heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

25 Şubat 2010 Perşembe

pyramid song

radiohead parçalarını az biraz deşmek iyi gelir. mesela pyramid song. kendi yorgun zamanlarınızda, kendi yorgunluğunuzu bu şarkının piyano girişine, thom yorke'un 'hu' çekmesine ve yaylı çalgılarına bırakın. özellikle yaylılarına, sanki roman bir virtiöz almış eline o yaylıları, batının cennetinden çok doğunun cennetinin içinde gezmenizi sağlıyor. cennete 'uçmak' demiş türkler, boşuna değil bu kelime, cennet biraz da uçmak çünkü. belki hayallerinizde gerçekleşir bu uçma işi, ama bazen de radiohead şarkılarında. işte bu şarkılardan birisi de pyramid song.

daha da derinden incelersem eğer derim ki; thom kendisini nehrin azgın sularına yüksekce bir yerden bırakmıştır. ardından gördüklerini size anlatır.

melekleri görür önce, kara gözleri ile, onunla beraber nehrin sularında yüzerler, hep istediği gibi, tüm yıldızlar artık yanındadır, sevdiği herkes, gelmişi, geçmişi ve geleceğini de görür yanında, cennete girmek için sandala atlarlar ve artık korkacağı hiçbir şey kalmamıştır. sonsuza kadar mutludur.

bende kendi gördüklerimi yazayım bu şarkıyı dinlerken dedim, fazla kopmadan şarkıdan;

i jumped in the river and what did i see?
(kendimi düşünmeden nehre attım ve sizce ne gördüm dersiniz?)

black eyed angels swimming with me
(kara gözlü türkan şoraylar benimle beraber yüzüyor)

a moon full of stars and astral cars
(ay ışığı altında sevdiğim tüm yıldızlar ve hepsi yıldızlara kadar arabamla gidecek)

all the figures i used to see
(hep sevdiğim sahneleri ile beni mest edecekler)

all my lovers were there with me
(tüm sevdiklerim şimdi benim yanımda)

all my past and futures
(geçmişin ve geleceğim bütün yıldızları artık benimle)

and we all went to heaven in a little row boat
(hepsiyle birlikte cennete gideceğim, sandalıma atlayıp)

there was nothing to fear and nothing to doubt
(korkacağım veya kuşkulanacağım hiçbir şey kalmadı, çünkü tüm sevdiklerim benimle)

24 Şubat 2010 Çarşamba

sultan abdulaziz

çok büyük bir ihtimalle bilek damarları kesilerek öldürülmüş osmanlı padişahı. kanı dökülerek ölen ikinci padişahtır. ilki ise savaş meydanında öldürülen orhan gazi'nin oğlu birinci murat'tır.

kendisi ikinci mahmut'un tahta çıkan ikinci oğludur. ilk oğlu abdulmecit veremden genç yaşta ölünce sıra otuz bir yaşındaki abdülaziz'e gelmiştir. ama kendi oğulları hiçbir zaman taht yüzü görememiştir. hanedanın abdulaziz ve abdulmecit kolları arasında rekabetin hala daha sürdüğü söylenir.

neyse, bu cinayette parmağı olan kişilerin mithat paşa ve mahmut nedim paşa olduğu tahmin ediliyor. anayasa işi bu kişileri rayından çıkarmış. ilk anayasamız bile birinin öldürülmesi ile ilan edilmeye çalışılıyor. gerçek bir ironi bu olsa gerek.

kafese kapılmadan yetişmiştir. bu yönü ile yeniliklere açıktır. zaten demiryolu ve telgraf hatlarının gelişmesi için çok çaba harcamıştır. pehlivandır. resimlerine bakarsanız oldukça iri yarı ve bir oturuşta bir sığırı tek başına yiyebilecek tipte biri olduğunu görürsünüz. ama kendisi şimdi içine tükürülen, ahlaksızlık sayılan batı sanatına da meraklıdır.
abdulaziz'i asıl ilginç yapan ayrıntı avrupa seyahatine çıkmasıdır. fransızların imparatoru üçüncü napoleon'un davetlisi olarak bu ülkeye şehzadeleri abdulhamit ve murat ile beraber gitmiş ve paris fuarı'nı gezmiştir. paris'ten de ingiltere, belçika, almanya ve avusturya-macaristan imparatorluğuna gitmiş ve gezilerde bulunmuştur. fransız imparatoriçesi eugene ile fazla başbaşa fazla vakit harcadığı ve iade-i ziyaret için istanbul'a gelen imparatoriçenin planlanandan bir hafta daha fazla istanbul'da kaldığı bilinir. doğal olarak bu durum söylentilere neden olmuştur.

o zamanlar güçlü olmanın birinci şartı olan donanmayı geliştirmek için büyük çaba harcamış ve dünyanın üçüncü büyük donanmasını kurmuştur. avrupa'dan aldığı kredilerin çoğunu donanma ve ordunun modernizasyona harcamıştır. ama elinde o donanmaya layık bir kaptan olduğunu sanmıyorum.

en çok gezen osmanlı sultanlarındandır. mısır'a bile gitmiş ve halkının devlete bağlılığını sağlamıştır. yavuz'dan beri mısır'a giden ilk padişahtır. paris gezisi sırasında şehzadelerinden murat fransız kadınları ile gönül eğlendirip mason localarında takılırken, abdulhamit fuarı en ince ayrıntılarına kadar gezip, son teknolojik yeniliklerden haberdar olmaya çalışmıştır. kendisinden sonra tahta geçen murat öldürüleceği korkusu ile delirmiş ve sadece 80 gün hüküm sürebilmiştir. abdulhamit ise 33 yıl tahta kalmayı becermiştir.

23 Şubat 2010 Salı

düzmece mustafa

fetret devri içinde birbirleriyle kapışan yıldırım'ın şehzadeleri içinde bir tane de mustafa vardır. şehzade mustafa, ankara savaşı sonunda babasıyla birlikte timur'a esir düştükten sonra semerkand'a götürülür. timur'un ölümü ile beraber serbest bırakılır. anadolu'ya geçer. bizans ve eflak'ın yardımı ile çelebi mehmet'e karşı selanik'te ayaklanır.

nedendir bilinmez, halk bu şehzadenin peşine deli gibi takılmış, mustafa'ya karşı savaşan çok daha büyük ordulara rağmen kaçmamıştır. uzun lafın kısası herifin acayip bir karizması varmış. belkide musa çelebi'nin şeylülislamı şeyh bedreddin'in "yardan başka herşey ortak" lafını kullanmış ve bu kişileri peşinden koşturmuştur. malum, musa çelebi'ye karşı kendi veziri çandarlı başta olmak üzere, tüm sünni ulema, bizans, sırp ve eflak, çelebi mehmet ile beraber ortak hareket etmiştir. musa çelebi, mehmet'in ordusunu iki kere yenmesine rağmen en sonunda yenilmiş ve yakalanır yakalanmaz hemen boğdurulmuştur.

