heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

31 Mayıs 2010 Pazartesi

yazın, kopyalayıp yapıştırayım!

gündeme bak be, israil gemiye saldırmış. aynı anda hatay'da bir deniz üssü basılıyor. iki saldırı da denizde. daha yeni okudum a q. ne zaman erzak gitti, ne oldu, ne bitti, ne bu şimdi lan.

millet facebook'da kılıçdaroğlu'nun sahtekarlığını belgelemek için ssk kayıtlarını kullanıyor.

madenciler ölünce "kader" ve yanarak ölmedikleri için "iyi öldüler" tabiri kullanılıyor.

tuzla tersanesinde vinç ile kaldırmaya yardım ederken biri daha öldü.

iran'ın uranyumu istanbul'da saklanacak.

yiğit özgür sevgili dostlarına seslenerek "böyük türkiye" deyip duruyor.

baykal'ın yatı varmış ve/veya yokmuş.

çay artık hararetimi almıyor. hiç kahve sevmem.

bugün ayın 31'i. raporları yazarken farkettim.

feci şekilde yorgunum.

3 gündür uykusuzluktan gözlerim kan çanağını bile geçti. yakında kan ağlayan meryem ana heykelleri gibi olacağım.

bir mucizem var çocuklar. haydi sorun sorun sorun. çayda kahvaltıda yenir. hadi sorun sorun sorun.

bu ara kendi çapımda çok para kazanıyorum.

kapalı mekanda sigara içmek gibisi yok.

hepimiz öleceğiz.

28 Mayıs 2010 Cuma

yorgunum dostlarım, yorgunum yorgun!

"olay XX. yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, turgut'un evinde başlamıştı. o zamanlar daha olric yoktu, daha o zamanlar turgut'un kafası bu kadar karışık değildi. bir gece yarısı evinde oturmuş düşünüyordu. selim, arkasından bir de herkesin bu durumda yaptığı gibi, mektuba benzer bir şey bırakarak, bu dünyadan birkaç gün önce kendi isteğiyle ayrılıp gitmişti."

selim ışık, tutunamayanlar'ın başı, sonu, özü, yaratıcısı, kendisi, her şeyi, bir zamanların harika çocuğu, turgut özben'in arkadaşı, günseli'nin sevgilisi, süleyman kargı'nın asker arkadaşıdır. büyük adam olma hayalleri içinde geçen ezik bir çocukluğun ardından kendi sonuna doğru koşar.

selim ışık şöyle der;

"nasıl yaşadım on yıl bu evde? duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? ben ne yaptım; kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım, kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. kötü yazarım korkusuyla hiç yazmadım."

26 Mayıs 2010 Çarşamba

bobiler.örg

http://www.bobiler.org/Losttantaneler_879/1

alemin en manyak sitesinden :)


24 Mayıs 2010 Pazartesi

lost: the end


fiyasko. çok büyük bir fiyasko ile sona ermiştir. umudumu son bölüme kadar korumuştum. ama tek kelime ile fiyasko. böyle bir dizi nasıl böyle bir sonla biter, akıl alır gibi değil. ben 6. sezonda senaryonun baştan aşağı değiştirildiğini düşünüyorum. bu lax hadisesi başından sonuna kadar gereksizmiş. hiçbir anlamı yokmuş. sadece dizi uzasın diye konulmuş.

çok güzel ve eğlenceli zamanları oldu, rüyalarıma girdi, kendi çapımda teoriler ürettim, ama böyle bir son, fiyasko. hatta tüm zamanların diziler, filmler ve kitaplar dahil en kötü sonu buydu. senaristler "lan şaka yaptık, hiç böyle biter mi, asıl son yarın akşam" deseler inanırım. o derece büyük bir fiyasko. ver alttan müziği, kavuşsun insanlar, hoba, mutlu son, the end. walt ile michael'ın suçu neydi lan o zaman.

yani o dillere destan kara duman öldü, hem de kurşunla ve bitti. lan dedim son bir gayret, herif tekrar tüneyecek o dağlara taşlara, ama yok.

benim çok merak ettiğim bir kaç soru vardı, ama artık anlamı yok.

filmini çekerlerse gitmem, o derece...

