heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!
kelime etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kelime etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ekim 2016 Çarşamba

ekim

ekim ayı malumunuz üzere tarlalarda ekimin başladı zamanı temsil ediyor. aşağı yukarı ekim 15-aralık 15 arası kışlık ürünler ekilir. ekim kelimesinin kökeni ek. serpmek anlamında. bir şeyin üzerine ilaç vs serpmeyi de anlatır. 10 ocak 1945 tarihli yasayla birinci teşrin ayına bu ad verilir. teşrin ise rumi takvimin sekinci ve dokuzuncu ayları oluyor. arapçası işrin. aramcası tişrin. arami/süryani takviminin yedinci ayı.

ingilizce ve dolayısıyla batı dillerindeki october kelimesi de sekizinci ay demek. malumunuz üzere eskiden takvimler mart gün dönümü ile beraber başladı. sekizinci denmesi bu yüzden olsa gerek.

neyse, bu ayın bahsedecek uzun uzun bir yanı bulunmuyor. buğdaylar bile artık genelde kasımda ekiliyor. zaten sonbahar ile kış arasındaki ne emmeye ne gömmeye gelen garip aydır. ama gerek 29 ekim dolayısıyla ve gerekse ekim devriminden dolayı (devrim kasım ayında olmuştur ama) sevilir ve seviniz. valla bak..




8 Mayıs 2015 Cuma

şemsiye

Gökyüzünde birlikte gezen yağmur damlaları ve rüzgarın etkisiyle maalesef şemsiyelerimiz mahvolmaktadır. demek çin'e muson yağmıyor(!) ki böyle kalitesizler ve hemen bozulup gidiyorlar. eskiden şemsiye tamircileri vardı, hallederlerdi. şimdi zaten 10 tl. al, kullan, at..

bildiğiniz gibi şemsiye "güneşlik" demek. kelime arapça. arabistan'da yağmur yok elbet. o yüzden güneş için kullanmaları doğal. şems kelimenin kökeni. direkt güneş demek. aramca şimşa, akadca şamşu, şamaş. şamaş ise güneş tanrısının kendisi. kendisi sin'in oğludur ve sin de ay tanrısıdır. ay ve güneş baba-oğuldur. şamaş'ın bir özelliği de hamurabi kanunlarının dayandırıldığı tanrı olması. ikiz kardeşi inanna/iştar ise fecidir. babaları sin ile birlikte lübnan-suriye ekseninde de bilinen bir tanrıdır. ama onlar baal der. neyse, ingilizce sun kelimesinin kökeni de aynıdır.

vay be, koskoca güneş tanrısının dilimizde geldiği son noktaya bak..


(sur dibi civarı)


(yine sur dibi)


(sanırım mecidiyeköy'dü)


(atina)


(mecidiyeköy)


(atina)

10 Ekim 2013 Perşembe

fene

hangi mevsimdi bilmiyorum, hatırlamıyorum. köylüler yol kenarında ezelteri, diken ucu ve kaldirik topluyorlardı. ayem alamuk, ocaklar kavrulmuş, fındık çeş olmuştu. köpekler afkuruyor, insanlar baccelerin badına aykuru gene yürüyorlardı. andır görsün yüzünü dedi ortama yabancı kişiye akrabası. dediklerini çözmek için bıldır çok uğraşmıştı yabancı. çevreyi hala daha annaklıyordu.

caranak başlamıştı ve ben caydak halde kalmış gibiydim. yol kenarındaki insanlar arabalarının içinden ayemin dinmesini beklediler. yolları cılga bürümüş, cilim bir çok kişinin çarukuna yapışmıştı. yollar topraktı ve her şey böyle başlamıştı.

haçak kızlar etrafta görünmüyorlardı ve dadduk bebeler arabaların içinde ağlaşıyorlarken, ben dışarda tarana denk geldim ve üstüm başım leş gibi çamur, etrafımda uluk kadınlar var sanki, hepsi fene zollu. ağzıma ne geliyorsa söyledim o an. haböle dediler bana, nihayet karadenizli oldun..

kendimi şöyle bir ırgaladım, ımımak için içinde kaloriferi açılmış arabaya daldım. allahtan içerisi ımıklıtı. ben buraya geldiğimden beri her şeyden irketiyordum. yol mühkemdi, bize sadece gaza basmak kaldı. ve gittik, yol boyunca gittik. vardığımızda günlerce uyuyacağımı sanıyordum. oysa her tarafım divildiyordu.

istanbul'da sıcak bir ağustos akşamıydı. burada ise aylardan çürüktü ve her tarafı duman basmıştı. fösük ağızlı keyfanılar ellerinde deyneklerle ıslak çimenlerde yürüyor, tüm bacalardan sobaların dumanı tütüyordu. ben sadece bir sigara daha yaktım gizlice. o dumanın içinde zaten görünmezdim, ama işi garantiye aldım. zele pezüğü de yedikten sonra.. ah birde pool olsaydı ne güzel olurdu. şöyle datlısından birde misiri bol bir salata.. elimde bir akıllı telefon, akşam sekizde yatağıma uzandım. allahtan buralarda hat çekiyordu..

"şekerim, mesaj at bana bol bol.."

2 Kasım 2012 Cuma

kelime

bazen nişanyan etimolojik sözlüğü açıp merak ettiğim kelimelerin kökenine bakarım. bu sefer değişik dillerden gelen sözcüklere bakarken bir sürü kökeni ilginç kelime buldum. bende dedim bunları bloga atayım. belki okursunuz, belki bakar geçersiniz..

pampa: 1945. ispanyolca. güney amerika'da ağaçsız büyük ova. quech(kızılderili dili). bamba ova

abaza/abazan: 1929. abazan aç, özellikle cinsel açlık çeken. yaygın kanıya göre çingeneceden alıntı olmakla birlikte 1892'de kaydedilen masturbasyon anlamını bu şekilde açıklamaya imkan yoktur.

kanka: 1991. kanka (eril) ve anki (dişil) çingenece gramere uygun. türkçe kan kardeşi deyiminden türediğine dair görüş açıklamaya muhtaç.

bistro: 1940. fransızca bistro kafe, küçük bar. rusca bistro çabuk. rus ordusunun 1815'te paris'i işgali sırasında askerlere "çabuk" hizmet veren kafelerden ötürü.

alo: 1924. fransızca allo telefon hitabı. ingilizce hallo/hullo. eski fransızca ho la "hey oradaki"

mitralyöz: 1870. fransızca mitrailleuse makinalı tüfek. fransızca mitraille bozuk para, saçma. eski fransızca mite felemenk bakır para birimi. hol. mite ufak şey, pire, bozuk para.

salaş: 1680. baraka. 1899. baraka şeklinde lokanta. macarca szallas ev. macarca szall konmak, yerleşmek.

babet: 1984. fransızca babette. bir kadın adı. elisabeth. ibranice elişava "allah söz verdi" veya "allah memnun"  ayakkabı modeli muhtemelen 1959 tarihli babette savaşa gidiyor filminde brigitte berdot'nun canlandırdığı babette karakteri nedeniyledir.

net: 2000. internet. ingilizce net balık ağı, her çeşit ağ.

haraşo: 1929. güzel rus kızı (argo) rusca haraşo iyi.

kivi: 1998. ingilizce kiwi fruit. kiwi ise yeni zelanda'nın simgesi olan bir kuş(maorice). ingilizce eski adı chinaberry(çin meyvesi) iken, soğuk savaş döneminde ticari kaygılarla adı değiştirilmiştir.

boyoz: 2002. izmir'e özgü bir tür poğaça. ladino boyoz. ispanyolca bollo küçük ve yuvarlak hamurişi, çörek. latince bulla yuvarlak nesne, kabarcık, top.

lavuk: 1990. kürtçe lawik oğlan çocuğu. kürtçe law oğlan, oğul.

tanga: ingilizce apış arası bezi. portekizce tanga. kimbundu dilinde ntanga. angola dillerinden brezilya portekizcesine geçmiş, moda terimi olarak 1975'den itibaren kaydedilmiştir.

bikini: 1959. fransızca bikini iki parçalı kadın mayosu. bikini pasifikte bir ada grubu. mikronezya dilinde ise hindistancevizi düzlüğü demek.

ciklet: 1932. aslında chiclets adlı yapay bir sakız markası. 1906'da üretime geçmiş bir amerikan firması. nihai kaynağı meksika yerli dilleri.

botoks: 1999. botulinum toxin-a amddesinin ticari adı. şarküteri ürünlerinin bozulmasına yol açan bir bakteri türü.

jakuzzi: 1987. jacuzzi, püskürtmeli küvet markası. siciilya kökenli jacuzzo ailesinin soyadı. türkçeye tam çevirirsek yakupçuk demek.

kola: 1974. bir tür meşrubat. coca cola bir karbonatlı içecek markası. ingilizce cola kafein bakımın zengin afrika kökenli ceviz türü. batı afrika yerel dillerinden.

tiki: 2000. tiki/tikky marka ve moda meraklısı genç kız. gerçekte tikky rotring firmasına ait bir kalem markası.

avokado: ingilizce avocado tropik bir bitki ve meyvesi nahuatl dilinde(aztek) ahuacatl testis demek. meyvenin şeklinden ötürü bu şekilde adlandırmışlar.

