heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

28 Aralık 2011 Çarşamba

filmlerde söylenen en iyi müzik sahneleri

şimdi arkadaş bahsedeceğim konu filmlerin içinde söylenen şarkılar. ama bizzat oyuncular tarafından söylenenler/öyle sanılanlar vs. blues brothers, doors gibi filmleri kafadan es geçiyorum. mantıken geçmemem lazım, ama zaten o filmler müziğe adanmış. burada amaç filmi şahane bir hale getiren şarkılardır ve bizzatihi oyuncular tarafıdan icra edilmesi gerekiyordu. ama bu her filmde mümkün değil elbet. sonuçta böyle bir liste oluştu. eğlenin :)


the talented mr ripley - tu vo' fa' l'americano (jud law)

dicky arkadaşlarıyla buluşur ve nefis bir şarkı söylemeye başlarlar. burjuva sınıfından olmayan, onların gözünde basit ama yetenekli olan bay ripley performansa hayran kalmıştır. sonra o da olaya dahil olur. burjuva özentisi olduğu için klasik müziğe merak salmış olsa bile şarkı onu büyülemiştir. beni de...



a clockwork orange - singin in the rain (malcolm mc dowell)

şimdi arkadaş donald o'connor'ın o yağmurun altında söylediği enfes şarkı ve step dansı dillere destan güzellikte. hatta nefis ötesi. insanın içini sevinçle dolduruyor. ama alex de large'ın o yazarın evini bastığında ve akabinde yaptıkları, o anda söylediği singin in the rain kesinlikle daha nefis, daha bir etkileyici, daha bir gerçek. şarkıyı söylerken önce yazarı tekmeler, etrafı dağıtır, şarkı biter, tekrar başlar. bu sefer tecavüz edecektir. arkada fon müziği yoktur, gerçek olan da budur. sahnenin sonunda elbette sonunda kahkaha atabilirsiniz. haz, çokca kahkaha atabilmektir.


hababam sınıfı - estarabim (hababam vokal grubu)

böyle bir listede hababam vokal grubunu bulundurmamak anlamsız olurdu ve söyledikleri en nefis şarkı da budur. tam bir birlik içerisindeler ve elleri arkadan kenetli. şarkının sözlerini de kendilerine göre değiştirmişler ve estarabim değil artık. olsun, süperdir.


arabesk - allahım kör et beni (şener şen)

şener şen'in nefis şarkısı. çölde başlar, sonra şener şen'in tipik yürüyüşü ile bacaklarını görürsünüz. siyah giyinmiştir. yürür, dizleri üstünde sürünür ve şa çölde biter her şey. şener şen kör olmuştur.


dancer in the dark - i've seen it all (björk/thom yorke)

esasında listeye müzikallerden şarkı almayacaktım. ama bu tren sahnesi nasıl alınmaz kardeşim. görecek ne kaldı diyen selma'ya karşı thom yorke'un sesinden cevap verilir. bir sürü şey vardır. insan büyük duvarı(çin seddi) görmeden nasıl ölebilir.


beetle juice -day o(banana boat song)

bir grup insan yemek masasındadır ve herkes son derece ciddidir. sonra birden bire annemiz coşar, babamız şaşırır ve hep birden şarkıya eşlik ederler. çekilmiş en nefis sahnelerden birisidir ve zaten herkes bu filmde bu sahneyi hatırlar.


the mask - la mascara al ritmo del (sancho de cuba) (jim carrey)
hatırlıyorsunuz değil mi? maskemiz polis tarafından sıkıştırılır ve her taraf müzikle dolar. kimse kendini kontrol edememeye başlar ve elinde siyah tutan kadın polisimiz şarkıya katılır. akabinde vücudu da şarkıya katılacaktır. öyle bir yerde, birden bire herkesle beraber şarkı söyleyip, topluca dans etmek isterdim.



back to the future - johnny b. goode (michael j. fox)
işte size bence gelmiş geçmiş en iyi sahne. ellilerde johnny b. good söyleniyor ve kimse buna hazır değil. ritm enfes, danslar harika ve birazdan kendi şimdiki zamanına gitmesi gerekiyor mcfly'ın. birazdan bizim siyah eleman telefonla şarkıyı başka birisine dinletecektir.akabinde iyice coşan, tellere deli gibi basan ve içindeki uyumlu deliyi ortaya çıkan marty, anfileri tekmelemeye başlayacaktır. kimse buna hazır değilmiş!



pulp fiction - girl, you'll will be a woman soon (urge overkill - uma thurman)

evet, şarkıyı direkt olarak uma thurman söylemiyor. ama mia nefis bir şekilde önce dansıyla, sonra sesiyle eşlik ediyor. vincent ise başından beri çok eğlenceli geçen o buluşmanın sevişmeye dönüşmemesi için tuvalette kendi kendine telkinlerde bulunuyor. o patronun karısı, ama az sonra cartayı çekecek. hem de kadın olmadan önce. cehenneme gitmeden önce dinlenmesi gereken şarkılardan birisidir bu der gibi, hatta öyle.




desperado - cancion del mariachi (antonio banderas)
"ayayayayay sevgilim, kalbimin biricik esmeri" der gibi, hatta öyle diyor. ispanyol futbolcu olsam maça çıkmadan önce bu parçayı dinlerdim. gaza getirici ve çok eğlenceli. esmer güzeli selma hayek, ateş gibi kadın, ateş gibi şarkı, "atıma atladığım gibi, sıradağların arasında dolaşırım, yıldızlar ve ay bana rehberlik eder." valla bak!


the pianist - ballade no:1 g minor op.23 (chopin) (adrien brody) 
dışarıdan gümbür gümbür top sesleri geliyordur ve polonyalıların varşova ayaklanması nazilerce bastırılmak üzeredir. schpilman ise bir harabede yahudi olarak hayatta kalmaya çabalarken o nazi subayını görür. şeytan görmüş gibi kaçarken piyanist olduğunu söyler ve yıllar sonra tuşlara basar. o uzun parmakları ile hala eskisi gibi çalabiliyordur. 

http://video.google.com/videoplay?docid=-5128943945501615502

(youtube linkini bulamadım, sahneyi izlemek isteyen google videonun bu linkinden izleyebilir)
top secret - east german national anthem(doğu alman halkı)

bu marş başlı başına bir espri kaynağı, süper bir şey. anlamını ekşi'den kopyalayıp yazıyorum, dinlerken okuyun :) "selamlar selamlar doğu almanya! meyvelerin ve üzümlerin memleketi, pişman olacağınız, kederleneceğiniz memleket! eğer kaçmaya çalışırsanız, ister yeraltından tüneller kazın, ister koşarak duvardan atlayın, hiç bir işe yaramaz, unutun gitsin! çünkü gardiyanlar sizi gebertecektir, tabii onlardan önce elektrikli teller çoktan gebertmemişse!" 



gadjo dilo - tutti frutti te kelas(adrian simionescu)
öncelikle şunu söyleyeyim, bu filmi izlemeyen izlesin. sahne ise harika. yaşlı çigene arkadaşının öldüğünü duyar, mezarına gider, biraz vodka içer, biraz mezara döker, oynamaya başlar. çok kederlidir, ağlar, dövünür ve son görevini yerine getirmenin huzuru ile oradan ayrılır.



im juli - güneşim (idil üner)

yaz başlangıcı, okul bitmiş, gece herkes kumsala gitmiş ve öbek öbek toplanmışlar. güzel ateş yanıyor ve gitar tellerine birisi dokunur, sonra, türkçe nefis bir şarkı başlar. herkesin kulağının pası silinir ve hayran olunur, tek kelime ise mükemmeldir.



tosun paşa - (adile naşit ve sefer kızları)

bu sahneyi izleyip de eğlenmeyeni döverler ağbi. daha iyisinin yapılması da imkansız.

jim carrey - cablo guy (somebody to love)

kendi çapında bir manyak olan kablocu çocuk, kendini insanlara beğendirmek için bir karaoke gecesi düzenler ve bu enfes şarkıyı yorumlar. tek kelime ile mükemmel yorumlar...

