heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

27 Şubat 2012 Pazartesi

Ece Sükan Benim Bloguma Yakışanı Seçti... Sıra Sende!

ağbiciğim bloglarda reklam olur tamam ama bu ne be, yazılarınızı alet etmeyin şu işe, bugün bir sürü blogda aynı reklam, alın bu da benden...

17 Şubat 2012 Cuma

otuz beş

yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
dante gibi ortasındayız ömrün.
delikanlı çağımızdaki cevher,
yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
gözünün yaşına bakmadan gider.
şakaklarıma kar mı yağdı ne?
benim mi allahım bu çizgili yüz?
ya gözler altındaki mor halkalar?
neden böyle düşman görünüyorsunuz;
yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
zamanla nasıl değişiyor insan!
hangi resmime baksam ben değilim:
nerde o günler, o şevk, o heyecan?
bu güler yüzlü adam ben değilim
yalandır kaygısız olduğum yalan.
hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
hatırası bile yabancı gelir.
hayata beraber başladığımız
dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
gittikçe artıyor yalnızlığımız
gökyüzünün başka rengi de varmış!
geç farkettim taşın sert olduğunu.
su insanı boğar, ateş yakarmış!
her doğan günün bir dert olduğunu,
insan bu yaşa gelince anlarmış.
ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
her yıl biraz daha benimsediğim.
ne dönüp duruyor havada kuşlar?
nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.
n'eylesin ölüm herkesin başında.
uyudun uyanamadın olacak
kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
bir namazlık saltanatın olacak.
taht misali o musalla taşında.

"ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın, aslında yokum ben bu oyunda, ömrüm beni yok saysın"  dediğinde yılmaz odabaşı, kaç yaşındaydı bilmiyorum, ama cahit sıtkı otuzyediymiş bu şiiri yazdığında. öldüğündeyse kırkaltı. demek dante gibi ortasında değilmiş ömrün, zaten dante ellialtı yaşında ölmüş. ilahi komedya'da şöyle demiş kendisi, "hayat yolculuğumuzun ortasında, kendimi karanlık bir ormanda buldum." bu sözleri yazdığında otuzbeş yaşındadır dante.

onlu yaşlarımda kesinlikle otuzu bulamayacağımı düşünürdüm ve feci uzak bir zaman dilimi gibiydi. yaşlandığımı vücut kıllarıma bakarak gözlemlerdim. göğüslerimde çıkanlar, sonra bıyıklar, yoksa önce göğüsler myidi, hatırlayamadım şimdi, ama favorilerde sakallar çıktığında neredeyse göbek atıyordum. hala daha favorilerimi kesmem, askerde kestim bir tek, o derece. sonra çenemde bir tek beyaz gördüğümde yaş yirmiyediydi, siktir dedim o an, şimdi çenemde oldukça fazla beyaz var. saçlar cüneyt arkın modeli gibi, yanlar hafiften beyaz, tamamen değil. kıl çıkar ve kıl beyazlar, yaşlanırsın, otuza gelemem sanırken otuzu da ortaladım. yaş otuz beş, yolun yarısıdır sanırım. onlardayken ne kadar uzaksa bu yaş, onlar ve yirmiler çok fazla uzak değilmiş gibi, fazla çökmüş bir beden de yok halihazırda. eski vesikalıklara bakarak da görebiliyorum yaşlanmayı. onsekiz-ondokuz, yumurta gibi delikanlı, yirmi ortaları hafif kilo almış, otuz başları ile şimdiki zaman arasında hiçbir fark yok. gerçi şimdi daha çok kilo almış, gömlek olmuş l. m gitmiyor artık bedene. artık hayata beraber başladığım dostlar gerçekten yok, ama ölmediler, sadece yoklar. eski aşklarım kimdi, durup düşünesim var ve esas yaşlandığınızı bildiğiniz an, cenazeleri teker teker kaldırdığınız andır sanırım, şiirin de dediği gibi, hemen herkes hayatta, omuzlamıyorsun hala tabutları, gençsin demek, aynalarla aram iyi, gökyüzünün rengine sokayım ve taş eskiden de serti be...


(şarkı çok kötü, olsun anasını satayım...)

