heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

28 Mayıs 2009 Perşembe

şah amına koyayım!!!


dünya satranç şampiyonası'nda birinciyi belirleyecek son maçta final hamlesini yaptığını sanan türk oyuncu gıyasettin fırıldak, oldukça yorulduğu maç sonunda kilolarından kilo verirken rtük kurallarına aykırı olarak ağzından garip bir sözcük çıkar. dünyada tv başında oturan 6milyar insan elbette bu söze bir mana veremez. fırıldak neden öyle bir söz söyle ihtiyacı içine girmiş olsun ki?!


çünkü fırıldak ın rus rakibi tabiri caiz ise onun son ana kadar amına koymuş ve kıçından ter boşalmasına neden olmuştur. fırıldak bu durum yüzünden stresin en beterini yaşamış ve rakibine ilk kez şah çeker duruma geldiğinde ağzının içinde bir sır gibi sakladığı bu kelimeleri önce dilinden sonrada dudaklarından dökmek zorunda kalmıştır;


"şah amına koyayım!"


o coşku ile tv lerinin karşısına geçip heyecanla maçın sonucunu bekleyen anne-babası, 17 kardeşi, 96 yeğeni, 148 kuzeni ve tüm türkiye birden rahatlar. türkün gücünün tüm dünyaya gösterildiği bu anda her evden aynı söz yükselmektedir. kadını, genci ve yoksulu, yoksunu, kendi kaderlerine isyan edercesine, 400 yıldır toprak yitire yitire en sonunda hafızasını yitiren bu ulusun kaderini değiştiren fırıldak ile beraber tüm türkiye rahatlamıştır. artık time dergisine kapak olacak ve belkide lost'da oynayabilecektir.


heyy fırıldak, oynarsan o dizide, kate'i benim için öldür! bu iskoç viskisi de desmond'dan o'nun leşine armağan olsun!!!

süper kahraman olmak için yapılması gerekenler!

9-10 yaşımdan beri örümcek adam hayranıyım. spiderman değil ha, örümcek adam. gerçi hala daha hastasıyım. ama tekrar tekrar yazayım; örümcek adam'ın.

işte o yıllarda tv'de örümcek adam'ın filmini seyretmiştim. ultimate serisi daha piyasaya çıkmamış elbete, klasik seriye sadık kalmışlar. parker'ı radyasyonlu bir örümcek ısırıyor ve örümcek adam oluyor. bu bilgiyi alan ben yerinde durur mu? durmaz elbet, akar gider deli gönül, hemen bir örümcek bulur, tv'nin kenarında bekletir de bekletir. çünkü tv'lerin radyasyon yaydığını artık biliyordum, örümceğe de bulaştıracaktım ve en sonunda elimi ısırsın diye bekleyip durdum. ama ne elimi ısırdı ne de örümcek adam olabildim. yaşadığım en büyük hayal kırıklıklarından biridir o an!

ve evet, şimdi, yani ben, size süper kahraman olmanız için gerekenleri yazacağım. belki büyüyünce siz de süper kahraman olabilirsiniz!

öncelikle çocukluğunuzda çok büyük bir travma atlatmış olacaksınız. aileniz ölmüştür ve feci bir kaza geçirmişsinizdir veya sürekli bir özlem duyuyorsunuzdur. parker'ın anne babası ölmüştür mesela. onu büyüten may halası ve ben amcasıdır. anne ve babasının doğu alman casusu olduğu düşünüldüğü için öldürüldüğü söylentisi yüzünden, parker, soğuk savaş zamanı doğu berlin'e gitmiş, orada maceradan maceraya koşmuştur.

ardından gelişme çağınızda sevgilinizi kaybetmiş olacaksınız. parker'ın ilk ve gerçek sevgilisi gwen stacy'dir. mary jane baştan yalandır. parker, örümcek adam olduktan sonra büyük bir facia meydana gelmiş ve gwen'i kaybetmiştir. kaybının nedeni green goblin'dir. onu köprüden aşağı fırlatmış, parker ağ ile onu yakalamış, ama yine de gwen boynu kırılarak ölmüştür. parker, gwen hızla düşerken attığı ağ yüzünden onun ölümüne neden olduğunu düşünüp yıllarca kafayı sıyırmıştır. gwen her zaman biz örümcek adam hayranlarının(fan değil) yengesidir. saygımız ve sevgimiz sonsuzdur, kalbimizde yaşıyor.


evet, bir travma daha böylece bittikten sonra süper kahraman olabilmenin en önemli koşuluna sıra geldi. yani ezeli düşman. hiçbir süper kahraman, süperman olsa bile, ezeli bir düşmanı olmadığı sürece bir hiçtir. bu örümcek için green goblin'dir.

tüm bunlara sahipseniz, artık bir süper kahraman olabilirsiniz. çünkü siz, sizin başınıza gelen olayların diğer canlıların başına gelmesini istemezsiniz. burada kader devreye girer ve sizi bir süper kahramana çevirir. bu elbette süperman için geçerli değildir. çünkü o tüm evrenin en mal karakteridir.

süper kahramanlar hasımlarını salt güçleri sayesinde değil, akılları ile yenerler. venom, parker'dan güçlüdür. ama parker daima kazanır.

süper kahramanlar, süperman dallaması hariç eğlencelidir. iyi espri yaparlar. normal hayatlarında da kız kaldırabilirler. clark gibi değillerdir.

süper kahramanlar daima tayt giyer, masker takar. yani büyük bir aletiniz yoksa(erkekler için elbette) süper kahraman olmaya çalışmayın!

süper kahramanların mesleği süper kahramanlık değildir. adam gibi bir uğraşları vardır. parayı buradan kazanırlar. güçlerini kendi çıkarları için kullanmazlar. mesela parker örümcek ağlarından mj'ye hamak yapar ve onu sallar. mj eğlenirken o kara kara somurtur. "nerden buldum lan ben bu karıyı" diye!!!

süper kahramanları halk daima sever. ama süperman hariç otorite onları sevmez. çünkü kendi güç alanlarına girmiştir. halkı otoritenin gücü değil, otoritenin hükmedemediği biri koruyordur. bu yüzden otorite için süper kahraman ölmelidir. polis, itfaiye(!), jandarma hep süper kahramanın peşindedir.

süper kahramanlar yalnızdır. dostları çok azdır. gizli kimliklerini bilen kişi sayısı ise 2-3'ü geçmez. çünkü diğer durumlarda yakınlarına ve dostlarına zarar gelir. ama buna rağmen en büyük düşmanları daima onların gizli kimliklerini bilir.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

şehirli şiiri!!!

yıllar önce atila dorsay, yılmaz erdoğan ın şiiri için "travesti şiiridir" demişti. yalana ne gerek var, gerçekten öyle. duygu sömürüsü yapıyor ve satıyor. o bayık, iğrenç, tiksinç şiirlerinden çok etkilenen yaşı küçük kesim, pıtırak gibi onun şiirlerine benzer şiirler yazmaya başladılar. bu şiirler genel olarak "terkedilmek", "ahh aşk sen ne güzelsin", "gözyaşlarım kan olmuş kalbime akıyor" ve "aşk bu şehri artık terk etti" temalarını içeriyor. tabii bu şiirler sadece kitaplarla sınırlı kalsa yine iyi, kasetini de yapıyorlar!!

hemen her yerde bu temalı şiirlerden bol bol görebilirsiniz. ama işin cılkı da çıkabiliyor, özellikle şiirin son dizesinde açığa çıkan "şehir bile bana küstü" vb türevleri olan laflar ile kusma isteğim artıyor. hayır, monitöre de kusamam. kalırım bok çuvalı gibi. neyse, alın bu da benden olsun;

ahh aşkım
gözyaşlarım sel olmuş
şehir kanalizasyon sistemini tıkamakta
ve senin yağmur sandığın
benim gözyaşlarım
artık kalbimde yer kalmadı
şehirdekiler bile anladı
sen anlamadın

hava puslu
gözlerim yine doldu
sperm ağlıyorum artık!
çünkü seni düşünüyorum
akciğerlerimden nefes alamıyorum
boğaza bakamıyorum
bu travesti şiirime de
burada son veriyorum

26 Mayıs 2009 Salı

iyilerin ve kötülerin zamanda büyük savaşı!!!


rivayet vardır! rivayet vardır. şimdi size ikinci dünya savaşı'na yol açtığı söylenen rivayetten söz edeyim. bu da size kıyağım olsun!

hitler'in ailesi hakkında neredeyse hiçbir bilgi yoktur. hatta ailesi hakkında en kapsamlı bilgileri bir türk, aytunç altındal vermiştir(bilinmeyen hitler kitabı).

işte rivayet tam olarak burada başlar. hitler'in babası aslında bir zaman gezginidir. hitler'i hitler yapan örgüt olan thule da aslında bu zaman gezginlerini işaret eder. şimdi hikayemize tam olarak başlayabiliriz.

1800'lerde 'zero n' adlı zaman makinası ile dünyaya 7 kişilik bir grup iner. amaçları zamanı değiştirip dünyaya hükmetmektir. bu 7 kişiden biri siyonizmi kuran herlz'dir. derler ki bu fantastik bir öyküye hitler inanmıştır. o yüzden onlardan nefret eder ve onları katletmiştir. çünkü thule gibi tüm gizemli örgütlenmeler yahudi inancına taparcasına saygı duyar, ama hitler nefret eder.

neyse, kötüler dünyayı ele geçirmek isterde iyiler boş durur mu? bir gün sonra iyiler dünyaya gelmek için harekete geçer. gelirler ve bilim adamları ile temasa geçip kötüleri etkisiz hale getirmek için uğraşırlar. hatta einstein, bu grubun elemanlarından biridir ve onlar tarafından eğitilmiştir.

neyse, hitler'i hitler yapan grup yani thule, işte bu zaman savaşçılarının eseridir. hitler'i de rastgele değil, babasından dolayı seçmişlerdir. çünkü babası bu zaman gezginlerinin iyi olan tarafındadır. ikinci dünya savaşı bu iki grubun büyük mücadelesidir. yani sizin anlayacağınız zamanı değiştirmek isteyen kötüler dünyayı bu savaş sayesinde ele geçirmişlerdir!