mustafa ise kardeşine karşı savaşı kaybetmiş ama yakalanamamıştır. çelebi mehmet onu bizans'a para vererek hapsettirir. mehmet ölünce selanik'te bir daha ayaklanmış, ancak bu sefer yeğeni ikinci murat tarafından yakalanarak iki oğluyla beraber surlarda asılmıştır. ölmesine rağmen karizmasının bittiği sanılmasın. bu sefer de rumeli halkı içinden "ben şehzade mustafa'yım" diyen birisi daha çıkmış ve yine ayaklanmıştır. ikinci murat bu mustafa'yı da yenmiş ve bu bitmek bilmeyen mustafalar işine son noktayı koymuştur.

ancak resmi osmanlı tarihçileri nedense iki mustafa'yı da düzmece olarak isimlendirmekte sakınca görmez. çünkü resmi olarak şehzade mustafa, ankara savaşı esnasında öldürülmüştür. oysa çelebi mehmet onu edirne burçlarında boğdurarak asmıştır. geleneğe göre osmanlı kanını taşıyanların kanı dökülmez. boğdurulur. yani tıpkı çelebi mehmet'in zaferle bitirdiği fetret devrinin 'padişahsız' olduğunu iddia etmeleri gibi. oysa fetret devrinde sırası ile isa çelebi, emir süleyman ve musa çelebi edirne'de birbirlerini devirerek tahta çıkmışlardır. ancak en sonunda anadolu ve rumeliyi tek başına ele geçiren çelebi mehmet bu işi bitirmiştir.

üstelik çelebi mehmet bu işe başlarken devletin bölünmesinden ve kardeşler arasında taksiminden yanadır.

aslında tarihte bir düzmece mustafa daha var. kanuni, oğlu mustafa'yı boğdurunca ona çok benzeyen biri "ben mustafa'yım" diye ayaklanır. bir kısım halk peşinden gider. yakalandığında ise tabiri caiz ise anası s.kilmiştir.

işin ilginci adı mustafa olup adam akıllı iş yapan bir tane bile padişah yoktur. anlaşılan mustafa adı osmanlı hanedanına hep uğursuz gelmiş.

22 Şubat 2010 Pazartesi

başların ayak altında kalması!

magna carta, ingiliz kralı john tarafından 1215'de kabul edilen ve onun kafasına göre vergi koyamayacağına, vergi koyacaksa bile çiftçi ve aristokrat sınıfına danışması gerektiğini belirten, kralın yetkilerini sınırlayan anayasa türü ilk belgedir.

aradan yüzlerce yıl geçmiş olsa bile ülkemizde hala hükümetler kafasına göre vergilendirme yapar, kendi çıkarları için kdv oranları düşürülür durur ve tüm bunlar girmek istediğimiz birliğin yüzlerce yıl gerisinde olduğumuzu bize hatırlatır.

allahtan bizde aristokrasi yok! halkın içinden gelenler bunları yapıyorsa kendisini tanrının seçtiğini söyleyen aristokratlar kim bilir neler yapardı?

aristokrasinin temeli elbette atina ve roma'ya dayanır. pleb ve patriciler şeklinde yapılanan roma dünyayı, köleliği de içine alarak tarihin en vahşi uygarlıklarından birini kurdular. sırtlarını tarıma dayayıp, orada da köleleri kullanılıyorlardı. her şey atilla'nın gelmesine kadar devam etti. atilla avrupa'nın dümdüz ovalarında yel gibi esti. roma kendi yarım adasına çekildi. avrupa'da ise meydan hunlara karşı büyük kaleler yapan, saldırılarda çiftçilerini koruyan, sonradan aristokrat olarak adlandıracağımız bu soylulara kaldı. lord kelimesinin öz anlamı efendi değildir. koruyucudur.

neyse, orta çağ boyunca avrupa çiftçilerinin hali pür perişandır. bir çiftçi, doğduğu andan itibaren soylusunun kölesidir. onun malıdır. onun arazisini terk edemez, kaçamaz. kaçanlar idam edilir. başka bir soyluya sığınsa bile, düşman olsalar da aralarındaki bu çiftçi dayanışmasından ötürü kaçanlar birbirlerine teslim edilir. üstelik bu çiftçilerin boynuna 11-12 yaşlarında bir boyunduruk geçirilir ve çıkmayacak şekilde iyice perçinlenir. bu tasmada bağlı olduğu soylunun simgesi de bulunur ve kimin malı olduğu iyice anlaşılır. ilk gece hakkı vardır. yörenin soylusu, evlenen kadının ilk gecesinde onunla birlikte olma hakkına sahiptir. isterse bu hakkından feragat edebilir. isterse parayla kocasına bu hakkını satabilir. sınıf değiştirmek imkansızdır. çiftçi çiftçidir. soylular ise keyiflerine bakmaktadır. bu öyle bir keyiftir ki fransız ihtilali sırasında hapishanelere doldurulan soylular, vakit geçsin diye, can sıkıntısından birbirlerini becermişlerdir.

aristokratların son nefeslerinin vermelerinin nedeni de burjuvanın önüne geçememeleridir. şehirlerin efendileri olan bu esnaflar, düzenli olarak büyüyerek, gelişerek aristokratları evlerinde hapsetmişlerdir. en sonunda en çok toprağa sahip olan kilise ve aristokrasi bir çok ülkede tarihin karanlık sayfaları arasında sıkışıp kalmışlardır.

geçen seneki 1 mayıs'ı hatırlayın. ne demişlerdi;

"ayakların baş olduğu yerde kargaşa eksik olmaz"

tam anlamı ile aristokrat söylemi. vallahi bak, zaten işlerine geldiği zaman yetkiyi halktan alırlar, her şeyi referanduma taşıyacaklarını söylerler, işlerine gelmediği zaman ayak, baş muhabbeti alır başını gider. iran'da da islam cumhuriyeti referandumla ilan edildi. bugün türkiye'de böyle bir referandum yapılsın, halkın büyük çoğunluğu bu sistemi ister. her şeyi bildiğini, her şeyi çözeceğini söyleyen yeni bir aristokrasi sınıfımız var. bunlar kendilerinden olmayan kişileri, yeğenlerini bile reddediyorlar.

19 Şubat 2010 Cuma

değişim!