16 Şubat 2012 Perşembe

aile içi soyluluk ünvanları!

soyluların asalet ünvanlarını yazdıktan sonra ailenin asalet ünvanlarını yazmamak olmaz. kopyala yapıştır yapa yapa çıkardım hepsini. hemen hepsi nişanyan sözlükten alınma. ama teyze, dayı, güvey maddeleri twitter'da yazan kelime ajanı'ndan alınmadır.

anne: eski türkçe. eskiden daha yaygın olan ög denirmiş. zamanla anne/ana kelimesi bunun yerini almış. öksüzdeki ög, anne demekmiş.  n ikilemesi muhtemelen çocuk dili etkisi gösterirmiş. yazı dilinde 20. yy başlarından önce kaydedilmemiş. 14. yy'dan itibaren kaydedilen āne biçimi şemseddin sami'ye göre istanbul şivesiymiş.

baba: çocuk dilinde ba-ba "kalın sesli kişi". tüm toplumlarda ortak görünen bir enfantil simge-sesten, çeşitli dillere "yaşlı ve saygın erkek, baba" anlamına gelen sözcükler türetilmiştir. farsça baba/babū. orta farsça baba (baba, muhterem kişi, derviş), çince baba, yunanca papá, fransızca papa vb. 

çocuk: eski türkçesi çocuk domuz yavrusu, her şeyin küçüğü anlamına geliyormuş. kıpçakçada çocuk/çoçka domuz yavrusu. çocuk dilinden geldiği sanılıyor. çi-çi/çu-çu. eski türkçede çıçamuk (küçük parmak), çıpçık/çıpçuk (serçe kuşu). ayrıca cücük, cıcık, küçücük de var.

yeğen: eski türkçede yigen kızkardeşin çocuğu demekmiş. moğolcası cige kızın veya kızkardeşin çocuğu demekmiş.

torun: eski türkçede torum deve yavrusu demekmiş. eski sözlüklerde oğlun oğlu için kullanılıyormuş. ayrıca ermenicede de t'oŗn (torun, çocuğun çocuğu); kürtçede torin (yavru, delikanlı); hindu dillerinde taruna (çocuk).   


dede: çocuk dilinde da-da. çocuk dilinde evrensel görünen erkek kişi sembolizminden türediği muhakkaktır.  ingilizce daddy (baba) vb.

nene: ne-ne.çocuk dilinde evrensel olan kadın akrama sembolizminden. ingilizce nanny (nine veya sütanne).

 
abla: kaşgarlı aba ana diye kaydetmiş. kıpçakçası aba/ebe anne, nine. türkiye türkçesinde aba/apa/apu/ebe yaşlıca ve saygı değer kadın, bacı, büyük kızkardeş demek. 1876'dan sonra abla  kullanımı var. kökeni ebe. 'l' ara sesi türkiye türkçesinde geç dönemde türemiş. asya türk dillerinde ape, apay, appa biçimlerine rastlanırmış. çocuk dilinde eb-be.

ağbi: bildiğin ağa-bey. uzun yazmaya gerek yok. bence abi denilmesi ağabey denilmesi kadar saçma. söylerken a uzatılıyor çünkü.

kardeş: belki “aynı karından doğma” anlamındaymış. eski türkçe kadaş biçimi belki eski türkçe ka (aile) ile ilgili olup, karındaş biçimi halk etimolojisi etkisiyle oluşmuş bir varyant olabilirmiş. ikinci hecedeki ses incelmesi, 'halk ağzı' sayılan kardaş biçiminden ayrışarak 20. yy'dan önce istanbul ağzında ortaya çıkmış.  

karı: eski türkçede yaşlanmak demekmiş. orta asya türkçesinde yaşlı adam anlamına geliyormuş. zamanla yaşlı kadın, eş, zevce anlamına kadar evrilmiş.

koca: eski türkçede yaşlı ve ulu kişi demekmiş. 

dayı: ana türkçesi tay. kaşgarlı tagay şeklinde belirtmiş. dayı kelimesi çince büyük anlamındaki "tay" ile türkçe "aga" kelimelerinin birleşimi olan "tayaga" sözcüğünden dönüşmüştür. eğer annenin iki erkek kardeşi varsa küçük olan için "tayaga" kelimesine "y" küçültme eki getirilerek "tayagay" kelimesi kullanılıyordu. buna göre kelimenin dönüşümü şu şekildedir: tayagay > tagayı > tayı > dayı

amca: orta asya'da apa. eski türkçesi eçe. 

teyze: kıpçakça tayıza/tağza/tay eze. annenin kız kardeşi. tayıza/tayaza. tagay/tay. kökeni dayı ile aynı. teyze kelimesi de çince büyük anlamındaki "tay" ve türkçe "eze" kelimelerinin birleşimi olan "tayeze" kelimesinden gelmektedir. "tayeze" kelimesindeki "eze" ise "ece" sözcüğüyle ile eşkökenlidir. ece kelimesinin anlamları arasında "büyük kız kardeş,abla" da vardır.