şimdi size zülkarneyn olayını da anlatırdım, ama uzun hikaye. hatta kur an'da geçen uzay gemilerinden de bahsetsem tam süper olurdu. neyse tekrar edeyim, bu hikayeye hitler inanıyordu. doğru mudur, bilemem. ama bildiğiniz hiçbir şey bildiğiniz gibi değildir. gördüklerinizden bahsetmem bile saçma...

kaynak: derki.com (yazarı hatırlarsam yazarım)

osmanlı cumhuriyeti

filmi absürd komedi filmi olarak izlerseniz her şey normal gelebilir. ama film absürd komedi değil. hatta hangi sınıfa sokacağımı da bulamadım. yani film iyi falan değil, berbat. komik değil, gerçekleri kafamıza çakacak bir şey hiç değil. mustafa belgeseli, m. kemal'in insani yönlerini anlatıyorsa eğer, bu filmde padişahın insani yönlerine anlatmış. başka bir numarası yok. ama kötü bir senaryo, film, oyun, yönetmen, yani bir filmin kötülüğüne dair ne ararsanız bu filmde var. bir defa bu film tipik bir türkün türke propagandasıdır.

film komedi filmi olmadığı için saçmalıklarını yazayım;

1- dünyada doğrudan sömürü dönemi bitmiştir. üstelik osmanlı'dan koparılan ortadoğu kısmı, ikinci dünya savaşından önce bağımsızlıklarını kazanmışlardı. yani atatürk olmasaydı da bağımsızlık mücadelesi olacaktı. ali fuat paşa, refet paşa ve kazım karabekir paşa zaten anadoludaydı. ali fuat ile refet paşalar düşmanla kısmen savaşıyorlardı. ama mustafa kemal paşa gibi gerçek bir liderin/dehanın olması savaşı kazanmamızı sağladı. savaş belki 1922'de bitmeyecekti, ama ikinci dünya savaşından önce kesinlikle biterdi. yani 2008'e kadar amerikan mandası olamazdı. şu anda bile amerikan askeri üsleri zaten var, ama ülke direkt sömürge valisi yönetiminde olmazdı. ama istanbul ise ayrı bir yönetimi, bayrağı olan bir bölge olabilirdi. zaten lozan'da bile türk askeri boğazlara giremedi. 1937'e kadar boğazlara biz asker sokamadık.

türk kurtuluş savaşında, yanlış bir şekilde, tüm dünya bize karşıymış gibi gösteriliyor(itilaf devletleri arasında derin anlaşmazlıklar var). yunanistan'da bile, savaş devam ederken seçim yapılmış ve seçimi savaş karşıtı parti kazanmıştır. ama fırsat bu fırsat deyip savaşa devam ettikleri ve akabinde mağlup oldukları için, halka karşı sözlerini tutmadıklarından dolayı idam edilmişlerdir. ayrıca amerikan manda yönetimi imkansızdı. bunu amerikalılar bile kabul etmiyordu(istemiyorlardı). üstelik amerika, birinci dünya savaşından sonra ingilizler sözlerinde durmadığı için 1942'ye kadar, tüm dünya meselelerinden elini ayağını çekmişti. kendi iç sorunlarıyla ilgileniyordu. türkiye'nin mandası ile uğraşacak hali yoktu.

2- ankara'da amerikan askerleri gibi bir abukluk yapmışlar. güler misin ağlar mısın bilemedim. yahu zaten o kıraç kısımlar türklere bırakılıyordu.

3- osmanlının ordusu yokmuş gibi davranılmış. belirli bir miktarda ordu kurma hakkı vardı.

4- antep büyük ihtimal suriye nin vilayeti olacaktı. suriye bile fransızlara kalmamışken antep'in fransızlara kalacağını sanmak çok saçma. üstelik antep saint german ne lan. izmir yunanistan'ın olacağından bir takımı cl'de olabilirdi. ama antep, yuhh artık. abartmayın o kadar.

5- atatürk devrimleri filmde küçünsenmiş. ahali batılı gibi giyiniyor, latin alfabesi kullanıyor. zaten bunlar olacaksa, o zaman atatürk devrimlerine ne ihtiyaç vardı?

6- osmanlıda soyun kadından yürümesi nerede görülmüş? siz bunu ingiliz monarşisi mi sandınız?

7- aslında bu filmi seven, ama deniz gezmiş ve mahir çayan'dan nefret eden kişileri anlamak mümkün değil.

8- velhasıl kelam; mustafa kemal'in olması süreci hızlandırmış ve kurtarılan toprak miktarını artırmıştır. ama filmde gösterildiği şekilde devlet erkanının aşağılık yaklaşımını damat ferit bile yapmamıştır.

9- filmin adının abukluğuna girme bile istemiyorum. monarşinin olduğu yerde ne cumhuriyeti yahu...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

ayrıntıladım - 2

yaptığım zihin antremanları sonunda milliyetçiliğin mala, davara ve insana faydasının olmadığını keşfettiğim!

evrim teorisi hakkında bir çok ahmak "aha lan ispatlanamadı, ahaha, görünüyonuz mu evrim yok işte" diye söyleyip duruyorlar. yahu teori lan bu. milyonlarca yılık hadise 100 yılda mı ispatlanacak! hayır, anlamadığım, sanki yaratılış ispatlanmış gibi konuşuyor. en azından evrimin bilimsel dayanakları var. yaratılışın sadece laf.

tüm ilahi dinler birbirlerinin kutsal değerlerine saldırırken, puta tapanların kutsal bildikleri putlarıyla alay ederken, onları kırıp dökerken bir şey yok. ama kendilerinin miyonlarca kutsal değeri var! üstelik bunları 'toplumun kutsal değerleri' diye pazarlamaları saçmalık!

tolstoy "kötüler kendilerine tahammül edildikçe azarlar" der.

yılmaz odabaşı "bayrakları bayrak yapan bayrak imalatçılarıdır/ toprak, eğer üzerinde ölen varsa utanmalıdır!" der.

geçen bir yabancı film izliyorum. eleman şöyle diyordu: "dedektif, zanlının profili çizildi. 160-165 boylarında, 60-65 kilo civarında. uzun saçlı, esmer ve kahverengi gözlü. kalçaları oldukça geniş, göğüsleri hafif sarkık. sütyen takmayabilir! baygın bakıyor ve ünlü kişilik tahlili uzmanımız bakire olabileceğini söyledi." çizdiği profil sonunda sonuç tabiki türk kızı çıktı!

kaldırımda iş tutan travestilere "dayı! nabıyon lan, ehihihi" deyip hemen arabayla kaçan erkekleri hiç anlamıyorum! lan dayınız travesti mi utanmaz herifler!

türklerin book merakı olmasa bile bük merakı vardır. o yüzden bu kişiler için facebook un adı feysbük olmalıdır. türkbükü gibi süper gider!

bizim müslüman olmamıza neden olduğu söylenen talas savaşında sadece arapların değil, çinlilerin saflarında da türkler savaşmıştır. herhalde savaşı çinliler kazansa toplu şekilde taocu seksi öğrenecektik. kısmet işte, namaz kılmayı öğrendik!

insanlık onuru cinsel fantaziyi yenecek! evet, ben buna inanıyorum!!!!

kadınlar için seksi "ceza" ve "kötü bir şey" olarak gören kişiler yakınların düğün törenlerinde akşam yapılacak akiviteyi! kutlamak için katılırlar. bu kişiler düğünde kız babasına dönerek "ooh ohhh, hilmi ağbi, kızın nejla yı bu gece sikecekler" diye halay çekerler. evet, ben buna inanıyorum!!!

sevgiliyi son kez görmek üzerine acayip enteresan yazılar çıkıyor. çünkü kişi hala aşık olduğu için kafasında olayı fazlaca büyütüyor. neyse işte, sevgili gidiyormuş; siktirsin gitsin!

seçimde zarfa oy pusulası ile beraber prezervatif koyan seçmen 3 partiye de evet mührünü basıp "hepinizi sikeyim" mesajını vermiştir! tüm gazetelere ilanen duyurulur!

osmanlı devletinin resmi dini islamdı. ne mübarek devletmiş, kesin devletler cennetine gidecek!

seviştikten sonra erkeğine sosisli sandaviç hazırlayan kadın "bir daha istiyorum" diyordur!

geçenlerde adamın biri "sizi risale i nur a davet ediyorum" diye bağırıp duruyordu. aslında bu kişi müslüman değil, nurcuydu. müslüman olsa "sizi kur an a davet ediyorum" derdi!!

çocukken okuduğun en unutulmaz kitap "namaz öğreniyorum" dur. hala etkisindeyim!

tanrı eskiden sadece ibranice biliyordu. sonra işin içine arapçayı da kattı. acaba ne zaman ingilizce öğrenecek! ben öğretmeye başlayayım; "
there is no sponn!"

22 Mayıs 2009 Cuma

sultan ikinci mehmet

ilginç bir kişiliktir sultan mehmet. hem de çocukluğundan itibaren. küçük mehmet, kendisinden önce doğan bir ağabeyi olduğu için tahtın bir numaralı adayı değildir. ağabeyi bir hastalıktan ölünce bir numaralı aday haline gelir. böylece doğumundan beri babasını ilk kez görmek için 11-12 yaşlarında edirne'ye gider ve babası bunu sınava tabi tutar. hiçbir şeyi bilemez. babasının, oğlunun cehaleti karşısında dili tutulmuştur. hemen devrin en ünlü hocalarını huzuruna çağırtır ve fatih'in o müthiş eğitimi başlar. ama inatçılığından bol bol dayak yediği de söylenir.

babası ölmeden önce tahta geçmiş, ama vezirlerin zorlaması ile tahtı bırakmak zorunda kalmıştır. babası öldüğünde 19'da edirne'ye varıp koltuğa oturmuştur. o dakikadan sonra tek yapmaya çalıştığı istanbul işidir. bütün planlarını buna göre yapmıştır. en sonunda 100.000 kişilik ordu ile şehre yürür. surların içinde 6-7.000 roma askeri vardır. bir kısmı da paralı türk askerleridir, ki şehzade orhan da bunlardan birisidir ve osmanlı askerine ok sallamıştır. keza fatih'in ordusunda da 10.000 civarı paralı hristiyan asker vardır.

ama uzun süren kuşatmaya rağmen şehir bir türlü düşmek bilmez, en sonunda şehrin soylularından birisi fatih ile anlaşır ve şimdiki edirne kapıyı son hücümdan önce açık bırakır. buna karşılık şehrin kuzeyi talan edilmeyecektir. aynen dediği çıkar. askerler şehre girdikten sonra şehrin kuzeyi ve bir kaç kilise hariç her yer 3 gün kılıç hakkı yüzünden yağmalanır. yüzlerce insan esir edilir, pazarlarda satılır.