2 Nisan 2012 Pazartesi

kork abrilin beşinden öküzü ayırır eşinden

neredeyse seneler kadar uzun süren geçen mart ayını grip ile kardeş olarak geçirdim. ne nane limonlar, ne de bir küçük rakı hastalığımı geçirdi. yeminli olduğum için antibyotiğe de elimi süremedim. neyse, nisan geldi de biraz olsun düzeldim. güzel nisan, sevimli nisan, yerim seni nisan!

nisan türkçeye arapçadan geçmiş. akadçası nisnu. akadçası da sümerceden geçme nisag. anlamı ilk meyveler demek.  malumunuz üzerine geçmişte yılın ilk ayıymış. april fool falan oradan gelir. hala nisan 1'i yılbaşı olarak kutlayanlardan işte.

neyse, bir ara anneannemle laflarken demişti bu lafı, korkma martın kışından, kork abrilin beşinden öküzü ayırır eşinden.. "anneannem ingilizce biliyormuş lan" demedim elbet. ama küçük çaplı bir şaşkınlık yaşadım. sonra internette farsça sözlüğe bakınca iş anlaşıldı. farsçada da nisan ayı, avril demek. anadolu türklerinin iran'dan etkilenmediğini söylemek abesle çok büyük iştigal etmek olur ki, saçmalamayalım lütfen! neyse, bu april/avril/abril açmak demekmiş. çiçeklerin açması kastediliyormuş.

evet, 16-18 nisan camışkıran soğuğu günüdür. abrilin beşi olarak bahsedilen gün 16-18 nisan tarihlerinden birisidir. tırsın o gün, çok pis soğuk olacak.

genel olarak bakarsak eğer.. geldi bahar ayları, gevşesin gönlünüzün yayları...

"imkansız şey
şiir yazmak
aşıksan eğer
ve yazmamak
aylardan nisansa..."

-orhan veli-

16 Şubat 2012 Perşembe

aile içi soyluluk ünvanları!

soyluların asalet ünvanlarını yazdıktan sonra ailenin asalet ünvanlarını yazmamak olmaz. kopyala yapıştır yapa yapa çıkardım hepsini. hemen hepsi nişanyan sözlükten alınma. ama teyze, dayı, güvey maddeleri twitter'da yazan kelime ajanı'ndan alınmadır.

anne: eski türkçe. eskiden daha yaygın olan ög denirmiş. zamanla anne/ana kelimesi bunun yerini almış. öksüzdeki ög, anne demekmiş.  n ikilemesi muhtemelen çocuk dili etkisi gösterirmiş. yazı dilinde 20. yy başlarından önce kaydedilmemiş. 14. yy'dan itibaren kaydedilen āne biçimi şemseddin sami'ye göre istanbul şivesiymiş.

baba: çocuk dilinde ba-ba "kalın sesli kişi". tüm toplumlarda ortak görünen bir enfantil simge-sesten, çeşitli dillere "yaşlı ve saygın erkek, baba" anlamına gelen sözcükler türetilmiştir. farsça baba/babū. orta farsça baba (baba, muhterem kişi, derviş), çince baba, yunanca papá, fransızca papa vb. 

çocuk: eski türkçesi çocuk domuz yavrusu, her şeyin küçüğü anlamına geliyormuş. kıpçakçada çocuk/çoçka domuz yavrusu. çocuk dilinden geldiği sanılıyor. çi-çi/çu-çu. eski türkçede çıçamuk (küçük parmak), çıpçık/çıpçuk (serçe kuşu). ayrıca cücük, cıcık, küçücük de var.

yeğen: eski türkçede yigen kızkardeşin çocuğu demekmiş. moğolcası cige kızın veya kızkardeşin çocuğu demekmiş.

torun: eski türkçede torum deve yavrusu demekmiş. eski sözlüklerde oğlun oğlu için kullanılıyormuş. ayrıca ermenicede de t'oŗn (torun, çocuğun çocuğu); kürtçede torin (yavru, delikanlı); hindu dillerinde taruna (çocuk).   


dede: çocuk dilinde da-da. çocuk dilinde evrensel görünen erkek kişi sembolizminden türediği muhakkaktır.  ingilizce daddy (baba) vb.

nene: ne-ne.çocuk dilinde evrensel olan kadın akrama sembolizminden. ingilizce nanny (nine veya sütanne).

 
abla: kaşgarlı aba ana diye kaydetmiş. kıpçakçası aba/ebe anne, nine. türkiye türkçesinde aba/apa/apu/ebe yaşlıca ve saygı değer kadın, bacı, büyük kızkardeş demek. 1876'dan sonra abla  kullanımı var. kökeni ebe. 'l' ara sesi türkiye türkçesinde geç dönemde türemiş. asya türk dillerinde ape, apay, appa biçimlerine rastlanırmış. çocuk dilinde eb-be.

ağbi: bildiğin ağa-bey. uzun yazmaya gerek yok. bence abi denilmesi ağabey denilmesi kadar saçma. söylerken a uzatılıyor çünkü.

kardeş: belki “aynı karından doğma” anlamındaymış. eski türkçe kadaş biçimi belki eski türkçe ka (aile) ile ilgili olup, karındaş biçimi halk etimolojisi etkisiyle oluşmuş bir varyant olabilirmiş. ikinci hecedeki ses incelmesi, 'halk ağzı' sayılan kardaş biçiminden ayrışarak 20. yy'dan önce istanbul ağzında ortaya çıkmış.  

karı: eski türkçede yaşlanmak demekmiş. orta asya türkçesinde yaşlı adam anlamına geliyormuş. zamanla yaşlı kadın, eş, zevce anlamına kadar evrilmiş.

koca: eski türkçede yaşlı ve ulu kişi demekmiş. 

dayı: ana türkçesi tay. kaşgarlı tagay şeklinde belirtmiş. dayı kelimesi çince büyük anlamındaki "tay" ile türkçe "aga" kelimelerinin birleşimi olan "tayaga" sözcüğünden dönüşmüştür. eğer annenin iki erkek kardeşi varsa küçük olan için "tayaga" kelimesine "y" küçültme eki getirilerek "tayagay" kelimesi kullanılıyordu. buna göre kelimenin dönüşümü şu şekildedir: tayagay > tagayı > tayı > dayı

amca: orta asya'da apa. eski türkçesi eçe. 

teyze: kıpçakça tayıza/tağza/tay eze. annenin kız kardeşi. tayıza/tayaza. tagay/tay. kökeni dayı ile aynı. teyze kelimesi de çince büyük anlamındaki "tay" ve türkçe "eze" kelimelerinin birleşimi olan "tayeze" kelimesinden gelmektedir. "tayeze" kelimesindeki "eze" ise "ece" sözcüğüyle ile eşkökenlidir. ece kelimesinin anlamları arasında "büyük kız kardeş,abla" da vardır.

hala: arapça χāla. ͭteyze, annenin kızkardeşi arapça χāl dayı demek. babanın kızkardeşi anlamı türkçeye özgüymüş. bizde eskiden bibi derlermiş. çocuk ağzından olsa gerek. gerçi bibi fazla olmasa da kullanıyor. emmi, bibi hoş kelimeler.

kuzen: fransızcası cousin. amca, hala, dayı veya teyze oğlu latincesi consobrinus hala veya teyze oğlu. latince con+sobrinus kızkardeşin ailesi, kızkardeş çocuğu. hintavrupaca swesr-īno- hintavrupaca swesor- kızkardeş demekmiş.

enişte: farsça. aslı anguşta. zengin çiftçi, kodaman demek. kökeni anguşt ise parmak demek. aslında kelimenin kökeni ile kullanımı arasında çok fark var. belki kızları zengin kocalara verirlerken iş bu noktaya vardı.

yenge: eski türkçe. büyük kardeşin veya dayının karısı demekmiş. şimdi amcanın karısı da işin içinde. 

kayınço: kayın eçe. eski türkçe kayın. evlilik yoluyla akraba. kayın kelimesi moğolca. kadum. evlilik yoluyla hısım demek.

kaynana: kayın kelimesi meseleyi hallediyor.