hala: arapça χāla. ͭteyze, annenin kızkardeşi arapça χāl dayı demek. babanın kızkardeşi anlamı türkçeye özgüymüş. bizde eskiden bibi derlermiş. çocuk ağzından olsa gerek. gerçi bibi fazla olmasa da kullanıyor. emmi, bibi hoş kelimeler.

kuzen: fransızcası cousin. amca, hala, dayı veya teyze oğlu latincesi consobrinus hala veya teyze oğlu. latince con+sobrinus kızkardeşin ailesi, kızkardeş çocuğu. hintavrupaca swesr-īno- hintavrupaca swesor- kızkardeş demekmiş.

enişte: farsça. aslı anguşta. zengin çiftçi, kodaman demek. kökeni anguşt ise parmak demek. aslında kelimenin kökeni ile kullanımı arasında çok fark var. belki kızları zengin kocalara verirlerken iş bu noktaya vardı.

yenge: eski türkçe. büyük kardeşin veya dayının karısı demekmiş. şimdi amcanın karısı da işin içinde. 

kayınço: kayın eçe. eski türkçe kayın. evlilik yoluyla akraba. kayın kelimesi moğolca. kadum. evlilik yoluyla hısım demek.

kaynana: kayın kelimesi meseleyi hallediyor.

görümce: eski türkçesi körümçi. falcı, müneccim demek. kökeni kör, ki bildiğin gör demek. falcı, müneccim anlamı o yüzden normal. ama kocanın kız kardeşi anlamı saçma. enişte benzeri olabilir. kocanın kızkardeşleri eskiden pek sevilmiyor olsa gerek. bu yüzden onlara falcı yakıştırması yapılmıştır. o da belki.

elti: eski türkçesi de élti. hanım, yüksek mevki sahibi birinin eşi demek. bence daha çok lady özelliği taşıyor. erkek kardeşlerle evli kadınlar anlamı bu yüzden anlaşılabilir. bunlar birlik olmuşlar ve birbirlerini övüyorlar. ama kocanın kız kardeşi falcı oluyor!

bacanak: kökeni bacı. bacı nak eki belirsizmiş. ama sonuçta kız kardeşlerle evli erkekler için kullanılması normalmiş meğer. 

damat: farsça ve orta farsça dāmād. güvey, damat demek. eski farsçası dāmātar- ise düğün sahibi = zend dilinde zāmātar- sans. cāmātr.  hintavrupaca gemə- düğün, evlenmek demekmiş. damat kelimesinin türkçe karşılığı güvey. güvey: eski türk geleneklerinde evlenen genç kızlara çeyiz olarak belirli bir sayıda hayvan verilirdi, bu hayvanları gütmek ise damadın göreviymiş. gelinin çeyiz hayvanlarını gütmekle görevli damada "kütmek" fiilinden türetilen "küdegü" denirdi, bu kelimeye biz bugün "güvey" diyoruz. küdegü düğün sahibi, damat demek. küd- (birine) bakmak, gözkulak olmak anlamına geliyor. aynı kökten eski türkçe küden (düğün yemeği, misafir ağırlama). oğuz türkçesinde /d/>/δ/>/y/ evrimi tipikmiş. 17. yy'dan sonra ortaya çıktığı anlaşılan y/ğ metatezi açıklanmaya muhtaçtır.


gelin: eski türkçesi kelin. evlenerek hane halkına katılan kadın demek. kel, aslında gel demek. 

10 Şubat 2012 Cuma

hırsızlık mülkiyettir

pierre joseph proudhon'u severim, mülkiyet hırsızlıktır lafı da hoştur, güzeldir. ama kardeşim hepi topu bir ikinci el aldığım lap top, bi de dandik fotoğraf makinası ile kullanmadığım traş makinasını gece girip çalıyorsan eğer ayıptır lan. yok bir şey evde işte, zorunlu eşyalar var bende, ne işin var evimde, cık cık.

hayır tipoyu da çalmaya yeltenmişsin ya, ayıp ayıp... 

mülkiyet hırsızlıktır, atadan gelen mülkiyet resmen hırsızlıktır, ama hırsızlık da mülkiyettir be. lap top'ımı geri istiyorum, bi sürü film vardı içinde, hikayelerim vardı, gitti hepsi...