bunun nedeni elbette o zamanlarki savaş kurallarıdır. şehir barış ile teslim olmazsa, şehre girdikten sonra herşey yasal sayılıyor. talan ve yağmalamanın nedeni budur. neyse, ilginç bir konusu var aslında. fatih'in torunu yavuz, şehrin savaşla alındığını söyleyerek tüm rumları müslüman yapmaya karar verir. amacını patriğe bildirir ve patriği alır bir telaş. "napsam, ne etsem" diye düşünürken şehrin zorla değil, barış ile alındığını ispat etmek için, kuşatmaya katılmış, nerden baksan 90 yaşında iki tane yeniçeri bulur ve yavuz'un huzuruna çıkar. yeniçeriler hükümdarları önünde şehrin zorla değil, barış ile teslim olduğunu anlatırlar. yavuz ikna olur.

fatih, tam anlamı ile bir roma imparatorudur. roma imparatorları gibi yemeklerini tek başına yermiş, onlar gibi divan toplantılarını bir perdenin arkasından dinlermiş ve en sonunda öldüğünde de, hayranı olduğu büyük constantine'in mezarının üstüne kendi mezarını yaptırmış ve oraya gömülmüştür.

günümüzde fatih'i sevmeyen neredeyse yok gibi, herkesde bir hayranlık var. ama devrinde halk da, asker de kendisini pek ısınamamış. bir sürü büyük sefer yaptığından vergiler yüksekmiş, asker ise çok sefere çıkıldığından şikayetçiymiş. hatta kendisini defalarca zehirlenmekten koruyan yahudi asıllı yakup paşa, son seferde yine kurtaracakken askerin hışmına uğradığı da söylenir. keza yakup paşa'nın zehirlediği de rivayet edilir.

istanbul'un alınmasından sonra devletin kurucu unsuru olan ailelerin bütün etkisini devletten kaldırır. bir kaç istisna hariç, osmanoğlu ailesinden başka aile artık devleti yönetemez duruma gelecektir. yani kendisine rakip olarak gördüğü sülaleleri ortadan kaldırmıştır.

istanbul'u alsa bile belgrad önünde bizzat kendisi, rodos'ta ise komutanı mesih paşa çuvallamıştır. ama ordusu geri çekilmeyi becerebildiği için bu mağlubiyetler ikinci viyana kuşatması gibi büyük hezimetlere dönüşmemiştir. kendisine rakip olabilecek türk sülaleleri ortadan kaldırdığı gibi, kendisine rakip olabilecek rum sülaleri de ortadan kaldırmak için trabzon ve mora yarımadasına girmiştir. bir kısım rum soylu müslüman olmuş, ancak mesih paşa gibi onların da kellesi gitmiştir. akkoyunlu uzun hasan'a karşı neredeyse büyük bir mağlubiyet alacak iken oğlu mustafa'nın büyük azmi ile zafer kazanmıştır. ancak mustafa'nın, vezir-i azam mahmut paşa'nın karısına tecavüz ettiği de söylenir. rivayete göre vezir-i azam da bunu sineye çeker görünmüştür. ama mustafa bir kazada ölünce bunun mahmut paşa tarafından yapıldığı düşünülmüş ve kellesi gitmiştir.

yaşamının ilginç ayrıntılarından biri de, onun devrinde 300 kişilik bir hurufi topluluğunun edirne'de bir çukur içinde diri diri yakılmasıdır. diri diri yakılma nedeni olarak da avrupa kökenli vezirler gösterilir.

en sonunda ölüm haberi istanbul'a geldiğinde klasik olacak ama asker hemen yağmaya başlar. akabinde cem ile beyazıd'a elçi gönderilir. cem'in elçileri yolda öldürüldüğü için beyazıd tahta geçer. beyazıd'ın kardeşine yaptıkları bilinir. en sonunda oğlu yavuz selim, amcası cem'in intikamını alırcasına babasını darbe ile tahtan indirecektir. beyazıd dimetoka'ya sürgüne giderken yolda ölmüştür.

bugün fatih'in soyunun iki kolu vardır. birincisi bildiğimiz osmanoğlu sülalesi. oğlu beyazıd'dan yürüyor. diğeri ise cem'in oğlundan yürüyen, hristiyanlaşmış, vatikan prensi ünvanına sahip koldur.

not: bir kısım bilgi ilber ortaylı'nın yazdıkları ile murat bardakçı'nın tv programları ve necdet sakaoğlu'nun bu mülkün sultanları adlı kitabından alınmıştır.

21 Mayıs 2009 Perşembe

faye dunaway, bacakları ve mısır tarlası


artık iyice yaşlanan, ama nedense sanki güzelliğinden bir şey kaybetmeyen bir insandır faye dunaway. gerçi yüzü iyice gitti, ama güzel bir insandı, sanırım çok güzel bir hayat yaşadı, güzel bir şekilde de ölür herhalde! üç filmini izledim veya izlediğimi hatırladığım üç filmi var sadece.

birincisi bonnie and clyde. oldukça genç zamanları olsa gerek, bacakları her zaman çok güzel olan bu kadın mısır tarlasına dalmış, ayakları ile son sürrat koşturuyor, clyde peşinde, bonnie annesine gitmek istiyor, ağlıyor, zırlıyor ve o koskoca mısır tarlasının ortasında evden kaçtığından beri ilk kez annesinin yanına gitmeye karar veriyorlar. ama bacaklar harbi süper, sanki tanrı mısır tarlasında koşmak için yaratmış onları! mükemmel kadını yaratmak istesem faye'in bacaklarını kesin koparırdım!

ikinci film barfly. bukowsky'nin tek senaryosu. henry chinaski var anlayacağınız. mickey rouke oynuyor bukowski'nin rolünü, ama bence mickey sarhoş rolünü oynayamamış, sarhoş taklidi yapar gibi, ayık birinin sarhoş taklidi yapması gibi. neyse, bukowski'nin tek görüldüğü sahnede faye, henry ile tanışır. evet, bildiniz, bir bar sahnesinde! bukowski, bu filmi anlattığı hollywood adlı kitabında filmin bir kaç sakat noktasından bahseder. mesela bir sahne çekilmiş, bitmiştir. ama feci bir hata farkeder ve hemen yönetmene dönerek "hiçbir alkolik bardağını boşaltmadan masadan kalkmaz!" der. evet, gerçekten mickey bardağının yarısı bira ile doluyken çeker gider. kitapta, filmdeki bar sineklerinin gerçek bar sinekleri olduğunu da yazmıştı. o sahneye çok kızacaklarını da belirtmişti. bende filmi sırf o sahne ve şimdi anlatacağım sahne için izlemek istemiştim aslında!

faye ile henry bardan çıkarlar, faye'in evine doğru giderken marketten bir şeyler! alırlar, sonra faye bir mısır tarlasına dalar. sanki şehrin içinde bir mısır tarlası gibidir, arkalarından polisler kovalamaya başlar, faye daha olmamış mısırlardan 3-4 tane koparır, sonra son sürrat koşmaya başlarlar, eve doğru, apartmanın içine girerler, polisler hala peşlerindedir!

faye, evde mısırları haşlayınca anlar yeşil olduklarını, yenecek durumda değildir. ama faye dunaway'in bacakları, bonnie and clyde'ın üzerinden 20 yıl geçse bile hala muhteşemdir. üstelik mısır tarlalarından vazgeçemiyor o bacaklar, koştur babam koştur! belkide o yüzden o kadar güzel bu bacaklar. bukowski'nin bir lafı vardır, " doğar doğamaz ilk gördüğüm şey kadın bacağı olduğu için, kadın bacağı fetişistiyim!" yani, dunaway'in bacaklarına dalıp gitmeyecek kaç tane erkek olabilir ki?! valla bak, hiç sanmam!

tamam, itiraf ediyorm, faye'in boynu da çok güzel!

evet, üçüncü ve son filmimiz arizona dream. faye iyice yaşlanmış, ama hala hafiften çekici. 20'li yaşlarındaki bir delikanlıyı(j.depp) kendisine aşık edebilecek kadar çekici. kızının ise aklı bir karış havada, o kadar ki kendini asmak isterken, tavanda yukarı aşağı sallandığı sahne, sinema tarihinde görülebilecek en komik intihar sahnesi. ama faye'in niyeti başka, o uçmak istiyor, depp ona uçak yapıyor, faye eğlenceli, depp deli, fay' in kızını oynayan lili taylor inanılmaz.

ama önce bir sahne. filmin başında axel ile paul'un barda karşılaşma sahnesi vardır. arkada biri telefonda istanbul'dan biriyle konuşur:

"ne hamile misin? ne kadar lazım kürtaj için? 600 dolar mı? ne doğurcaksın sen deve mi? 300 dolardan fazla göndermem!"

ama, north by northwest'in o mısır tarlalarının kenarındaki uçak sahnesi vardır, grant, uçak kendisine doğru alçaldığında kendini yere atar, gerçekten güzel sahnedir. işte arizona dream'de de bu sahneyi bire bir yapan paul adlı bir eleman vardır, büyük bir oyuncu olmaya çalışan biridir ve ve grant'den daha iyi oynamıştır o sahneyi, üstelik uçak falan yoktur, sadece sahnede yapmıştır rolünü.


konumuz faye ve mısır tarlaları elbet. bacakları da önemli, en sonunda boynunu da önemli bir hale getirdim! bu filmde faye ile mısır tarlası sahnesi hatırlamıyorum, sadece o elemanın mısır tarlası sahnesi var, ama faye, o ev sahnelerinden birinde muhakkak mısır yiyordur, eminim buna, siz de emin olun benim gibi. sonra belki, dikkatli bir izleyici olursanız, faye dunaway'in bacaklarını bile görebiliriz!!