21 Mayıs 2010 Cuma

heves

insanların çok büyük bir çoğunlu heves ile aşkı birbirine karıştırıyor. bir kadına veya erkeğe duydukları anlık cinsel dürtüler yüzünden o kişileri hayatlarının aşkı bile sanabiliyorlar. yanıldıklarını anladıklarında ise geri zekalıca pişmanlıklar yaşayabiliyorlar. heves ile aşkı karıştırmamak için kriter çok basittir aslında. sevişmeden aşık olup olmadığını anlayamazsın.

adam/kadın hoşuna gitti ve seviştin;

birinci sevişme normaldir. herhangi bir anlamı yoktur. ikinci sevişmede ise temel kriter ilk sevişmenin hoşunuza gitmiş olmasıdır. üçüncü sevişme ise boş yere yapılmaz. aşıksınızdır. hiç kimse, abaza değilse kolay kolay bir kadın/erkekle üç kere sevişilmez.

uzun lafın kısası şudur ki;

sağa sola aşkını ilan eden, hatta bu aşk(!) uğruna sevdiğini bile öldüren, kaçıran, ağlayan, sızlayan, zırlayan, küfreden milyonlarca kişi vardır. o anlık heveslerini yerine getiremediklerinden, içlerinde ukte kaldığından, saplandıkları bataklıkta debelenip duruyorlar.

işin ilginci şu sanat(!) camiasındaki kişiler yüzünden bu durum karıştırılıyor. önüne gelen kadın ve erkek çorap değiştirir gibi aşık oluyor. tv'lere, gazetelere bu durumu ilan ediyorlar. oysa yaptıkları tek şey cinsel dürtülerinin gösterdiği yönde ilerlemek. bu durumu aşk mı sanıyorlar, yoksa "ben aşık oldum" havası yaratıp, kendilerini takip eden sıradan insanların gözünde durumlarını mı kurtarıyorlar, bilemeyeceğim.

heves gelip geçicidir, aşk ile karıştırmayın.

16 Mayıs 2010 Pazar

ŞAMPİYONNN


BİZ ŞAMPİYON OLDUK ARKADAŞIM :DDDDDDDDDDDDDD

BURSALI OLMAK ONURDUR, BURSALIYIM DEMEK GURURDUR :DDDDD

14 Mayıs 2010 Cuma

across the sea


evet bebek, en sonunda jacob'ın anasının örekesinden çıkış anına kadar geldik. siyahlı birader de ikiziymiş. şimdi;

tüm meselenin ebedi gençlik kaynağı olduğunu yazmıştım daha önce. flocke, amacının o kaynağa dönmek olduğunu söylemişti. bunun için çabalıyordu. ben o kaynağı tapınakta sanmıştım. ama jacob'ın tapınağı oraya yaptırdığını hiç sanmıyorum. kaynağın yerini hala daha bir tek jacob biliyor bence. hurley vasıtasıyla gösterir bir şeyler. kara duman bu kaynağın yerini bence hala bilmiyor. adsız veledin cesedini gördük. nasıl öldüğünü de gördük. adaylar direkt olarak olmasa bile bir şekilde birbirlerini öldürebiliyor. yiğidim, aslanım sawyer'ın vasıtasıyla ölen kwonlar ve sayyid gibi.

neyse, jacob'ın defalarca konuştuğunu gördüğümüz mib kardeşi değil. hatta geçmiş bölümlerde onunla konuşmalarında mib ona daha bir yakın davranırken, jacob ona pislik gibiymiş gibi bakıyordu. e o zaman?

ışığın olduğu yerde kötülük olmaz. bizim kara duman, kaynağa girip kapıyı açan adsız veled yüzünden kötülükle tanışıyor ve onun bazı özelliklerini kazanıyor. tıpkı locke'ın bazı sözlerini söylemesi gibi. neyse, onun ruhundan etkileniyor ve bu yüzden adadan ayrılmak istiyor. hatta şöyle diyeyim, kara duman kendini o adsız veled zannediyor. onun anılarına sahip oluyor. hatta jacob'ın kardeşi olduğunu düşünüyor. ama o adsız veled değil. adsız veled yüzünden özelliğini yitirmiş olan bir duman sadece. bir bedene sahip ama ne olduğunu bile bence bilmiyor. yani dumana özellik kazandıran adsız veledin kendisi. flocke, kara dumandır. ama jacob'ın kardeşi değildir. jacob'ın kardeşi öldü. onu üvey anası ve jacob adlı gerzek, sünepe, kişiliksiz, kıskanç herif öldürdü. oysa mib kardeşini çok seviyordu. dikkat ettiyseniz jacob onu iki kere döverken, herif elini bile kaldırmadı. ona sürekli yardım etmeye çalıştı. üstelik tüm özellikler ondayken jacob'ın bir numarası yok. anasını bile göremedi lan. ben linus bile görmüştü anasını. ben'e "neyin vardı ki" derken halt etmiş. kendisi zorunluluktan, mecburiyetten, adaysızlıktan koruyucu oldu. ben linus en azından ölü anasını görmüştü.

jacob insanları merak eden, onların iyi yanlarını gören, ama bir yandan da onlardan tırsan bir tipmiş. onlarla fazla takılmadığı için merak ediyor. sürekli adaya onları getiriyor. adsız veled ise insanları tanıyor. neyi yapıp yapamayacaklarını biliyor. üvey anası gibi onların bir boka yaramaz kişiler olduğunun farkında. gelirler, yakalar ve giderler. ha bu arada, şu yakup, esav hikayesinde ilk doğan esav'dır. burada ise jacob. tevrat hikayesinde yakup, esav'a ait soyun devamı hakkını hile ile alır. hikaye baştan ms 23'de falan geçiyor dediler. oysa tarih yoktu. o tarih gerçekse bu claudia'nın yahudi olması gerekiyor.