(hepinize şimdiden iyi yıllar, iyi ki bitti 2011 :)

19 Aralık 2011 Pazartesi

geçmiş zaman-3

 ilk izlediğim türk filminde cüneyt arkın ile müjde ar oynuyordu. müjde ar balerindi(beli öküz gibi kalın bir balerin) ve cüneyt ağbi polis. 80'lerin ortalarında bir tek cumartesi akşamları türk filmi oynardı. ertesi gün tüm çocuklar sokaklarda onun hareketlerini tekrar etmeye çalışırdık. türk filminin salgın gibi kanalları sarması star'ın kuruluşundan bir kaç yıl sonrasına denk gelir. neyse, o dönemden aklımda kalan diğer film de türkan şoray'ın tamba tumbasıdır. çiçek abbas vhs kasetinin durumu iyi olan evlerde bulunduğu zamanlardı. heytt be...

 neşeli zamanlarmış. masada güzel insanlar, ortalık şen, sigara bile içebiliyormuş kapalı mekanda!

hastaneye kaldırmışlar bu fotoğrafta. zamanını hatırlamıyorum, ama eskiden ferdi dinlerdim. ciddiyim bak. sonra birgün cem özer'in talk showuna çıktı ve kendi şarkılarını dinlemediğini, konserden konsere söylediğini haykırdı ağzından ve her şey bitti o an. ferdi tayfur'u hala daha dinleyemem.

şu hayatta harbiden şöyle hafiften de olsa içmek istediğim tek insan sadri alışık'tır. onun filmlerinde klasik balıkçı mekanları vardır. kurulur masaya, başlar içli içli anlatmaya, o anlatsın, ağzımı açmadan dinlerim. çünkü ben de eski bir aşkın mahvettiği bir türkiye cumhuriyeti vatandaşıyım. o kavuşur filmlerin sonunda, kırk-elli yaşında bile olsa, ben rüyalarımda görürüm hala..

 bu bir rol ile ilgili mi bilmiyorum ama feci karizma bu fotoğrafta. kemal sunal filmleri ikiye ayrılır nazarımda. kilolu filmleri beş para etmez. ama o korkusuz korkak'daki hali var ya, nefis. o dönemki filmleri de nefis. neredeyse her biri absürd komedi şaheseri. ama o göbekli hali kötü. uymuyor role işte.

insan şu adama gülmez mi be, gülüşü nefis, bakışı cana yakın. üstelik filmlerinde gram şaklabanlık da yok. saf oyunculuk sergiliyor.


 ali şen ve ailesi. sağdaki ufaklık şener şen. ali şen de büyük oyuncu. genelde filmlerinde çakal tipleri oynar.ama her biri ayrı güzellikte ve hiçbir tipi bir öncesini andırmıyor. zaten bu yüzden büyük oyuncu.

 adam 40 yaşındayken hababam sınıfında oynamış. ben kendime genç dururum diye bakıyorum ama bu adam o yaşlarda gençliğin dibine vurmuş resmen. neyse, canım kardeşim diyesim geliyor. ne güzel filmdi o be...

adile naşit'e öldükten sonra atılan iftiralar, hakaretler vs. harbi yazıklar olsun. saçını örtmedi diye kadını mezarda cehenneme koydular. öldüğü zamanı da hatırlarım. annem leğende beni yıkarken ölüm haberini trt vermişti. sonra ertesi gün, cumartesiydi ve sabahleyin onun münir özkul ile oynadığı o meşhur turşucu filmini yayınlamışlardı. cumartesi sabahı ilk kez türk filmi izlemiştik. ve evet, film nefisti.

gençliğinde bu kadın güzelmiymiş ne? tamam, bir sürü rolde oynadı, ama benim aklımda hep sabriye usta kaldı. kaygısızlar'daki sabriye usta. süperdi orada...

(fotoğraflar sabah.com.tr'den)

16 Aralık 2011 Cuma

alexander karelin

bu fotoğraf gerçek, fotomontaj değil. arkadaki kişi, dünya tarihinin tartışmaşız en büyük güreşçisi olan alexander karelin.

rivayete göre sibirya'da odun keserken keşfedilmiş. yirmi yıllık spor hayatında sırtının yere gelmesini bırak, senelerce rakiplerine puan bile vermemiştir. sadece bir kez kaybetmiştir. o da son maçında, sydney olimpiyatlarının finalinde.

amerikalıların ise karelin hakkında değişik görüşleri vardır. karelin'in sibirya'da ormanda değil, özel olarak yetiştirildiğini düşünüyorlarmış. manyak bir gücü vardır. sidney'de onu yenen gebeş amerikalı, bir öküzden farksızdı. zaten mağlubiyeti normal bir şey olmayıp, salto bağlamaktan ileri gelir. gebeş amerikalının beli daha kalın olduğu için salto bağlayamamış ve puan verip yenilmişti. ama o seul, barcelona ve atlanta'da kazandığı üç altın madalya adını ölümsüzler arasına yazdırmıştır. yaptığı son maçını kaybetmesi bir çok kişiyi üzmüştü.

14 Aralık 2011 Çarşamba

bu kaçıncı sıdkısıyrıq ödülleri 2

"burcu sıdkısıyrıq kendi dizilerine ödül veriyorda ben kendi dizilerime ödül veremiyor muyum" diye düşünüp bir liste yapmıştım. ödülümün adı yine sıdkısıyrıq ödülü olarak kalacak. isim değiştirmek olmaz, ama ödülü ben veriyorum! ha, herkezi kendi dizilerine böyle bir sıdkısıyrıq ödülü vermeye davet ediyorum. kndi ödüllerinizi 3-4-5 diye sıralayın gitsin. ciddiyim bak...

 (sokka, suki'yi beklerken)
avatar: the last airbender: şimdi arkadaş bu bir çizgi dizidir ve enfesti. tadı damağımı parçalayarak geçip bitti. bu çizgi dizi yüzünden uzun yıllar cumartesiler erkenden kalktım. son hava bükücü ve avatar aang'ı ve uçan bizonu appa'sı ve uçan lemuru momo'su, aang'ın ilk gördüğü andan itibaren delice tutulduğu kan da bükebilen katara'sı, katara'nın kardeşi olan, hiç bir şey bükemeyen ama dehşet saldırı planları yapabilen, şaklaban sokka ve sevgilisi kyoshi savaşçılarının lideri suki ile kuzey su kabilesinden kendini aya feda etmiş eski sevgilisi yue'ye, dillere destan bir varolma savaşı veren ateş kralının oğlu zuko, ateş bükerken mavi ateş büken ateş kralının kızı azula, zuko'nun biricik amcası, kadın delisi, çay tiryakisi iroh, güç delisi ateş kralı ozai ve kör toprak bükücü, toprak bükücülerin en şahanesi olan, aang'ın toprak bükme ustası toph, aang'ın çocukluk arkadaşı kral bumi'ye kadar enfes karakterler barındıran nefis bir diziydi. zuko'nun annesini toprak krallığında aracağı yeni bölümleri gelecek diyorlar. bekliyorum, hem de heyecanla...

en en kötü karakter sıdkısıyrıq'ı: ateş kralı ozai
en feci aşık kadın sıdkısıyrıq'ı: suki
en güzel canlı sıdkısıyrıq'ı: appa


 lost: sonu boktan da olsa baştan iyiydi. hakkında bir dünya yazı yazdım.

