarak bakarsak orada insanlığa karşı işlenen suçlardan kendimi uzak tuttum ve tavır aldım. şimdi bu algı değişmeye başladı. şu anda her yerde arka arkaya soykırımlar görüyoruz. ben bunların hiçbirisinin parçası değilim. nihai olarak özellikle bosna'da katliama uğrayan müslümanlar için duyduğum üzüntüyü bir kez daha ifade ediyorum. sonuç olarak belirtmek isterim ki kültür bakanı bugün sinema öğrencilerinin benden ders alamamasının sorumlusu olacaktır. öğrencilere 50 badyguard eşliğinde bir şey anlatamazsınız. belki o bakan veya o yönetmen bunu yapabilir. beni çağıran kişiye çok teşekkür etmek istiyorum. sırp dilinde 30 bin türk kelimesi var. birçok insanın kullandığı kelimeden daha fazla. ortak yaşadığımız tarihin birçok lehçesinden haberdarım. türkiye hollanda'ya veya başka bir avrupa ülkesine karşı oynadığı zaman benim türkiye'yi tutacağımdan emin olabilirsiniz.”

(o değil de, koskoca sudan meselesini destekleyen, amerika'nın ırak ve afganistan'da yaptıklarını onaylayan bu hükümetin bakanı böyle diyor. breh breh breh!)

8 Ekim 2010 Cuma

kim kardashian vs kıçı

hayatımda bu kadar kötü bir kıç hiç görmedim. ben, kardashian'ın kıçı olsam, bağımsızlığımı ilan eder, tek başıma yaşardım. böylece bu kadar çok dikkat de çekmezdim. mesela hiçbir çinli erkek o kıçla ilgili fantazi kuramaz, öyle böyle değil, ciddiyim bak! hatun sanki kıçında penisle dolaşıyor, bu ne lan, ne acuze bir şey bu. karı zaten iğrenç, kıçı daha iğrenç. tamam, her malın bir alıcısı vardır, insan götüne güvenmelidir falan, ama bu malı da alan insan içine çıkmasın lan!
bir ara korse falan demişlerdi, ama alakası yok. korselik bir şey değil bu. doğuştan böyle desem çok saçma, napmış bu hale getirmiş meraklar içerisindeyim. kadınların göğüsleri ve vajinası, doğurganlığı da sembolize ettiği için  kıçı kadar ilgi çekmez derler. ama bu kıçla ilgi çekilmeye çalışılmaz be. kendi pornosunu dağıttığı yetmiyormuş gibi o kıçı sergilemek, ı ıhh. ne bileyim, belki eşcinsel erkeklerin ilgi alanına girer. beş tane normal kadının kıçını üst üste koysan yine de bu kıçın yanına bile yaklaşamaz.
daha sivas'tan yamuk insan tanımadım. muhtemelen babası da iyi bir insandır. ama bu ne lan. zenci pornosu ve götüyle ünlü olan bir insan.

6 Ekim 2010 Çarşamba

çarpışma partisi

"doğmamış olmayı hiç istedin mi?"  diyerek başlıyor romanına palahniuk. bu cümlenin nedenini ancak son kısımlarda anlayabiliyorsunuz.

öğğk casey namlı kişinin(neden öğğk lakabını aldığı da anlatılıyor) büyükannesini bir gün yolda yürürlerken bir karadul ısırır. tüm süreç böylece başlar. büyükannesi onu yardıma yollarken gerçek babası ile tanışır! geçen süreçte öğğk, önce örümceğe ısırtır kendini, sonra yaşadığı kasabanın çölündeki deliklere kollarını ve bacaklarını sokarak ısırtılacak ne kadar hayvan varsa her yerini ısırtır. öyle ki, yeni bir tür kuduz yaşar vücudunda ve o kasabadaki çocuklara bunu bulaştırmaya başlar. akabinde zengin olmanın da yolunu öğrenir ve 1800'lerden kalma altın madeni paraları bulur! diş perisi olur. büyür ve babası olduğu sandığı kişi ona şehre gittiğinde yaşacaklarını tek tek anlatır. hepsi bahsettiği şekilde olur. çapışma partisine katılır ve talihsiz echo ile tanışır. en sonunda yanan kütüklerle dolu bir araçla hızla köprüden aşağıya uçar. cesedini asla bulamazlar ve yeni bir fenomen haline gelir.