bu üvey ananın adını da merak ettim aslında. kendisi hem koruyucu, hem de kara dumanın olabilir. köyü yakması, herkesi öldürmesi kara duman işi. sanki onun iki ayrı özelliği, yani hem iyiliği, hem kötülüğü tek bir çatı altında birleştirmesi iki üvey oğluna miras kalmış da olabilir.

neyse, 10 gün kaldı nasıl olsa finale. desmond'a gelirsek. anahtarı çevirdiğinde o ışık kaynağına maruz kaldı. desmond iyi biri olduğu için(hatta çokça saf) ışıkla birleşti, tek bir vücut oldu. hatta kara dumanın tersi diyebilirim. mib kaynağa girdiğinde kötülük çıktı. desmond ışığa ulaştığında ışığın kendisi oldu. o yüzden zamandan ve mekandan bağımsız biri oldu.

aslında bence ada öyle ortalıkta bir yerdeydi. neyse, zamanın birinde yine bir gemi kazası olur ve bir grup denyo kaynağı bulur. akabinde o denyolardan biri suyun özelliğini keşfeder ve tek olmak için geri kalanları öldürür ve kaynağı tek başına sahiplenir. geri kalan hiç kimsenin bulmasını istemez. bu yüzden adaya yine kazayla düşen herkesi öldürür. kendi gibi olan denyoları özenle seçer ve görevden sıkıldığında o adaylardan birini kendi yerine seçer. ona ab-ı hayat suyunu içip çeşitli özellikler kazandırır. böylece bir kişiden eğitim alan tüm o koruyucular kendilerini önemi bir görevde zanneder. eskilerin uydurudğu efsanelere inanırlar. bunun için çabalarlar. en sonunda olay burada patlar. ama zaman değişir. son koruyucu jacob, aslında düşünülen kişi değildir. düşünülen kişi ise dışarı çıkmak istemektedir. bu yüzden tam inisiye edilememiş jacob adayı insanlara açar. hikaye bu güne gelir! güzel bir efsane olurdu lan bu :)

şu jacob'ın ve richard'ın içtiği şarabın da, ab-ı hayat suyu ile sulanmış üzümden elde edildiğini düşünüyorum!

ayrıca; bu adem ile havva'yı bulduklarında bunların üzerinde dharma üniforması yok muydu? yanlış mı hatırlıyorum yoksa? ama dharma'dan ilk o zaman bahsedilmişti. bence neredeyse tüm soruların yanıtı bu ab-ı hayat suyu, kaynağı. yani olay jacob dokundu aday oldu, ölümsüz oldu gibi bir şey değil. desmond'a dokunmadı. ama dess, dess işte. widmore'un iyilikle falan alakası yok. kaynaktan haberi var. ölümsüz olmak istiyor. gerçi dizide iyi veya kötü hala yok.

ha, lost bu, iki bölüm de kalsa, bir bakarsınız zınk elimize bambaşka bir şey verirler, apışıp kalırız.

oysa ben bakın geçen sene neler yazmıştım. bu hikaye, modern zamanların ölümsüzlük hikayesi. gılgamış'ın hikayesini okursanız özellikle bu ab-ı hayat meselesini daha bir kavrarsınız.

ölümsüzlüğün peşinde koşanlar: gılgamış

ölümsüzlüğün peşinde koşanlar: büyük iskender

ölümsüzlüğün peşinde koşanlar: ponce de leon

13 Mayıs 2010 Perşembe

lolita

lolita, aslında dolares isminin amerikalılar tarafından kısaltılmış haliymiş. stanley kubrick'in bu iki saatten fazla süren muhteşem lolita filminde ise herkes birbirine aşıktır ve neredeyse herkes birinin aşk intikamını alır. aralarındaki aşk bağlantısı da birbirine şeklinde. lolita'nın annesi bayan haze, bay humbert'a, bay humbert lolita'ya, lolita bir tv eleştirmeni olan clare quilty'ye aşıktır. filmin güzel yanı ise gerçek hayatta karşılıklı aşkın olmadığını haykırmasıdır. bence günümüz romantik komedilerle taa o zamanlar kafa bulur. filmin her sahnesi, tüm oyuncukları oya ile, ince ince işlenmiş gibi. bir başyapıt.