görümce: eski türkçesi körümçi. falcı, müneccim demek. kökeni kör, ki bildiğin gör demek. falcı, müneccim anlamı o yüzden normal. ama kocanın kız kardeşi anlamı saçma. enişte benzeri olabilir. kocanın kızkardeşleri eskiden pek sevilmiyor olsa gerek. bu yüzden onlara falcı yakıştırması yapılmıştır. o da belki.

elti: eski türkçesi de élti. hanım, yüksek mevki sahibi birinin eşi demek. bence daha çok lady özelliği taşıyor. erkek kardeşlerle evli kadınlar anlamı bu yüzden anlaşılabilir. bunlar birlik olmuşlar ve birbirlerini övüyorlar. ama kocanın kız kardeşi falcı oluyor!

bacanak: kökeni bacı. bacı nak eki belirsizmiş. ama sonuçta kız kardeşlerle evli erkekler için kullanılması normalmiş meğer. 

damat: farsça ve orta farsça dāmād. güvey, damat demek. eski farsçası dāmātar- ise düğün sahibi = zend dilinde zāmātar- sans. cāmātr.  hintavrupaca gemə- düğün, evlenmek demekmiş. damat kelimesinin türkçe karşılığı güvey. güvey: eski türk geleneklerinde evlenen genç kızlara çeyiz olarak belirli bir sayıda hayvan verilirdi, bu hayvanları gütmek ise damadın göreviymiş. gelinin çeyiz hayvanlarını gütmekle görevli damada "kütmek" fiilinden türetilen "küdegü" denirdi, bu kelimeye biz bugün "güvey" diyoruz. küdegü düğün sahibi, damat demek. küd- (birine) bakmak, gözkulak olmak anlamına geliyor. aynı kökten eski türkçe küden (düğün yemeği, misafir ağırlama). oğuz türkçesinde /d/>/δ/>/y/ evrimi tipikmiş. 17. yy'dan sonra ortaya çıktığı anlaşılan y/ğ metatezi açıklanmaya muhtaçtır.


gelin: eski türkçesi kelin. evlenerek hane halkına katılan kadın demek. kel, aslında gel demek. 

18 Ekim 2010 Pazartesi

kendini çalışmaya vermek, sapıklıktır!

çalışmak, eski türkçede vuruşmak, çarpışmak, tokuşmak, güreşmek anlamlarına gelirmiş. mesela deriz ya kavga esnasında "yüzüne çalış" diye, taa o zamanlardan kalmaymış! aynı zamanda çalışmanın kökü, gördüğünüz üzere 'çal'maktır. çal ise eski türkçede çarpmak, vurmak, kakmak, ayakla vurmak, bıçak vurmak, çamur veya boya vurmak, alacalı hale getirmek anlamına geliyormuş. günümüzde ise hırsızlık yapmak anlamına da geliyor. gördüğünüz üzere biz türkler çalışmak kelimesini uzun süre şu andaki anlamı içinde pek kullanmamışız veya çalmak, esasında çalışmak demekmiş.

sapıklık ise toplumun kabul ettiği normal ölçülerden ayrılıp, yanlış yola sapmak demektir. toplumun büyük bir kısmı cinsel sapık olduğu halde, bunu gizli yaptığımız için hala daha, ayan beyan ortaya çıkan sapıklıklara 'şaşırıyormuş' numarası yapabiliriz.

neyse, lafı uzatmayayım. toplumun para ve mal hırsı konusunda normal bir ölçüsü yoktur. çünkü herkes ayan ve beyan bir şekilde para ve mal ister. bunun için çabalar ve gösterişini yapar. bu yüzden bu toplumda cinsel sapıklıktan daha çok, mal mülk edinme sapıklığı vardır. herkes ev istemektedir, herkes son model arabaya binmeyi arzulamaktadır. toplumun genelinin erkekleri daha çok kadın, kadınları ise altına arzu duymaktadır. insanların para konusunda davranışları, aşk işlerindeki davranışlarından daha gariptir. paraya daha çok sadıktırlar ve mülkiyet kesinlikle ve kesinlikle hırsızlıktır. elbette hırsızlık da mülkiyettir.

yeni neslin önemli bir kısmı, üniversiteyi bitirdikten sonraki sürecini kendi belirliyor. ne zaman askere gidip, ne zaman ve kiminle evleneceklerini, kaç çocuk yapacaklarını, ev ve arabaya ne zaman kavuşacaklarını, kendi işlerini kurmaya kalkarlarsa bu işe ne zaman başlayacaklarını hesaplıyorlar ve hayatlarını bir plana göre yaşıyorlar. benim hayatım boyunca duyduğum en büyük sapıklık işte bu plandır. 20 yıl sonrasını hesap etmek kadar ahmakça bir şey olamaz ve tüm süprizleri öldürdüğünden heyecan hikaye olur. heyecan yoksa eğer, hayatın bir anlamı olduğunu sanmıyorum. seri tecavüz canavarı olun, böyle bir yaratık olmayın!


mal ve mülk hırsı o raddeye çıkmıştır ki, uyuşturucu ne derece saygıdeğer bir şeyse, çalışmak da o derece saygıdeğer hale gelmiştir. ikisi de insanı oyalar. kendini unutturur. oysa ne kadar çok çalışırsanız çalışın, altı üstü bir arabanız, ölmezseniz de bir eviniz olacaktır. çalışmaya inanmak, çalışma inancını çevrenize yaymak, aptallığa inanmaktan başka bir şey değildir.

çalışmak, dua etmek gibi bir şey olabilir. çalışanlar zaten bu yüzden, kumlara başına gömen devekuşlarına benzer. çalışmak, insanın kendisinden kaçıp saklanması demektir. geri zekalı çalışma müptelalarının, daha çok mal ve mülk isteyenlerin, büyük iş adamlarının çalışmaya bu denli hayran olmalarının nedeni ise, çalışma sayesinde var olduklarına inanmalarıdır. tyler durden'ın "yaptığın iş değilsin" sözünü tersine çıkartmaya çalışırcasına uğraşıyorlar. ancak ve ancak bu sayede kendilerini önemli sayıyorlar. bir insanın toplumdaki yerini sağlayan ve uzmanlığa dayanan bir işlevi vardır. bu işlev insandan daha önemlidir. hatta bu işlev, insanın ta kendisi olur. filmlerde bile görürüz bunu. yaşar adlı kişi ustadır, mahmut adlı kişi hocadır. gerçek hayatta gözümüze gözümüze sokulur. o kişi milletvekilidir, bu mankendir, o futbolcudur. yanlarındaki o meslekleri ortadan kaldırdığınızda ise geneli kocaman bir hiçtirler. yaşar ve mahmut sıradan kişilerdir. recep, kemal ve devlet de sıradandır. çünkü bu işlev dışında kalan özellikleri gereksizdir. bu işlevler çalışarak, reklamlarını yaparak herkese gösterilir. bu yüzden çalışmak, toplumda saygın bir yer işgal etmekle eşdeğerdir.

bu sapıkları tanımak kolaydır. bu kişiler hiç emekli olmak istemeyen tiplerdir. bunlar çalışmasalar, yeryüzünde var olamayacaklarını düşünürler. bu tiplerin ruhu, pis kokan hava boşlukları gibidir. çalışmayı bir bırakasalar, gerçekte ne olduklarını anlarlar; kocaman bir hiç. böyle bir tehlikeyi asla göze alamazlar. çünkü kazanılan para, ismin yanına getirilen ünvan, insanın yürekliğini, kendine olan güvenini artırmaktan başka bir işe yaramaz.

bir süre çalışmayın ve çevrenizdekilerin size hangi gözlerle baktığını görün. çünkü kendi hakkımızdaki gerçekleri öğrenmek, oldukça büyük bir yiğitlik gerektirir.