8 Şubat 2012 Çarşamba

havalar


havaların düzelsin ve böyle manzalar göreyim razıyım. valla bak...


havalar düzelmesin ve böyle manzalar göreyim. ciddiyim bak...

6 Şubat 2012 Pazartesi

karadağ


karadağlılar'ın hepi topu altıyüzyıllık bir geçmişi vardır ve teşkilatlı olarak değil, silahlı bir grup şeklinde daima bağımsız yaşamışlardır. aslında sırptırlar. 1389 birinci kosova savaşında birinci murat'ın yıktığı sırp devletinin kalıntılarındandır. o savaşta başarılı olabilen tek sırp grubu zeta prensleridir ve büyük zafer kazanmış osmanlı'ya boyun eğmek istemezler. böylece mekanları olan o geçilmez dağlara çıkarlar. akabinde karadağ ile osmanlı mücadelesi başlamış oldu. sonraındaki mücadelelerinde işkodra'yı bin dağlı ile 70 bin kişilik fatih'in askerlerine karşı savundu ve şehri vermedi. zamanla osmanlı askerleri dağlara çıkasa bile doğal olarak oralara yerleşmek istemedi. çevresindeki vadiler ile denizi sahiplenip, karadağlıları tecrit ettiler. bu işten osmanlılar da karlı çıkmıştı. çünkü vergi yerine ok ve/veya mermi yemek pek hoş değildir. üstelik savaşmak da osmanlıya pek hayırlı gelmemiştir. 1870'lerdeki büyük savaşta 26 bin kişilik karadağ kuvvetleri karşısına 120 bin asker çıkarılmıştır. 5000 ölü, esir ve yaralı veren karadağ, karşılığında 50 bin ölü, esir ve yaralı almıştır.

karadağlılar talancı ve eşkiya olarak yaşamışlardır. zaten buna mecburdular. hiçbir şeyin yetişmediği o dağlarda başka türlü hayatta kalamazlardı. yazın talana iner, kışın geçitleri kapanan dağlarına giderlerdi. üstelik başkentleri çetine'deki kara ivan manastırında da öldürdükleri türk ve arnavutların kafatasları ile süslerlerdi. çocuklarını barış zamanlarında hayvan kanı göstererek eğitirlerdi. bu durum hep böyle gitmedi elbette. türkler bu sefer ovalarda ve işkodra'da yaşayan karadağlıları müslüman ve yeniçeri yaptı. 1687'de işkodra paşası çetine'ye girdi, o meşhur manastırı mahvetti. hepsini haraca bağladıktan sonra başlarına bir yeniçeri getirdi. 1712'ye kadar sistem kusursuz işledi. ama o yıl petroviç'ler tahta geçti. vladika(voyvoda) danilo, din değiştirmiş karadağlılar'dan korkmadı ve artık yavaş yavaş dağlardan inip müslüman olmaya başlayan karadağlıları engellemek istiyordu. 1702'nin noel gecesi muazzam bir komplo kurarak, tüm karadağlıların katıldığı bir baskınla yeniçerilerin tamamını(30 bin) kılıçtan geçirdi. 1714'de osmanlı çetine'ye bir daha girdi, manastırı bir daha mahvetti. ama sonuç değişmedi. 1876'ya kadar savaşlar ufak büyük devam etti. bu yüzyılarca süren kavgalar, manastırlarının tahrip edilmesi, verdikleri kurbanlar yüzünden kinleri alevlenerek devam etti. eskiden geçim yolları olan adam öldürmek ve eşkiyalık, artık milli ülküleri/kültürleri olmuştu.
(kral nikola)