anlatılan olayın özü ise küçük kızlarla cinsel fantazi yaşamak değildir(nabokov'un lolita'sı başka elbette. film ile roman arasında çok fark var). film daha başlar başlamaz ilk sahnesindeki lolita'nın sol ayak parmaklarına oje sürme sahnesi ise olağanüstü güzel. önce sol ayağı baş parmağına yakın bir şekilde nazikçe kavranır. baş parmak ile ikinci parmak arasına pamuk koyulur ve üç harekette baş parmak ojelenir. sonra ikinci parmak ile üçüncü parmak arasına pamuk koyulur. ikinci parmak iki harekette ojelenir. sonra üç ve dördüncü parmak aralarına pamuk koyulur. üçüncü parmak da iki harekette ojelenir. dört ile küçü parmak arasına pamuk koyulur. dört ve beş ikişer harekette ojelenir. o zarif bilekli, taraksız, muhteşem güzellikteki sol ayak parmaklarına sürülen her bir oje darbesi resmen inanılmaz güzellikte. benim filmlerde gördüğüm ve çarpıldığım bir numaralı sahnemdir o oje sahnesi ve bir kadının ayak parmaklarına nasıl oje sürüleceğini de göstermiştir bana.

ayrıca iki ayrı sahnede lolita'nın ayakkabılarını ayakları ile çıkarması vardır, otel sahnesi özellikle, yuhhh. humbert'ın neler çektiğini anlayabilirsiniz.

bay humbert bir edebiyat öğretmenidir ve amerika'ya yeni gelmiştir. bir süre kalmak için bayan haze'in evine gelir. burnu havada, beğenmez bir halde evi gezmeye başlar. üstelik bayan haze'den hiç haz etmez;

bayan haze: bay humbert, numaram 1776. kalmak isterseniz lütfen arayın...

bay humbert: akılda kalıcı bir numara bayan haze. bağımsızlık bildirgesi tarihi. kalmak için karar verdiğimde muhakkak ararım.

kalmak için evi beğenmez, ikisi bahçeye çıkar ve bay humbert, başında geniş şapkası, gözlerinde güneş gözlükleri ile yere serdiği hasırda güneşlenmekte olan lolita'yı görür, çarpılır ve kalmaya karar verir.

bay humbert: bayan haze, ben sanırım kalıyorum.

bayan haze: bahçem sizi etkiledi değil mi bay humbert?
bay humbert lolita'yı gördüğü andan itibaren hayatını ona bağlar. bu uğurda lolita'nın annesi ile evlenir. onu öldürmeyi düşünürken her şey yolunda gider. lolita'sına kavuşur. onun kendisini takdir etmesini, hayranlık duymasını beklerken tutkusu arttıkça artar, bu tutkusuna engel olamaz. dokunuşlarından, teselli ederken, ayak tırnakalrına oje sürerken haz alır. üstelik diğer erkeklerden kıskanmaya da başlar. kavga ederler. başkaları ile eğlenmesini çekememektedir. onu seviyordur ve bu sevgisi lolita'yı boğmaya başlar. o kibirli ve ulaşılmaz humbert'dan geriye zavallı bir tip kalmıştır. bayan haze'e dönmüştür. üstelik üvey kızı ile yaşadıklarından da utanmaktadır. başka hiçkimsenin bu yaşanılanları öğrenmesini istemez. lolita, annesinin intikamını dolaylı da olsa almıştır. lolita ile oteldeyken o yere çökmüş portatif yatakta(yatağın açılma sahnesi müthiştir) sabahleyin yatarken o ilginç lafını da söyler;

"klas insanlar günde iki kere traş olur."
daha filmin hemen başında, lolita'ya yaptıklarından ve onu elinden aldığı için bay humbert tarafindan öldürülen clare quilty ise peter sellers'ın canlandırdığı karaktertir. normalde tv eleştirmeni ve oyun yazarıdır. bohem bir hayatı vardır. alaycıdır. tanıdıklarına mobilya ve kütüphaneymişcesine davranır. lolita'yı ise ilk kez bayan haze'nin evinde kalırken görmüştür. haze'in ölümünden sonra onunla otelde tesadüfen karşılaşır. onu adım adım izlemeye başlar.. lolita'yı üvey babası humbert'dan koparmak icin her yola başvurur. polis olur(inanılmazdır o sahnede), alman psikolog olur ve telefonda humbert ile konuşur. en sonunda onu hastaneden kaçırır. çiftliğine götürür. lolita, ona annesinin evinde kaldığından beri hayrandır. onun peşinden gider. en sonunda clare'in bir sanat filminde oynamasını istemesinden dolayı onu terk eder. en sonunda lolita'nın intikamını humbert alacaktır. onu öldürmeden hemen önce ise clare bir genç kız tablosunun arkasına saklanmıştır. kurşunlar ona olduğu kadar, lolita'ya da sıkılmıştır. peter sellers'ın gördüğüm en dehşet oyunculuk performansı bence bu filmde.
bayan haze ise lolita'nın annesidir. kocası 7 yıl önce ölmüş, cinsel yönden zaafları bulunan biridir. bay humbert'a aşıktır. ona yazdığı aşk mektubu ve onu okuyan bay humbert'in kahkahalarla gülme sahnesi oldukca etkileyici. acınası bir karakter aslında. tipik bir zavallı olduğu halde kendini bir bok sanan kadın portresi. berbat ve sıkıcı bir hayatı olan, kocasının ani ölümü üzerine ne yapacağını şaşıran, kızından hiç hazetmeyen, kıskanmayı marifet sayan bir tip. aşağılandığını, alay edildiğini anladığında ise aynı duygusal saçmalıklara devam edip, tehditler savurup, en sonunda araba altında kalıp ölen bir kişidir. bay humbert'ın ona ilgi göstermesinin ve hatta evlenmesinin nedeni ise elbette lolita'nın annesi olması. zaten bu durumu öğrenince ölümüne giden kısa süreç başlamıştır. onun da akılda kalıcı bir sahnesi var. bay humbert'a şöyle der;