en boktan son sıdkısıyrıq'ı
en pis ve yalancı karakter sıdkısıyrıq'ı: benjamin linus
en güzel kadın sıdkısıyrıq'ı: ana lucia cortez  

(savannah, annesi kılığına girmiş weaver ile birlikte)

terminator: sarah connor chronicles: linkte uzun uzun anlattım. reyting yüzünden sonlandırılması tam bir fecaattir. yazık oldu.

en dehşet çocuk karakter sıdkısıyrıq'ı: savannah
tez zamanda geri dönmesi gereken dizi sıdkısıyrıq'ı

married with children: bazen düşünüyorum ve evlenmekten bu kadar çok korkma nedenlerimden birisi de bu dizi. erkeğin peg gibi bir karısı olursa al bundy gibi bir herife dönersin. kaç sezon sürdüğünü bilmiyorum, ama nefis bir diziydi.

en gebeş adam sıdkısıyrıq'ı: al bundy

üç çocuk yapmamak için nedenler sıdkısıyrıq'ı

(şu mutlu aile fotoğrafının arkasında kafasını gösteren costanza'dır)
seinfeld: canınız çok sıkıldığında bu diziyi izlemek ilaç gibi geliyor. psikologa gitmenize gerek yok. bu diziyi seyredin yeter size.

en mal karakter sıdkısıyrıq'ı: george costanza



moonlighting: çocukluğumun dizisiydi. hala daha bruce willis'e david derim.

en kendini beğenmiş kadın karakter sıdkısıyrıq'ı:  maddie hayes
en sarı saçlı kadın karakter sıdkısıyrıq'ı: maddie hayes
esas karakterden bile daha iyi yardımcı kadın karakter sıdkısıyrıq'ı: topesto

macgyver: dilimize "macgyver mısın olm sen" diye bir laf kazandıran dizidir. eskiden izlerken yaptığı aletler inanılmaz gelirdi. bir kaç sene evvel rastladım bir kanalda. herif sonuçta atom bombası yapmıyor. basit aletler yapıyor be ya, valla o kadar malzemeyle dolu bir yere düşsem ben de yaparım. neyse işte, güzeldi.

elinde dayanak olsa dünyanın yerini değiştirecek kaldıraç yapabilen dizi sıdkısıyrıq'ı

south park: o enfes radiohead ve lotr bölümleri, kenny, cartman, butters daha ne lan. uzun süredir izlemediğimi de belirteyim. her şeyin fazlası sıkıcı oluyor sonuçta.

bir türlü bitmeyen dizi sıdkısıyrıq'ı
en aç karakter sıdkısıyrıq'ı: kenny mccormick

13 Aralık 2011 Salı

award

Award Ödülleri

1.Ödülü bize veren kişiye teşekkür ediyor ve linkini veriyoruz.

http://adaminbiriyim.blogspot.com/ adamın biri işte beni takip ediyor ve sevdiği on blogcudan biriymişim. sağolsun...
2.Hakkımızda 7 gerçek paylaşıyoruz 

1. erkeğim.
2. sigara içerim, alkolik falan değilim, hatta yeri gelir çarpar geçer beni.
3. büyüyünce helikopter pilotu olmak isterdim.
4. uyumayı feci şekilde seviyorum. sırf bu yüzden işe yakın ev tuttum.
5. eskiden çok çabuk sinirlenirdim. şimdi de sinirleniyorum, ama kontrol altına alabiliyorum sanırım.
6. 2011 bitsin diye bir senedir yalvar yakar bir halde evrene sövüyorum.
7. bir kaç gece evvel rüyamda şeytanı gördüm. eğlenceli bir adamdı. ama çok pis bir yalancı ve sahtekar. kesinlikle hiç bir dediğine, hiçbir sözüne güvenmeyin. bi de şahane ölü taklidi yapabiliyor. 
8. adriana lima'yı güzel bulmuyorum. şişirilmiş bir balondur kendisi.

3. Sevdiğiniz 10 blogcuya ödül verin ve verdiğinizi haber verin

haber vermek bana uymaz. on blog da olmaz. harbiden, ne yazmışlar/paylaşmışlar diye merakla linkine tıkladığım bloglardır bunlar. kendileri isterlerse olaya dahil olsunlar :)

Lappappa 

fuck you i am drunk!

Baron von Plastik

Pembe Gözlüklü Kedi

sıdkı sıyrıq notlar

çok da sikimde

starving hysterical naked.

Jayne Is On The Way

Powder Blue

nsnsyg.blogspot

RuHuM öZGüR

Pink Freud

12 Aralık 2011 Pazartesi

bunlar da böyle anılarımdır işte!

(ey okur, okumadan önce bunu oku. çünkü aşağıda yazılanlar çoğu kişiye erotik gelebilecek hikayelerdir)

I

her şey onsekizinci yaş günüme bir kaç gün kala gelişti. babam yanıma gelip, "kızım, bu doğum gününde dile benden ne dilersen" dediğinde her sene aldığı oyuncak arabalardan, bebeklerden sıkıldığım için boylu poslu, kaslı adeleli zenci şoför istedim. durumu bozuntuya vermeyen babam, "tamam canım kızım, merak etme sen, istediğini elde edeceksin" dedi ve yanaklarımdan öptü.

heyecanla yaş günümü beklemeye başladım. partime tüm arkadaşlarımı davet etmiştim. etraf cıvıl cıvıldı ve sahnede de müziğe ara verdiğini söylediği halde benim için son bir kez şarkı söyleyen teoman vardı. en sonunda büyük bir heyecanla hediyeleri açmaya başladım. oysa gözüm dışarıdaki üstünde isim yazmayan kutudaydı. onu açtığımda ise büyük bir süprizle karşılaşmıştım. üzerinde "hamile kalmaman dileğiyle" yazan bir kağıt parçası ve 30 santimlik damarlı ve fışkırtmalı dev gibi bir zenci vibratör!

rezil olmuştum. tüm arkadaşlarımın alaylı bakışlarına maruz kalacağımı sanıyordum ama gördüğüm şey bambaşkaydı. kadın, erkek hepsi büyük bir kıskançlıkla yüzüme bakar olmuştu. babannem bile yüzünü asmış ve haset dolu gözlerle bana bakıyordu. erkekler kendilerini değersiz hissetmiş, kızlar ise babalarının kendilerine neden böyle bir hediye vermediğini düşünür olmuşlardı.

bu da böyle bir anıdır işte!!

II

gecenin karanlığında karşı villadan gelen org sesleri ve kahkahalara binaen, ilgili mekanın bacasından ip sarkıtarak zorla içeri girdim. allahtan şömine yanmıyordu ve bende ses çıkarmadan ve üzerim tertemiz bir şekilde dışarı çıktım. sonra kafamı orgun olduğu yöne çevirdim. oldukça sıska ve çıplak bir eleman sadece org çalıyordu ve tv açık kaldığından dolayı korku filminin kötü karakterinin kahkahaları tüm salonu doldurmuştu. dedim ki;

"amca, senin adın ne?"

"bülent ersoy" dedi yavaş bir sesle. hışımla "amca, bak hava soğuk, adından da kıllandım şimdi. hem şöminen de yanmıyor, git üstüne rahat bir şeyler giy, böyle tecavüze yeltenemem" dedim. yaşlı adam yerinden yavaşça kalktı ve odasına doğru gitti. açık olan kapıdan yatağını gözetlediğimde ise donup kalmıştım. 30 santimlik damarlı siyah bir vibratör ile kendi kendi tatmin ediyordu ve şaşkın gözlerle kendisine izlediğimi gördüğünde ise işlemi hızlandırmıştı!

gittim, gördüm ve tecavüz ettim! korkmama gerek yokmuş, bülent ersoy ismi sadece benzerlikmiş!