savaşçılıkları o seviyeye varmıştı ki napoleon bile onlarla baş edemedi. 1807'de vladika petar, ruslara destek olmak için fransızlarla çarpışmaya başladılar ve onları püskürttüler. manastırlarına fransızların da kafataslarını eklediler. böylece sürüp giden bu savaşlar esnasında prensleri danilo bir arnavut tarafından öldürüldü. yerine paris'te eğitim gören 19 yaşındaki nikola geçti. devir değişse bile karadağlılar değişmiyordu. o sıralarda türkler ile ruslar 20-30 yılda bir çarpışıyorlardı ve karadağ balkanlardaki rus kalesiydi. karadağ vladikaları başa geçer geçmez rusya'ya gider ve yazısız antlaşmarına devam ederlerdi. böylece prens ünvanını da çardan kapmayı başardılar. bu ittifak bir tek kırım savaşı sırasında sekteye uğradı. fransa'da iyi bir eğitim gören 19 yaşındaki prens nikola işte bu sırada tahta geçmişti. kırım savaşı yüzünden karadağlılara kırgın olan rusya, 1853'de ömer paşa komutasındaki osmanlı ordusunun karadağ'a girip bu direnişi neredeyse tamamen yok etmesine sesini çıkarmadı. ama bu sefer imdada fransa yetişti ve karadağlılara yardım etti. 1875-78 bunalımı zamanında karadağ, rusya kendisine başvurmadan osmanlıya savaş açmıştı. o savaş, tam 70 bin osmanlı askerine mal oldu. rusların 93 harbinde yeşilköy'e kadar ilerlemesinin bir nedeni de karadağ başarısıdır. ruslar bu yardımı boş bırakmadı. ayastefanos antlaşması ile karadağ'a bağımsızlık verildi. ki zaten 93 harbi, karadağlıların yaşadığı küçük bir toprak parçasının bırakılmaması yüzünden çıkmıştır. mithat paşa vatanın bir karış bile toprağını terk etmeye yanaşmadığı için savaş çıkmıştır. sonuçta berlin antlaşması ile bağımsız olamasalar bile dağlardan inip denize çıkmışlar ve ovaya inmişlerdi. ama karadağ'ın denize çıkışı avusturya kontrolünde kalmıştır. almanlar adriyatik'te kendine rakip olabilecek büyük küçük hiçbir şey istemiyorlardır. neyse, kısa sürede 250 bin nüfusu ile teşkilatlandılar ve ciddi şekilde örnek bir devlet olmayı başardılar. podgoriça'nın ve işkodra gölünün kıyılarını, savaştan başka hiçbir şey bilmeyen bu halk, liderleri prens nikola öncülüğünde işlemeye başladı. tabi savaşçılıktan çiftçiliğe geçmek zahmetli bir süreçti ve bu süreç zor da olsa başarıldı. topraklar yetmediğinde karadağlılar göç etmeye başladı ve savaşçı ruhlarını asla kaybetmediler. 1908 bunalımında avusturya ile karadağ arasında savaş olasılığı belirince(bosna'nın avusturya tarafından ilhakı), amerika'daki tüm karadağlılar silahları ile birlikte ülkeye dönmek için prense telgraf çektiler.

ama dört bir yandan osmanlı toprağı ile çevrili karadağ kendine dost bulmak zorundaydı. prens nikola kıznı italyan kralına verdi. böylece avusturya ile mücadelesinde italyan desteği sağlamayı umuyordu. sırbistan ile birlik kurmak niyetiyle diğer kızını sırp prensi petar karayorgeviç'e verdi. başka bir kıznı da rus grandük nikola'ya vermiştir. o sırada tahta bulunan sırp kralı alexandr obrenoviç'in akrabalarından bir kızı da oğlu mirko'ya aldı. 1908 bunalımda avusturya bosna'yı ilhak edince, denize tek çıkışı olan antavari limanını kesin olarak kendi denetimine aldı(avusturya sesini çıkaramadı). o bunalım sırasında askerlerini de avusturya sınırına yığıp, açık açık savaş tehdidinde bulunmuştur.