çocukluk devremde yazları, bazen kışları da çalıştım durdum. bursa'nın belirli bir bölgesinde girmediğim kahvehane kalmadı. neyse, ilk porno filmlerimi bu yıllarda kıyıda köşede kalmış kahvehanelerde izledim. içinde tan gazetesinin olduğu, camlarının kalın perdelerle kapatıldığı bu kahvehanelerde karate pornolardan motosikletli versiyonlarına kadar onlarcasını izledim. bu yerler illa kalın perdeli olacak değil ya, normal versiyonlarını da gördüm. hatta sırf bu o kahvehanelere gitmişimdir olayı izlemek için. gazete okuma hikayem de bu işe dayanıyor sanırım. bir gazete gördüm mü dayanamam, okurum!

tüm o zamanlar, dev bir hülya avşar ve müjde ar çılgınlığı dönemidir. hala daha o iffet filminin namı, o devrin gençleri arasında anlatılır durur. kendi kulaklarımla içki muhabbetlerinde bir çok bu iffet muhabbetini dinlemişimdir. sanırım o devrin erkeklerinin hayallerini o meşhur sahne süslüyordu. ancak 90'larla beraber olayın birde tv versiyonu çıktı. önceleri belediyeler geceleri alman porno kanallarını izlettiriyorlardı bize. sonra show tv çıktı. her gece yarısı erotik filmleri yayınlardı. ben show tv yüzünden hasat yapamayan köylüler bilirim, mevzuyu anlatır dururlar hala. sabahları kalkamazlarmış. o derece!

daha sonra ise kara günler geldi. önce kahvehanelerde türkiye gazetesi artmaya başladı. şu meşhur tan gazetesinin sakallı bebek hadisesinde bir arkadaşım türkiye gazetesinin de olayı yazdığını söylemişti. ki o zaman hepimiz çok tırsmıştık kıyamet kopacak diye. cidden lan, bu kadar geyik bir mevzuu daha olamaz. bence bu toplumsal bir deneydi. nasıl tepki verileceği ölçüldü.

neyse işte, daha sonra zaman gazetesinin olduğu kahvehaneler çoğaldı. porno yayın yapan bir tane bile kahve olduğunu artık sanmıyorum. gerçi köy kahvelerinde geceleri bu işlemin devam ettiğini duydum. adı porno köye çıkmış yerleri işittim. ama şehir içlerinde bırakın porno izlemeyi, sigara bile içilmiyor artık. artık o pornocu abilerimiz de zaten çoluk çocuk sahibi oldu. çocukları ise sanırım bu işleri daha başka yöntemlerle hallediyorlar. ama kahvehaneler gül suyu kokuyor artık. pehhh.

almanlar bu porno işine ikinci dünya savaşı sonrası nüfusu artırmak için bulaşmış. en az üç çocuk isteniyorsa porno teşvik edilmeli, serbest bırakılmalı bu tür kahvehaneler, dergiler, sinemalar. bir bakarsınız çocuk sayısı beş olur. ciddiyim bak!!!

17 Şubat 2010 Çarşamba

bayan popo

jennifer lopez'in kalçasının güzel olmasının nedeni oldukça ilginçmiş! rivayete göre ünlü olmadan önce kalçasını bu hale sokmak için memleketi porto rico'ya gidip, oranın en iri siyah erkekleri ile anal yoldan cinsel ilişkiye girmiş. kalçası o yüzden bu haldeymiş. bu iş için 1 milyon dolar vermiş o iri kıyım siyahlara! ünlü olmak çok zor bir şey anasını satayım! nelere katlanıyor insan. 1 milyon dolarım olsun, vallahi öyle bir yatırım yapmam!

hem ben buna ameliyatsız popo kaldırma derim! ne öyle bıçak altına yatmalar, yağ aldırmalar, doldurmalar, fazla yağları buzdolabında saklayıp kolojen yerine kullanmalar falan. en güzelini yapmış gerçekse eğer.

ben bayan popo ünvanını sevtap parman'dan alıp bu porto ricoluya vermek istiyorum. siz de katılın bana, şu artık pörsümüş bayan popomuzdan kurtulalım. çocuklarımız için, insanlık için, büyük türkiye için, daha aydınlık gelecek için bu şart!
bir insan neden götünün güzelliği ile övünür ki! bu arada, sizce sevtap parman'ın memleketinde siyah vatandaşlarımız yaşıyor olabilir mi? hmmm!!!

16 Şubat 2010 Salı

burjuva olmak zor zaanat

"tüm dünyayı silebilecek olsam, silmeye kendimden başlarım" der bay ripley. kendisi bodrum katta oturan, burjuva ruhlu, fakir bir kişiyken şansı döner ve italya'ya gider. hayallerini kurduğu yaşantıyı yaşayan adama aşık olur. onun her şeyini ister. bir süre sonra onun ismini, yüzüklerini, kıyafetlerini, saç stilini, müzik zevkini de elde eder. gerçi müzik zevkine kendi zevkini de ekler. bu sonradan olma burjuvalar klasik müziği burjuva olmanın olmazsa olmazı olarak görüyor sanırım. oysa o burjuva çocukları kendi estetiklerini geliştiriyor ve babalarına benzememek için çabalıyorlar.

anlaşılan batı toplumunda bu özenti var. match point'te de vardı. bizim tenisçi sağlam adımlarla, yavaş yavaş ingiliz burjuvazisine girerken, kıskandığı kişinin sevgilisine kadar her şeyine sahip olmak için yanıp tutuşuyordu. en sonunda sevgilisini elde edince gerçek bir burjuva olduğunu fark edip, o fakir yaşantısına geri dönmemek için onu öldürüyordu. bay ripley de aynı yollardan geçiyor. sürekli öldürüyor. 1800'lerin başında fabrikaları batan burjuva sınıfı intihar edermiş. çünkü asla o işçilerden olmak istemezlermiş. o devri düşününce rezil bir yaşantıya kim dönmek ister ki?

"ben odalarımı kitlerim, ve onları unuturum, bir daha hiç o odalara girmem, kimseyi de sokmam" der bay ripley. kendince rezil geçmişinin izlerini tamamen silmek için çabalar durur. aslında filme göre gerçek bir zavallıdır. kendi kılık kıyafeti ile dickie'ninkini kıyaslamak bile acınası zavallılığını gösterir. kazanan ise kendisidir, çünkü o yaşantıyı daha çok istiyordur.

işin ilginç noktası ise her iki filmde de görüleceği üzere fakir yaşantınızdan sıyrılıp burjuvalara dahil olduğunuzda, geçmiş pisliklerinizden kurtulabilmeniz için size şans da gereklidir. top fileden geri dönmelidir veya italya gibi polisin pek bir bok bilmediği yerde cinayetinizi işlemelisiniz.