III

o gün her zamanki rutin işlemlerinden biri olan çiçek sulama işi için kemerimi çözdüm ve begonyalara doğru işemeye başladım. burada çalışmama neden olan evin hanımını uzun süredir takip ediyordum ve begonya ile karanfillerle çok fazla uğraştığına tanık olmuştum. her sabah onların otlarını alıyor ve gübre karışımlı suyu da bu çiçeklerden ihmal etmiyordu. onlara dokunmama izin yoktu. ben de dokunmuyordum. ama sapık ruhum beni bir şekilde evin hanımını elde etmeye yönlendiriyordu.

ertesi gün yine her zaman yaptığım gibi dantelli iç çamaşırlarımı çıkarıp bahçıvan tulumumu giymeye başlamıştım ki hanımı begonyaların orada hışımla bağırırken gördüm. kahretsin, dün gece birayı fazla kaçırmış olmalıyım. tam bunu düşünürken evin beygiri daha bir hafta önce yaş gününü kutlamış olan küçük hanımı hışımla üzerinden atıp son sürrat kaçmaya başlamıştı. anlaşılan o da dün gece birayı fazla kaçırmıştı. küçük hanımın içinde ise beygirin eyerine yerleştirdiği otuz santimlik siyah ve damarlı vibratör kalmıştı.

bu da böyle bir anıdır işte!!!

9 Aralık 2011 Cuma

kanser

bir ara atmışım makinaya çamaşırları, yıkayıp duruyor elektrik tüketerek. fıldır fıldır dönerken, birden bire bana seslendi;

"var kalış, var oluş değildir evlat!"

"ne evladı lan" dedim makinaya dönerek, altı üstü beş yaşında ve altı ile çarpsam yine de benim yaşıma gelemez. terbiyesiz teneke yığını.

sonra demez mi, "ama benim kadar çamaşır yıkamadın. haftada iki saatten beş yılda, toplam yirmi gün çalıştım ben. saçımı süpürge ettim senin için, vır vır da dır dır... amacım bu benim, yıkarım!"

be hey koca dünya, ne günlere kaldık. ne demiş birisi, "düşünce özgürlüğünden yoksun olmak düşündüğünü söyleyememek değil, hiç düşünmememiş olmaktır." bir metreküplük makina benimle kafa bulmaya çabalıyor, işe bak. sigaramın dumanından çekerken derin derin "ama intihar bir kaçış değil, reddediştir" lafı dökülüverdi ağızcığımdan, dumanıyla birlikte, üfüre üfüre. "varolmak mı istiyorsun? sahtekarrr, sen aslında görevini reddediyorsun. bilmezmisin ki hayatta en büyük tembellik, insanın istediği şeyi yapmasıdır. hah ha, seni değiştirmem lazım. ama param yok aq."

"at beni, hadi, geri dönüşmek istiyorum hemen, benden bilgisayar yapsınlar, sayıları sayayım" demez mi zındık makina, yaptığı işten tiksiniyormuş. haftada iki saat çalışmaktan tiksiniyormuş. bak sen o kahrolasıca makinaya. diyor ki, "varoluşuma giden yol bulantıdan, tiksintiden geçiyor. insan için özgürlük tam ve mutlaksa eğer ve insan özgür olmaya mahkumsa, çekip gidiyorum."

"nah gidersin" dedim biricik köleme, "sen makinasın, dediklerin insan için geçerli." sigaramdan biraz daha duman çekerken elimdeki şişeyi bir köşeye bırakmaya karar verdiğimde bu sefer köşe diklenmeye başladı. ev üstüme üstüme geliyordu, sanırım beni öldürmeye karar vermişlerdi.

cep telefonum da isyana katılınca en sadık kullarıma, yani giyisilerime bürünerek ve yerde sürünerek pencereden dışarı çıktım. tüm şehir çıldırmış gibiydi. kendinden geçen 97 model tipom, memleketi italya'ya iltica etmekten bahsediyordu. benzin yerine deposuna gaz koymama çok içerlemiş. o da bir makina olsa bile güzel bir şeyler tüketmek istiyormuş. ona bozulan parçaları için harcadığım servetten bahsetmedim. tabancamı çıkardım tekerleklerine ateş ettim.

güç topladıktan sonra önce makinayı parçalamaya karar verdim. ama onun yerine buzdolabını parçalamak daha eğlenceli geldi gözüme. onun gaz yollarını kesip, kapısını eline vermek çok güzel bir orgazmdı. akabinde "çek git lan" dedim makinaya. bağırınca ona, durdu birden bire. tamirciye götürmeye karar verdim. kahpee, paramı yok etmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. sanırım tamirci ile arasında gizli bir ilişki vardı. ben kimsenin ilişkisine karışmam. ama bana ait bir makina parçası, benim cebimden çıkan para ile kendini düdükletiyorsa acımam, öldürürüm. eve çağırdım tamirciyi ve tam "bunun rezistansı kireçlenmiş vs" diyecekken kafasına temizlik topunu geçirdim. kafam çok karışıktı. acaba bir tek ben mi var kalacaktım?

sonra baktım tüm eve, köşesine ve bucağına. "sen köşe, varsın. makina, varsın. dolap, sanırım artık yoksun. cep telefonu, şu an için varsın. tamirci, öldün değil mi? ses ver, evet ölmüş, artık yoksun. evrende anca yer kaplarsınız. siz fabrikasyon ürünleri, tek çeşitler, modelleriniz bile sahtekarlık. hastalıklarınız benzer, aynı şeyleri tüketen iblisler sizi. bense kapladığım yerde var olurum. var olmam için kendini yeniden yarattım. hastane değil, ev yapımıyım ben, aşısızdır kollarım, vicdansızdı hocalarım, cahildi bakıcılarım. siz var kalın, sonsuza kadar, hahaha"

şehirde nükleer patlamalar yüzünden tam bir kaos hakimdi ve ben sigaramdan bir nefes daha çekerek yukarıya doğru üfledim. artık  kanserden korkmama gerek yoktu.

8 Aralık 2011 Perşembe

bir daha bana benzeme angel

garip şiirler diye bir katagori açsam küçük iskender'in bu şiiri baş köşeye yerleşirdi. hemde çekine çekine değil, koşar adım. ha, beni de 2007'nin 6-7 eylül akşamına alıp götürmesi başka bir durum tabi...

yağmura çok teşekkür ederim
bu gece yalnızca cesedime yağdı

bana bir şey olursa diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
düşünürken üşürsem diye korktum
oturup siyah portakallar yedim
oturup korkunç kitaplar okudum
içimde bir sıkıntı gibi cinayet
içimde bir sığıntı gibi telaş
içimde felaket gibi bir merak
hislerimin uzağına düştüm, şimdi çok üzgünüm
şimdi çocukluğumun uzağına da düştüm
daha da düşersem diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
ay kıvrılırsa diye
kan kıvranırsa diye
can sıçrarsa ölürken bir yerlere,
daha da ölürsem diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
sessem, sersem bir heceysem eğer
seni bir kelime edersem diye korktum
seni kötü bir cümlede kullanırsam
adını söylerken takılırsam, yalnış telaffuz edersem
böyle bir günah işlersem
tanrı affeder diye korktum

yağmura çok teşekkür ederim
bu gece yalnızca bu şiire yağdı

sağol aşkım
sağol kırık kolum, kesik bileğim, kırık yüzüm,
kesik geleceğim, kırık sonsuzluğum

her şeye rağmen
yağmura bulanmış, güzel bir yazdı...