1910'de prens nikola kendisini kral ilan etti. bu berlin antlaşmasının ihlali olsa kimse sesini çıkarmadı. taç giyme törenine tüm balkan ulusları ile rusya katıldı. bu tören, balkan ittifakının başlangıcı sayılır. tabi bu sırada arnavutlarla anlaşmazlığa düşen osmanlı, katolik arnavutlar olan melisorları kaybetti. onlar da karadağ tarafına geçti.
böylece 8 ekim 1912'ye gelindi. balkan savaşının başlangıcını karadağ yapmıştır. diğer devletler onu izlemiştir. karadağ 37500 kişilik 4 tümen ordusunu(süvarisi, taşıtı  yok) ile kısa sürede işkodra gölünün çevresindeki dağınık türk birliklerini yok ederek şehri kuşattı. kuzey ordusu yine oldukça dağınık halde bulunan türk ordusunu novi pazar'dan kolayca attı. hatta bir geçitten sıkıştırdıkları 2000 kişilik türk birliğini, tek bir kurşun atmadan, yukarıdan taşları yuvarlayarak yok etmiştir. novi pazar'daki türk birliklerinin bir kısmı da, esir düşmemek için avusturya işgalindeki bosna'ya sığınmıştır. türkler iyi savaşsalar bile yer yer iyi komuta edilememek ve iaşe yetersizliğinden dolayı işkodra kalesi hariç her yerde karadağlılara yenilmiştir. işkodra ise, selanik'e inen novi pazar koridorunu kaybetmek istemeyen avusturya'nın yardımları ile uzun süre dayanmış ve karadağlılara mezar olmuştur. binlerce askerini işkodra kalesi önünde kaybetmiştir karadağ. üstelik hemen hiç sağlık ekibi olmadığından, yaralılarını da kurtaramamıştır. işkodra'yı kesin olarak almak isteyen kral nikola, barış tekliflerine uzun süre direnmiş ve büyük devletlerin tehditlerini de sallamamıştır. en sonunda, kaleyi savunan esad paşa'yı arnavutluk kralı yapacağı vaadiyle teslim olmasını sağlamıştır. işkodra'ya giren kral bu şehri hiçbir zaman bırakmayacağını söylese bile en sonunda avusturya'lılara teslim olmuş ve şehri arnavutluk'a bırakmıştır. işkodra için verdikleri binlerce ölü boşa gitmiştir. savaş sonunda işkodra gölünün çevresini işgal etmişler ve novi pazar'ı sırplarla birlikte paylaşmışlardır. birinci dünya savaşı sonunda avusturya dağılınca adriyatikteki arazilerini genişletmişler ve en sonunda da yugoslavya krallığının bir parçası olmuşlardır. tarihi boyunca osmanlı'ya karşı mücadelede en ön saflarda bulunan bu millet, türklerle bağlatıları kesilince sessizce köşelerine çekilmişler ve yugoslavya dağılıncaya kadar da ortalıkta görünmemişlerdir.

1 Şubat 2012 Çarşamba

yeni bir gün



uykudasındır, derin bir sessizlik vardır ve çalar saat sesini duyarsın. gözlerin kurşun gibi açılır, yeni bir güne merhaba dersin. penceremdeki güvercin, tahta masam, boş şişeler, can dostum çomar, tatlı komşum ayşe teyze, emekli salih öğretmen, yeni bir gün doğdu, merhaba diye bağırırsın, dünyayı selamlarsın ve anlıyorsun değil mi başlar. işe gidersin, hava ayaz mı ayazdır, ellerin ceplerindedir, bir tek resmin kalmıştır bende, o da tam ortasından yırtılmıştır, bilirsin işte siyah kazaklı olan ve dersin, mutluluğa hasretim ben, artık sokaklar benim, zaten o yüzden o iğrenç çalar saat sesinden sonra herkese merhaba diyorum. ne dönüyorsun bana, ne de çıkıp gidiyorsun hayatımdan. o muhteşem ritmden sonra birden bire kendini kötü hissedersin ve başlarsın hızlı bir tempoda bağırmaya, ne köy olur benden ne de kasaba. gerçekler yaşam gibi ağır ağır önünden geçer, yine de merhaba diye bağırsın o şarkıyı dinlerken. ama bu yaşam gerçek gibi ve ağır ağır sonuna geliyorsundur ve son bir merhaba diye sakince söylenirsin. işte o anda, elveda-ölüm-bir kelebeğin yaşam öyküsü başlar, kulaklarına dolar müzik. bir kelebeğin yaşam öyküsü kadardır zaten, 26 saniye daha sürer müzik. çoktan uçmuştur güvercin, tahta masam devrilmiştir, can dostum çomar uyumuştur, tatlı komşu ayşe teyze, emekli salih öğretmen, herkese elveda dersin, dostlarına elveda dersin, gözlerin kurşun gibi ağır ağır kapanır bu gece, elveda diyerek bitirirsin bu aslında bir şarkı olan dört şarkıyı...

79'da yapmış bu parçayı barış manço. şarkılar arası geçişler muhteşem, tam anlamı ile müthiş bir çalışma ve çok içten, şunu şöyle bunu böyle yapayım diye kasmamış, cümleler dudaklarından nasıl döküldüyse kağıda öyle yazmış sanki. kafasından neler geçiyordu acaba? daha ölmemişti ve fakülte zamanı müzik setinin alarmını ayarlayıp tam bu şarkı ile güne başlardım. o zamanlar cd yaygın değil, zaten albümü de korsanda falan bulursun. barış manço'nun tüm albümleri var bende diye göğsümü gere gere konuşabiliyorsun, çünkü hepsi var. hava ayaz mı ayaz zaten ve kara haber tez yayılıyordu...

barış ağbiye selam olsun...
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.