20 Mayıs 2009 Çarşamba

gadjo dilo vs tabutta rövaşata

gadjo dilo, babasının hayaletinin peşinden giden bir fransızın, nora luca adlı çingene şarkıcısını bulmak için romanya'daki yolculuğunu anlatıyor. gezindiği yerdeki çingenelere nora'nın bir şarkısını dinleterek onu ararken izoldur ile karşılaşır. izoldur'un oğlu pek hayırsız biridir ve yeni hapishaneye düşmüştür. izoldur ile fransız gecenin karanlığında içerken en sonunda izoldur'un evine kadar gelirler. fransız sabaha kadar tatlı bir uyku çeker ve sabah kalktığı andan itibaren oldukça eğlenceli, bol içkili, göbek danslı, şarkılı, teyp kayıtlı, doğal bir ortamda insanlar gibi sevişmeli, sonu hüzünlü bir hayata başlar.

filmde benim dikkatimi çeken şey ölen kişinin arkasından yaptıklarıydı. bir çingene şarkı söylüyor, diğeri bir büyük vodkanın yarısını mezara döküyor ve ardından şişede vodka varken şişeyi mezara yanlamasına koyuyor ve oynuyordu. ama şarkıda ne şarkıydı ha, "tutti frutti tekila" diye bir şarkı. feci eğlenceli bir parça. işte o sahne biraz bana tabutta rövaşata'yı anımsattı. sanırım ikisi de birbirine yakın zamanlarda çekilmiş. bizimkilerde de öyle bir adet vardır herhalde. neyse, bizim filmdeki sahneyi anlatayım;


tabutta rövaşata'da kendilerinden biri öldüğünde, imam daha hala mezarın başında duasını okurken, diğerleri, şişeden biraz içip gerisini mezara dökerler ve imamın şaşkın bakışları altında şişeyi ağız tarafından mezara saplarlar. hala daha seyrettiğim en güzel türk filmidir, çalınmadık araç bırakmayan mahsun'un hikayesidir. "mahsunnn, beni taksim'e götür, götür beni mahsunnn!!" diye haykıran aysen aydemir'in çok genç bir yaşta kanserden ölmesi vardır. mezarının başında, filmdeki rolüne inat öyle bir şey yapmak lazım aslında. gerçi o alkolik değildi, eroinmandı, "yani şırıngaları mı toprağa saplayalım" derseniz eğer, "yoo!" derim elbette.

bu arada gadjo, "çingene olmayan" anlamındaymış, türkiye'dekiler 'gaco'yu kullanıyormuş, 'çingene olmayan erkek' anlamında. ekşi'ye baktım demin, orada okudum.

neyse, unutmayın; "ama arkadaşlar iyidir!!!"

18 Mayıs 2009 Pazartesi

barcelona filmleri

kışın vizyona giren barcelona filmimiz 'vicky, cristina, barcelona' ile bu şehrin kızlarına, havasına, suyuna, taşına, toprağına, yapısına, ressamına, mimarına, kaldırım taşlarına hayranlığım son hız sürüyor. bu şehre ilk kez bursa'nın bir yerel gazetesinin şehri tanıtması ile hayranlığım olmuştum. gaudi adlı mimarın yaptığı enfes bir apartman hala gözlerimin önünde.


birde şehirde geçen filmler var elbette ve konumuz bu zaten. konusu barcelona'da geçen filmlerden birisi gaudi afternoon.

her tür cinsel tercihin hüküm sürdüğü barcelona'nın dar sokaklarında geçiyor filmimiz. çocuğun babası artık kadın, annesi ise erkek. amerika'dan gelmiş bir çevirmen ve dedektifliğe soyunmuş marcia gay harden var, tüm olayı çözmeye çalışıyor ve sizi gaudi'nin enfes eserleri ile başbaşa bırakıyor.


ikinci filmimiz ise todo sobre mi madre, yani annem hakkında her şey. filmimiz madrid'te başlıyor, çocuğunu trafik kazasında kaybetmiş bir kadın, çocuğun hiç görmediği babasını bulmak için barcelona'ya gelir. babasını bulduğunda ise, onun, kadınları bile kıskandıracak bir güzelliğe kavuşan travestiye dönüştüğünü fark eder. ama bu herifin bir çocuğu daha vardır. hemde aidsden ölmek üzere olan bir kadından, hiç sevmediğim, filmde rahibeyi canlandıran penelophe cruz'dan. sanırım cruz'un ilk çıkış filmi, bu film.

bu iki filmi de izleyince barcelona'nın avrupa'nın eşcinsel başkenti olduğunu düşünmüştüm. hatta "gitti dağ gibi amsterdam" diye iç çekmiştim!

tabii bu işte büyük oranda suç franko'nun. bastırdığı tüm cinsel kimlikler onun ölümü ile açığa çıkmıştır. hatta bu ölümü kutlama faslı öyle bir noktaya gelirki tüm ispanya sokaklarda, kapı önlerinde, yani akıllarına her yerde sevişmişler. bu günlerin özel bir adı vardır, la movida.

vicky ile cristina'nın barcelona'da geçen hikayesi ise o coğrafyayı az buçuk bilen biri için yabancı gelmemiştir herhalde. küçük bir yaz kaçamağı, başka bir şey değil! beni asıl şaşırtan ise woody allen'ın artık tamamen new york dışına çıkması, hikayelerine avrupa'yı katması. o eskiden sadece new yorklulara film çekerdi. tüm filmleri new york'da geçer, los angeles'da geçen bir kaç sahnesini de noele denk getirir ve noel zamanı kar yağmamasını eleştirirdi! new york delisidir ve herşeyi new york için yapar. diğer şehirler ona göre sıradan, basit yaşam formlarının bulunduğu yerlerdir. özel bir barcelona filmi yapması güzel.

avrupa'nın liman şehirleri ilginç gerçekten. amsterdam, barcelona, venedik, hepsi de sanat, hepsi de özgürlük. yaşanası mı bilemeyeceğim, ama en azından gidip görülesi, en azından bir yaz..

biutiful'da ise hayat vicky cristina barcelona'daki gibi sürekli tatlı değil ve feci acı yanları var. bir film, acıyı gösterebildiği kadar gerçekçidir. işte bu film acıyı, pişmanlığı ve çaresizliği gösterebiliyor. ölümü, sıradan insanların ölümü gibi sıradanlaştırıyor. size barcelona'nın hiçbir güzelliğini göstermez. arka planını gözler önüne serer. sevgili yok, aşk yok, sadece gelecek endişesi var. gerçek barcelona bu filmdeki midir, yoksa hayatın tatlı sarhoşluklarını anlatanlarda mıdır? bu sizin ne kadar paranız olduğu ile ilgilidir. gerçekten güzel bir filmdir.

(bildiğiniz konusu barcelona da geçen filmler varsa eğer, bana bildiriniz)

lost: beşinci sezon da bitti!

öncelikle "ben demiştim" diyeyim! lost: john locke is dead adlı yazımda son bölümü yazmışım harbiden! sadece iyi ile kötünün savaşında jacob ın rakibi olarak monster ı görmüştüm. gerçi monster, o siyahlı ağbinin silahı bence, yani tahminim doğrudur ey okuyucu!!!! üstelik bunu ilk ben yazdım, eheheh!!!

17 bölümlük lost beşinci sezon bitti. koskoca bir yedi ay var. ölmez, kalırsak final sezonu heyecanlı geçecek. neyse, jacob, yani yakup ile ikiz kardeşi esev nihayet göründü. tevratda geçen hikayelerinde jacob, annesinin kışkırtması ile kendisinden önce doğmuş olan esav dan ilk oğul hakkını, babası da kandırarak, hile ile alır. sonra ağbisinden korkarak soluğu harran da alır. hatta yolda giderken tanrının ordularını görür ve gördüğü yere taş diker!

dayısının çiftliğinde çalışa çalışa onun 4 kızını alır, dayısının hileleri yüzünden en sonunda kendi payını alır ve kaçar. ağbisi esav dan korktuğu halde ağbisini onu bağrına basar. yani öldürmeye yeltenmez. ama kendisinin ilginç bir özelliği vardır, tanrı ile güreşmiştir. o yüzden israil adını da alır. babası ise ishak, yani ibrahim in küçük oğludur.

şimdi önemli meseleye gelelim. 16. bölümün hemen başında jacob odasında ip üretiyor, kilim dokuyor, böyle anadolu havası verilmiş evine!! dokuduğu kilimde de bir güneş diski var. hani şu kanatlı olan. ey okuyucu, sizce nedir o?! o bir marduk gezegeni simgesidir. yani en tepede marduk gezeni, kanatlarını açmış, aşağıda insanlar ona tapınıyor. bu kısa bilgiden sonra;

jacob ile esav(hadi öyle diyelim) konuşurlarken jacob ın insanları çok sevdiği, esav ın ise hiç sevmediği anlaşılıyor. mitolojide böyle 2 tanrı vardır. bunlar enki ve enlil dir. babaları gökyüzü tanrısı anu dur. enlil, anu nun yasal eşi olan kardeşi antu dan, enki ise bir cariyeden doğmuştur. bu yüzden, enki, büyük olduğu halde dünyanın tanrısı olamaz. bu ünvan enlil e kalır, enki ise aşağı dünyayı yönetmeye razı! olur.
birazda bu hıncın sebebi ile enki insanları yaratmıştır. enlil bu işe baştan kızsa bile sonra tanrıların işlerini yaptıkları için yaratılmalarına bir şey dememiştir. ama enki işi bir hamle daha ileri götürmüş ve yavaş yavaş insana medeniyeti vermiştir. ölümsüz olan adapa vasıtası ile insanlar yazıyı, giyinmeyi, ekip biçmeyi, hayvan beslemeyi öğrenmiştir. insanların çiftleşme sesinden rahatsız olan enlil, en sonunda tufan ile insanları yok etmeye karar vermiş, ama enki bu tufanı insanlara söylemeyeceğine yemin ettiği halde bir hile ile utnapiştim(nuh) e tufanı ve neler yapacağını tek tek anlatmıştır. sonuçta enlil kurtulan insanları görünce çok sinirlenmiş, ama tufan yüzünden yiyecek bir şey bulamadığı için utnapiştim in kızarttığı etleri görünce ve tüm tanrılarla beraber etin etrafına sinek gibi üşüştüklerinde bir daha insanları toptan yoketmeyeceğine yemin etmiştir.

hikaye bu, lost daki bu konuşma bana bu hikayeyi anımsattı. sanki jacob enki olmuş, insanlara medeniyeti hediye etmeye devam ediyor. adapa sı ile richard olmuş! siyah arkadaş ise enlil gibi, sadece insanların kendilerine hizmet etmesini istiyor, çıkardıkları sevişme gürültülerinden çok rahatsız, üstelik kavgacılar, hiç sevmiyor onları.

tabi enki, yani jacob insanların yüzü suyu hürmetine onlara yardım etmiyor. çıkarı var, sadece enlil e karşı onları kullanıyor. en azından enlil bu durumda daha dürüst.

yine kaydı hikaye. neyse, jacob ın düşmanı olan siyalı amcamın locke da dahil insanları kullandığını düşünmüyorum. onun silahı black smoth, yani canavar. canavar istediği kişinin şekline girebiliyor. büyük ihtimal bu canavar jacob ın evini bilmiyordu. locke lider olduğu için richard sayesinde evi buldu. bu sefer benjamin oyuna geldi, canavar, kendi isteğini en sonunda ben e kendi isteğiymiş gibi sattı! jacob ın verdiği ayar ile bıçağı geçirdi! peki siyahlı amca şimdi nerede?!

adada iki heykel var. bir tane değil. sanırım o da diğer heykelde yaşıyor.

uzun laf oldu, hikayeyi 2012 ye bağlarlarsa hiç şaşırmayacağım! "2012 de nedir" derseniz eğer, bu yazıyı okuyun; marduk: 2012'de ne olacak?

yahudilerde bizdeki gibi peygamberlik ve liderliğin birleşimi yok. saul, davut ve süleyman sadece kraldır, peygamber değildir. peygamber başkasıdır, mesela işaya. işte richard bu peygamber oluyor sanırım. ben, elois ve charles ise sadece lider, yani kral. peygamber tanrı ile görüşür, lider ise yönetir. yani ben in jacob ı görmemesi kadar doğal bir şey olamaz. çünkü o sadece lider. peygamber ise richard.


dur birde claire den bahsedeyim. claire öldü. şu widmore un timi dharmaville e saldırdığında onun evini uçurmuşlardı ve sawyer gidip onu yıkıntılardan çıkardı ve ben in evine soktu. evde miles da vardı ve miles ona garip garip baktı. gerçekten iyi olup olmadığını sordu. çünkü öldüğünü hissetmişti ve hala daha nasıl canlı gibi göründüğünü anlamamıştı. sawyer, claire ve miles sahile dönerken miles sürekli claire e bakıyordu. hatta sawyer onun claire e asıldığını sanmıştı. oysa miles, claire in öldüğünü anladığı halde olayı anlamlandıramıyordu. en sonunda zaten ölmüş babası ile bir oldu!