şimdilerde burjuva ile işçi sınıfının arasında çok fark kalmadığı söylenir durur. 19.yy'da sürekli çalışmaktan kendine vakit bile ayıramayan işçiler, günümüzde bu vakti az biraz sahip. 1900'lerin başında araba, güzel bir ev ve iyi beslenmek burjuvaya has bir özellik iken günümüzde her sınıf bunu elde edebiliyor. aradaki fark kapandı, herkes kredi kartı ile yaşıyor denilse bile burjuva artık hiç çalışmıyor. tüm dünyayı gezebiliyorlar. gündüzleri plajlarda eğlenip, geceleri kendi müzik zevklerine uygun gruplarda çalabiliyorlar. yatlarında da kasabanın tüm kadınlarını elden geçirebiliyorlar. soylarının iyi beslenmesinden dolayı yüzlerindeki ve vücutlarındaki güzellik de bunda etkili oluyor. oysa geri kalan tüm mutlu çoğunluk hala daha en az sekiz saat çalışmak zorunda. bir işçi genlerine sahip el ile bir burjuva genlerine sahip el arasında hala daha hatırı sayılır fark var. işte bu yüzden, kalın parmaklara sahip işçi sınıfı burjuvalaşmak istiyor. daha güzel yaşamak için, çabalamadan da bu iş olmuyor!

bu ülkede banka hesaplarını boşaltan bankacıların, internetten zenginlerin hesaplarına ulaşan hackerların paraya kavuşunca ilk yaptıkları şey alem yapmaktır. zaten bu yüzden yakayı ele veriyorlar. batılı burjuva ise çalıp çırptıkları ile sürekli yatırım yaparak bu hale gelmiş. bizdeki gerçek burjuva yaşantısına sahip olan azınlıklar çekip gittiğinden veya sürüldüğünden dolayı yeni gelişen türk burjuvası önünde bir örnek bulamadı. o yüzden bu kadar korkak ve zevksizdir. burjuva olmak zor zanaat be.


12 Şubat 2010 Cuma

evlilik


malum, evlilik dini, resmi ve devrim olarak üzere üç çeşit nikahla gerçekleşir. çiftlerin nikah olmadan beraber yaşaması bu ülke sınırları içinde hala daha pek mümkün değil. anlatacağım olay da bu değil zaten. ön bilgiydi bu.

yaygın bir inanışa göre evlendikten sonraki ilk sabah erkek bir tepük ile karısını yatağın dışını atıp sonrada "imdi, güt bağa kahvaltı hazurla kadun" diye seslenirmiş. kadının yapacağı iki hareket vardır. birincisi, kahvaltıyı hazırlayıp yatağa getirmek. böylece evde bundan sonra erkeğin sözü geçermiş. ikincisi "siktir lan, ananda mı yatağına getiriyordu, git kendine hazırla" demek. bu durumda evde bundan sonra kadının sözü geçer, ki vah ki ne vah. o erkeğin hali pür perişandır!

aklıma dedem geldi bak şimdi. 14 yaşındayken yatakta anası ile babasının arasına girip "beni evermeden aranızdan çıkmam" demiş. demek bu da evlenmek için bir yol. neyse, evlendirmişler. ama kadın 2 yıl sonra hastalıktan ölmüş. 14 yaşında çocuğu evlendirirsen olacağı budur işte. neticeden o kadından bir çocuğu olan dedemin en büyük torunu 2 dayımdan ve 1 teyzemden büyük.

bunun ayakkabı çivileme, pilava kaşığı dikme gibi yolları da var. ama bizim neslimiz biraz cins sanırım. o dedem bana "artık seni 17-18 yaşındaki kızlar almaz" demişti. ilk önce şaşırsam bile kendi adına haklı. 20 sonrası kadını bildiğin kart olarak görüyor sanırım.

elbette kimi sevdiğinin yolları da var. bu da bir sivaslı arkadaşımın metodu. çocuk gece tuz yalamış. yatarken su da içmemiş. eğer rüyasında su içtiğini görürse kimseyi sevmiyordur, ama başka birine kavuşmak istiyorsa işte onu gerçekten seviyormuş. denemiş bu metodu ve şimdi o rüyasında gördüğü kişi ile evli. bana hala garip bir metod olarak geliyor.

başka bir arkadaşım ise fakültede sevdiği kızın peşinden 4 yıl koştu. hatta çocukla ve kızla dalga geçmeye bile başlamıştık, ki nasıl dalga geçtiğimizi yazmayacağım elbette. en sonunda okulun bitmesine 2 hafta kala kızı kafaladı. azmin elinden hiçbir şey kurtulamıyor anasını satayım.

evlenince sorunlar bitmiyor elbette. malatyalı bir arkadaşımın ana-babası kan davalı bir ailelere mensupmuş. neyse, çocuk doğuyor, bir süre sonra amcası dayısını vuruyor. annesi çocuğu alıp kaçıp gidiyor. başka biri ile evleniyor. çocuk babası sandığı kişinin üvey babası olduğunu 18 yaşında öğrenmiş. tabii depresyon, gençlik çağı işte, saçları sıfıra vurdurmalar. şimdi 2 anası, 2 babası ve bol bol kardeşi var. hatta kardeşleri birbirleriyle evlenebilir. çünkü kardeşleri arasında kan bağı yok. dalga geçmiştim çocukla, "lan hem dayı, hem amca olabilirsin aynı yeğeninle" diye.

diyarbakırlı bir doktor arkadaşımın başına da aynı şey gelmiş. 9 kardeşmişler ve en küçüklerini teyzelerine vermişler. kız teyzesini anne, eniştesini babası sanarak büyümüş. en sonunda çocuğa gerçekleri söylemişler. küsmüş herkese. türk filmlerinde olacağını sandığınız herşey, gerçek hayatta da oluyor.

tabii kızı kapmakta önemli. bu metod çanakkaleli bir arkadaşımdan miras bana. ezine ilçesindeyiz. "gel şunları takip edelim" dedi. "sapık mıyız biz" dedim ama dinletemedim. kızlar ara yollara daldılar, takibe devam ettik ve en sonunda bize bakıp yere bir kağıt parçası attılar. gittik aldık, telefon numaralarını yazmışlar. hala daha gülerim bu metoda.

ama kadın ile erkeğin evlenmekten kastı bambaşka. erkek kadına baktığında onunla nasıl sevişeceğini düşünürken kadın ondan doğacak çocukların neye benzeyeceğini düşünürmüş. erkek kısmı için konuşursam eğer denilen doğru. ama bana bakan kadın bir yaratık doğuracağını düşünebilir!

insanlar neden evleniyor sizce? sevgi falan hikaye, bence yaşlandıklarında yalnız kalmamak için. allahtan huzur evleri icat edildi.