23 Eylül 2010 Perşembe

berber

kelime venedikçe'ymiş. aslı barbièr. sakal traşı yapan kimse demekmiş. venedikçe barba, sakal demekmiş. barbunya ve barbut ile aynı kökene sahip. barbut ise sakallı demekmiş. yani barbut erkeklerdir.

neyse, eskiden bu kişiler aynı zamanda fenni sünnetçiymiş. kabadayılar bu kişileri köçek niyetine de kullanırmış. işlerini kahvehane köşelerinde bir masa ve sandalyede hallederlermiş. vahşi batıya dair filmler izlediğimizde de kasabanın doktorları olarak karşımıza çıkarlar. meselem bu değil!

ne zaman o koltuğa otursam, istemsiz olarak kollarımı, koltuğun kollarının dışına taşmayacak şekilde koyarım. çünkü bu berberler bilerek veya bilmeyerek düzenli olarak değdirirler ve bu nefretlik bir durum. hatta fazlasıyla iğrenç bir durum. o yüzden ne kadar iyi traş ederse etsin pis yüzlü bir berbere gidemem. berber fobisi de vardır sanırım ve bir adı da vardır elbet. herhalde bu fobi, gırtlağı başka bir kişiye emanet etmekten çok, bu değdirme hadisesinden kaynaklanıyordur.

gırtlağı emanet etmek de zor iş aslında. benim boyun derisi ince ve çıkıntı var. her berber aynı özeni gösteremiyor ve ustura ile boynu bir güzel kazıyorlar. sonra çıksın kan taşı ortaya ve yaralara merhem olsun, yalan dünya anasını satayım. herkese de emanet edilemiyor gırtlak.

daha pis durum ise enseye jilet vurdurmak. kötünün de kötüsü. makina varken jilet niye a dostlar!

erkek çocuklar için büyüdüğünü anlamanın bir yolu da berberden geçer. eğer altınıza berber tahtası konulmuyorsa artık, büyümüşsünüzdür.
tabii her berber usta da değil aslında. bu geveze herifler bazen saçımı o kadar kötü kesiyorlar ki başka bir geveze berbere gidip düzelttirmek zorunda kalıyorum. o yüzden asla ve asla tanıdığınız berberden şaşmayacaksınız. "aa, burası yeni açılmış, deneyeyim" demeyeceksiniz. yoksa saçınızın hali harap olabilir.

o kadar gevezedirler ki sizin saçınız, kıl yapınız, dökülüp dökülmeyeceği, beyazlaşma durumu hakkında her şeyi söylerler. öyle ki, tutturdular mı dünyayı bile kurtarırlar.

kulak ve yanak tüyleri için bir sürü yöntemleri var. kolonyalı pamuk, ip, makina ve bir yay kullanıyorlar. her biri en iyi yöntemin kendisininki olduğunu söyleyip duruyor. aslında en iyi yöntem epilasyon!

iki çeşit ustura vardır. ustura ve jiletli ustura. usturanın hükmü aids'den sonra kalmadı. jiletli ustura en iyisi. ama herkes ustura ile traş olamaz. ben olamam. ben tek jiletli traş bıçağıyla bile traş olamam. kelime farsçaymış. keskin bıçak demek. oysa benim aklımda kalan ustura kayra'nın solingen marka usturasıdır. her zaman yanında taşır.

gerçi berberler de değişti artık. kuaföre döndüler. berberlik eski bir zanaat oldu. coiffeur, kadın ve erkek berberi demekmiş. fransızca olan coiffe saç kesimi demekmiş. latincede cofea, kask/başlık anlamına geliyormuş. bu yerler kuaför olduktan sonra mekanları genişledi ve her tarafları fayans döşeli oldu. artık elle çalışan makinalardan da kalmadı. hepsi elektrikli. ilkokula giderken üç numara hep bu elle çalışan makinayla vurulurdu. makinanın adını unuttum. bilen varsa yazarım kökenini.

işin doğrusu artık makina bile kullanmıyorlar. tarak ve makas var artık. bu daha iyi. çünkü saç ve sakal kıran diye bir illet var ve bu illet pis berberler yüzünden yayılıyor ve tedavisi çok zor. makina, makas ve taraklarını dezenfekte etmeyi bilmiyorlar. böyle insanları gördüğümde hemen gittiği berberi sormadan edemiyorum. dikkatli olmak lazım.

saç yıkama konusunda ise kesinlikle kadın kuaförlerinin arkasındalar. burnumu ameliyat ettirdiğimde en büyük zorluğum saç yıkamaydı ve iki hafta boyunca kadın kuaförlerinde saçlarımı yıkattım!

adlarının elit, mavi ay falan olmasından da bıktım.

neyse, son bir berber anısıyla bitireyim konuyu. vakti zamanında bir berberde traş olurken genç usta anlatmıştı. bir kız seviyormuş. gitmişler kızı istemeye, kızı vermemiş babası. ben memur hariç kız vermem, demiş. hele ir berbere asla.

oğlan azimli çocukmuş. o sıralar bir hastanenin hademelik sınavına girmiş ve sınavı kazanmış. hademe olmuş. akabinde kızı tekrar istemişler ve vermiş babası. çocuk kızla evlendikten bir hafta sonra hademelikten istifa etmiş. gitmiş tekrar berber olmuş!

daha ilginç bir hikaye ise lisede okurken başıma geldi. yeni bir berbere gittim. genç çocuk uzun uzun yüzüme baktı ve senin babanın adı mustafa mı? dedi. bir an tırstım, elinde ustura falan, dedim hayır değil. oğlan ısrarlar babamın adının mustafa olduğunu söyleyip durdu ve en sonunda diyeceğini dedi. benim peder 80 öncesinde, bu berber çocukken onların eline para verip duvarlara slogan yazdırırmış! kahrolsun faşizm, gibi...

8 Eylül 2010 Çarşamba

festival


festival gibisiniz, katılmak istiyorum! herkese iyi tatiller :)

sahur: seher vakti yenen yemek. seher kelimesinden gelir. gün ağarması demek. arapça. kelimenin aslı akadça şeru.

iftar: yaratılış, doğa demek. ikincil anlamı oruç açma. ibranice, aramca anlamı ise açma, çözme, serbest bırakma. fıtrat ve fitre ile eş kökenli.

oruç: soğatça rōçag, oruç tutma. soğadça rōç gün demek. farsçası ise ruz. ç sesi türkçe sözcüğün farsça'dan ziyade bir doğu iran dil veya diyalektinden alındığını gösteriyormuş.

arife: aslında
zilhicce ayının dokuzuncu gününe arife denirmiş. yani kurban bayramından önceki gün. kelimenin asıl anlamı önceden bilme, geleceği haber verme. arapçası olan irafa, fal bakma, geleceği haber verme demekmiş.

davul: arapçası tabl. farsça tabıl. bizim dile davul şeklinde girmiş.

bayram: farsça paδrām. soğadça patrām neşe, huzur, mutluluk, sükûn demekmiş. iran dillerinde pati- geri, tekrar demekmiş. rāma ise sükûn, barış ve mutluluk. yani bayram kelimesinin dini bir anlamı yok. çünkü kelime farsça. bazı dangalaklar ısrarla cumhuriyet bayramı gibi milli bayramlara bayram dememizi istemiyor çünkü.

festival:
kelime fransızca. festival bayram, belirli tarihte yapılan toplu eğlenceye denir. kökeni elbette latince. festivalis, bayram günü. latince festus yortu, bayram anlamında. fēsia belli bir tanrıya adanmış olan gün, yortu. hint avrupaca dilinde dhēs tanrı demek.

eğlence: vakit geçirmek ve oyalanmak anlamındaymış.

eylül: kelimenin kökeni akadça. hasat, bağbozumu demekmiş. malum, üzüm hasadı çoktan başladı. şaraplar yapılacak.

şeker: bilinen kökeni sarkara. sanskirtçede çakıl taşı demek.

tatil: arapça bir kelime. bir işi durdurma anlamına geliyormuş. atalet ile aynı kökten.

seçim: türkçe seç fiilinden türemiş.

referandum: latince kökeni ferre. götürmek demekmiş.

sandık: arapça derleme, bir araya koyma demekmiş.

tercih: arapça tarcıh. yeğleme anlamında.

evet: eski türkçesi yemet. oğuzlar emet de dermiş.

hayır: olumsuz bir cevabı nazik bir diller ifade etmek için kullanılan bir kelime. malum, hayır yerine nah, siktir lan, yo, olmaz da diyebiliriz.

not: kelimelerin kökenleri elbette sevan nişanyan'ın internet ortamındaki etimolojik sözlüğünden araklanmıştır.