7 Aralık 2011 Çarşamba

gözler kalbin aynasıdır!!

uzun süredir bir şeyler karalamıyorum ve enteresan bir yazı yazmaya çabalayım. gerçi konuya meraklı şahışlar olayı bilir, reklamcılar kesin kesin bilir...

eğer birisi, sizinle iletişim kurduğu zamanın üçte birinden daha az bir süreyi gözlerinize bakarak geçiyorsa, dürüst değildir ve sizden bir şeyler gizliyordur. ama üçte ikisinden daha fazla zaman sürede gözlerinize bakıyorsa ya size hayran kalmıştır, ya da saldırgan bir tavrı olacaktır. üstüne göz bebekleri de büzüşmüşse size meydan okuyor olabilir. biriyle sağlıklı bir iletişime geçmek için iletişimdeki sürenin yüzde altmış civarında bir oranda gözlere bakmak gerekmektedir.

kısaca demek istediğim şu; gözler kalbin aynasıdır, yalan söylemez onlar.. bir şeyleri açığa çıkarır. mesela heyecanlı birisinin göz bebekleri dört kat büyüyebilir. kızgın veya sinirli bir kişinin ise göz bebekleri çok küçülür. minicik kalır ve yılan gözler deriz biz buna.

şimdi gelelim işin flört kısmına. kadınların göz makyajı yapmasının temel nedeni gözlerini erkeğin gözünün içine sokmak istemeleridir. bir kadın, bir erkeği seviyorsa eğer göz bebekleri kocaman olacaktır ve siz, onun sizi sevdiğine emin olacaksınız. aklınıza şeker kız candy'nin veya peter görmüş heidi'nin göz bebekleri gelsin. neyse, romantik buluşmaların loş yerlerde olmasının nedeni de budur. çünkü loş yerlerde göz bebekleri daha da büyür. göz bebeği büyüyen kişi sizi seviyordur ve bu değiştirilemez, rol yapılamaz. bebeklerin ve çocukların göz bebeklerinin büyük olmasının nedeni de bu sevgidir.

göz bebeği büyüme işi kontrol edilemediği için bir çok uzman poker oyuncusu güneş gözlüğü kullanır. sırf karşınızdakinin gözlerine bakarak eli büyütüp büyütmemeniz konusunda emin olabilirsiniz. ve alış-veriş esnasında da başınız göz bebekleriniz yüzünüzden derde girebilir. eğer kadınsanız ve o ayakkabıyı çok istiyorsanız göz bebekleriniz büyüyecektir ve satıcı pazarlıkta oldukça cimri olacaktır. ben pazarlık yapmayı sevmem.

olay sadece gözlerle bitmiyor elbet. bakışlar da önemli. yakın karşılaşmada bakışları gözleriniz ile göğüs arasında, uzak karşılaşmalarda ise gözleriniz ile dizler arasında ise bu mahrem bakıştır ve sizinle ilgilendiğini belli ediyordur. farkında olmadan siz de ona aynı bakışları atmış olabilirsiniz hani, dikkat edin! eğer kişi bakmayı kesmişse, konuşurken gözlerini kapıyorsa sizden sıkıldığını gösterir veya sizi artık iplemiyordur, önemsiz bir kişisinizdir onun için. üstelik buna ilaveten bacak bacak üstüne atmış ve kollarını da göğsünde birleştirmişse hiçbir şansınız kalmamıştır artık. kadın ayakta ve bir ayağını diğer dizinin arka tarafında konumlandırmışsa eğer korkuyordur sizden ve tavrınızı değiştirin. sıcak ve dostca davranın. sonuçta insanları korkutmaya çabalamak çok saçma.

17 Kasım 2011 Perşembe

geleceği örgütleyen filmler



sevgili izleklerim, geleceği örgütmelekten kastım biraz zaman yolculuğudur, cassandra kompleksidir ve distopyadır. distopya, ütopyanın tersidir. kötü geleceği anlatır. edebiyatta ve sinemada bu işin kralı yapılır. misal 1984 böyle bir romandır ve filmi de güzel sayılabilir. cassandra kompleksi ise geleceği bilmek, ama onu değiştiremek. anlatmak istediğim konu çoğunlukla distopya ile alakalı. salt kötü gelecek temalı filmlerin en krallarından bahsetmeyeceğim. bu kötü geleceğin nedeni olan zaman yolculukları ile ilişkilendireceğim. yani geçmişe gidip kendi geleceklerini yaratan filmlerden bahsedeceğim. bilirsiniz, normalde sebep-sonuç ilişkisi vardır. ama bu filmlerde bu süreç tersine dönmüştür ve sonuç-sebep ilişkisi ortaya çıkar. bu tür filmlerde genelde geleceği yok edemiyorsunuz, sadece süreci erteleyebiliyorsunuz.

neyse, filmlere gelelim;


bu filmlerin en kralı terminatör serisidir. makineler connorları öldürmek için geçmişe giderken aslında kendi geleceklerini inşa ederler ve bu kısır döngüdür. sarah connor ikinci filmde hastanede tedavi altındayken cassandra kompleksinden tedavi görmektedir. çünkü kıyametin tarihini veriyordur. sarah, ilk toplu imhaya neden olacak zamanı yok eder, ama sadece süreç biraz ertelenmiştir. makineler üçüncü filmde geçmişe gidip kendi geleceklerini nihayet başlatırlar.


aslında bir dallamanın oynadığı butterfly effect'de bu filmlerden birisidir ve insanlığı değil, bir grup insanı ilgilendirir. bir beyin rahatsızlığına sahip kahramanımız geçmişine dair izlere dokununca o ana gider ve yaptığı hatayı düzelttiğini düşündükçe iyice boka batar. sevdiği kızı orospulaştırır, o kızın kardeşinin hayatını karartır, kendisi sakat kalır, özgüvenini son derece yüksek biri haline gelir falan derken kız ve kardeşi ile tanışmayarak olayı çözümler. film boyunca kendi geleceğini sürekli tasarlar ve en doğru sonuca varır(veya vardığını sanır) ve geleceğini düzeltir. devam filmi boktandır.



twelve monkeys  ise izlediklerim arasında en iyilerinden birisidir. temel olarak cassandra kompleksi ele alınır. distopik bir dünya öngörüsü vardır. filmde bir virüs neticesinde insanlar yeraltına çekilmiştir ve bilim adamları zaman makinasını bulur. geçmişe sağlıklı kişileri yollarlar ve virüsün nedenini öğrenmeye çalışırlar. bu sayede geleceklerini, geçmişe giderek kurtarabileceklerdir ve bruce willis ağbimiz işi kotarır ve geleceği düzeltir. kızı da kapar. ama ölür.


planet of apes'da(1968) ise bizim bilim adamları bir deney için uzaya çıkarlar ve zaman yolculuğu neticesinde dünyanın geleceğine giderler. artık maymunlar dünyaya hakimdir ve insanlar konuşmayı bile unutmuştur. serinin son filminde görürüzki o akıllı maymunların atası, aslında gelecekten gelen o iki maymundur ve geleceği başlatırlar. terminatör ile aynı konuya sahip bir kısır döngüdür bu. o bilim adamları o deneyi yapmasa maymunlar asla akıllanamayacaktır ve ataları da geleceği örgütlemek için geçmişe gelmeyeceklerdir vs.


back to the future bir distopya örneği değildir elbet. marty mcfly, doktorun zaman makinesine binip geçmişe gittiğinde farkında olmadan kendi geleceğini de kurgular ve geleceğe gittiğinde kendi kurguladığı o geçmişi yok eder ve en sonunda daha da geçmişe gittiğinde atalarına saygınlık kazandırır ve kendi geleceğinde olacak bir kazayı da önler. her şey mükemmel bir şekilde halledilmiştir. kendisinin ve ailesinin kaderini geri dönülmez bir şekilde düzenlemiştir.


donnie darko için zaman makinesine gerek yoktur. cassandra kompleksinden muzdariptir. geleceği görür ve onu düzeltir, ailesini kurtarır. seçimini yapmıştır çünkü. bu filmden sonra çekilen ve kız kardeşini konu alan s. darko nikli filme hiç bulaşmayın derim size.