11 Şubat 2010 Perşembe

the shining

bir keresinde henüz 3 yaşında olan yeğenimle eğlenirken sağ elimin işaret parmağını ona gösterip "redrum redrum" demeye başlamıştım ve beraberce oldukça eğlenmiştik. akabinde onu bisiklet sürerken izledim. evin büyük odası ve koridorunda gezip dolanıyordu. allahtan ev koskocaman değildi ve eskiden cinayet işlenmemişti! yoksa olacak olan şey şu olurdu;
aslında bir yazar olan jack torrence, parasızlıktan ve en sonunda bir roman yazmak istediğinden, kışın aşırı kar yağışından dolayı kapalı olan aspenlerde bir otelde bekçilik yapmak için başvurur ve kabul edilir. ancak otel müdürü jack'e, geçmis yıllarda kendisi ile aynı işi yapan charles grady adlı kişinin karısını ve iki çocuğunu balta ile doğradıktan sonra kendisini vurduğunu anlatır. jack elbette korkmaz. bu harika bir fırsattır. karısı wendy ve kendi parmağı ile konuşan oğlu danny ile beraber koskoca overlock otelde yaşamaya başlar. ama bir ay sonra otelin hayaletleri olaya el koyar.
otel kocamandır ve bomboştur. danny üç tekerli bisikleti ile koridorlarda dolaşmaktadır. gördüğüm en manyak çığlık atan çirkin kadın olan wendy ise mutfakla ilgilenmekte ve telsizle chat yapmaktadır. jack ise yazmaya başlar! sıkıldığında elindeki beyzbol topunu duvardan sektirip tutmaktadır. (bu işi ben de çok yaparım. filmi izlemeden önce hemde. filmi izledikten sonra daha az yapmaya başladım.)
bir süre sonra hayaletler görünmeye başlar. jack kafayı yemiştir. otelin barında içer, sıçar, kendini genç gösterebilen pörsümüş ve ölmüş kadınlarla sevişir. danny 237 numaralı girmemesi gereken odaya girer, parçalanmış cesetler görür. iki küçük kız yolunu keser. koridorları kan doldurur. wendy ise hala bir şey anlamamıştır. ta ki jack'in yazdıklarını okuyana kadar;

"all work and no play makes jack a dull boy"
tüm sayfalar bu cümle ile doludur. o andaki müzik ise olağanüstü bir seçim. kan denizinde değil ama korku denizinde boğulmanızı sağlayabilir. jack bir süre sonra, elinde balta ile sevgi dolu bir şekilde oğluna şöyle der;

"come to daddy danny boy!"
babanızın kapıyı balta ile parçaladığını düşünün. korkunç gözleri ve bakışları, kirli sakalı, dağınık saçları jack bu işi yapıyor ve ağzından çıkan laf;

"heere ise johnnyy!"

nicholson gençliğinde çok büyük bir oyuncuymuş. neyse, mr. halloran'ın yardım için taa ebesinin örekesinde olan miami'den kalkıp gelmesi de oldukça ilginç. danny ile aralarında gizli bir şifre var. seçilmiş kişiler bunlar! ama filmde ilk ölen kişinin o olması ise ilginç değil. amerikan sinemasında birileri ölecekse ilk ölen kişi daima zenci olur.
filmin bence dikkat çekici noktalarından birisi otel müdürünün "charles grady" dediği kişi ile jack'in tanışma sahnesi. bizim charles adını "delbert grady" olarak söyler. beelki önemsiz bir ayrıntıdır, ne bileyim başka bir nedeni vardır, vs vs.
yönetmen bin yıl sonra bile 1 numara kalacak olan stanley kubrick, müzikler harika, oyunculuk muhteşem ve korku var. izlemediysen arayıp bul ve izle. bu film, bir stanley kubrick şaheseridir. kitabı okumadığım için kıyaslama yapamayacağım, ama kubrick bir film çektiyse gerisi önemli değildir.

5 Şubat 2010 Cuma

ingrid bergman

ingrid bergman, iskandinavların sanki gerçek freyja'sı. kusursuz yüz hatları ile bir ilahe. isveç'in soğuk havaları gibi soğuk ve erkeği kendinden geçiren duruşu, bir rahibi bile tahrik edebilecek tanrısal bir havası var. öyle bir kadın ki isabella rossellini'yi bile doğurmuştur. ama kesinlikle kızından daha güzel, bu konuyu tartışmam bile. en büyük hayali roberto rossellini ile film çevirmekmiş. ama ondan çocuk sahibi bile olmuştur. ki roberto o sıralar evlidir ve ingrid bergman, rossellini uğruna holivud kariyerini mahvetmiştir. sanırım isteseydi dünyayı ayak parmaklarının ucunda top eder, dilediği gibi yönetirdi.
woody guthrie kendisi için şöyle bir şiir yazmış;

ingrid bergman, ingrid bergman
gel seninle bir film çekelim
stromboli adası'nda

ah, bir yürüsen kameramın önünden
cümle aleme duyururum hikayeni,
karşılığını da öderim hani
parayla pulla değil ama,
kız ve oğlan evlatlarla,
şarkı söyleriz hep beraber
stromboli'nin etrafında,
hoplaya zıplaya
neşe içinde, mutlu mesut.

3 Şubat 2010 Çarşamba

quentin tarantino'nun arka koltuk sendromu ve winston wolf gerçeği!

quentin tarantino'nun el ve ayaklarla olduğu gibi, arabalarla da ilgili bir problemi vardır. bu problem arabanın arka tarafıyla ilgilidir.

derin incelemelerim sonucunda tarantino'nun bu probleminin nedenini buldum! kendisi küçükken bir arabanın arka tarafındaki beyaz koltukların üzerinde tecavüze veya tacize uğramıştır. filmlerinden anladığım kadarı ile bunu yapan kişi uzun saçlıdır. başına gelen bu olaydan dolayı filmlerinde her zaman arabaların arka tarafında birileri öldürülmektedir. aslında öldürülen o karakter değil, kendi silmek istediği geçmişidir! sırf bu yüzden filmlerinde kıç göstermez. evet, kıçtan bahseder, ama kıçı güzel olan birini oynatmaz. tarantino'nun feci takıntıları vardır.

neyse, sanırım onu bu tacizden kurtaran kişi, daima smokin giyen, muntazaman sakal traşını olan, kaytan bıyıklı, saçlarını jöle ile arkaya tarayan, gucci giyen, dakik mi dakik, ellili yaşlarındaki bir erkektir. evet, bildiniz, bu kişi mr. wolf, yani winston wolf'dür.

reservoir dogs:
mr. orange ile mr. white, mr. blonde çıldırıp her tarafı kurşuna boğduğu anda, polislerin ortaya çıkması ile kaçarlarken, uzun saçlı bir kadının arabasını durdururlar. kadın arabadan tam inerken silahını çeker ve gizli polisimiz mr. orange'ı karnından vurur. orange da kadını. o andan itibaren mr. orange, arabanın arka taraftaki beyaz koltuğu, kanı ile yıkanmaya başlar. çok böğürür, bağırır, çağırır, hem de çookk. arka koltuklarla aynı renge sahip mr. white'ın eli tuta tuta bağırmaktadır. gidilecek bir winston wolf yoktur. bu yüzden sorunu halletmesi için depoda joe beklenir. o da aklı ile hareket edip sorunu çözmüştür aslında. gammazı biliyordur, ama gerçek bir profesyonel değildir. akıllıca hareket eden mr. pink dışında yaşayan kalmayacaktır. 7 kişilik soygun çetesinden bir tane bile winston wolf çıkmamıştır ve bu onların sonu olmuştur. eğer bir winston wolf'ünüz yoksa, yaş tahtaya basmışsınız demektir.