13 Mayıs 2009 Çarşamba

e=m.c²


biraz formüle dalayım dedim ve size formülü açıklayayım. bilimin en bilinen formülü e=m.c² dir. bu formülün einstein ın olduğunu neredeyse okumuş yazmış herkes bilir. tabii formülü uygulayınca anında atom bombası elde edilmiyor. fight club da eşit miktarda benzin ve portakal suyunun napalm yaptığı söylense bile bu formül ile ev yapımı atom bombası elde edilemiyor!

einstein, özel görelilik teorisi ile bir maddenin kütlesinin enerjisi ile eşit orantılı olduğunu ispat etmiştir. yani maddeyi oluşturan parçacığın enerjisi, kütlesi ve ışık hızının karesinin çarpımına eşittir. ışık hızı saniyede 300.000 km dir ve böylece evrendeki her parçacığın inanılmaz bir enerjisi olduğu görülür. bu güç şimdi nükleer reaktörlerde kullanılıyor. yani çok az madde ile çok fazla enerji üretiliyor. hiroşima ya atılan atom bombası da aynı temele dayanıyor.

eşit miktarda portakal ve benzinden imal! edilmiş napalm bombaları tokyo da 250.000 japonu öldürürken, atom bombası sadece 200.000 kişiyi öldürmüştü.

bu teori sadece sabit hızla hareket eden cisimler için geçerlidir ve yerçekimi tanımı içermez. yani uzayda hareketleri bir ivme kazanan cisimler için kullanılır ve elimizdeki en iyi yerçekimi teorisidir.

yani; durduğumuz yerde sabit bir noktadan bize bir plastik top atılsa bize bir şey olmaz, kolayca yakalarız. ama hareketli bir noktadan, mesela hızla giden bir arabadan aynı top bize atılsa kemiklerimiz bile kırılabilir. yani topun hızına arabanın da hızı eklenir, yani kinetik ejerji.

teoriye göre hareketli bir ortamdaki saat, sabit bir saate göre daha yavaş hareket eder. saat, ışık hızına ulaşırsa saatin ölçtüğü zaman sabit kalır, zaman durur. bunun sebebi ise hızla giderken mesafenin kısalması ve zamanın yavaşlamasıdır.

ikizler paradoksuna göre bir çift yumurta ikizlerinden biri dünyada kalsa, diğeri ışık hızına yakın bir uzay gemisiyle hareket etse, uzay gemisindeki kişi daha fazla yaşlandığını hissedecektir. ama dünyadaki ikiz de daha fazla yaşlandığını düşünecekti. bunun sebebi ise uzay gemisindeki ikizin dünyaya dönmesidir. geri dönmeyip uzay gemisinde kalsa dünyadaki ikizine göre oranla zaman yavaşladığı için daha az yaşlanacaktı.

işte görelilik teorisi newton ın bir teorisini de ispat etmişti. bu kanuna göre bir cisime belli bir mesafeden diğer cisim tarafından uygulanan çekme kuvveti, uzaklığın karesi ile ters orantılıdır. dünya güneşten iki kat uzaklaşsa çekim kuvveti dörtte bir oranında düşer. yerçekiminin gücü kütleye bağlıdır, yani kütle arttıkça çekim artar, cismin hızı arttıkça kütle artar.

ama gerçekte einstein a nobel getiren çalışması kuantum mekaniği, atomların ve atomları oluşturan partiküllerin yapısını ve davranışlarını incelemesidir. bu bilimin ortaya çıkardığı yepyeni dünya, hawking in en önemli çalışmalarından da birisidir.

neyse, atomlar normal ışıkta görülmez. bunun yerine küçük parçacıklarla bombardımına tutulur ve çekirdek ile elektronlar görülür. kuantum kuramı ise bir ısı kaynağının çevreye nasıl ısı yaydığı araştırılırken bulundu. ısı, bildiğiniz gibi bir enerjidir ve tüm enerjiler gibi dalga boyu farklıdır. bu kurama göre enerji, akan bir çeşmeden gelen su gibi değil, kapalı bir çeşmeden damlayan su parçaları gibi çevreye yayılır.

elementler enerjiyi belirli bir dalga boyunda emer ve yayarlar. yani uzak bir yıldızdan gelen ışık, yaydığı dalga boyu sayesinde hidrojen mi yoksa helyum atomumu olduğu hesaplanabilir. bugünkü ışımanın sıcaklığı ölçülerek big bange doğru geriye gidilmiş ve evrenin oluşması anındaki sıcaklık hesaplanabilmiştir.

12 Mayıs 2009 Salı

dünya türk olsun!!!

dünyanın türk olması ile nasıl bir kazanç sağlayacağımızı bilmiyorum. "artık o büyük fütuhat asırları geçti, bari dünyanın türk olduğunu iddia edelim" deniliyorsa eğer, bunu diyenler söylemin saçmalığının farkındadır sanırım.

neyse, son 10-15 yıldır kendini solcu sanan, ama gözle görülür şekilde milliyetçi olan insanlar türedi. kebaba, lahmacuna karşı çıkıyorlar, "türk kültürü yozlaşıyor" diyorlar. ama hamburgere pek ses ettikleri yok. sanırım alt kültür olarak gördükleri milletlerin kültür öğelerini inkar edip, üst kültür olarak gördüklerinin kültürlerini sahipleniyorlar. türk naziler çıktı son zamanlarda, beyaz ırkın üstünlüğünü savunuyorlar, yavrum pusulayı, kağıdı, barutu çinliler bulmadı mı? beyaz ırkın medeniyetin temelleri ile pek alakası yok. bu durum bence tipik bir aşağılık kompleksi.

türk milliyetçiliğin doğuş nedeni öncelikle slav milliyetçiliğidir. panslavizmin temeli de bizleriz gerçi. slavlar müslümanların en önemli köle kaynaklarından birisini oluşturmuşlardır. herifler bir yerde buna tepki koyacaklardı elbette. neyse, bu yüzden hala daha bir rus düşmanlığı mevcut. rusların osmanlı'yı yaklaşık 200 yüzyıl boyunca neredeyse sürekli tepelemesi, ciddi şekilde aşağılayarak yenmesi ve kırım türkleri bizde buna neden olmuştur. bu gibi sebeplerden dolayı ben türk miliyetçilerinde ciddi şekilde aşağılık kompleksi olduğuna inanıyorum. büyük mağlubiyetleri görmemek için tarihi zaferlere sığınmak zorunluluğu hissediyorlar. yok osmanlı amerika'dan vergi almış, moğaç'da macarları mahvetmişisiz, istanbul'u fethetmişiz, malazgirt zaferi, viyana kapılarına kadar dayandık falan derken 400-500 yıl önceki zaferlere sığınmak zorunda kalıyorlar. bir alman, fransız, ispanyol ırkçısı, ürettikleri sanat eserleriyle de gurur duyuyorken bizde o da yok. zaten onlar batının ahlaksızlığı olduğu için abestir. ne gerek var, biz ki bir at başı gibi uzanan bu topraklardan dört nala geçerken viyana'ya gittik....

türk, osmanlı'nın uzunca bir devrinde "etrak-ı biidrak" olarak anılan(yani anlayıştan yoksun, aptal insan), genelde kaba, saba, dağlı olarak görülen, devletin temel unsuru olduğu halde yavuz döneminden başlayarak celali isyanları boyunca çok büyük katliamlara uğrayan insandır. osmanlı devleti bence bir türk devleti değildir. müslüman ve sünni bir devlet olabilir. üstelik devleti çoğunlukla türkler, bir miktar müslüman olmuş rum(evranosoğulları, mihayiloğulları) kurduğu halde, fatih döneminden sonra kesin olarak kapıkulu sistemine geçilmiş ve türkler ülke yönetiminden tamamen çekilmiştir.