"annenin babası bir türk bile olsa umrumda değil, ama tanrıya inanmadığını öğrenirsem intihar ederim!"

lolita ile humbert'in son sahnesi ise müthiş. humbert'in zavallıdan bile zavallı hali, onu tamamen kaybettiğini anladığı anda hüngür hüngür ağlamaya başlaması ve genç bir kız gibi koşar adım, yüzünü tuta tuta evden çıkması, yani her şey inanılmaz gerçek. lolita bile üzülür adamın bu haline. teselli etmeye çalışır;

"hadi ama ağlama. üzgünüm. anlamaya çalış. bu kadar yalan söylediğim için gerçekten üzgünüm. ama galiba işler böyle yürüyor. nereye gidiyorsun? baksana, bağlantıyı koparmayalım. alaska'ya vardığımızda sana yazarım."

12 Mayıs 2010 Çarşamba

müsait bir yerde konuşmak


müsait, tdk'ya göre 'teklifsiz konuşmada flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen kadın'a denirmiş. ya ya, yollu tabir edilen kadın için müsait terimi kullanılıyormuş! velhasıl kelam, bir müsait kadın bulamayıp, benim canımdan çok sevdiğim, bağrıma bastığım, yüzleri kızarmıyasıca arkadaşlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım tarafından yapılan ve harflerden oluşan bir cümleye "benimle çıkar mısın?" denir. yani "benimle çıkar mısın" demeden yatağa attığınız kadın, müsait kadındır!

bu cümle, dördüncü kata çıkarken bile espri yapılması babında söylenir durur ve zaten bu iş hariç başka da bir anlamı yoktur. çıkma teklifi ne lan, çok komik bir diyalog aslında. hem zaten tüm amaç yatağa atmak değil mi? ne gerek var bu kadar uzatmaya. direkt söyle, olsun bitsin, gerçi o zaman da türk kadınının büyük bir kısmı, erkeğe sapık gözüyle bakıyor. bu kadar çok uzatmanın olması da ayrıca bir stres kaynağı. yani vermek - almak meselesi işte. sike sike öldürmek bize özgü bir terim olmalı. sanki sikilen hiç zevk almayacak gibi. nefret ettiklerine bile zevk vermek için uğraşan bir toplumuz!

işte bu türk kadınları ve erkeğinin sahiplenme anlayışı yüzünden, yakında, şişme bir kadına sahip olmak için tartışıp, birbirini öldüren iki erkek haberi bekliyorum.

hem sonra cansız mankenden araba koltuğuna, bisiklet selesine kadar uzun bir sevişilecek eşya listesi var insan oğlu için. bunun nedeninin sapıklık olduğunu da düşünmüyorum. olanaksızlık diyelim. napsın herif veya kadın, çaresiz kalmış işte. ha içinde patlıcan kırılan kadın, ha cansız mankenle sevişen erkek. bu eylemleri salaklık olarak da görmemek lazım. çünkü aslında en büyük salaklık aşık olmanın kendisidir. bunun üzerine ekstra bir salaklık yapmak imkansız.

11 Mayıs 2010 Salı

vesikalık fotoğraflar


nba oyuncuların vesikalık fotoğraflarına dikkat ederseniz eğer hepsinin sırıttığını farkedersiniz. biri de çatık kaşlı, karizmatik bir bakış atar dersiniz belki ama, yok, hepsinin salakça sırıtışları var. hatta howard'ın buna benzer bir fotosunu kazara askerde çektirdim. tüm askeri kimliklerimde o iğrenç yüzüm ve geniş alnım görünmüştü. kafa zaten 3 numara, rezillikti. wade'in pezevenk sırıtışına girmek bile istemiyorum. neyse, sanırım nba yönetimi vesikalık fotoları böyle istiyor.


rajon rondo hariç. herif sanki memleketinden yeni ayrılmış ve köle gemisine zorla bindirilmiş gibi. belki adının türkçe argodaki anlamını biliyor! rajon kesiyor!

fahişelik yapmak için vesikalık çektirsem böyle poz vermem lan, müşteriler kaçar!