19 Ağustos 2010 Perşembe

beyefendi

liseden sonra çalışmaya ilk başladığımda(yaş 19) liseden sevdiğim bir sınıf arkadaşım bana(adımı sallıyorum) "ahmet bey" diye hitap edince küçük çaplı bir şok geçirmiştim. ulan 4 sene lise, 1 sene ara, tekrar görüş ve o sevdiğin insan, adımın yanına bir hitap koysun. feci bir şey, hiç sevmiyorum. küstüm zaten o çocuğa uzun süre. ciddiyim bak, konuşmadım, tavır aldım. sonra sonra beyni şarj etmeye başlayınca adımı söyler oldu. hatta bir lakap bile uydurdu bana.

neyse, seneler sonra benden yaklaşık 8-9 yaş küçük biri emrim altına girdi! bu herif de bana ahmet bey diyor. çektim çocuğu köşeye, yapıştım yakasına, dedim ki, "ulan bana ya adımla hitap et, ya da ağbi de, yoksa konuşma benimle, çek git yanımdan. ben bey değilim çünkü."

korktu çocuk, küstü sanırım bir süre! sonra alıştı ağbi demeye.

nerde kalmıştım, hah, pezevenklik müessesini anlatacaktım(pat diye girdim konuya, hah ha). bazı kelimelere takığımdır. işte bey onlardan birisi. pezevenklere de beyfendi muamelesi çekerler ve hatta bey diye hitap ederler. beyefendinin karşılığı olabilecek olan centilmen kelimesi de kadını elde etmek için yapılan çalışmaların bir bütünü sonuçta. bu işi ha para vererek yapmışsın, ha kadının altından girip üstünden çıkmışsın. sonuçta amaç aynı. neyse, başka bir arkadaşım ciddi ciddi pezevenklik müessesini kafasına takmıştı. pezevenk olmak istiyordu. valla bak. "en fazla 1 yıl arkamdan pezevenk derler, sonra hepsi bana hürmet edip beyfendi demeye başlar" dediğinde, "yavrum sen sivaslı değilsin" dedim! gerçi sivaslılara göre o meslek şehir değiştirmiş, diyarbakırlılara geçmiş, öyle derler. bu sivaslılarla ilgili durum da ilginç aslında. bu işi ilk suşehrililer el atmış. biri bu işe başlayınca akrabaları, akrabalarının akrabaları derken tüm şehrin adı kötüye çıkmış. ilginçtir, onca sivaslı tanıdım, bir sürü sivaslı ev arkadaşım oldu, bir tek askerde yamuk sivaslıya rastladım, ki o da zaten zengin çocuğuydu. neyse, o arkadaşımın pezevenk olmak istemesi ve en sonunda beyefendiye dönüşme arzusu beynimin gizli bölümlerini harekete geçirip, bey kelimesinden neden nefret ettiğime dair bilgileri ağzıma döktü. eski türk filmlerinde tüm pezevenklere beyefendi deniliyordu ve bu durum o zamanlar gözlerimin arkasına kazınmıştı. ben asla bir beyfendi olmak istemiyordum. hem de çocukluğumdan beri.

pezevenk kelimesini incelediğimizde de aynı sonuca ulaşıyoruz. kelime ermenice pozavak'dan türemiş. poz fahişe demek, avak ise bey. sanırım meseleyi çaktınız!

artık, neden sevmediğim her insana yalçın bey, mehmet bey falan dediğimi de biliyorum. hepsi ellerine fırsat geçse pezevenk olacak tipler çünkü. sevmediğim, benden büyük insanlarla da mesafe koyup, bana bey demelerini sağlıyorum. çünkü onların kafalarının içindeki bey tanımı saygın bir ifade. bendeki gibi değil. onlar bana bey derken saygı duyuyorlarken, ben onlara bey derken pezevenk demiş oluyorum. intikam soğuk yenen bir yemektir bebeğim.

birde şu var, kunteper canavarı'nın babası dünyaya geri gelmiş. ege'deki karısı 25 yıl aradan sonra onu görünce taze gelinler gibi heyecanlanıp müthiş bir laf ediyordu;

"hii, beyim gelmiş!!!"

16 Ağustos 2010 Pazartesi

çook saaolunn

teşekkür ederim, koskoca sağol kelimesinin yanında küçük bir kız çocuğu gibi kalıyor bence. hani birine minnettar kalırsınız ya, hah işte o zaman kullanılabilirsiniz teşekkür ederimi. gerçi arapça aslı taşakkur. ama taşakkur edemezsiniz! neyse, zaten teşekkürün piyasası da iyice düştü. nerede kızsal bir durum var(mesela yukarıdaki kart gibi) orada teşekkür vardır. öyle her mekanda, olur olmaz zamanlarda kullanılması son derece sakıncalı aslında. hatta teşekkür ederim demek bir erkek için oldukça zor. oldukça efemine bir laf. bu biraz kelimenin kendisinden kaynaklanıyor. tamamen ince seslilerden oluşmuş. erkek dediğin ince sesli kelimelerden de sakınır!

oysa sağol öyle mi? kaan tangaözü mesela, "çok saaolunn" yerine, "çok teşekkür ederimmm" dese gider mi hiç? "ahaha, orada da yumuşak g var" demeyin sakın! yumuşak g kelimeyi yumuşatmaz hiçbir zaman. olduğu heceyi uzatır. uzunluk bir erkek için gerekli olan bir ölçüdür! eşcinsel erkeklere bakın mesela, hepsi teşekkür eder, hiçbiri sağol demez. travestilerden bahsetmiyorum. onlar tabiri caiz ise her yerinize koyar geçer.

bunun yerine eyvallah demek de güzel. "nasılsın" sorusunun karşısında "eyvallah" demek iyidir. hem "sen nasılsın" deme zahmetinden de kurtulmuş oluyorsun. aslında bu kelimenin gerçek anlamı "yeminle evet" demek. anlam kaymasına uğramış görünüyor.

hem teşekkür ederim daha çok postacılar için uydurulmuş gibime geliyor. şarkısı bile var!

bunun özür dilerimi de var. kim, neyden özür diler yahu, geçmiş gitmiş bitmiş işte. özür dilesen ne değişecek. asıl önemli olan aslında özür dilerim demek zorunda kalmamak. neyse, bu özür dilerim yerine kullanılacak bir kelimeler bütünü de var elbette. o da; kusura bakma. bu cümlede "bir bok yedim, ama salla gitsin" anlamı mevcut. hem özür dilemek, sık sık özür dilemek oldukça aşağılık bir durum. hatta yalaka davranışı. kusura bakma de, geç gitsin.

16 Temmuz 2010 Cuma

:)


ben, dünyanın en gereksiz bilim adamları olarak isviçrelileri görürken ingilizler bu tahtı ele geçirdi. utanmadan tavuk-yumurta sorunsalını çözmüşler! neymiş, yumurtadaki bazı maddeler sadece tavukta varmış. yumurta tavuktan çıkarmış. oysa bu problem yıllar önce zaten çözüldü. yumurtadan civciv çıkar, tavuk çıkmaz. bu kadar basitti işte :)

gördüğünüz üzere gülen surat kullandım. net çıktığından beri hızla yaygınlaşan, cep telefonlarında bile kullanılan bir ifade oldu. bunun mektuplarda yapılanı da vardır. msn ve mail kullanmaktan gelen alışkanlık yüzünden cümlelerin sonuna :) eklenir. eskiden yoktu bu tür şeyler, ama msn sağolsun diyorum ve cümlenin sonuna bunu ekliyorum :)

bir zaman sonra uzak yerlerdeki aileler kız istemelerini msn üzerinden yapacak. şimdinin angut gençliği, 50'lerine gelince(gerçi o zaman msn ne halde olur, allah bilir) şunları yazabilir;

allan emri, peygamberin kalbi ile kızınızı ehihei, olumuza istiyoz ehueh :D

(kavli olacağını biliyorum, o öyle yazar)

şu kısaltma işine uyuz olduğum kadar hiçbir şeye uyuz olmamışımdır. zamanında bir kız arkadaşım bana cümle sonunda "pigi" deyince uzun süre bunun ne anlama geldiğini düşünmüştüm. "kesin bana domuz diyor" diye de düşünmüştüm :) kurduğum cümle ile alakası bile yoktu domuzun. en sonunda ona sordum. "peki" demekmiş. ahh, ne şirin şeysin sen öyle!

tabii kısatmaların kelimelerin ebesine atladığı yazılışlar da var. mesela cu. see you demekmiş. "bana bakır mı demek istiyor" diye düşünmüştüm. anlamsızdı! negzeli geçtim, çok popüler bir ifade oldu. birde "di mi" var elbette. kelimeler evrimleşiyor ve inanın bana 100 yıl sonra "değil mi" değil, "di mi" şeklinde sözlüklere geçecek bu kelime. eskiden "geliyor" demezmişiz. "geliğor" dermişiz. kelime de böyle yazılırmış. yumuşak g'yi kabul etme nedenlerimizden birisi de bu yazım zaten. zamanla yumuşak g bile yumuşamış! y kullanıyoruz artık!

işin ilginç noktası tikky diye tabir ettiğimiz kişilerin kulladığı, araya türkçe kelime de atarak konuştukları türkçe-ingilizce piç bir dil de türedi artık. şimdilik dar bir çevrede kullanılıyor olsa bile bu haberleşme çağında en azından genç kızlar arasında hızla yayılacağı da bir gerçek. bu kişiler birileriyle yazışırken smiegol'un konuştuğu gibi yazarlar. "kıymetlimisss" gibi. facebook'da bol bol görürsünüz zaten. konuşma dilleri olmuş. ailelerinin yanında ise o şekilde konuşmuyor. kendi aralarında ise hepsi özürlü gibi. tabii mesajlaşmaları daha da iğrenç. bunlara sessi harf yasaktır. yoksa karizmaları sarsılır, toplum içine çıkamayacak duruma gelirler.