bu sahnede görüldüğü üzere tarantino, başına gelen taciz olayının anlık bir yanlış anlama olduğunu savunmaktadır! kendine o zamanlar güveni yoktur ve hala tecavüzün etkilerini taşımaktadır. ilk filminde böyle olması da normaldir.

pulp fiction:
vincent ile jules çantayı elde etmiştir ve marvin'i de yanlarına alıp arabaya binerler. her zaman yaptıkları gibi gevezelikleri tutar ve araba kasise girdiğinde uzun saçlı vincent'ın elindeki silah ateş alır. kurşun, marvin'in burnu ile dudağı arasına girmiş ve tüm arka tarafı beyne ve kana bulamıştır. etraf leş gibidir. beyaz koltuklar tamamen kırmızıya boyanmıştır. üstelik bir ana yoldadırlar. ama patron yardıma yetişir. winston wolf çoktan yola çıkmıştır ve jimmy'nin evine varırlar. çarşaflar ve havlular temin edilir, sıkı bir temizlik yapılır ve jimmy'nin eşi gelmeden iş halledilir. bu iki geveze çantalarıyla beraber yola çıktığında ise, elinde kahve fincanı olan winston wolf, yüklü bir çekle poker masasına geri dönmektedir. eğer bir winston wolf varsa, sorununuz yok demektir.

bu sahnede gördüğünüz üzere tarantino, bu taciz eyleminin kazara gerçekleştiğini savunmaktadır. iyi ki winston wolf onu kurtarmıştır. yoksa toplum içine bile çıkamayacak durumdadır.
ama filmin başka bir sahnesinde bu tecavüz eylemini açık seçik göstermiştir. arabanın arka tarafı bize hırdavatçının arka tarafı olarak gösterilmiş ve yine uzun saçlı biri tarafından tarantino resmen düzülmüştür. işte o anda winston wolf'ü görürüz. beyaz atlı bir prens gibi, elinde kılıcı ile gelerek onu kurtarmıştır. bu film, ikinci filmidir. taarantino intikam vaktinin geldiğini düşünür ve marcellius wallace olarak güçlü kişiliğini gösterir. iyi bir yönetmen olmak için ruhunu şeytana satmış ve karşılığında kıçı gitmiştir. ama intikamını da bu filmle beraber alır. tecavüz eden kişiyi, o yaralı halinde tecavüz edecek iri zencileri bile bulur. wallace için bu zencileri bulan kişi elbette winston wolf'dür. ortada bir problem varsa eğer çözümü winston wolf'dür.
bu filmin bir başka ilginç yanı da bizi sorunun kaynağına götürmesidir. meğer tarantino'nun babası vietnam'da esir düşmüştür ve o dedesinden kalan çok değerli saat vietnamlılara düşmesin diye kıçında taşımıştır. belkide tacize uğrayan tarantino değildir, sadece oğluna kalsın diye kıçında saat taşımakta olan babasıdır. ama sorunun kaynağı değişmez. kafasında yarattığı baba imgesi, kıçını bir türlü beladan kurtaramayan bir kişiye aittir. "böyle baba olmaz olsun" der ve bu imgenin yerine koyabileceği yeni birini arar. anladınız değil mi? bu kişinin adı winston wolf'dür. küçük butch aradığı babayı bulmuştur artık.

jackie brown:
ordell adlı, uzun saçlı, siyah, küçük çapta silah tüccarının beaumont livingston isimli geveze bir çalışanı, içkili halde araba kullanırken yakalanır ve arabasından ruhsatsız silah çıkar. beaumont'un içeride 10 yıl yatmaya hiç niyeti yoktur. patronu da onun öteceğini zaten bilmektedir. onu kefaletle içeriden çıkarır. akabinde korelilere silah satma bahanesi ile gece yarısı beaumont'u arabanın bagajına tıkar. o ıssız yerde biraz dolaşır ve sonra arabadan iner. bagajı açıp beaumont'un göğsüne ve başına ateş edip onu köleler cennetine esrar çekmesi için yollar. bu sefer winston wolf kendisi olmuştur. ona ihtiyacı yoktur. olmamasının bedelini de ağır ödeyecektir. meksika'dan gelen para için jackie'nin ihtiyaç duyduğu winston wolf, ellili yaşlarındaki beyaz kefalet avukatıdır. eğer bir winston wolf'ünüz varsa, en umutsuz durumlardan bile çıkabilirsiniz.

bu sahnede de görüleceği üzere tarantino kendisine yapılan bu eylemin oldukça planlı olduğunu vurgulamak istemiştir. üçüncü filmi olduğu halde kendini hala çaresiz hissetmekte ve bagajda kapana sıkışmış halde sonunu beklemektedir. çünkü hala daha sorununun üstesinden gelememiştir.

kill bill vol:1-2
o ren ishii yeni bir sipariş almıştır. saçları hafiften uzundur ve vücudunu tamamen saran tek parça kırmızı bir giysi giymiş, bir binanın çatısında durmaktadır. dürbünlü tüfeği ile arabayı gördüğümüzde arka tarafta bir şişkonun olduğunu görürüz. beyaz bir üniforma giymiştir, koltuklar beyazdır, yanında iki kız vardır ve şen kahkahalar atarak elindeki içki bardağı ile arka koltuğu hareme çevirmiştir. kurşun namludan çıktığında ise tüm o koltuk ve camlar o ren'in giysisi rengine boyanacaktır. içindeki o neşeli çocuk artık ölmüştür. winston wolf'e gerek yoktur, çünkü o ren ishii hem katil, hem mr. wolf'dür.

bu sahnede görüldüğünüz üzere tarantino kendisini taciz eden kişilerin para ile tutulmuş kiralıklar olduğunu düşünmektedir. dördüncü filmidir, ama hala bu tecavüz içinde yaradır. kendisini bir daha sorgular. pulp fiction'da aldığı intikam ona yetmediğini anlar. en sonunda kararını verir.