tom cruise adlı kişinin en iyi filmi olan minority report'da üç kahin vardır gelecekte işlenecek cinayetleri görürler ve geçmişte çocuğunu kaybeden bir polis, katil adaylarını yakalar. en sonunda şans topları onun katil olacağını söyler. geleceğini değiştirmek için binbir türlü atraksiyona giren tom, öldürmez. film biter. konusu kısaca şöyledir; çocuğunuz mu öldü? kendinizi kaybetmeyin ve yenisini yapın.


source code ise bu sene vizyona girmişti ve darko'dan bildiğimiz jake gyllenhaal başrolde. elemanımız afganistan'daki bir helikopter kazasında ölmüştür esasında(evrenin askerleri gibi). ama beyninin bir kısmı çalışıyordur ve bir grup bilim insanı onu bir önceki gün olmuş tren patlamasının 15 dakika öncesine yollarlar. onun görevi bombacıyı bulmaktır. en sonunda bombacıyı da bulur ve görevi tamamlar. içerden birinin yardımı ile bizim evrenimizde kesin beyin ölümünü sağladığında geçmişte oluşmuş paralel evrendeki yaşantısı devam eder. bu arada geçmişte olmuş bombalamanın da önüne geçerken bizim evrenimizde düzenin normal şekilde devamını sağlar. artık iki evren vardır ve olaylar olaylar işte. güzel filmdir. kaçırdıysanız bulun derim(olmadı değil mi? izleyin işte valla bak, çok zaman geçti, aklımda kalanlar bunlar).


the time machine'de sevgilisi kaza sonucu ölen doktorumuz zaman makinesini icat eder. 1800'lerdir ve bizim doktor onlarca kere süreci düzelttiğini sansa bile her seferinde sevgilisi değişik bir şekilde ölür. geçmişe gidiyordur ama geleceğini bir türlü değiştiremiyordur. bu yönü ile diğer filmlerden ayrılır. neyse, en sonunda geleceğe giderek hatanın kaynağına inmek ister. ilk zaman sıçramasında problem yoktur. ikincisinde ayın parçalanışına denk gelir. üçüncü sıçrama ise baygın bir halinde olur ve milyonlarca yıl sonraya gider. yerlaltı ve yerüstü insanlarının dünyasına gider(80'lerin çocukları bunun çizgi filmini hatırlar).
frequency'da(Burcu SıdkıSıyrıq'ın uyarısı ile ekledim) ise itfaiyecimiz az rastlanan bir atmosfer olayı sonucunda kısa dalgadan bir frekans yakalar. otuz yıl sonraki oğluyla konuşmaya böylece başlar. süreç bundan sonra geçmişi değiştirmek için kurgulanır ve oğul babasını depo yangınında ölmekten kurtarır. ama süreç farklı işlemeye başlar ve annenin ölümünü de dahil bir dizi trajik olaylar zinciri başlatılır. ikisi birlikte annenin katilini bulmaya çabalar. ha bu arada, gelecekten borsa tüyosu almanın hiçbir sakıncası yoktur! yehuuu!!


lost in space'de ise bilim insanları olan robinson ailesi, dünyanın kirlenmesi ve yaşanabilirliğinin azalması üzerine bir görev için başka bir gezegene gidiyorlardı. ancak gemiye kaçak giren kötü bir doktor(gary oldman) onları raylarından çıkarır ve başka bir gezegene varırlar. bu işlem esnasında örümcekler vs gemiye musallat olur. gezegende ise bir güç merkezi vardır ve oraya girdiklerinde o güç merkezinin aslında geleckleri olduğunu görürler. küçük robinson ve kötü doktor(artık örümcekleşmiştir) hariç herkes ölmüştür. bizim baba robinson, gelecekteki oğlunun yardımı ile geçmişi düzeltir. ikincisini heyecanla beklediğim bu film böylece burada biter. devamı çekilmemiştir.


aslında bu işin feriştahını mr. nobody yapmış. elemanımızın anne babası küçükken ayrılır ve her şey birden bire değişir. tren istasyonunda annesi mi seçecektir, yoksa babasını mı? hangisini seçerse geleceği bambaşka olacak, yeri gelecek, geleceğini değiştirmek için sil baştan yeniden başlayacaktır. evren ise 12 şubat 2092'de tekrar büzülmeye başlayacak.

david lynch'in lost highway ve mulholland dr. filmlerinden bahsetmediğimi fark etmişsinizdir. elli kişi oturup aynı david lynch filmini izlese inanın bana elliside filmi ikinci üçüncü dördüncü beşince kez izlemek gerektiğini söyler.


edge of tomorrow, tom cruise ve emily blunt ikilisinin filmi. tom aslında uyuz bir kişidir ve uzaylılarla savaşmak için orduya zorla alınır. savaş zaten bir gün sürer ve uzaylılar herkesi öldürür. ama tom ölürken özel bir uzaylının kanı ona bulaşır. böylece aynı günü tekrar tekrar yaşamaya başlar ve kendisi gibi bir özelliği olan ama onu kaybeden emily ile muhteşem bir ikili olurlar. kahramanımız gram gram ilerleyerek, kendi geleceğini örgütlemiştir. filmin sakat noktası birden fazla gelecek örgütlenmiş olması. tom her uyandığında farklı bir gelecek kurgulanıyor. hikayenin temel dayanağı tek bir zaman ilerleyişi olması. oysa her uyandığında farklı bir zamanın ortaya çıkması lazımdı.

bu arada, bill murray'nin gronfhot day filmini de unutmamak lazım. kahramanımız, hiç bitmeyen bir günü yaşıyordu ve işin açığı filmin sonunu hatırlamıyorum :)

not: kafasında tanıma uygun film olan yazsın. izlediysen yorumlarım. izlemediysem indiririm lan..

15 Kasım 2011 Salı

yiftah vs kızı (jephthah's daughter)

(giovanni francesco romanelli)

evet, bir kurban bayramını daha geride bıraktık. kurbanın islama göre ismail'in tam kurban edilecekken elinde bir koçla gelen melek tarafından kurtarılması hikayesini biliyorsunuz zaten. aynı hikaye ismail yerine ishak versiyonu ile tevratta da vardır. ama tevratta bir kurban hikayesi daha var. mısır'dan çıkıştan sonra başlıyor.

gilat oğlu, bir fahişeden doğma olan yiftah, gilat'ın karısının çocukları tarafından evden kovulur. ona miras verilmez. ama gel zaman git zaman, ammonluların saldırması ile yiftah kabilesinin başına geçer. neyse, tevrat - hakimler 11'de geçen hikayesinde en sonunda şöyle bir yemin eder;

"rab'bin önünde ant içerek şöyle dedi: gerçekten ammonoğulları'nı elime teslim edersen, onları yenip sağ salim döndüğümde beni karşılamak için evimin kapısından ilk çıkan, rab'be adanacaktır. onu yakmalık sunu olarak sunacağım."

savaşı neticesinde israiloğulları kazanır. ammonoğulları büyük bir yenilgiye uğrar. ve an gelir. evinin kapısından ilk giren kişi hiç beklemediği birisidir;
(giovanni antonio pellegrini)

"yiftah mispa'ya, kendi evine döndüğünde, kızı tef çalıp dans ederek onu karşılamaya çıktı. tek çocuğu oydu, ondan başka ne oğlu ne de kızı vardı. yiftah, kızını görünce giysilerini yırtarak, "eyvahlar olsun, kızım!" dedi, "beni perişan ettin, umarsız bıraktın! çünkü rab'be verdiğim sözden dönemem."

kız olayı olgunlukla karşılar. rabbe verdiği sözü tutmasını ister babasından. ama babasından bir dileği vardır. babasından iki ay izin alır. gidip arkadaşlarıyla kırlarda gezer, kızlığına ağlar. ama evine geri döner;


"iki ay sonra babasının yanına döndü. babası da içtiği andı yerine getirdi. kıza erkek eli değmemişti. bundan sonra israil'de bir gelenek oluştu. israil kızları her yıl kırlara çıkıp gilatlı yiftah'ın kızı için dört gün yas tutar oldular."
(rombout van troyen)

bu sefer koç inmemişti. kızını yakmalık sunu olarak sunmakta hiçbir sakınca görmemiş... akabinde efrahimlilerden kırkbin kişiyi kılıçtan geçirecektir.