geçenlerde kız yeğenim bana "dayı, ciks olmak kötü bir şey mi?" diye sorunca ağzının ortasına bir tane sertçe çakasım geldi. ciks olmak istiyormuş! "dayıcığım" dedim, "ciks, 'aptal' demektir, ama biz kısaca özentilere ciks deriz" diye ilave ettim. yaşı daha küçük allahtan, ben onu düzeltirim, ciks yapmam evelallah!

aynı yeğenim bir erkeğin kendisi yanağından öpüp kaçtığını söylediğinde de bir kız arkadaşımın taktiğini verdim ona; "bir daha biri öyle bir şey yaparsa, al eline ayakkabını ve kafasına geçir. yaşınız ne başınız ne lan sizin."

bir kelimenin türkçe olup olmadığını anlamamızın bir yolunun da büyük ünlü uyumu olduğu bizi eskiden beri öğretilen bir şeydi. aslında bu uyum yaklaşık 200 yıllık bir işten başka bir değilmiş. eskiden kökten sonra gelen hece kalın olurmuş. "devletlu hakan" gibi. sonradan istanbul türkçesinde kullanılmaya başlanmış bu durum.

nerden nereye geldik. durun durun, bir ara nette okumuştum, şimdi tekrar arayınca yine buldum. gülen suratın yani şişko yüzün hikayesi şöyler;

1971 yılında gazeteci franklin koufrani, fransız ulusal gazetesi 'francois soir'da yazdığı köşe yazılarında o gün iyi bir haber varsa yanına bu sevimli suratı çizmeye başlar. niyeti insanları iyi olan şeylere yönlendirip mutlu olmalarını sağlamaktır. başarılı da olur. bir süre sonra çizdiği ikonun adını 'smiley' koyan koufrani, çok zekice davranarak gülen suratını kayıtlı bir marka haline getirir.

ben bu şişkoyu sevmem. bunun mektuplarda mektuplarda falan yapılabiliyor. güzel midir? elbette hayır. hatta bunu yapanı dövme kampanyası başlatalım. veya bir tek ben başlatayım, siz gelmeyin :)

2 Şubat 2010 Salı

şubat

arapçası da şubat. şemsi takvimin onikinci ayıdır. ibranice şebat. ibrani takviminin onbirinci ayı. akadca şabatu. vurma, çarpma, yıkma anlamına da geliyormuş. soğuk esen rüzgarın kapıları, pencereleri birbirine vurdurmasındandır herhalde. şabatu aynı zamanda babil takviminin onbirinci ayı.

avrupa'da ilk zamanlar adı duodecim idi. çünkü kendileri yılın onikinci ve son ayıydı. daha sonradan yılbaşı ocağa alınınca bu ünvandan kurtulmuştur. februa ise arındırma'dan adını alıyor. çünkü bu ay, günahlara kefaret olması amacıyla kesilen kurban dönemiymiş. bir nevi kurban bayramı gibi bir şey. halk takviminde boyunun küçüklüğünden dolayı küçük diye geçermiş.

şubatın 28 çekmesinin de hikayesi ilginç tabii. sezar, temmuz(july)a kendi adını verince, o zamanlar 30 çeken şubattan bir gün alınıp temmuza eklenmesini söyler. kendi adını verdiği ay 30 çekip diğer aylardan kısa olacak değil ya. gururuna yediremez bu durumu! işlem yapılır elbette.

sezar'dan sonra başa geçen agust'da boş durmaz. kıskanmıştır sezar'ı ve ağustos(agust)a kendi adını verir. bu ayın 30 çekmesine yüreği elvermez ve şubattan bir gün daha alınıp kendi ayına verilir. şubat'tan alınma nedeni dediğim gibi yılın son ayı olması. mart(adını savaş tanrısı mars'tan alır) yılbaşıdır.

yılın en soğuk dönemi olduğu için bu ayda doğanlar ve bu soğukta yaşamayı beceren kişiler kutsanmış kişiler olsa gerek. malum, eskiden ne kalorifer vardı, ne de doğalgaz. o soğuğa dayanmak bilek ister bilek! ayrıca 10'u civarı doğan kişilerin tohumları evvelsi yılın 1 mayısında atıldığı için bu kişiler faşist olmaz. garantilidir!

farkettiğiniz üzere 14 şubattan bahsetmedim bile. gerzekçe bir kutlama olarak görmeye devam edeceğim.

10 Aralık 2009 Perşembe

hangi kıtadayız?!


mö 6. yy'da söke civarında oturan hekataios adlı biri, akdeniz havzasının haritasını çıkarırken dünyayı europa ve asia diye ikiye bölmüş. europa ege'nin batısı demekmiş, asia ise ege'nin doğusu. tabii yunanlılar açıklayamadıkları bu kelimelere hemen bir hikaye uydurmuşlar. europa, zeus'un tecavüz etmek için kaçırdığı bir peri olmuş. asia ise bir kraliçe. oysa kelimelerin kökeni yunanca değil, artık ölü bir olan akatça. bu dil ortadoğuda kullanılırmış. hami-sami dil ailesininden. ibranice ve arapça ile akraba. neyse işte, europa'nın kökeni erebu, gün batımı demek. asia'nın kökeni ise asu, gün doğumu anlamında.

tabii aradan binyıllar geçti. avrupa'nın sınırları epeyce genişledi. merkezi de zamanla kaydı. önce atina'ydı. daha sonra roma'ya kaydı, 1700'lerde artık fransa'ydı. şimdi ise gerçek avrupa, batı avrupa oldu. bugün ise sınırları iberya'dan kafkaslara, izlanda'dan urallara, iskandinavya'dan malta'ya ve hatta kıbrıs'a kadar her yer avrupa. ama iş bize gelince değişiyor. eski kurala sımsıkı bağlılık devam ediyor. bize "asya'dasınız" deniliyor. öyle mi acaba, ben sizin için inceledim!

türkiye'nin trakya topraklarında bir problem yok. yani tekirdağ, kırklareli, edirne, istanbul ve çanakkale-gelibolu zaten avrupa'dan sayılıyor.

ama kuzeydoğumuzda türkiye'ye komşu avrupa ülkeleri var. yani gürcistan, ermenistan ve azerbaycan. ığdır, ardahan, kars asya'da, ama erivan, batum, tiflis avrupa'da öyle mi? ilginç tabi...

kıbrıs'a gidince avrupa'ya gitmiş olursunuz. kuzeyinde ve doğusunda asya toprakları, güneyinde afrika ülkesi olan mısır ile çevrili bu ada bile avrupa ülkesi. ama mersin, adana, hatay avrupa'da değil. hadi ya!!

midilli, sakız, sisam, rodos avrupa'nın bir parçası. ama izmir, manisa, aydın, muğla avrupa değil! vayy!!

yani kuzeydoğusu avrupa, batısı tamamen avrupa, güney-güney batısı avrupa ülkeleri ile çevrili güzel ülkemizin topraklarının büyük kısmı asya'da kalıyor öyle mi? hadi canım sende!!!

ığdır'dan hatay'a kadar düz bir çizgi çekin. çizginin batısı avrupa yahu, ne asya'sı!

hazır yazmışken devam edeyim. eski türkler dünyayı yunanlılar gibi doğu-batı diye değil, kuzey-güney diye bölüyormuş. kuzeye kara il, güneye de ak il derlermiş. bu alışkanlık yüzünden kuzeydeki denize karadeniz, güneydeki denize de akdeniz dermişiz.

(kelime kökenlerinde kaynak olarak sevan nişanyan'ın elifin öküzü adlı acayip hoş kitabı kullanılmış olup, birebir alıntı yapılmıştır.)