son bölümden hiç bahsetmeyeyim, tamamen süpriz çünkü. ama yazılış tekniği ilginç. "bir gün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak" lafı vardır ya, palahniuk şöyle der;

"bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü birinin yanına oturacak!"

tüm kitap, tv belgeseli tadında yazılmış. içinde yine bir sürü ilginç ayrıntı var. salgın hastalıkların, kurt adamların, diş perilerin, noel babaların, paskalya tavşanlarının tarihi var. bahsetmemem gerek son bölüm ise gerçekten çok iyi yazılmış. o bölümde dövüş kulübü tadı gerçekten var. öğğk yedi bela casey hakkında çocukluğundan başlamak üzere herkes sırayla kameraya konuşuyor. onunla 15 dakika laflayanlar bile konuşuyor. hatta oldukça popüler biri haline geldiğinde onu tanımayanlar bile onun hakkında konuşuyor ve roman belgesel tadında sona eriyor. kitabın tamamında bir dövüş kulübü, tıkanma, gösteri peygamberi tadı yok. baştan sona bir çırpıda okuyamayabilirsiniz. ama tekinsiz'den daha güzel.

5 Ekim 2010 Salı

sodom ve gomorra

bir gün ibrahim çadırında otururken birden bire rab yanında iki kişiyle beraber kendisine görünür. hemen konuklarını tanıyan ibrahim, rabbim ayaklarını yıkaması için ona su verir ve yemek hazırlar. o ara rab konuşur;

"karın sara nerede?" diye sordular. ibrahim, "çadırda" diye yanıtladı. rab, "gelecek yıl bu zamanda kesinlikle yanına döneceğim" dedi, "o zaman karın sara'nın bir oğlu olacak."sara rab'bin arkasında, çadırın girişinde durmuş, dinliyordu.

sara bu duruma güler geçer. rab kendisine "niye güldün" diye sorunca "gülmedim" diye bir de yalan söyler. koskoca yahudi tanrısına yalan söylemek öyle kolay olmasa gerek. neyse, sara aslında kısırdır. üstelik adet de görmüyordur. ibrahim bile 100 yaşındadır ve neredeyse elden ayaktan kesilmiştir!

daha sonraki bölümlerde ishak doğar ve ismail bir gün ishak ile alay eder. sara bu duruma çok içerler.  ibrahim'in dır dır başının etini yerken cariye ile oğlunu kovmasını ister. çünkü ismail'in, ishak'ın malına ortak olmasını istememektedir. ibrahim bu durumu kabullenemez. çünkü ismail de öz oğludur. tanrı bu durumu görür ve cariyesi ile oğlu için üzülmemesini, soyunun ishak'dan devam edeceğini söyler. ismail ile de ayrı bir millet yaratacaktır.

hikaye özetle böyle olsa bile ortada tuhaf bir durum var aslında. kısır olan ya kadın değil de, erkekse! ve sara'yı dölleyen tanrının kendisiyse! gerçi ibrahim'in ismail diye bir oğlu vardır, ancak kısır sara'nın durup dururken çocuk sahibi olması oldukça ilginç. nedenine gelince...

bilen bilir. çocuğu olmayan kadınlar bazen bir şeyhe, şıha kendini okutup üfletip 9 ay 10 gün sonra çocuk sahibi oluyorlar! sanki bu olayın temeli işte bu hikayeye dayanıyor. bu sefer şeyh değil de, tanrının kendisi okuyup üflemiş!

neyse, hikaye devam eder elbette. sonra rab şöyle bir sodom'a doğru bakar ve yapacağı işi ibrahim'den saklamamaya karar verir. sodomluların büyük bir günahın(eşcinsellik) pençesinde olduğunu söyler. bunun doğru olup olmadığını bizzat görecektir. böylece ibrahim ile rabbin pazarlığı başlar;