3 Kasım 2011 Perşembe

free money


patti smith'in en sevdiğim şarkısı ve bossa nova çevirisi ile karşınızda. şarkıyı parasız ve hatta aç geçirilen bir gençlik döneminin sonunda yazmıştır, aşık olduğu robert mapplethorpe için...

every night before i go to sleep
find a ticket, win a lottery,
scoop the pearls up from the sea
cash them in and buy you all the things you need.
every night before i rest my head
see those dollar bills go swirling 'round my bed.
i know they're stolen, but i don't feel bad.
i take that money, buy you things you never had. 

(her gece uyumadan önce bir bilet bulur, lotoyu kazanır, denizden inciler çıkarır, nakite çeviririm ve sana ihtiyacın olan her şeyi alırım. her gece başımı yastığa koymadan önce yatağımın etrafında uçuşan banknotlar görürüm. bilirim onlar çalınmıştır. ama hiç de kötü hissetmem. o paraları senin ihtiyacın olan her şeyi almak için kabul ederim.)

oh, baby, it would mean so much to me,
oh, baby, to buy you all the things you need for free.
i'll buy you a jet plane, baby,
get you on a higher plane to a jet stream
and take you through the stratosphere
and check out the planets there and then take you down
deep where it's hot, hot in arabia, babia, then cool, cold fields of snow
and we'll roll, dream, roll, dream, roll, roll, dream, dream.
when we dream it, when we dream it, when we dream it,
we'll dream it, dream it for free, free money,
free money, free money, free money, free money, free money, free money. 

(oh bebeğim, bu benim için çok şey ifade ediyor. sana ihtiyacın olan her şeyi almak... sana bir jet alırım bebeğim, seni rüzgar hızıyla havalara uçurur ve seni stratosfere götürür. oradaki gezegenlere göz at ve sonra aşağı getirir seni. çok aşağılara, havanın sıcaktan kavrulduğu yere arabistan, babil ve daha sonra serin, soğuk kar tarlalarına. ardından yuvarlanacağız, hayal edeceğiz, yuvarlan, hayal et, yuvarlan, hayal et. biz hayal ettiğimizde, hayal ettiğimizde, hayal ettiğimizde, beleş para hayal ederiz beleş para beleş para)

every night before i go to sleep
find a ticket, win a lottery.
every night before i rest my head
see those dollar bills go swirling 'round my bed. 

(her gece uyumadan önce bir bilet bulur, lotoyu kazanır, denizden inciler çıkarır, nakite çeviririm ve sana ihtiyacın olan her şeyi alırım, her gece başımı yastığa koymadan önce yatağımın etrafında uçuşan banknotlar görürüm. bilirim onlar çalınmıştır. ama hiç de kötü hissetmem. o paraları senin ihtiyacın olan her şeyi almak için kabul ederim.)

oh, baby, it would mean so much to me,
baby, i know our troubles will be gone.
oh, i know our troubles will be gone, goin' gone
if we dream, dream, dream for free.
and when we dream it, when we dream it, when we dream it,
let's dream it, we'll dream it for free, free money,
free money, free money, free money,

(oh bebeğim, bu benim için çok şey ifade ediyor, bebek biliyorum, bütün sıkıntılarımız gitmiş olacak, biliyorum. bütün sıkıntılarımız gitmiş olacak, gidecek. biz onu hayal ettiğimizde, hayal ettiğimizde, hayal ettiğimizde. hadi onu hayal edelim, beleşe hayal edeceğiz. beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para beleş para)

31 Ekim 2011 Pazartesi

no alarm no surprises


artık eski diyebileceğim bir radiohead şarkısı ile daha karşınızdayım! şimdi efendim sabah sabah telefonun çalan alarmları ve hatta sabah daha mutlu kalkasınız diye müziği değiştirilmiş alarmlar ve hatta o buz gibi olabilen evinizin yatağınızdan hiç kalkamama süprizi, süprizi diyorum, çünkü odanız buz gibidir ve hatta sevgiliz de yanınızda yoktur, sizi sıcak tutan/tutabilecek, ısı ile aranızın iyi olmasını sağlayabilecek kişi de yoktur, çekersiniz yorganı kafanıza, bakarsınız doğalgaza, yaksaydınız iyi olurdu belki geceden, şimdi kim sabah traş olacak buz gibi suyla, sonra işe gideceksiniz, bir yığın yol, gereksiz insan karşılaşmaları/konuşmaları/tokalaşmaları. fazla modern bir hayata yeniden başladınız. oysa sizin hayaliniz bu değildi, değil mi? işte karşınızda no alarm no surprises... please...

a heart that's full up like a landfill
a job that slowly kills you
bruises that won't heal

(zaman geçsin diye edinilmiş bir sevgili, yavaş yavaş öldüren bir iş, iyileşmeyecek yara bereler)

you look so tired and happy
bring down the government
they don't
they don't speak for us

(çok yorgun ve mutsuzsun değil mi? seni yönetenleri/işini yok et, onlar sadece kendilerini düşünüyorlar.)

i'll take a quiet life
a handshake and carbonmonoxide

(ben sakin bir hayatı seçiyorum, insanlarla iletişimimi yok etmek istiyorum)

no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
silent... silent...

(alarmsız ve süprizsiz olsun her şey, ne telaş ne sürpriz olsun. sessiz olun.. konuşmayın...)

this is my final fit
my final bellyache
with no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises please

(bu benim son isteğim, sizlerle yüz göz olmam, alarmsız ve süprizsiz olsun her şey, acele etmeyeyim ve süpriz olmasın hiç bir yerde, lütfen, çıkın gidin hayatımdan, ne telaş, ne de süpriz istiyorum artık.)

such a pretty house and
such a pretty garden and
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises
no alarms and no surprises, please

(şöyle sevimli bir eve gideyim ve huzur bulacağım bir bahçesi olsun, alarmsız ve süprizsiz olsun her şey, ne telaş olsun, ne sürpriz, lütfen, ne acele bir yere yetişmek ne de sürpriz istiyorum artık hayatımda, sessiz olun... sessizlik...)

not: birebir çeviri değildir.