22 Ekim 2009 Perşembe

fermuar

fermuar, fermoir kelimesinden gelir. fransızca bir kelime. anlam olarak kapatıcı demek. kelimenin aslı hint-avrupaca olan dhermo. sağlam, sıkı demekmiş. dher ise sıkıca tutmak anlamına geliyormuş. bu hint-avrupa dilini de bir ara yazmak lazım. avrupalılar dillerinin kökeninin hindistan olduğunu öğrenince bu tamamen ölmüş dili sıkı bir çalışma ile tamamen dirilttiler. artık kelimelerini kökenlerine kadar biliyorlar.

bildiğimiz anlamda fermuar kelimesini ise ilk kez chicago'lu bir mühendis olan judson adlı biri kullanmış. ama bunu ayakkabı bağı olarak kullanılmak üzere icat ettiği nesneye isim olarak vermiş. bugünkü fermuar ise isveçli sundback tarafından 1914'de yapılmış. 1. dünya savaşı sırasında amerikan ordusunun uçuş tulumlarında kullanılmış. ardından çok yaygınlamış, çokk...

ama fermuara ismini vermesek bile icat eden millet biziz. tarihi filmlerimizde de gördüğümüz üzere kancık bedenleri ikiye ayırmakta bir numara olan kahramanlarımız, düşman kalesine papaz, prens, şövalye olarak sızdıklarında ilk önce kale komutanının anasını, bacısını, kızını, karısını sıraya dizer veya hepsiyle bir anda beraber olurlar. en büyük düşmanını daha yatakta alt eden kahramanımızın önünde(!) artık hiç düşman kılıcı, oku, mızrağı, kalkanı duramayacaktır. işte bu durdurulamayan gücün kaynağı düşmanın karısı, kızı, anası ve bacısının al yanağı, bal dudaklarıdır. gücünü saçlarından alan samson hesabı, kahramanımız da gücünü uçkurundan alır.

ama bir sorun vardır. eskiler şalvar ve düşmesin diye sarmak için kuşak kullanırmış. akıncılar kuşağı çözüp tecavüz eylemini yerine getirene kadar çoktan düşman askerleri gelir ve eylem yarım kalırmış. böylece güçten düşen kahramanlarımız düşmanla baş edemezmiş(!) güzel natalya, eftelya, nadya ve nataşaların bacakları açık vaziyette kalınca bizimkilerin aklına malı çıkartıcakları yeri kesip düğme dikmek gelir. böylece açarlar düğmeyi, basarlar düşmana. güçten düşmezler. düşman askerleri gelene kadar da işlerini çabucak görürler ve sıvışırlar. sıvışamasalar bile o huzurla hepsini mahvederler.

işte mecburiyet böyle pratik çözümlere neden oluyor, işte teknoloji bu. yani fermuarı biz icat ettik...

17 Eylül 2009 Perşembe

onbir ayın sultanı


malum, onbir ayın sultanı denilen bir ayın, nihayet sonu göründü. gizli gizli içki almalar, sigara içmeler, yemek için taa eve gidip kahvaltı hazırlamaların sonu göründü. gerçi iftarı başkalarında(!) yapmak güzel bir şey. ama zaten normalde de gidip yemek yiyebileceğin kişilerde iftar açmanın pek bir anlamı yok. dişlerini ne kadar fırçalarsan fırçala, ağzına gargarayı boca etsen bile, sigara kokusu gidiyor sonuçta, çakıyor davayı, 12 yaşında oğlunun tuttuğu oruçtan bahsedip tutmayanları çaktırmadan eleştirmeye çalışması boşa! bu iftarların bir kötü yanı da teravihe kadar oturmak zorundasın. sonra evin erkeği gidince teravihe, sende sıvışıveriyorsun.

aslında doğuda yaşarken daha ilginçti. tam ordu market kapanırken içeri dalar, kimseye çaktırmadan poşetleri doldurur, şişeler belediye otobüsünde ses çıkarmasın diye sarıp sarmalardık. hem korku, hem eğlence! gerçi o zamanlar orucu uykuya da tuttururdum.

neyse, ramazandan bahsediyordum değil mi? islamiyet öncesi araplarda, bir çok ortadoğu toplumunda olduğu gibi oniki artı bir ay şeklinde bir düzenleme var. yani ayı görünce ay başlıyor, sonunda da ay bitiyor. bildiğin ay takvimi işte. ama bu durumda yıl 354 gün çektiği için tüm ortadoğu toplumlarında, o kalan onbir günler birleştiriliyor ve üç yılda bir yıla 1 ay daha ilave ediliyor. işte islamiyet bu ek ayı tamamen kaldırarak ramazanın 33 yılda bir tam bir yılı tamamen dolaşmasını sağlamış. yoksa ramazanın kelime anlamı ferahlamak, serinlemek değil. o takvimde yılın en sıcak dönemine denk geldiği için “aşırı derecede ısınmak, cayır cayır yanmak” anlamına gelen ramadh fiilinden türetilmiş. o devirde insanlar o sıcaklarda ne dışarı çıkarlarmış, ne de bir şey yiyip içip, savaşırlarmış. çünkü dışarısı gavur şeyi gibi cayır cayır yanıyordur!

oysa günümüzde insanların çalışmadan, adeta geviş getirerek bir gölgede yatma şansları pek yok. hemen herkes çalışmak zorunda ve 13 saat tutulan oruç esnasında bir gram bile sıva alınamıyor. özellikle yorucu işlerde çalışanların şakır şakır terlerken düşüp bayılmaması içten bile değil. ama irade işte, insan istedikten sonra herşey olabiliyor.

nerede okuduğumu tam hatırlamadığım, sanırım turan dursun'un bir kitabında bahsettiği bir bilgiyi daha yazayım. peygamber zamanında oruç farz olduktan sonra ramazan hep kışa, yani kısa günlere denk gelmiş. gerçekten ramazan olan ayda oruç tutmamışlar. çünkü oruç, hicretten tam 18 ay sonra farz olmuş. yani kabaca ms 623'da. 9 yıl sonra peygamber vefat etmiştir.

tabi oruç sadece müslümanlarda değil, hristiyan ve yahudilerde de var. şekli şemali değişik olabilir ama var. üstelik haniflerden kabul edilen sabiilerde bile var. gerçi onlarda namaz da var.

edit: ramazan kelimesinin kökeni sevan nişanyan'ın taraf gazetesindeki yazısından aparılmıştır.

9 Temmuz 2009 Perşembe

temmuz -dumuzi-



malum, aylardan temmuz. nişanyan etimolojik sözlükte kökeni olarak şunlar yazar;

Araçpa: tammūz, Rumi takvimin beşinci ayı. Aramca/İbranice tammūz, Arami ve İbrani takviminin dördüncü ayı.Akadça tammūz, bir Babil ve Asur tanrısının adı.Sumerce Dumu-zi bir tanrı adı.

yani bizim takvimizin yedinci ayının adı, kökeni sümer tanrılarından biri olan dumuzi'dir. peki ya dumuzi kimdir?

sumer tanrılar listesinde en üstte tanrı an vardır. kendisi gökyüzünün efendisidir. sonra karısı ve kardeşi tanrıça antu. daha sonra an'ın iki oğlu enlil, yani yerin, dünyanın efendisi. kendisi tanrıça antu'nun oğludur. ikinci oğul olmasına rağmen yasal eşten doğduğu için sıralamada önde bulunur. daha sonra gayri meşru bir velet olan ilk oğul enki gelir. enki aşağı dünyanın tanrıdır.

kendi çıkarlarlarından dolayı insanlığının ilerlemesine büyük katkılarda bulunan enki'nin en bilinen iki oğlu ise tanrı marduk ve tanrı dumuzi'dir. marduk konusunda bir sürü yazım bu blogda var. arama yaparak bulabilirsiniz. ama marduk'un herhangi bir ay adında geçmez. gerçi koskoca gezegene adını vermiştir. ama ortadoğu toplumları için miladi yedinci ay temmuzdur.

tanrı dumuzi'ye gelirsek eğer, kendisi çobanların efendisidir. daha sonra balıkçı ve çiftçilerin de efendisi olmuştur.

dumuzi'nin mitlerdeki en bilinen rolü, enlil klanından gelen, enlil'in oğlu sin'in kızı olan inanna, yani tapınak fahişelerin, savaşın ve bilginin efendisi ile evli olmasıdır. onlarındaki öyle büyük bir aşktır ki dumuzi'nin talihsiz ölümünden sonra bile devam etmiştir.

aslında bilinen bir şey, ama bu evlilik basit anlamda sümerde bolluk ve bereketi simgeler. ben kısaca düğünlerinden sonraki hikayeden başlayayım. düğün öncesi bildiğiniz gibi, işte çiftçi tanrısı emkidu ile aralarında büyük bir rekabet olur. çünkü biri yerleşik kültürü, dumuzi ise çobanlığından dolayı göçebeliği temsil eder. ama kazanan dumuzi olur. göçebelik kazanmıştır. ileride çiftçilik de dumuziye geçecektir.

bu çoban ile çiftçinin hikayesi bize habil ile kabil'i de hatırlatır. çiftçi olan kabil, çoban olan habil'i öldürür. çünkü adakta kazanan çoban habil'dir. yani ilk insandan beri yerleşik kültür sahibi, göçebelere yenilmektedir.