1800'lerde ise özellikle kırım'dan göç eden gaspıralı ismail ve bir kaç arkadaşının istanbul'da yaptığı çalışmalar, bastıkları gazete ile rus yayılmacılığına karşı bir türk birliği'nden bahsetmiş ve yüzyıllar sonra ilk defa istanbul halkına türk olduklarını hatırlatmışlardır. çünkü halk kendini osmanlı ve müslüman olarak görüyor, öyle türkllükle falan pek alakaları olmuyordu. akabinde polonyalı ve macar asker ve aydınların istanbul'a gelmesi ve müslüman olmaları ile yeni yeni kaynaklarla da karşılaştılar. mesela nazım hikmet'in dedesi mustafa celalettin bey, macarların türk olduğunu söyleyen ilk kişidir. türklerin modern tarihi'ni yazdığı gibi, türk milliyetçiliğinin temellerini de atmıştır. üstelik kendisi karadağ savaşı'nda şehit olmuştur. osmanlı ordusunun gerçekten modern bir yapıya kavuşması bu polonyalı ve macar askerler sayesindedir.

yavaş yavaş şekillenen türk miliyetçiliği, abdulhamit'in ümmetçiliği sayesinde duraklama devrine girmiştir, hatta unutulmaya yüz tutmuştur. ama ikinci meşrutiyet'in ilanı ile bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesi ve avusturya'nın bosna hersek'i ilhak etmesi ilk büyük tepkilere neden olur. ilk defa avusturya malı fes kafadan atılır ve kalpak giyilir. her şeye rağmen balkanlarda ciddi bir reform yapan idare, askerlerinin bir kısmını terhis edince 4 balkan devleti osmanlıya saldırır. ordunun içindeki politik ayrımlar kısa sürede osmanlının gerçek anavatanı olan makedonya'nın tamamen kaybedilmesine neden olur. bu büyük bir şoktur. üstelik kaybedilen topraklardan göçen müslüman halkın yollarda büyük kırımlara uğraması devletteki şoku tamamen artırır. artık devleti kurtaracağını düşünürken yok olmanın eşiğine geldiğini gören ittihat ve terakki hükümeti, 5 yıl içinde birbirinden acı kararları üst üste alarak, yok olmamak için feci işler yapar duruma gelir.

yüzbaşı selahattin'in romanı vardır. selahattin'in subay okulunda ilk günü. ona derler "sen nesin?" "müslümanım" diye cevap verir. "daha sonra" derler, "osmanlıyım" der. "daha da sonra" dediklerinde şaşırır, cevap veremez. üst devreleri ona "sen türksün" diyerek ilk kez milliyetini söyler! selahattin'in ilginç hayatını ilhan selçuk yayınlamıştır. ama rivayete göre anılarda yazan, işine gelmeyen herşeyi makaslamış ve yakmış. birinci savaşın neredeyse her cephesinde savaşın bu askerin anılarının bu şekilde mahvedilmesi büyük kayıp. kitapta ermeni işine dair tek bir satır bile yok. allah'tan falih rıfkı'nın zeytin dağı'na dokunamamışlar. en azından suriye ve kanal cephelerini kurtarabilmişler.

neyse, konu nereye geldi, ittihat ve terakki'nin temel korkusu ülke içinde tüm işlerin gayri müslim azınlık tarafından yapılası ve türklerin tamamen bunların hizmetçisi durumuna düşmesidir. üstelik buna balkan harbi'nden sonra bu yok olma korkusunun da neticesinde birinci dünya savaşı, son anavatan anadolunun gayri müslim unsurlardan tamamen temizlenmesi ve türk kurtuluş savaşı meydana gelmiş ve akabinde türk ulus devleti kurulmuştur. ittihat ve terakki'nin kadroları ve yaptığı işler cumhuriyete geçmiş ve günümüze kadar görülen etkileri olmuştur. mesela çocuk ve gençlik bayramları ittihat ve terakki kökenlidir. partinin ikinci meşrutiyeti ilan ettiği temmuz devrimi 1960'a kadar özgürlük bayramı olarak kutlanmıştır. üstüne cumhuriyet devrinde faşist italyan kurumlarından ithal edilen izcilik gibi kurumlar da girmiştir. en sonunda ismet paşa'nın öncülüğünde refik saydam ve şükrü saraçoğlu'nun kurmak istediği üçlü trivium, yani faşist konsey, mustafa kemal tarafından dağıtılmıştır. onların amacı mustafa kemal'i herkesin üzerinde ulu önder makamına oturup kendilerinin ülkeyi yönetmesiydi. ama mustafa kemal bunları sopayla kovalamış, en sonunda 1937'de iktidardan uzaklaştırmıştır. mustafa kemal'in ölümünden hemen sonra bu üçlü yine iktidara gelmiştir. onların yaptığı bir değişiklik ise hala daha düzeltilemiyor. devletin, faşist partilerde olduğu gibi partileşmesi için 1937'de anayasaya giren chp'nin altı oku hala daha duruyor. celal bayar'ın 1937 eylülde başbakan olmasından sonra bu işin üzerine gittiği ile çıkarmaya çalıştığı biliniyor. ama mustafa kemal'in hastalığı bu işe izin vermedi. en azından parti bayrağı devletin bayrağı olmadı!

cumhuriyet döneminin başlangıcında türk milliyetçiliğinin fikri temelleri sağlamlaştırılırken elde geçmiş zamanların büyük zaferleri dışında bir şey kalmadığından ilginç yöntemlere başvuruldu. bunun neticesinde güneş dil teorisi gibi ilginç teoriler ortaya atıldı. yani tüm dünya dillerinin türkçeden türediği iddia edildi. bu yüzden arapça ve farsca bir çok kelime diden çıkarılmaya çalıştı. zaten avrupa dilleri türkçeden türediği için onlardan bir sürü kelime türkçeleştirildi(ekol kelimesinden okul kelimesinin üretilmesi gibi). bu devrede türkçe kelime yapısına hiç uymayan yüzlerce kelime türkçeye girdi. en sonunda mustafa kemal bile teorinin saçmalığına inandığından öztürkçeden vazgeçti. ancak genel türk tarih teoremi kaldı. sümerlerin, hititlerin türk olduğu iddia edildi. özellikle sümerler türk olunca(herşeyin temeli sümerdir) tüm dünyanın türk olması zaten kaçınılmazdı!

sümerler, günümüz uygarlığının temelidir. adamlar pil de dahil olmak üzere, yazı, tekerlek, para, modern su kanalları, kanun, devlet yani neredeyse aklınıza gelebilecek her şeyi icat etmişlerdir. hamurabi kanunları sümer kanunlarıdır. bilinen tüm mitler sümer mitleridir. kutsal kitapların temeli bile sümer kanunlarına ve miterine dayanır. bu kadar büyük bir uygarlık sahibi insanlar bildiğimiz mezapotamya da yaşadı. mö 4500'lerden 2000'lere kadar. bunun neticesinde bir sürü kelime sümer kökenli oldu.

türklerin mi sümerli, yoksa sümerlerin mi türk olduğunu bilmiyorum. bence birbirine yakın olan bu iki unsur birbirleriyle ticaret yapıyordu. belki sümerli bir grup türklerin arasına girdi ve kelimeleri de girdi.

günümüzde ise bu iş artarak devam etti. geçmiş büyük zaferlerin yanına çanakkale de eklendi. sümerlere dair bilinenler arttı. estrüklerin de türk olduğu iddia edildi. prototürkler işi çıktı. kızılderililer, inka, maya, aztekler'in bile türk kökenliliği söyleniyor. yani amerikan yerlileri türk, batı avrupa medeniyetinin temeli türk, dinlerin temeli türk olunca, siyah insanlar hariç dünyada türk olmayan hiç kimse kalmadı!

hatta sümerler türktür, ibrahim sümerli olduğu için o da türktür ve muhammed ibrahim'in soyundan olduğuna göre o da türktür bile denildi.

(neyse, eksik, hata olabilir, affola)

11 Mayıs 2009 Pazartesi

dünyayı mahveden virüsler ve filmleri

malum, gribin nedeni virüsler bu aralar sürekli kendilerini geliştirip insanları daha da çaresiz durumlara düşürüyorlar. 10 yıl öncesine kadar ne kuşu vardı bu işin ne domuzu. hatta kırım kongosu bile yoktu. ama küresel ısınma falan derken virüsler ortama daha hızlı adapte olabiliyor, kendilerini sürekli geliştiriyor ve canlıları çaresiz bırakıyor. ama 1917'de meydana gelen büyük ispanyol gribi salgınında 40 milyon kişi ölmüştü. yani büyük salgınlar neticesinde harbiden milyonlarca kişi ölebiliyor.

ama ben her şeyin altında bir pislik arayanlardanım. özellikle domuz gribi konusunda. amerika'da yılda 30.000 kişi gripten zaten ölüyor. ama bunun domuz olması büyük sorun oldu. ilaç şirketleri grip aşısı ve ilacı satışlarını artırmak için mi bu yollara başvuruyor acaba? çünkü hala daha yakın zaman içinde öyle büyük sayılarda ölen yok. bunun bir nedeni de grip aşısı. sana faydası yok, sadece senden başkasına bulaşmayı önlüyor.

kırım kongo ise sanki mangal kültürüne bir tepki! şehirlilere "oturun, oturduğunuz yerde" diye sesleniyor doğa!

kuş gribi göçmen kuşlar ile gelip duruyor. bu da bana köylülere tavuk eti satmak isteyen tavuk firmalarının işi gibi geliyor! ama harbiden artık köylü tavuk yetiştirmiyor. tavuğunu gidip marketten alıyor.

bunun deli dana versiyonu da var elbette. bunun temel nedeni sığırlara sığır eti unundan yapılma yem verilmesi. yani yamyamlık bir nevi. rasyonun besi değeri artsın diye yapılınca böyle şeylerin sonu tam bir felaket oluyor. buna rağmen kan, tırnak, kemik, kıl, tüy, yün unları yedirilmeye devam ediliyor. bakalım bunlar nelere neden olacak. ot yedirin işte birader!

neyse, gerçek virüs salgınlarında dünya yok olacak seviyeye gelmiyor, ama filmlerde bir grup bilim adamı bazı hastalıkları yoketmek için veya kötü niyetli şirket sahipleri süper silahlar elde etmek için akıl almaz virüsler geliştiriyorlar. işte bu noktadan sonra filmlerimiz başlar. insanlar kitleler halinde geberir, bir kısmı yaşamaya devam eder ama zombileşir ve nüfusun neredeyse tamamı yokolur. en sonunda bir kahraman ya doğuştan virüse bağışıklıdır, ya virüse bağışıklılığı geliştirir veya insanları silahları ile korur.

neredeyse hepsi güzel olan bu filmler sürükleyici ve etkileyicidir. ıssız new york sokakları veya çöle dönmüş dünya veya virüsten etkilenen ama ölmeyen, zombi canlılar ile virüsten ari insanların savaşları, mücadeleleri harbiden güzel gidiyor. dünyayı yokeden göktaşı filmlerinden sonra en sevdiğim filmlerdir.

bu filmler içinde ciddi şekilde eğlenceli ve komik filmler var. zombie strippers ve planet terror gibi. izlerken sıkılmıyorsunuz, belki kahkaha da atmıyorsunuz, ama komik bir filmlerdendir. yüzünüzde tebessüm ile filmi bitiriyorsunuz. "güzel saçmalamışlar" deyin geçin. mesela planet terror'de tarantino'nun virüslü hali, kıza tecavüz etmeye çalışırken taşşakları aşağıya doğru sarkıp, vıcık vıcık sümük gibi bir şey oluyor ve vücuttan kopuyor. işte bence o sahne müthiş komikti. adam o halde bile hala tecavüzü düşünüyordu!