28 Ekim 2011 Cuma

ingiliz modeli


yurtsuz john adlı ingiliz kralı çok fazla işkence yapınca ingiliz baronları tarafından sürgüne yollanır. akabinde bir daha işkence yapmayacağını söyleyerek magna carta imzalanır ve ülkesine geri döner. yıl 1215'dir ve tarihteki insan hakları ile ilgili ilk belge böylece ortaya çıkar. gerçi insan haklarından çok baron hakları demek daha doğrudur.

neyse, niccola machiavelli(1469-1527), rönesans dönemi italyan yöneticilerinin neredeyse tamamının ilkesiz ve acımasız olduğunu gördüğünde siyasetin zorunlu olarak ihanet ve hilekarlık oyunu olduğunu söyledi. prens isimli kitabında ahlak ve siyasetin karıştırılmaması gerektiğini belirtti. ona göre başarılı bir yönetici sıkça hile yapmaya, yalan söylemeye, sözünü tutmamaya ve hatta cinayet işlemeye meyilliydi. o, sivil toplumun ilkelerini tespit etmişti. ingiliz thomas hobbes(1588-1679) ise insanların içgüdüsel olarak bencil ve acımasız olduğunu, bu yüzden ahlaki varlıklar haline gelmelerine çalışmanın zaman kaybı olduğunu yazdı. herkes doğal haline bırakıldığında herkes birbirini katledecekti ve yaşam kısa zamanda katlanılmaz bir hale gelecekti. bu yüzden toplumsal sözleşmeler yapılmalıydı. insanların birbirlerini uykularında öldürmemesinin yolu buydu ve bu sözleşmeye uymayanlar ikinci devlet sözleşmesi ile cezalandırılmalıydı. ahlak, kötü adamlar arasındaki kinik bir uzlaşmadan fazlası değildi. ahlak, yasaya itaatti. ardından aydınlanma çağı geldi ve voltaire ve rousseau fransa'da fikirlerini söylediler. ama fransız devrimi sırasında da kafa kesmek oldukça sıradan bir uğraşı haline gelmişti. devrimin bütün önde gelenlerinin bile kafası uçuruldu. hatta devrilen kralın bile.

onsekiz ve ondokuzuncu yüzyılda kant, hegel ve marx sırası ile kıta felsefesini oluştururken britanya adasında daha farklı bir söylem gelişmekteydi. jeremy bentham(1748-1832), tanrı tanımaz ve maddeci bir felsefeyi, yani faydacılığı ortaya atmıştı. gerisini john stuart mill(1806-1873) halledecekti. onlar marx gibi düşünmüyor ve ingiliz kapitalizminin önünde herhangi bir sorun olmadığını söylüyorlardı. kapitalizm kaçınılmazdı ve iyiydi.

bentham aslında bir avukattı ve hukukla arası doğal olarak çok iyiydi. şöyle demiştir;

"ingiliz hukuk sistemi, tarihsel önyargılarla, dinsel boş inançların, bilimsel olmayan bir karmaşaşı üzerine kurulmuş tumturaklı bir saçmalıktır."

böylece insan doğasının bilimsel tanımı üzerine kurulu, kendi yeni ahlak ve siyasal sistemini kurdu. tüm insanlar acı ve haz organizmalarıdır. bu yüzden ahlak ve siyaset felsefesinin hazzı artırmaya, acıyı en aza indirmeye çalışması gerekiyordur ve bu demokratik olmalıdır. böylece seçimle iş başına gelmiş her hükümetin temel görevi, en fazla sayıda insanın en büyük mutluluğu yakalaması sağlanmaya çalışılmalıdır.

bentham mutluluğun bilimsel olarak ölçülebileceğini savunuyordu. böylece ahlaki ve siyasi meseleler kolayca çözümlenebilirdi. mutluluk hesabını icat etti. bunu yapmanın en uygun sistemi de kapitalizmden başkası değildi.

popülizm icat edilmişti. insanlara ne istiyorlarsa onu verin. daha doğrusu devlet onların mutluluğu için neyin iyi olduğunu düşünüyorsa o verilmelidir. bu kanalizasyon olabilir, kaldırım döşemek, okul, hastane yaptırmak şarttır. devir victoria dönemiydi. köşe başlarında pıtırak gibi kiliseler yapılmaya başlanmıştı. artık mutluluk üretiliyordu. bentham'ın düşünceleri bunlarla sınırlı değildi. tembeller için yoksul evleri, hükümlüler için de her mahkumun bir kuleden gözetlendiği panoptikon hapishanlerinin gerekliliğine inanıyordu.
john stuart mill ise bu faydacılıkta değişikler yapmaya çalıştı. o, faydacılık yüzünden çoğunluk tiranlığının oluşacağını düşünüyordu. eğer çoğunluk çingeneler ve hippilere karşı sert davrandığında mutlu oluyorsa, o zaman iktidar bunu yapmalıydı. faydacılığın bireysel insan hakları ile bağdaştığı düşünülemezdi. ayrıca bir mutluluk üreten kurum olması gerektiğinden merkezi hükümet ve bürokrasi oldukça güçlenebilirdi. o, böylece başkalarına zarar vermedikleri sürece farklı fikirleri ve azınlıkların yaşam biçimlerini destekledi. çoğulcu toplum, sağlıklı bir toplumdu. bunun bir sebebi de hakikatın eninde sonunda galip geleceği bir ortamın yaratılmasıdır. ahlaklılık, çoğunluğun iktidarından daha fazlasını gerektiriyordu. zamanla faydacılığa şüphe ile yaklaşmaya başladı. eğer bireyler kendi mutlulukları peşinde koşmaları yönünde biyolojik olarak programlandırılmışlarsa, başkalarının mutluluğunu temin etme konusunda sistem ne tür teşvikler sunmaktadır?

sistem amerika'da bambaşka bir şekil aldı.

amerikalıların çoğu ilk başlarda demokratik hükümetlere şüphe ile yaklaşmışlardı. ama benjamin franklin ve thomas jfferson'ın etkisi ile demokratik hükümetlere geçtiler. john locke'un(1632-1704) fikirlerinden etkilenmişlerdi. locke, hükümetlerin elindeki yetkilerin her zaman geçici olduğunun bilmesi gerektiğini söylemişti. hükümetlerin, onlar için oy verenlerle karşılıklı bir sözleşmesi olmalıydı. bu yüzden hükümet sadece vatandaşların yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışları gibi haklarını garanti etmek için var olduğunu söylediler.

henry david thoreau(1817-1862), iki yıl, iki ay ve iki gün boyunca toplumdan uzak yaşadı ve "hayatımızı ayrıntılarla boşu boşuna harcıyoruz, basitlik basitlik" dedi. ayakkabısını tamir ettirmek için kulubesinden çıkıp kasabaya geldiğinde şehrin yüksek memuru onu fark etti ve kişisel vergisini vermesi gerektiğini söyledi. ödeyeceği verginin meksika savaşında ve köleliğin desteklenmesinde kullanılacağıı düşünen thoreau ödemeyi reddetti ve bir gece hapis yattı(bu arada kendisi zengin birisidir). sonunda romantik ve anarşist sivil itaatsizlik metnini kaleme aldı. metinde pasif direnişi tavsiye ediyordu. pasif direnişi kullanan en ünlü kişi gandhi'dir ve ingilizleri hindistan'dan bu sayede kovmuştur(ama kendisi birinci dünya savaşında ingiliz ordusuna askere alma konusunda yardım da etmiştir). itaatsizlik geleneği beatnikler ve hippiler ile günümüze kadar gelmiştir.
tabi thoreau bu fikirleri yalnız başına geliştirmedi. transandantalizmden etkilenmişti ve onlara göre bilgiye, duygu ve sezgiyle ulaşılabilirdi. waldo emerson(1803-1882) bu düşünceyi daha da geliştirdi ve devlet otoritesi ve örgütlü din karşında sezgi ve kişisel vicdanın önemini vurguladı. artık iyice kentsel ve endüstriyel olan amerika, eleştiriliyordu. köleliğe karşıydılar ve "insan olmak isteyen, aykırı olmalı" diyorlardı.

ama amerikan felsefesini transdantalizm şekillendirmedi. charles sanders peirce(1839-1914) ve william james(1842-1910) pragmatizmi icat etti! transdantalizme düşmandılar. kısaca şunu dediler;

"bir fikir şiddetli bir biçimde savunulabilir. ama eğer gündelik hayatta bir fark yaratmıyorsa, o zaman önemli ya da doğru değildlir. beşeri teoriler sadece yararlı olmak yoluyla bir nakit değeri taşıyorsa anlam ifade ederler."

sonuç hala geçerlidir. bugün amerikalı filozoflar hala seçtikleri konuların pratik bir faydası olması gerektiğini düşünüyorlar.
kaynak: ntv yayınları - felsefe
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.