düğünden sonra inanna, kızkardeşi olan yeraltı tanrıçası ereşkigal'in yanına ziyarete gider. ama inanna'nın mal, mülk hırsını çok iyi bilen, hatta bu hırs yüzünden dedesi an ile yattığını, tanrıların en zekisi, seks düşkünü enki'yi bile kandırdığı gören ereşkigal, inanna'yı öldürür. kocası dumuzi'yi ayartması için çok tatlı bir kızı da yeryüzüne gönderir. neyse, diğer tanrıların araya girmesi ile yeraltına kendisinin yerine bir tanrının gelmesi şartıyla tekrar yaşama dönen inanna, yuvasına geri döndüğünde tüm tanrıların kendisi için yas tuttuğunu görür. biri hariç! kocası dumuzi, içip içip taht odasında, bir kadını duvardan duvara götürmektedir. karısının ölmesi zerre umrunda değildir. inanna o hırsla yeraltına inecek kişiyi bulur, yani kocasını.

cinler hemen dumuzi'yi yakalayıp yeraltına götürmek ister, ancak dumuzi güneş tanrısına yalvararak bir yılana döner ve kaçar. kardeşi geştinanna'ya sığınır. ama yapabileceği bir şey yoktur. cinler hala onu takip etmektedir. en sonunda yakalanır ve yeraltına götürülür. kocasının kaybına üzülen, ama yaptığına da hala bozuk olan inanna'ın pişmanlığına geştinanna yetişir. kardeşinin yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul eder.

dumuzi, bahar dönümü, yani nevruz günü yeryüzüne çıkar ve karısı inanna ile birleşir. onların birleşmesi ile tüm yeryüzü bitkilerle dolar, her tarafa bolluk bereket hakim olur. insanlar arasında inanna ile dumuzi temsilen kral ile en büyük rahibe birleşir. bolluk ve bereket kutlanır. eski çağlarda yılın başlangıcı bu birleşmedir, yani nevruzdur.

tabii dumuzi 6 ay sonra yeraltına iner ve sonbahar başlar, tabiat ölür, her şey yine dumuzi'nin yeryüzüne dönmesine kadar ölü kalır.

bu birleşmenin günümüzde nevruz olarak kutlandığını yazdım. asıl ilginç olan ise paskalyanın, yani isa'nın tekrar hayata döndüğü tarihin de bu tarihle aynı olmasıdır. paskalya her ne kadar nisan başında kutlanıyor olsa bu tarih kaymasından ileri gelir. doğulu hristiyanlar hala daha 21 mart civarı kutlarlar.

yani sevgili okurlar bu temmuza temmuz dememiz boşuna değil. ilginç olan hasat mevsimine temmuz dememiz. mart veya nisana temmuz dememiz daha uygun olurdu sanırım. tabii mart ayının adı, roma savaş tanrısından gelir. yani bildiğiniz mars. nisan ise başlamak, açmak, birinci anlamlarına gelir. çünkü eski gelenekte yılın birinci ayıdır. şimdiki takvimlerde ocakın birinci ay olması mantıken çok saçma, çünkü ocakın hiçbir anlamı yok.

dumuzi'nin etkisi bu kadar değil elbette. bilinen tüm aşk hikayeleri, yani leyla ile mecnun'dan, tristan ile isolde'ye kadar hepsi inanna ile dumuzi'nin aşk hikayesine dayanır. bu aşk tevrata bile geçmiştir. okumak isteyen onu davut'un mezmurlarında bulabilir. üstelik yahudiler hala daha bu mezmurları okuyarak ağladığında dumuzi'nin ölümüne ağlamaktadırlar. ortadoğu toplumları üstünde o kadar büyük etkisi olmuştur ki isa'ya bile ona ait olan özellikler verilmiş ve isa'ya balıkçı denilmiştir. sürelerin çobanı olmuştur.

inanna'ya ait bir bilgi yazayım size; eski ortadoğu toplumlarında bakire bir kadın hiçkimseyle evlenemezmiş. bu çok büyük bir ayıpmış. düğünden önce kadın inanna'nın tapınağına gider ve belirli bir ücret karşılığı bekaretini kaybedermiş. şimdiki ortadoğu toplumlarının halini düşününce o zamanki durum oldukça ilginçmiş. bu adetin kalkma nedeni ise batıdan gelen romalılardır. kendilerine göre oldukça çirkin buldukları bu geleneği zorla ortadan kaldırırlar.

bir ilginç bilgi daha; yahudilerde ve islamda domuz yenmemesinin nedeni domuzun pisliği falan değildir. domuz yerel bir hayvandır, yerleşik kültüre aittir. onu alıp yaylalarda otlatamazsınız. yahudiler göçebe olduğu dönemde, sırf bu yüzden domuz yemezlermiş. sürülerinde bulunan hayvanları yerlermiş. oysa isa zamanında iyice yerleşik hayata geçerler ve domuz da yiyebilir hale gelirler.

27 Mart 2009 Cuma

kelime oyunu

elma:

türkler eskiden doğal olarak elma nedir bilmezlermiş. çünkü malum, önemli bir kısmı göçebe hayatı yaşıyor. hatta lisede bir hocam "orta asya yı kuruttuktan sonra anadolu yu da kurutmayı başardık" demişti. neyse işte, türkler elmayı ilk gördüklerinde adeta şeytan görmüş kadar korktular ve meyvayı dalından koparmaya çalışan kişiye ok atarak "alma onu, alma onu, o bizim cennetten kovulmamıza neden oldu" demişlerdir. bunun neticesinde ilk kez gördükleri bu meyvaya alma dediler. zamanla adı elmaya döndü. şu kızıl elma meselesi de bu yüzden ilginç zaten. biz türkler batıya gittikçe değil, ancak cennete gidince kızıl almaya kavuşuruz.

(bunu bir ilkokul hocasına heyecanla anlattığımda "olabilir ha" demişti)

az:

şahsi kanaatim odur ki en muhteşem kelimelerden birisidir. a ile başlayan z ile biten, türkçenin en kısa ikinci kelimelerinden biri olmasına rağmen anlamı öz, ama a ile başlayıp z ile bitmesi ile tüm harfleri içine alan muhteşem yapım kelimi.

toplantı:

bu kelimenin kökü çoook eskiden lantı imiş. ama her seferinde bir top bu lantılara katılır ve adını toplantı şeklinde değiştirirmiş. ne zaman bir toplantıya katılmak zorunda kalsam içerideki eşcinseli tespit etmeye çalışırım. tespit edemezsem kendimden şüphelenirim! siz siz olun, daima lantılara katılın!

yıldız:

y ile başlayıp z ile biten bir ismin ne kadar anlamı oluyorsa o kadar anlamı olabilecek bir kelime. yani anlamsız.

oya:

dünyanın en muhteşem isimlerinden birisidir. şöyle ki; o harfinin içine y yi ters çevirip koyun. alın size barış. büyük a yı koyun. alın size anarşist. üstelik "esmerin adı oya, benzer güneşe aya" gibi özlü sözlere konu olmanın yanında, "esmerin adı oya, koyam sana doya doya" gibi deyimlerimizle seksi muhabbetlere de konu olmuştur!

5 Ocak 2009 Pazartesi

kafakağıdı

kafa kağıdı bildiğiniz gibi nüfus cüzdanıdır. ilk nüfus cüzdanı sultan abdulmecit zamanında kullanılmaya başlamış ve halk bunu cebi olmadığı için fesinin içine koyup ve saklarmış. kafakağıdı tanımı burdan gelirmiş.

30 Aralık 2008 Salı

resmi daire

resmi dairelere neden "daire" denir? bunu hiç düşündünüz mü? oysa resmi daireler yuvarlak falan değildir. neyse;

arapça devlet; "kudret", "iktidar" anlamına geldiği gibi "dönmek", "deveran etmek" anlamına da gelir. yani daireyi de simgeler. resmi dairedeki daire, "devlet" anlamına gelmektedir. (sevan nişanyan'dan e-posta yolu ile öğrendim)

ama başka bir yerde başka bir şey daha okumuştum, yazarı çıkartamıyorum, hatırlarsam yazarım. kutsallığı sümerlerden geliyor. daireyi 360 dereceye böldükleri gibi bunu kutsallaştırmışlardır.

ayrıca oturduğunuz mülklerinize daire denilmesinin sebebi de budur. çünkü orası sizin kutsal yerinizdir. kuderitinizi gösterdiğiniz yerdir.

bu da oğuz atay'ın tutunamayanlar'ından; bir işinizi halletmeye çalışırken çevresinde sürekli dönüp dolaştığınız için oralara daire deniliyor :)
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.