6 Mayıs 2010 Perşembe

6 mayıs


anayasının korunması için çabaladıkları halde, anayasayı yok etmeye çalışmakla suçlanıp, cumhurbaşkanı cevdet sunay, başbakan nihat erim ve dönemin genelkurmay başkanı memduh tağmaç tarafından, süleyman demirel'in büyük katkısı ile 6 mayıs 1972'de idam edilen, ikisi 25, biri 23 yaşında olan 3 genç insandır, deniz gezmiş, hüseyin inan ve yusuf aslan. anayasayı yok eden kişiler ise 1971 ile 73 arasında sürekli değişiklikler yapan siyasilerdir.

sıkıyönetim mahkemesine göre ellerindeki bir kaç makinalı tüfek ve bir kaç tabanca ile anayasayı ortadan kaldırmayı hedeflemişler. yaptıkları ise bir banka soygunu, 4 amerikan askerini kaçırmak ve amerikan büyükelçiliği karakolunu kurşunlamak(bunu kendileri söylemiş, yoksa ona dair delil de yokmuş).

bunun yanında deniz gezmiş için amerikan askerlerini denizi dökmek işi de var. filistin'e gidip israil askerleri ile de çatışmışlardır.

neyse, deniz gezmiş ve yusuf aslan gemerek'te, hüseyin inan ise dayısının ihbarı sonucu kayseri'de, evinde yakalanır. yusuf aslan ağır yaralı olarak ele geçirilir. üçünün amacı arkadaşları sinan cemgil'in grubu ile buluşmaktır. üçü yakalandıktan sonra sinan cemgil'in grubu baskın yer ve sinan cemgil, kadir manga ve alpaslan özdoğan 31 mayıs 1971'de nurhak'ta öldürülür. geri kalanlar sağ ele geçirilir. nurhak'a gitme amaçları ise amerikalılara ait bir radar istasyonunu basmaktır.

idamları engellemek için çabalayan bir diğer grup ise 30 mart 1972'de kızıldere'de bir kişi hariç tamamen öldürülür. cesetleri tanınmayacak hale getirilir. grubun lideri mahir çayan 27 yaşındadır. kendilerinden önce arkadaşları ulaş bardakçı 19 şubatta, hüseyin cevahir ise 1 haziran 1971'de öldürülmüştü.

işbirlikçiler, 68 kuşağının liderlerinin üzerinden silindir gibi geçip gitti. 78 kuşağının ise tamamının üzerinden geçip, yok etti.

"en uzun koşuysa elbet türkiye'de de devrim
o, onun en güzel yüz metresini koştu
en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak
en hızlısıydı hepimizin.
en önce göğüsledi ipi.

acıyorsam sana anam avradım olsun.
ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun."

(can yücel)

5 Mayıs 2010 Çarşamba

north by northwest


alfred hitchcock imzalı bu filmde, gerçek ajanını gizlemek isteyen amerikan istihbarat servisi, ortaya var olmayan bir ajan sürer. bu kişinin adı george kaplan'dır ve ailesi, kaldığı oteller ve vs. her şey ayarlanır. ama kabak cary grant'in başına patlar.

kaplan'ı öldürmek isteyen kişiler onun kaldığı söylenen oteline gelir ve resepsiyona kaplan'ın adını verir. görevli kişi tam george kaplan dediğinde cary grant elini kaldırır ve telgraf çekmek istediğini söyler. bu bilinmeyen ajan artık cary grant'tir. artık varolmayan bir ajanı oynamak zorunda kalan kahramanımız, bu durumdan kurtulmak için, yani yaşamak için elinden gelen her şeyi yapacaktır.

bu ajan hikayesini de ingilizler almanlara karşı ikinci savaşta kullanmış. almanlar olmayan bu ajanların peşine düşmüş. hitchcock olayı öğrenince fikri bu filmde kullanmış.

ekşisözlükte okuduğuma göre film, adını hamlet'in "ben yalnız rüzgar kuzey-kuzeybatıdan eserken deliyim" dizelerin almış.

film hakkında uzun uzun konuşmaya gerek yok elbette. bir çok kişi ben de bu filmi arizona dream sayesinde öğredim.