rab'be yaklaşarak, "haksızla birlikte haklıyı da mı yok edeceksin?" diye sordu, "kentte elli doğru kişi var diyelim. orayı gerçekten yok edecek misin? içindeki elli doğru kişinin hatırı için kenti bağışlamayacak mısın? senden uzak olsun bu. haklıyı, haksızı aynı kefeye koyarak haksızın yanında haklıyı da öldürmek senden uzak olsun. bütün dünyayı yargılayan adil olmalı." rab, "eğer sodom'da elli doğru kişi bulursam, onların hatırına bütün kenti bağışlayacağım" diye karşılık verdi. ibrahim, "ben toz ve külüm, bir hiçim" dedi, "ama seninle konuşma yürekliliğini göstereceğim. kırk beş doğru kişi var diyelim, beş kişi için bütün kenti yok mu edeceksin?" rab, "eğer kentte kırk beş doğru kişi bulursam, orayı yok etmeyeceğim" dedi. ibrahim yine sordu: "ya kırk kişi bulursan?" rab, "o kırk kişinin hatırı için hiçbir şey yapmayacağım" diye yanıtladı. ibrahim, "ya rab, öfkelenme ama, otuz kişi var diyelim?" dedi. rab, "otuz kişi bulursam, kente dokunmayacağım" diye yanıtladı. ibrahim, "ya rab, lütfen konuşma yürekliliğimi bağışla" dedi, "eğer yirmi kişi bulursan?" rab, "yirmi kişinin hatırı için kenti yok etmeyeceğim" diye yanıtladı. ibrahim, "ya rab, öfkelenme ama, bir kez daha konuşacağım" dedi, "eğer on kişi bulursan?" rab, "on kişinin hatırı için kenti yok etmeyeceğim" diye yanıtladı. rab İbrahim'le konuşmasını bitirince oradan ayrıldı, ibrahim de çadırına döndü.

bu hikayede de ilginç olan durum elbette pazarlık. dünya tarihinde tanrı ile pazarlık edebilen tek kişi ibrahim'dir. sonra yahudilere neden ticaretten bu kadar çok anlıyor diyoruz. adamlar tanrıyla bile pazarlığa tutuşmuş, dünyayı yönetmelerinden daha doğal ne olabilir ki! üstelik ibrahim rabbe hemen anlayacağınız üzere vaaz veriyor yahu! ama konuşulan rakamlara bakınca başka bir ilginç durum da ortaya çıkıyor. elli sayısı aslında enlil'in sayısıdır. sümerler bazen tanrıların adları yerine, onları belirtmek için sayı kullanıyordu ve elli enlil'e denk geliyor. kırkbeş ise eşi ninlil'e. kırk sayısı enki'ye, otuz ay tanrısı sin'e, yirmi ise güneş tanrısı şamaş'a, on ise adad'a ait. neden altmışdan başlamadı mesela derseniz eğer altmış an'ın sayısıdır ve o zaten göklerde yaşar. beş ise yaşlı hanım ninhursag'dır. neyse, sanki bu tanrıların öldürülmemesi için pazarlık yapılıyor gibi bir durum var ortada. en azından bana öyle geldi. bu durumda elbette pazarlık yapan tanrıyı da bilmek gerekiyor. şehirleri yok eden silahlara sahip olan tanrı ninurta'dır. ama sümer metinlerinde geçtiği kadarı ile bu silahları en fazla kullanmak isteyen tanrı enki'nin oğlu nergal'dir. amacı ise ileride tahtı ele geçirecek ve tüm sayıları sahiplenecek olan marduk ile yazının tanrısı oğlu nabu'yı yok etmektir. ninurta ise enlil'in oğlu ve yasal varisidir. büyük tanrılardan olduğu halde rakam verilmemiş, ancak ellinin doğal varisi sayılmıştır.

bu arada iki melek sodom'a varmıştır. lut onları kapıda bekliyordur ve hemen ayaklarını yıkamaları için su vermeyi ve geceyi evlerinde geçirilmesini teklif ederler. melekler ise mırın kırın ettikten sonra teklifi kabul ederler. ancak sodomlular da böyle bir şeyi bekliyor olsa gerek, hemen lut'un evinin etrafını kuşatırlar ve  "bu gece sana gelen adamlar nerede?" diye sorarlar, "getir onları da yatalım" diye ilave ederler.