tabii birde resident evil serisi var. hastası olduğum milla jovovich, zaten normal hayatta hiper, mega, süper bir kişidir. üstüne bu seride dünyayı kurtarışını da izliyorsunuz. serinin devam filmleri apocalypse ve extinction. bilgisayar oyunundan filme aktarıldığını seriyi takip edenler bilir. ilk film, umbrella'nın yeraltındaki laboratuarında geçerken, ikinci film umbrella'nın şehrinde geçer. üçüncü filmde ise virüs tüm dünyayı vurmuştur. artık insanlar sürekli göç halinde yaşamaya başlar. belkide tek güvenli yer alaska'dır(ama orada da vampirler yaşar!) bu filmde t virüsü sakat insanların tekrar yürümeye, basketbol oynamaya, hoplayıp zıplamaya başlaması için üretildiğini görüyoruz. virüs, vücudun ilgili parçalarını vücuttan bağımsız hareket ettiriyor. ama vücudu ele geçirince her şey bitiyor. (dördüncü filmde alaska'nın da hikaye olduğu anlaşılır. japonya'daki tesisi yok eden alice alaska'dan geçer. oradan ver elini los angeles)


son zamanlarda çıkan i am legend var. manyağın biri "kanseri yok edicem, nobeli ben alıcam, paraya para demicem" diye bir virüs geliştirir ve insanlığın neredeyse sonunu getirir. başka bir manyak ise new york'da tek başına, köpeği ile beraber dolaşmaktadır. kendisine cebrail görünen bir başka manyak ise çocuğu ile beraber new york'a gelir. ben "artık bunlar çiftleşirler, filme heyecan gelir" diyordum, ama öyle şeyler yapmadılar. yahu dünya üzerinde sadece siz kalmışsınız, virüsten etkilenmeyen sağlam genleriniz var, çiftleşinde insanlığın sonu gelmesin değil mi ama! ama yok, bilim adamı olacak densiz herif "ille bilim" diyor, başka bir şey demiyor. kadınımız zaten rahibe gibi, sevişmeye hiç niyeti yok. hem isa ona seslenmiş, kendini meryem sanıyor! bu sahnelerden sonra zaten filmin tadı kalmadı. "öff bi bitse de gitsem" modunda kıvranırken film bitti. sonra hıncal uluç yazdı, filmin çekilmesini kilise sağlamış. sevişme sahnesi o yüzden yokmuş!

ama benim için virüs filmi 28 days later ile 28 weeks later'dır. öncelikle dünya üzerinde ingiliz soykırımı yapıldığı için seviyorum bu seriyi. üçüncüsünü büyük bir heyecanla bekliyorum. konusu elbette orjinal değil, ama ilk filmde çocuğun hastaneden koşarak çıkıp bomboş londra sokaklarında deli gibi koşması, ardından olanlar, ikinci filmde dünyada yaşayan geri kalan yavşak ingilizlerin adalarına dönmesi ve onların da ölmesi hoştu, etkileyiciydi, müthişti! çok büyük bir haz aldım! ikinci filmin sonunda virüsün fransa içlerine girdiğini görüyoruz. hah ha, dallama fransızlar da yok olacak!
twelve monkeys'de ise geçmiş ve gelecek birbirine girmiş bir haldedir. kendi geleceklerini kendileri örgütler. bir grup çılgın bilim adamı gelecekte yeraltında yaşıyor, dünya bir virüs yüzünden yokolmanın eşiğindedir, zaman makinası ile sürekli geçmişe birilerini yolluyorlar. bruce ağbi de bunlardan birisi. virüsün nasıl yayıldığını aslında bilen tek kişi. filmde anlatılan casandra sendromu için bile izlenebilir. ben pitt'e ilk kez bu filmde gıcık olmuştum. kötü bir oyunculuğu vardı, nasıl desem, rol yaptığı çok belliydi.


bu filmler yanında the invasion'da kötü bir film sayılmaz. ama nicole kidman çok sırıtıyor. kendisi bu tür filmlere gitmiyor. çünkü çok sarışın. neyse, yeni bir tür grip salgını neticesinde insanlar hırs duygusundan uzaklaşır ve tüm dünyaya barış gelir. yani savaşlar biter. anlayacağınız bu virüs, güzel bir virüstür. bu filmde, virüs filmlerinden ayrı olarak toplu şekilde insan ölümleri yok. sadece insanları mallaştıran bir virüs var. bu virüsün çaresi ise küçükken çocuk felci geçirmiş kişilerdir ve kidman'ın çocuğunun kanı bu yüzden çok değerlidir. kidman ise virüs bulaşmış bir şekilde(uykuya geçip uyandıktan sonra virüs aktif hale geliyor), çocuğunu virüsü yapan eski kocasından kurtarmaya çalışır. oyunculuk iyi değil. daniel craig adlı james bond dallaması harbi çok itici bir herif. bilim adamı rolünde, ama filmde onu gören oduncu sanır.

the andromeda strain eski bir film. uzaydan bir uydu her zaman olduğu gibi yine amerika'ya düşer ve düştüğü yerdeki herkes ölür. alınan tüm parçalar acilen bir yeraltı laboratuarına gönderilir. kısa sürede virüsün çaresi bulunur. the crazies, outbreak, güzeller güzeli zooey deschanel'in oynadığı the happening'de virüs filmleri içindedir. gerçi happening'de direkt doğa intikamını alır. outbreak'de ise amerikan ordusunun bilim adamları çareyi bulur.


devam:

autumn. bir sonbahar vakti ingilizler güzel bir hafta sonuna hazırlanırken virüs ingiltere'yi vurur. insanların büyük bir çoğunluğu ölür. az bir kısmı yaşar. küçük bir kasabada hala yaşayan kişiler yiyeceği bol bir yere girerek yaşamaya başlar. bir süre sonra ölüler ayaklanır. yaşayan kişilerden bazıları sığınak gbi yerden ayrılır. artık kendi başlarınadırlar. filmde bilindik zombi saldırmaları, zombileştrmeler yok. sıkıcı bir ingilizin başından geçenleri anlatması gibi bir şey. seyredilmeye değer.


ayrıca seyrettiğim en berbat zombi filmi olan fido'dan bahsetmeden geçemeyeceğim. carrie ann moss var diye almıştım ama aşırı derecede berbat. hatta ötesi. bu filmde durup dururken ölüler ayaklanır ve onlara çip takılarak beleş iş gücü olarak çalıştırılır. film sıkıcı amerikan aile kasabaarından birinde geçiyor. işte zombiler çim biçiyor, çöp topluyor ve vs. fido adlı zombi ise moss'un çocuğu ile arkadaş oluyor. arkadaş arayan zavallı amerikan çocuğunun düştüğü iğrenç durumlar ve vs...


shaun of the dead vardır birde. olay yine ingiltere'de geçiyor. eğlenceli bir filmdir. sinemakafe adlı siteden yazayım geri kalanını;

Shaun’un hayatı artık tıkanma noktasına gelmiştir. Bütün vaktini en iyi arkadaşı Ed’le birlikte Winchester adlı bir barda annesi ve kız arkadaşının yarattığı problemleri çözmeye çalışmakla geçirmektedir. Liz’in kendisini terketmesiyle Shaun sonunda hayatını bir düzene sokmaya karar verir. Kız arkadaşının kalbini tekrar kazanıp annesiyle olan sorunlarını telafi etmeye karar verir. Artık yetişkin bir erkek olmanın sorumluluklarını yerine getirmesi gerekmektedir. Ancak bu arada zombiler dirilir ve yaşayanları yemek üzere harekete geçerler. Ancak aldığı kararlara göre zombilerin dirilmesi Shaun için basit bir sorundur. Zombi saldırısından ailesini ve sevdiklerini kurtarabilmek için arkadaşı Ed ile birlikte gidebilecekleri en sakin yeri bulurlar: Winchester.

bu film ise yeni vizyone girdi. hoş bir filmdi. büyük bir virüs salgını nedeniyle dünya ıssızlaşır. yaşayan kişilerin bazıları virüsün çaresinin peşinden koşarken bazıları güzel geçmişlerine dönmek isterler ve çocukluklarının geçtiği yere gitmek için yola koyulurlar. filmde zombiler yok. virüs bedene girince bir süre sonra kişiyi öldürüyor. film bir yol hikayesi. yola çıkan 4 kahramanımızın ikisi yolda ölür. kalan 2 sevgilisi ise varmak istedikleri yere varır. divxplanet'dan:

"
Kurallar basit. Bir; ne pahasına olursa olsun yerleşim yerlerinden uzak durun. İki; diğer insanlarla temas kurduğunuzda, onlardan biri olursunuz. Üç; müdahale edilmezse, virüs 24 saatte sizi esir alacaktır. Dezenfekte etmeden hiçbir şeye dokunmayın! Ve son kural; ihtiyacınız olanı alın, ve arkanıza bakmayın! Kuralları çiğnerseniz ölürsünüz; fakat uyarsanız hayatta kalırsınız... bir ihtimal!"
global efect'de ise bir grup terörist bir virüsü ele geçirir ve anti-virüsü bulan doktoru da kaçırır. amerikalı kahramanlarımız bu teröristleri kurtaracaktır! ama teröristler virüsü güney afrika'da yaymaya başlarlar. virüs tüm insan ırkını tehdit edecek iken amerikalılar dünyayı kurtarır. kadın grubun liderine kalır.



zombieland bir komedi filmi. 4 kişi artı bill murray var. iyi bir gece için izlenebilir ve gerçekten zombiler dünyayı istila ederse eğer neler yapmanız gerektiği güzel bir şekilde anlatılıyor. ama saçma..


(nocnoy dozor virüs filmi değil, vampir filmi)

virüs filmi olarak değerlendirebileceğimiz rise of planet of apes ile ilgili yazı için linki tıklamanız yeterli.