black mamba'nın üzerinden beş kişi geçmiştir. bu beş kişiside, yukarıda anlattığım beşlidir. en sonunda bu kabustan uyandığında tecavüzün üzerinden yıllar geçmiş ve hareketsizliğine şaşırmaktadır. kendisine yeni baştan tecavüz ederek hayatını karartacak olan pussy wagon sahibi uzun saçlı kişiyi o haline rağmen, yardakçısıyla beraber öldürür. ama hala tedavi olamamıştır. çünkü kendisine tecavüz edecek bir uzun saçlı daha gelmektedir. şok tedavi uygulamaya karar verir. çocukluğunda tecavüze uğradığı yer bir arabanın arka koltuğudur ve pussy wagon'un da arka koltuğu vardır. üstelik o koltuklar beyazdır. yaşadığı travmadan dolayı belden aşağısı tutmamaktadır. sürünerek kendi yüzleşmesine doğru gider, gider ve gider. arka koltuğa boylu boyunca uzandığında zihnindeki bu tecavüz kalıntılarını, uğradığı hakaretleri, kıçından arka koltuğun her tarafına damlayan kanı, camlara kadar sıçrayan menileri yok etmeye kararlıdır. önce parmaklarını hareket ettirir. sonra zihninden tüm o pislikleri temizler. artık o saf ve temiz çocukluğuna da kavuşmuştur. ama hala hayallerindeki babaya bir türlü kavuşamamıştır. bu kişiyi biliyorsunuz değil mi? winston wolf. artık ona şükranlarını sunup, baba demeye başlayacaktır.
başlayacaktır ama biz ilk filminden başlayarak bu baba imgesinin nasıl geliştiğini de yazmak zorundayız. reservoir dogs'da harvey keitel'i neden oynattı sanıyorsunuz! mr. white, mr. orange için her şeyi yapabilecek, gözünü karartabilecek, onu her zaman, her türlü suçlamalara karşı koruyabilecek biridir. siz bir kötü adamın böyle biri olabileceğini düşünebiliyor musunuz? üstelik adı da white. yani saflık, temizlik ve kirlenmemişlikle eşdeğer. gördüğünüz üzere ilk filmde tasarladığı baba her ne olursa olsun kendisine yardım eden zavallı bir tiptir.

jackie brown'daki max cherry ise yine ellili yaşlarında birisidir. dikkat ettiyseniz oldukça zavallı bir hayat yaşamasına rağmen jackie'ye aşık gibi değil, kızı gibi davranmaktadır. jackie'nin son anda onu yanında istemesine rağmen ona yavşamaz. tek amacı bir baba gibi jackie'ye yardım etmektir. tarantino'nun o sıralar öyle bir babaya ihtiyacı vardı anlaşılan. robert foster'ın harvey keitel'a hafiften benzerliğini de es geçemeyeceğim.

ve en önemli baba figürü. hatırlarsanız winston wolf, bizim iki gevezeyle jimmy'nin evinde buluşmuştu. jimmy'yi oynayan kimdi peki? elbette quentin tarantino! kendisi o sahnede hayal ettiği babasıyla beraber, en zorlu iki pisliğe hayatlarının ayarlarını vermişler, dalgasını geçmişler ve başlarına hiçbir şey gelmeden, cepleri de para dolarak normal yaşantılarına dönmüşlerdir. ikisi de büyük büyük kupalarda kahvelerini içerken, batan güneşe doğru işemeyi seçen kişiliklerdir.

"peki ya kill bill" dediğinizi duyar gibiyim. kendisine tüm tecavüz eden pislikleri öldüren beatrix kido, çocuğunu ve çocukluğunu da alarak batan güneşe doğru arabasını sürerken tüm o yaşantısını gözden geçirir ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. çünkü winston wolf gibi bir babaya asla sahip olamayacağını anlamıştır!
bu resimde tarantino ve hayalindeki babasını görüyorsunuz. ne kadar mutlu, mesut ve bahtiyarlar değil mi? yönetmenimiz uzun bir zamana yaydığı şok tedavi ile kendisini kurtarmayı bildiği gibi tecavüz mağdurlarına da kendi gerçekleri ile yüzleşmesi gerektiği konusunda umut verir. güç bizim içimizde her zaman saklıdır ve onu dışarıya çıkarıp, zorlukların üstesinden gelmeliyiz. kendisini her zaman takdir etmişimdir!

sabah kıyafetleri içinde "sarıl bana babacığım" der gibi, çok severim bu keratayı, umarım aradığı babayı bulur. babası sandığı bill'i öldürdükten sonra tek gerçek babanın winston wolf olduğunu anlar!

2 Şubat 2010 Salı

şubat

arapçası da şubat. şemsi takvimin onikinci ayıdır. ibranice şebat. ibrani takviminin onbirinci ayı. akadca şabatu. vurma, çarpma, yıkma anlamına da geliyormuş. soğuk esen rüzgarın kapıları, pencereleri birbirine vurdurmasındandır herhalde. şabatu aynı zamanda babil takviminin onbirinci ayı.

avrupa'da ilk zamanlar adı duodecim idi. çünkü kendileri yılın onikinci ve son ayıydı. daha sonradan yılbaşı ocağa alınınca bu ünvandan kurtulmuştur. februa ise arındırma'dan adını alıyor. çünkü bu ay, günahlara kefaret olması amacıyla kesilen kurban dönemiymiş. bir nevi kurban bayramı gibi bir şey. halk takviminde boyunun küçüklüğünden dolayı küçük diye geçermiş.

şubatın 28 çekmesinin de hikayesi ilginç tabii. sezar, temmuz(july)a kendi adını verince, o zamanlar 30 çeken şubattan bir gün alınıp temmuza eklenmesini söyler. kendi adını verdiği ay 30 çekip diğer aylardan kısa olacak değil ya. gururuna yediremez bu durumu! işlem yapılır elbette.

sezar'dan sonra başa geçen agust'da boş durmaz. kıskanmıştır sezar'ı ve ağustos(agust)a kendi adını verir. bu ayın 30 çekmesine yüreği elvermez ve şubattan bir gün daha alınıp kendi ayına verilir. şubat'tan alınma nedeni dediğim gibi yılın son ayı olması. mart(adını savaş tanrısı mars'tan alır) yılbaşıdır.

yılın en soğuk dönemi olduğu için bu ayda doğanlar ve bu soğukta yaşamayı beceren kişiler kutsanmış kişiler olsa gerek. malum, eskiden ne kalorifer vardı, ne de doğalgaz. o soğuğa dayanmak bilek ister bilek! ayrıca 10'u civarı doğan kişilerin tohumları evvelsi yılın 1 mayısında atıldığı için bu kişiler faşist olmaz. garantilidir!

farkettiğiniz üzere 14 şubattan bahsetmedim bile. gerzekçe bir kutlama olarak görmeye devam edeceğim.