lut hemen dışarı çıkar ve kalabalığa rica minnet yalvararak konuklarını rahat bırakmalarını, çok istiyorlarda iki bakire kızını onlara verebileceğini, kızlarına ne istiyorlarsa yapabileceklerini söyler. ama kalabalık illaki o iki konuğu istiyordur. o kadar azmışlardır ki kapıları kırmaya çalışırlar ve iki konuk lut'u kapıdan içeri çekerek kapıyı tekrar kapar. bu arada kapıyı kırmaya çabalayanlar kör olmuştur. böylece iki melek lut'a tüm ailesini toplamasını ve evi terk etmesi gerektiğini söylerler. şehir, rabbin buyruğu ile yok edilecektir. o bakire kızları ile evlenecek olan damatları ise ona gülüp geçtiler. üstelik lut da söz dinlemez biri olmuştu. işi yavaşlatınca en sonunda konuklar karısı, iki kızı ve lut'u zorla dağlara götürürler. melekler lut'a hemen kaçıp canını kurtarmasını, yoksa yok olacağını anlatırlar. lut ise meleklerle pazarlık yapar ve bu dağlarda kalırsa canını kurtaramayacağını ve aşağıda bulunan uzaktaki küçük bir kente sığınması gerektiğini anlatır. melekler ona söz verir ve o küçük kente dokunmayacaklarını söylerler.

güneş doğarken ise sodom ve gomorra'nın üzerine rab ateşli bir kül yağdırır ve şehirlerdeki bitkilerine varana kadar tüm canlılar ölür. ölenlerden birisi de ne olduğunu merak edip arkasına bakan ve görüntüyü görünce kendisine inme inip tuza dönüşen lut'un karısıdır. lut'un damat adayları da kendisiyle beraber gelmediği için yok olmuştur. ibrahim'in gördüğü manzara şöyle tarif edilir; "sodom ve gomora'ya ve bütün ovaya baktı. yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu."

aslında en ilginç hikaye bu. kullanılan silah lut'a da zarar verebileceği için sanki nükleer bir silah kullanılmış gibi duruyor. üstelik rab suçlamalar gerçekse şehri mahvedecektir. bu yüzden bunun volkanik patlama, göktaşı afeti olması mantıksız. olacak olan şey, rabbin kontrolü altında olacaktır. bunun oldukça etkili bir silah olması gerekiyor, çünkü şehirdeki her şey bitkilerine varana kadar yok oluyor. hatta lut öylesine korkmuş ki dağlarda bile kendini güvende hissetmediğinden dağların ardındaki küçük bir şehre sığınmak zorunda kalıyor. üstelik lut'un karısı sadece patlamaya baktığı için tuz oluyor. ibrahim'in görünen manzarayı tarif etmesi ise daha da ilginç. yerden tüten bir ocak gibi ibaresi var. sanki atom bombası atılmış lan, valla bak. bu atom bombası benzetmesini ilk yapan da ben değilim elbet. daniken de yapmıştı. üstelik yaratılış kitabının önceki bölümlerinde ortadoğudaki tüm kralların ittifaklar kurarak birbirleri ile savaştığı yazılıdır. sodom ve gomorro kralları büyük yenilgiler almışlardır. yani bu iş, bu savaşların sona erdirilmesini sağlamıştır. sitchin'e göre bu savaş, tanrıların savaşıdır. marduk'un destekçileri ile ninurta taraftarları sümer için kapışmışlardır.

yaratılış 16'da şöyle der: "bunun üzerine sodom, gomora, adma, sevoyim, bala -soar- kralları yola çıktı. bu beş kral dört krala -elam kralı kedorlaomer, goyim kralı tidal, şinar kralı amrafel, ellasar kralı aryok'a- karşı siddim vadisi'nde savaş düzenine girdiler. siddim vadisi zift çukurlarıyla doluydu. sodom ve gomora kralları kaçarken adamlarından bazıları bu çukurlara düştü. sağ kalanlarsa dağlara kaçtı. dört kral sodom ve gomora'nın bütün malını ve yiyeceğini alıp gitti."

devamında ise lut kaldığı küçük kentte hala korkmaktadır ve dağlara çıkmaya karar verir. iki kızıyla beraber bir mağrada yaşamaya başladı. olanlar da o zaman oldu.
"büyük kızı küçüğüne, "babamız yaşlı" dedi, "dünya geleneklerine uygun biçimde burada bizimle yatabilecek bir erkek yok. gel, babamıza şarap içirelim, soyumuzu yaşatmak için onunla yatalım."
olan olmuştur. önce büyük kızı babası lut ile yatar. lut sabah uyanınca bir şey hatırlamaz. sıra küçük kıza gelmiştir. sabah olunca lut yine bir şey hatırlamaz. böylece iki kızı da hamile kalır ve doğacak olan çocukları moavlar ile ammonlular ataları olur.