adam george kaplan ile buluşmak için otobüse biner ve oldukça ıssız bir yerde iner. yol topraktır. her taraf sürülmüş veya biçilmeye hazır mısır tarlasıdır. önce önünden beyaz bir araba, sonra siyah bir araba geçer. şose yoldan turkuaz rengi bir arabadan biri iner. otobüs beklemektedir. gelen adam takım elbiseli ve şapkalıdır. bizim adam onu kaplan sanır. arada bir tır geçer. bizim adam şapkalıyı bir süre süzer ve yanına gider. onunla konuşmaya başlar. şapkalı sadece otobüs beklemektedir. tam o sırada bir uçak ilaçlama yapmaktadır. bir otobüs gelir ve şapkalı adam otobüse binip uzaklaşır. uçak bizim adama doğru yönelir. uçak alçalır ve bizim adam olduğu yerde hemen çöker. uçak tekrar döner ve bizim adam biraz koşup yine çömerlir. uçak ateş açar. bizim adam koşmaya başlar. yola çıkar. bir araba daha geçer. uçak yine gelir. adam bu sefer uzunca koşar ve çöker. uçak ateş eder. uçak tekrar dönene kadar bizim adam hasadı gelmiş mısır tarlasına girer. uçak sadece üzerinden geçer. uçak tekrar döner ve tarlaya, dolayısıyla adma ilaç verir. sanırım ddt. adam öksürür ve tarladan çıkar. yola geri döner. bir tır gelmektedir. tırın yolunda durur. tır zorlukla fren yapar. adam yine çömelerek ezilmekten kurtulur. uçak tıra çarpar ve patlar. tır akaryakıt taşımaktadır. bir anda etraf araba ve insan kaynar. çiftçiler tırı seyretmektedir. bizim adam gelen arabalardan birini kaçırır ve gider. çiftçi arkasından koşar.

ben severim o sahneyi. garip bir etkisi var. komik bir sahne aslında, ama aynı zamanda değil.

4 Mayıs 2010 Salı

sayın bayan

gerisi önemli değil'den dev bir hizmet daha. herkese bedava duman'ın sayın bayan adlı leziz çalışmasının tam metni ve gizli anlamı! güle güle okuyun!

dokunmayın başlasınlar
bir yere varmasınlar
gün gelir anlasınlar

(alın size oral seks. kadınının oral seksten hoşlanmasına binaen kendisinin hoşlanmadığını anlatıyor. dokunmadan başlayan ve bir yere varmayan eylem oral sektir çünkü! günü gelince kadınının bu işin anlamsızlığını anlayacağı umuluyor, ama bu sadece hayal, anlamayacağını da seziyor!)

olmaz olmaz
böyle yanlış olmaz 


(artık bu işten eleman o kadar çok sıkılmış ki "olmaz olmaz" diye feryat ediyor, yırtıyor kendini, ama nafile, karşısındaki kadın onu bir türlü anlamıyor!)

kimi gider ortasından
bakmasın arkasından

(daha açık nasıl anlatabilirdi acaba. diğer erkekleri kıskanıyor elemanımız. biri ortasından gidiyor, arkasına bakmaya ihtiyaç bile duymuyor, zavallıcığımın tek bir amacı var, o da normal bir yol!)

sonradan uslanırsan
olmaz olmaz
böyle yanlış olmaz 

(kadını sonradan uslanabilir, doğru yolu bulabilir, ama iş işten geçmiş olur, şimdi olmaz ise hiç olmaz demeye getiriyor sevgili söz yazarımız!)

sayın bayan
bir sorum var
sayın bayan
bir sorum var
sözünde durdun mu hiç
sen sözünde durdun mu 

(diyor ki; grubun en pis elemanı ben miyim lan, niye hep bana, hep bana, odama gelene kadar gözlerimin içine bakıyorsun, gözlerinle soy beni diyorsun, girince olmaz, bir sözünde dur, akıllı ol, insan gibi davran)

yani bu şarkının söz yazarı kişi hayatını derinden etkileyen bu olaydan sonra böyle eğlenceli bir şarkı yazarak hayranlarına mesaj gönderiyor! peki neden bayan? çünkü kadınların bir çoğu bayan kelimesinden nefret eder. böylece intikam da alınmış olur!

ya ya!!

3 Mayıs 2010 Pazartesi

sevgililer edinirim, sevgililerim evlenir, sevgililerimi kaybederim!


tuhaf lanetlerim vardır. ciddi manada lanet ama! mesela ben biriyle tanıştığımda o kişinin yurt dışına gitme ihtimali yoksa, durup dururken yurt dışına gider. rusyalara, italyalara, ispanyalara, ingilterelere, amerikalara gidenler oldu. ama ihtimali varsa siktim sene gidemez. amerikalara, avusturalyalara gidemeyenler oldu. yurt dışı laneti tutmayınca yedek bir lanetim de var. o yeni tanıştığım kişinin sevgilisi varsa, o sevgiliden ayrılır. belki tam ayrılacağı zamana denk gelmişimdir, ama ayrılır. ha, gider benimle mi olur, elbette böyle bir şey yok. sadece ayrılır. 5-6 yıllık ilişkileri bitirmişliğim vardır benim!

bu lanetler insana az biraz zarar verici türden şeyler. kendim için ise şunu diyebilirim. eğer bir sevgilim varsa bu iş daima kısa sürer. artık beni nasıl tanıyorlar bilemeyeceğim(gerçi "sen delisin" diyene de rastladım), ama benden sonra kesinlikle evlenilecek bir adam bulurlar. yani gider evlenirler.