1 Şubat 2010 Pazartesi

yedinci gün sendromu ve bilginin kaynağı

yahudiler içinde de tanrıya inanan, inanmayan olduğu gibi inananlar içinde de kabalist, ortodosk vb bir dünya mezhep vardır. sonradan yahudi olunmaz, yahudi doğulur. daha önceden yahudiyken din değiştirenler(sabetayistler ve ispanya'da katolikleşen yahudiler) şimdi isteseler bile yahudi olarak kabul edilmiyorlar.

neyse, bahsetmek istediğim konu sünnet ve vaftiz olayı. hristiyanlarda bebek 8 günlük olunca katoliklerde suyla ıslatılarak, ortodosklarda ise suya girerek vaftiz olunur. mesela tuğçe kazaz denize girerek vaftiz olmuştur. protestanların vaftiz olma biçimi katoliklere benzer. bu olay isa'nın emirlerinden biridir. ilk günahdan, yani havva'nın elmayı yemiş olmasından dolayı tüm insanların üzerine kalan günahtan arınmak için yapılır. yahudilerde böyle bir ilk günah kavramı yoktur. sanırım paulus çok düşünmüş meselede!

isa: "her doğan çocuk, doğumunun sekizinci gününde vaftiz edilmelidir, vaftizsiz cennete girmek mümkün değildir" diyerek olayı kestirip atmış ve bunu mecburi hale getirmiştir. vaftiz olmak, yahudilerde bulunan sünnetin yerini almıştır. yani tanrıya bağlılığın ve antlaşmaya sadakatin bir belirtisidir. vaftiz olma geleneği hristiyanlık öncesi anadolu geleneklerinde bile vardır. bunun yanında yahudilerde ve abdest alma biçiminde olmak şartıyla müslümanlarda dahi bulunur. bu denize girip vaftiz olma işi yüzünden biz de denize girdiğimiz sürece vaftiz olmuş oluyoruz! ama çaktırmadan. sonuçta ege denizi bol bol kutsanmıştır. öbür dünya varsa eğer iki dinden alnımızın akıyla çıkacağız.

sünnet ise ilk önce mısırlılarda görülür. yahudilerde isa ibrahim'in tanrı ile antlaşmasını tasdik etmek için vardır. tanrı tüm vaadedilmiş toprakları ibrahim ve çocuklarına bırakınca anlaşmış olurlar. o sıra 80 yaş civarında olan ibrahim sünnet olur. bundan böyle her yahudi erkek çocuğu 8. günde sünnet olacaktır. bu sünnet yahudilerin başına iş de açmıştır. naziler yahudileri çok kolay ayırt edebiliyorlarmış. bu yüzden araya müslümanların da karıştığı söylenir.

hazır yahudilikten bahsetmişken ortadosk yahudilikten de bahsetmek gerekir. ortodosk, doğru düşünce demek. her inanç sahibi kişi doğal olarak ortodosk olur. ama günümüzde geleneksel anlamında kullanılıyor. neyse, kudüs'teki süleyman mabedi'nin romalılar tarafından yıkılışından günümüze kadar gelen resmi yahudi inanç ve geleneklerini temsil ederler. halen mensubu en fazla olan yahudi mezheptir. bugün israil'de bu mezhep taraftarları hakimdir. musa kanunlarına sıkı birşekilde bağlıdırlar. sebt günü hiçbir iş yapmazlar ve bu sayede diğer yahudi mezheplerinden ayrılırlar.

ashabus sebt ise ilginç bir gün. tevrata göre elohim(tanrılar) dünyayı altı günde yaratmış ve yedinci gün dinlenmiştir. yedinci gün işte bu sebt günüdür. yahudilerin tanrı ile anlaşmaları sonucu her türlü işi yapmaları yasaklanan gündür. araplar bile, arap-israil savaşlarından birinde(6 gün savaşı) bu sept gününde(cumartesi) israil'e saldırmış, baştan belirli ilerlemeler sağlamışlarsa da sonradan ağır bir yenilgiye uğramışlardır.

ilginç bir film de vardır. hemen herkes izlemiştir. adı; pi. tanrının gerçek adını öğrenmek isteyen ortodosk yahudilerin hain(!) planlarını anlatan bir filmdir. meğer tanrının adı borsa spekülasyonlarında çok işe yarıyormuş!

kabalacılar ise sayı gizemciliğinden yararlanarak tevratın gizli anlamını öğrenmeye çabalarlar. rivayete göre bu işte çok yol almışlardır. kelime kökeni qblh, bu da qbl kökenli. yani qbil. kybela'nın gibi. gördüğünüz gibi her türlü inancın kökeni paganizme dayanıyor.

neyse, kabalistler çok ilginç ayrıntılara takılırlar. tevrat beta(b) harfi ile başlamasından yola çıkarak neden alfa(a) ile başlamadığını bile düşünmüşler ve daha önceki medeniyetlere atıfta bulunmuşlardır. beta ile başlayan cümle ise şöyledir; "başlangıçta elohim vardı."

bizim tasavvuf ehlinin kökeni muhittin arabi'ye, yani endülüs'e dayanır. yahudi inancı kabala'dan bol bol esinlenmiştir. anadolu'daki tüm bu sufi, mevlevi ve türevleri tasavvufi geleneğin kökeni de endülüslü arabi'dir. tüm bu gizemciliğin kökeninde ise maat yasası vardır. yani evrendeki her şey birbirini tamamlar. gece ile gündüz, iyilik ile kötülük, ateş ile su. ve tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştır.

bu gizemcilikte en önemli kişi hermes trismegistus'tur. onun hakkında elimizdeki belge sayısı sıfırdır. ama kendisi okültizmin babası, astrolojinin mucidi, simyanın yaratıcısıdır. insanlık tarihini şekillendiren kişidir. eski mısır onu ölümünden sonra tanrılaştırmıştır(trismegistus: üç kez kutsanmış, reenkene olmuş) ve toth adıyla anmıştır. eski yunanlılar da onu tanrı yapmış ve hermes demiştir. terziliğinden dolayı islama idris adıyla geçip peygamber olmuştur. malum, medeniyetin temeli bilgi falan değil, giyinmektir. kybalion(qbil ile bağlantısını görmüşsünüzdür) adlı kitabı sayesinde kabalacılık doğmuştur. iskenderiye kütüphanesi zamanında yahudiler devrin en müthiş çevirmenleriydi. ellerinin altında dünyanın en büyük hazineleri vardı ve bunları kullanmaktan kesinlikle çekinmediler. saolsun hristiyanlar o kütüphaneyi yakarak insanlık tarihinini sıfırladılar ve bilimi 2000 yıl civarı geriye attılar. arşimet'in romalılar için yaptığı yol ölçme ile takvim ve astroloji makinaların benzerlerini leonardo da vinci bile uğraşmasına rağmen, kaba plana sahip olmasına rağmen yapamamıştır. neyse, tüm gizem sanatları hermes'in işidir. bu yazdıklarım ise çok üstün körü bilgilerdir.

(konunun başlık ile alakası yok, böyle olsun, başlık bulamadım)
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.