8 Mayıs 2009 Cuma

trilogy

seri film dediğin üçlemedir birader. bunun ikisi(kill bill vol.1-2), dördü(omen 1-2-3-4), beşi falan olmaz. ya üçleyeceksin, ya altılayacaksın. eğer dokuzlarsan bu dizi gibi bir şey olur. yani fazla uzun. mesela rambo'yu sırf üçleme diye sevmişimdir. allah'tan dördücüsünü de çektiler, kurtardılar beni bu sevme halinden! baba üçlemesi ise uzak dursun, hiç sevmem, rambo'yu severim, o seriyi sevmem. sergio leone'nin spagetti western üçlemesi de harika. daha önce ondan bahsetmiştim. o yüzden üzerinde durmayacağım. kieslowski'nin fransız bayrağından ilham aldığı üçleme de hoştu. çok sanatsal, vaz geçtim o yüzden! mad max ve iskoçyalı da güzel üçlemelerdir ha, es geçmem, severim, sayarım. ve back to the future'da var, unutmadım elbette. ama bir ara ondan da bahsetmiştim. indiana jones'u bir hiç uğruna, boktan bir senaryo ile dörtleme yaptılar. allah filmde yapım ve emeği geçen herkesi bir daha sinema sektörüne giremez etsin! ki aynı bedduam cehennem silahı ve die hard için de geçerli. özellikle alien üçlemesine yaptıklarına çok kızmıştım. üstelik dördüncüsü kötü bir filmdi. ne gerek vardı birader!

işte şimdi sizi bir sıralama yapmaya çalışacağım. en sevdiğim üçlemeler;

5- scream: wes craven imzalı bir seridir. ilk filmi muhteşemdi. ikincisi ise eh işte. lise ortamı üniversiteye taşınmış. neyse, seri boyunca kimin eli kimin cebinde belli değil, tam bir lise son/fakülte abartılı gençlik hikayesi ve bir katil var. belkide birden fazla! neyse, esas kızımız sydney i öldürmek isteyen sapık! katillerin tümü, bu üçleme boyunca korku film klişelerini bize güzel güzel anlatmış, ortada pek bir esrar bırakmamışlardır. üçüncü filmi izlemek bir zulümden de öte bir hal alsa bile sonuçta üçlemedir ve güzeldir. ilk filmde öldürülen korsan cd satıcısı çocuğu bile zorla göstermişlerdi sanırım. yoksa ikinci filmde myidi o sahne! üstelik meşhur maskeri ülkemizin en ücra köşelerine kadar girmiştir.

bu seriyi korku film klişeleri ile bitireyim;

- geri döneceğim diyen ölür.
- fazla alkol alan ölür.
- o gece sevişen ölür.

tabi bu serinin komedisi de yapıldı. o daha eğlenceliydi, ama konumuz üçlemeler!

4- lord of the rings: şahsen yüzüklerin efendisi serisini okumadığım için seriyi beğenmeyenlerden değilim. üçüncü filmin sonu bitmek bilmese bile(7-8 tane son sahne vardı, artık gına gelmişti) hikaye harbiden güzeldi. ben yüzüklerin efendisini okuyup sürekli ahkam kesen kişilere gıcık olduğumdan okumuyorum bu seriyi. sonra kendime de gıcık olacağım. bu kişiler sanırsınız dünyanın en muhteşem entelektüelleri, burunlarından kıl aldırmıyorlar!

neyse, nedense ikinci film, yani iki kule daha çok hoşuma gitmiştir. bir biraz çocuklar eğlensin, bilgilensin, havai fişekler falan şeklinde geçmişti. üstelik yüzük kardeşliği, ı ıhh, ne kardeşliği be! herkes bir yüzüğün peşinde, herkes gücün peşinde. bu naziler ingilizlere nasıl bir zulüm çektirdilerse birader, adamlar o umutsuz günlerde umut üretmek için akıl almaz bir hikaye yazmışlar.

filmde en sevdiğim karakter elbette faramir'di. yüzüğü ele geçirdiği halde yok edilmesi için geri zekalı frodo'ya vermişti. üstelik kendisini feda etmeyi de bilmişti. büyük adam vesselam!

velhasıl kelam; seri boyunca, en umutsuz anlarda bile bir umudun daima var olduğu, bunu içimizde taşımamız gerektiği, ancak bu şekilde başarılı olacağımız anlatılıyor. hatta bu umut için kendimizi feda etmeyi bile göze almalıyız. çünkü o en son anda, eğer iyi biriyseniz daima hayatta kalırsınız. ama bromir gibi pişmanlık duyacağınız işler yaparsanız ölürsünüz.

3- star wars: yüzüklerin efendisi'nin sanki uzay versiyonu gibi. gandalf olmuş size yoda. aragon'da anakin olmuş, ama kötü tarafa geçmiş. uzun bir hikaye, iki tane üçleme. bu daha hoş yapıyor aslında üçlemeleri. gerçi şimdi anakin'in çocuklara yönelik bir üçlemesi daha başladı sanırım. pek matah bir şey değil.

seriler boyunca kontrol edileyen aşırı hırsın insanın başına neler açacağı bol bol, tekrar tekrar anlatılıyor. luke adlı sünepe karakter(koskocaman bir çölde tek başına o kadar vakit geçirdikten sonra ben uzay gemisi görsem gemiden inenleri taşlardım!) birden bire evrene dengeyi getirek tek kişi haline geliyor, makama ve mülke tam kavuşurken yavaştan kız kardeşine halleniyor, ama allah'tan kız akıllı, babasından almış genlerini, zeki, çevik, atik bir eleman olan solo'ya yanaşıveriyor. han solo da anasının gözü, görmüş geçirmiş, değişik canlılarla iletişime geçmiş, ama hayatında hiç gerçek bir macera yaşamamış, kadına dokunmamış.

işte böyle üç karakter, lord sideous ve alemlerin kralı anakin skywalker karşısına çıkar. ama grand moff tarkin'i hiçbir zaman es geçemem. o kısacık sahnelerinde gönlümde anakin'den bile fazla yer almış, fahri ağabeyim olmuştur!

neyse, ilk üçlemede death star'ın yok edilmesinden sonra dallama jedi'lar ile karanlık tarafa geçmiş vader arasındaki mücadele devam eder, bir çiçek büyür, ağaç tohum bırakır toprağa ve luke elini kaybetse bile artık iyi bir döğüşçüdür. babasının yardımı ile sideous uzayın karanlık yapısı ile tanışır, vader ölür, anakin tekrar doğar, luke köşesine çekilir.

ikinci seri bildiğiniz gibi başa döner ve anakin'in hikayesini anlatır. anakin'in hırsına teslim oluşu güzel işlenir. karısı ve çocuklarının hayatını kurtarmak için jedi'lar ona sadece akıl verirken palpatine ona umut verir. çok güvendiği şansölye yüzünden kendi klanına ihanet eder, mustafar'da ise son nefesini verir. artık çiçekleri koklayamayacak, her petekten bal alamayacaktır. erkekliği bile yanmıştır!

2- the matrix: her ne kadar ilk film ile diğer ikisi arasına derin bir çizgi çekmemiz gerekse bile üçlemedir işte. gerçi araya sıkıştırılmış bir animatrix vardır. ara olayları anlatır, ki o da güzeldir. ama sanki üç buçuktan dörtleme olmuş gibidir. wachowski biraderler bu seriden sonra çok para bulmaktan götleri tavan yapmış ve biri kadın olmayı seçmiştir. hatta şuh bir bakış attığı etekli bir resmini görmüştür. "yavrum ye beni" der gibi gibiydi. neyse işte, mavi mi yoksa kırmızı mı derken pembeyi seçmiş, bana ne!

seri ciddi bir gelecek öngörüsü. terminatör serisini buraya matrix yerine yazardım, ama o da dörtleme oldu. umarım 2 film daha çekip klasik seri(savaştan öncesi)ayrı savaşı gösteren seri ayrı yaparlar. yoksa güzelim terminatör sersine yazık olacak. neyse ya, konu nereye geldi, matrix'de yapay zeka en sonunda dünyayı ele geçirmek için insanlarla savaşmaya başlar. ama kendileri oldukça sağlam olduğu hade insan vücudu çok kusurludur. daha ilk kurşunda bok gibi kalmaktadır. insanlar savaşı kaybedeceklerini anladıklarında gökyüzünü karartırlar ve hem kendierinin hem makinaların temel güç kaynağı olan güneşi görünmez ederler. ama bu sefer makinalar insan vücudunun sağlam bir enerji kaynağı olduğunu fark edip, insanlarla da anlaşıp hepimizin vücudunu tabut gibi enerji tüplerinde tutarlar. zihnimiz ise yalan bir gerçeklikte yaşamaktadır.

insanlar için ilk yazılan program cennet gibi bir yerdir. ama insanlık onuru bunu kaldıramaz! bunun üzerine mimar, kahin'i tasarlar. kahin insan psikolojisinden anlayan bir programdır. ve kendi teknolojimizin ulaştığı en üst evreden itibaren yalan yaşantımız başlar.

ama bu yapay gerçeklikte bir gariplik olduğun fark edenler vardır. işte bu kişiler bu gerçeklikten kurtulmaya çalışır, bazıları zion'a, yaşayan son insan şehrine gideblir. bazı dener, ama başaramaz. oysa zion bile makinaların bir plan programıdır. nüfus arttığında hemen bir neo(kahin'in elinden kurabiye yiyerek the one programı yüklenmiş ve kendini seçilmiş sanan zavallı) yaratılır ve neo'un seçtiği 13 kişi dışında herkes öldürülür. bu 6-7 kez denenmiş ve başarılı olmuştur.

ama şimdi durum farklıdır. the one yüklenen neo, ajan smith'in içine girip onu parçaladığında smith'e kendisinden bazı şeyler yüklenmiş ve smith bir virüs gibi matrix deki herkese bulaşmış, yakında makinaların gerçek hayattaki dünyasını bile ele geçirecek konuma gelmiştir. işte bu noktada, makinalar ile insanlar son büyük kapışmasını zion'da yaparken, neo makinalar ile pazarlık eder. smith ile çarpışması karşılığında kesin barış sağlanır. kurtarılmak isteyen kişi artık özgürdür.

neo, smith ile son büyük kapışmasını yapar. oldukça kötü olduğunu düşündüğüm bu son kapışamda smith her şeyin bittiğini düşünüp neo yada kendi virüsünü ekleyince olan olur. sanırım o virüsün anti virüsü neo da yüklüydü ve sistem kendi kendini imha etti! ama gelecekte bir üçleme daha görünüyor. en azından ben bekliyorum.


ve 1 numarada pirates of the caribbean: sevgili okur, şu an gözlerim doldu, çok mutluyum, o kadar çok kişi başımda dikiliyor ki anlatamam neler çekiyorum. ama sona geldim, nah geldim, adam karşımda ağlıyor, nasıl yazayım lan şimdi, duygulandım bak!

neyse, bu anı geçtikten sonra filmden bahsedeyim. seri bir defa eğlenceli, eğlecenin tavan yapmış halidir. orlando bloom adlı artık her tarihi filmde gördüğümüz kişi ile genç kızların biricik sevgilisi depp var. erkekler için ise keeria'yı koymuşlar. gözümüz gönlümüş hoş olmuş, daha ne işte.

filmde tüm gemiclik efsaneleri anlatılıyor. yani hepsini toplamışlar, seride karşımıza çıkarmışlar. siyah inci var, define adası var, uçan hollandalı var, ne ararsanız var işte. ve tabi jack sparrow var. gelmiş geçmiş en eğlenceli karakterlerden biri bence. müthiş.

filmi uzun uzun anlatasım harbi yok. çünkü öyle film eğlecelik, anlatsam nolcak, izlemek lazım bu seriyi...
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.