askerden önceki sevgilim diyebileceğim kadına askerde bir gün telefon açtım. "naber, nasılsın" lafları sürerken, birden "ben evleniyorum" dedi. "hayırdır" dedim, "senden koca olmayacağına karar verdim" dedi. varsın olmasın anasını satayım, askerliği mi buldun bunu söylecek, değil mi ama, hiç şık bir hareket değildi! gerçi evlendi de noldu, ilk bir yıl içinde telefondan bana yediği dayakları anlattı. demek ki evlenilecek erkeğin öncelikli görevi karısını dövmekmiş. bunu da onun sayesinde öğrendim. korksun benden kadınlar!

neyse, askerden sonra yeni bir tane daha edinince bu da kalktı italya'ya gitti. hem de durup dururken. hiç öyle bir ihtimal yokken veya bana söylemiyorken. geldi tabii sonunda. zaten gittikten sonra da hiç görüşmemiştik. neyse olay istanbul'da geçmiyor, başka bir şehirde. bir gün istanbul'dan o şehre dönerken tamamen tesadüf eseri otobüste ön koltukta kocasıyla oturduğunu fark ettim. evlendiğini duymuştum. herifi biraz inceleyince fark ettim ki neredeyse ben! bir tek biraz daha kaslı, saçları uzun. "bu muymuş yani olay" dedim kendi kendime. sonra da bir daha görmedim, allah göstermesin!

aslında bu terk edenler kadınlar güruhundan başıma ilginç bir hadise de geldi. yeni sevgili yapmış kendine, iyi hoş, beni ilgilendirmez, arıyor beni, sevgilisine veriyor telefonu, herif diyor ki, "onu bir daha becermek istiyor musun?" "evet" diyorum. iyi o zaman, önce beni becereceksin, sonra onu!" korktum lan, "var bu işin içinde bir hayınlık, tersi olursa boku yerim" dedim. "sağol, kalsın" dedim. göt korkusu bu. erkekliğin onda dokuzu kaçmakmış. dünyanın çivisi çıkmış a q.

tüm bu olup bitenler içinde komedi gibi olan bir olay daha var aslında. tanıdığım, ama pek lak lak etmediğim adamın biri benim bir kız arkadaşa(sevgili değil) yavşıyor. hatta kızda gözüm olup olmadığına dair ağzımdan laf almaya çalışıyor. en sonunda kızı kaptı, evlendiler. herifte bir afra, bir tafra inanılmaz. sanki kızı benim elimden kapmış, lan kız gözümün içine bakıyordu gerzek. şimdi bu afra tafrasına, bana tepeden bakmasına, pis pis sırıtmasına, kendini bi bok sanmasına karşı kızla yaşadıklarımı anlatsam herif gider onu öldürür. işin kötüsü, dönem dönem karşıma çıkıyor ve aynı ukala ve gerzekçe tavrını sürdürüyor. hayır, kız da salaktı zaten, birbirlerini bulmuşlar diyorum, allah mutlu, mesut ve bahtiyar eylesin.

ha keza başka bir kız arkadaş bir gün telefon açıp ağlaya ağlaya egomu tatmin etmesinin ertesi günü evlenmeye karar verdiğini, kendisini hiçbir şekilde aramamamı söyledi. dedim "allaha yakın, bana uzak ol kızım!"

bir de evli kadınlar meselesi var tabii. uzun süren evliliklerinin tek düzeliği içinde yeni heyecanlar arayan bu kadınlar birileriyle gönül ilişkisi yaşar. hatta bu can sıkıntısı içinde aşık bile olabilirler. ama bu kadınların ortak özellikleri en sonunda yaptıklarından pişman olup kocalarına ve çocuklarına dönmeleridir. kocalarının kendilerini ne kadar çok sevdiğini, çocuklarını falan bahane edip giderler. bunu neden daha önce anlamadıklarını da hiç anlamıyorum. söz verdiğin birini kandırmak çok gerzekçe bir davranış(benim aracılık etmem önemli değil, kandıran o). bu tür kadınlar için sawyer'ın bir lafını kullanmaya başladım, kate'e söylüyordu,

"beni istediğin gibi kullanabilirsin."

tüm bu abidik gubudiklik içinde hakan günday'ın piç'inde geçen bir cümle her şeyi açıklıyor aslında;

"hayat seni öyle bir noktaya getirir ki kendini sevdiklerinle savaşırken ve nefret ettiklerinle sevişirken bulursun. üzülürsün. pişman olursun. sonra biraz zaman geçer ve tersinin bu dünyada işlemediğini anlarsın."

allah zavallı kulunu sevindirmek için önce eşşeğini kaybettirirmiş, sonra da buldururmuş.
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.