tevrat'ın yaratılış kitabında ensest çok yaygın bir adettir. ibrahim, karısı sara ile baba bir kardeşidir. kitapta ensestin yaygın olmasının tek nedeni, bence tüm hikayelerin sümer, asur ve babil destanlarından arak olmasından ileri gelir. o destanlarda tüm tanrılar ensestin alasını yaparlar. o yüzden o durumu normal(!) kabul edip, kızların dediği bir lafı açıklayayım. "dünya geleneklerine uygun biçimde burada bizimle yatabilecek bir erkek yok" der kızlar. sanırım patlama o kadar büyüktür ki o küçük şehirde bile yaşayan kimse kalmamış veya kaçmışlardır. çünkü ortalıkta kimse görünmemektedir ve kızlar insanlığın son temsilcisi olarak kendilerini ve babalarını görüp, onunla cimaya girerler! üstelik babanın kızlarına kızmaya gram hakkı da yoktur. sodomlu ibnelere melekler yerine kızlarını utanmaz bir şekilde teslim etmek isteyen lut'un kendisiydi. bu bir aile geleneği olsa gerek. çünkü tevrata göre ibrahim'in kendisi iki defa godoşluk yapıp, karısı sara'nın kendisiyle evliyken başkaları ile evlenmesine göz yummuştur. üstelik bunu yaptığı için tanrı tarafından cezalandırılacağına ödüllendirilmiştir.
tevratın tanrısının eşcinselliği böyle şiddetli bir şekilde cezalandırıp, enseste ses çıkarmaması onun bildiğin sapık olduğunun bir delili aslında.
tevrat arkeologları sodom ve gomorro'nın ölü denizin güneyinde kalan yerler olduğunu söylüyorlar. malum, ölü denizin diğer adı lut gölü.
kur an'da anlatılan olayda ise elbette rab yok. melekler ibrahim'in yanına gelirler ve ibrahim hemen onlara bir buzağı kızartır. ancak melekler yemeğe dokunmazlar. ibrahim durumu yadırgar, içine korku düşer. melekler ona korkmamasını, lut kavmi için geldiklerini söylerler. tam o sırada ibrahim'in hanımı bu duruma güler. melekler de ona önce ishak'ı, akabinde yakup'u müjdeler. karısı bu işe çok şaşırır. kendi ifadesi ile kendisi bir kocakarı, ibrahim ise ihtiyardır(islam alimlerine göre sara 90, ibrahim 120 yaşındadır). melekler ise allah'ın rahmeti ve bereketinin onların üzerinde olduğunu söyler. içi ferahlayan ibrahim meleklerle mücadeleye girişir. lut kavmi yüzünden lut ve ailesinin ölmesini istememektedir. melekler ise o azabın muhakkak olacağını söyler ve konu kapanır.

böylece melekler lut'un evine gelir. lut'un içi daralır. lut'un kavmi ise melekleri görünce koşarak onun yanına gelirler ve melekleri lut'dan isterler. lu t ise "ey kavmim! işte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin. içinizde aklı başında bir adam yok mu?" der.

kavmi ise "senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. ve sen bizim ne istediğimizi bilirsin" der. lut ise "keşke benim size karşı bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim" der.

melekler bunun üzerine şöyle der;  "onlar sana asla dokunamazlar. sen gecenin bir kısmında ailenle yürü. karından başka sizden hiçbiri geride kalmasın. çünkü onlara gelecek olan şüphesiz ona da isabet edecektir. onlara vaadolunan zamanı, sabah vaktidir. sabah yakın değil mi?"

başka bir surede ise lut'un kavminin daha önceki hiç bir milletin yapmadığı fuhuşu yaptığı söyleniyor. kadınları bırakıp erkeklere yanaştıklarından dolayı taşkın bir millet olduğu belirtiliyor. lut kavmini uyardığı halde kavmi lut'u fazla temiz bulmuştur ve onu umursamazlar. bunun üzerine karısı hariç olmak ailesinin kurtulduğunu, ancak lut kavminin üstüne taş yağmuru yağdırıldığı anlatılıyor. allah'ın emri gelince lut kavminin altını üstüne getirildiği ve üzerine pişirip istif edilmiş taşlar yağdırıldığı anlatılıyor.

kur an'da lut ile kızları arasında tevratta olduğu belirtilen işten bahsedilmez. lut hikayesinin anlatılma nedeni doğru yoldan çıkanların başlarına gelecek olan durumu belirtmesidir.

4 Ekim 2010 Pazartesi

nanna/sin

nanna'nın anlamı parlak olandır. bilindiği üzere kendisi ay tanrıdırı. sümerdeki adı nanna'dır. ama büyük sargon sümeri ele geçirdiğinde ona sin derler. ilk adı nanna olmasına rağmen akadca veya samice adı olan sin adı ile daha çok bilinir. tanrı enlil'in yasal eşi olan ninlil'den doğma bu tanrının şehri sümerlerin ur'udur. şehirde kendisi için yapılan tapınağa agişnugal adını vermişler. yani; tahtın tohumunun evi. ur halkı bu tanrıyı çok severmiş ve şehrin bereket ve bolluğunu sin'e bağlarmış. çünkü şehir sümer'in tahır ambarıymış. diğer şehirlere tahıl, koyun ve davar sağlarmış. ama ur büyük bir felakete uğrayıp yok olmuştur. bu felaketin ne olduğu tam olarak bilinmese bile ambarlarında tahıl kalmamış, tanrıların akşam yemekleri tatsızlarmış, şarabın ve balın sonu gelmiş, adaklar kesilmiş, sandallar işlemez hale gelmiş, kıyılarında yiyecek bitmez hale gelmiştir. şehrin tanrısı sin, karısı ningal ile birlikte şehri terk etmiştir.

bunun nedeni olarak ise sin'in babası enlil'in tahtına göz diktiği ve onunla savaştığı, tanrıların sin'e kızıp şehrini yok ettiği ve sürgüne gönderdiği yazılıdır. bu metinlerin yazıldığı tarih ile yaklaşık aynı dönemlerde ibrahim de ur'u terk etmiş ve tıpkı sin gibi harran'a göç etmiştir. harran ise ur'un kopyası olarak kurulmuştur. artık bu bölgede sin en büyük tanrı olarak anılmaya başlayacaktır. harran'a gittikten bir süre sonra yüklere yükselen ve dünyaya bir daha gelmeyen bu tanrı, takipçileri sümerde zaferler kazanmaya başlayınca geri döner. tanrı göklerden aşağıya geri dönmüştür. kendisine gelin bulmak için harran'a giden yakup, tevratta anlatıldığı üzere yeryüzünden gökyüzüne bir merdiven dikildiğini görür. o merdivende de tanrının melekleri çıkmakta ve inmektedir.

geri dönen sadece kendisi değildi. çok bilinen iki ikiz çocuğu inanna ve utu da dünyaya geri dönmüştü. göktekiz gezegeni venüs olan ve hristiyanlıkla beraber lucifer olarak adlandırılacak olan inanna zamanla savaş, bilgelik ve fahişelerin tanrıçası olurken, utu(şamaş) adaletin tanrısı olmuştur. hamurabi kanunları, utu'nun insanlığa bir hediyesi olarak kabul edilirdi(ki ilk kanun hamurabi'den çok daha önce yazılmıştır). buradan yola çıkıp, on emri musa'ya veren tanrının şamaş olduğu söyleyebilirim. şamaş bilindiği üzere güneş demek. kendisi güneş tanrısıdır. arapça güneş demek olan şems ve ingilizce sun kelimelerinin kökeni bu tanrıdır. şemsiye derken bile şamaş'ın adını zikrediyoruz!

bu üçlü tanrı grubu, yani sin-şamaş-inanna üçlüsü, uzunca bir süre sonra lübnan ve suriye civarlarında el-baal-anat üçlüsü olarak anılacak ve tapılmaya başlanacaktır. hatta bu üçlüden anat/inanna/iştar/astarte olanı, tevrata oldukça fazla bir şekilde konu olacak ve zebur diye bilinen kısımların baş kahramanı olacaktır. an-enlil-enki üçlüsü unutulmaya yüz tutmuştur artık.

bu üçlü ile beraber takılan bir diğer tanrı da sin'in öz kardeşi adad/teşup'tur. toros dağlarına adını veren bu tanrı, yeğeni inanna'nın da bir dönem sevgilisi olmuştur.
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.