heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

30 Haziran 2011 Perşembe

ben yedi yılda bir aşık olurum ve on dört yılda bir bana araba çarpar

(bu hikayede anlatılan olaylar kurgu değil, gerçektir ve okuma bittiğinde yüzünde tebessüm yerine "yazık çocuğa" ifadesi oluşanı demir levye ile kovalayıp döverim. eski takipçilerim bilir, daha önce okudukları ve sonra çeşitli nedenlerle sildiğim iki yazımın birleşimidir ve gerekli düzeltmeler iyice yapılmıştır. tertemiz ve pir-u pak bir yazı olmuştur.)

benim belli bir sistematiğim vardır. mesela bana ondört yılda bir araba çarpar. bu kesin bir önermedir. çarpmazsa olmaz, olabilemez. hatta o çarpmazsa gider ben çarparım. buna benzer bir şey de yedi yılda bir aşık olmamdır. o süre dolunca aşık olmazsam olmaz, aşk bana vurmazsa gider ben onu döverim!

ilk aşık olduğum veya aşık olduğumu sandığım karşı cins, ilkokul 1'e giderken ilk okumayı söken kişi olan serpil'dir. halihazırda nasıl biri olduğuna dair en küçük bir fikrim bile yok. sanırım öğretmen çocuğuydu ve o yüzden okuma ve yazmayı hemen çözüvermişti. benim okul hayatım, büyük başarısızlıklar bütünü içinde büyük bir başarı ile üniversiteyi bitirebilmemdir. hayatınızda görebileceğiniz en kötü öğrencilerden biriyimdir. işte okuma yazmayı ikinci dönem öğrendiğimde öğretmenimiz beni tebrik etti ve serpil'in eline para verip ve beni gösterip "okumayı söktü. beraber kantine inip ona gazoz ve simit al" demişti. ilk defa bir kızla çıkmam da böyle olmuştur. hesabı öğretmen ödedi! neyse işte, onun beyaz bir kuşak ile arkadan bağlanmış nefis siyah önlüğü ve bu önlüğün dantelli beyaz yakası ile benim naylondan imal siyah önlüğüm elbette yarışamazdı. aramızda sınıf farkı vardı! ya işte böyle seviyeli okur, serpil ile sadece yönetici sınıfın izin verdiği oranda ve zamanda karşılıklı vakit geçirebilirdim. daha ötesi olamazdı. zaten yaşım da küçüktü ve daha özal seçimi bile kazanmamış, evren ülkeyi demir yumruğu ile ezmekle meşguldü. çok havai bir dönemimdeydim ve yaşım altı ise ve aşıksam, dünya çok güzeldi be! ben bu saç rengini bile hatırlamadığım serpil'e aşık olmuştum. onu artık her gördüğümde içim pır pır eder, kalbim cik cik öterdi. ta ki 2. sınıfa geçene kadar. kader ve okul yönetimi serpil ile beni ayırdılar. zekiler bir sınıfa toplanırlarken, tembeller tembellerle takılmaya başlamıştı. sosyal sınıflarımızın ayrılığı yetmiyormuş gibi okul yönetimi de işimize taş koymuştu. lanet olsun bu ağalık düzenine ve marabalığa!

hemen hemen aynı vakitler ben sokaklarda cirit atarken, para kazanmak için her boku göze aldığım çocukluğuma devam ediyorum. dokumacılardı sanırım, kullanmadıkları parçaları dükkan önüne bırakırlar ve sonra satarlardı. işte bir grup çocuk, sineklerin tanrısı hikayesindeki gibi vahşileşip o parçaları toplardık. plan yapıldı ve parçayı kapıp kaçan sazan ben seçildim. son hızla koşmaya başladım ve parçayı kaptığım gibi hızımı da artırdım. erketeler takip edilip edilmediğimi bana bağıracaklardı. kalbim küt küt atarken yine, hiç bir ses duymadım ve koşarken geriye baktım, önüme döndüm ve küttt diye duran bir arabaya çarptım. bayılmamışım! burnumdan o kırmızı sıvı akarken yavaş yavaş, çeşmenin başında elimi yüzümü yıkadım. sonra burnum şişti, sonra şişlik indi, sonra bir baktım, burnum yamuk, kırılmış anlayacağınız. senelerce o yamuk burunla dolaştım ve parayı bulunca karısını değiştiren zengin misali, burnumu büyüyünce yenilettim. şimdi sıfır kilometre değil ama, kilometresi de fazla bozulmadı hani!

bu ilklerin kaderim olacağını ve hayatımı şekillendireceğini bilmiyordum!

aradan tam yedi yıl geçti. magic box star 1 yeni açılmış, italya 90 tüm hızıyla devam ederken, ben, ilk defa tatile çıktım ve kuşadası'nda bir restorana gittim. onu da ilk defa oraya yemek yemek için geldiğinde gördüm. adı funda'ydı. o zamana kadar gördüğüm en güzel kızdı. sarı, bukle bukle saçlara sahipti. denize girerken tek parça, kenarları sarı olan siyah bir mayo giyerdi. sudan çıktığında bir tanrıçayı andırıyordu. o yaşa kadar okul, futbol, mahalle kavgası ve para kazanmak için çalışmak dışında bir sosyal aktivite içine girmeyen ben, tabiri caiz ise öküzün tekiydim. yani anlayacağınız cem karaca'nın genç işçisiydim bir nevi. saçlarımı tarayıp kolonya da sürmezdim. o zamanlar bizim oralarda kuaför yoktu, berber vardı ve berberler daima üç numara keser. neyse, anlayacağınız funda'ya gidip "funda, seni seviyorum, saçlarının hastasıyım, hadi gel bu 13 yaşımıza aldırmadan seni kaçırayım" diyemezdim. saçma olurdu doğal olarak, ama bak ilk içkimi onunla karşılıklı içmişimdir. o zamanlar alkol yaş sınırı yoktu sanırım ve benim barda likör dağıtmama izin vardı. o nane likörü isteyince, ben de bir tane kendime doldurdum. o zamandan beri nane likörü içmem. hiç sevmem. kendimi funda'ya ispat da etmiştim. sonra o sitenin sinemasında bakıştık, deniz kenarında konuştuk ve hatta biliyor musunuz, onunla aynı küçük göleti bile beğenmişiz. o derece benzermişiz be, heyyt lan!! basketbol sahasına gidip maç yapmak, sallanan koltukta sallanmak ve çekirdek çitletmek eğlenceliydi. hem zaten altı üstü bir yaz aşkıydı. fazla önemsemedim o yüzden! ama ilk defa sınıf atlayacağıma inancım artmıştı. bir sürü yeni kişi tanımış ve "ben büyüyünce şan dersleri alacağım" diyen bir kız çocuğuna "o ne ki" diye de sormuştum. kro işte, allan krosu, şan dersi lan bunu bilmeyecek ne var, cık cık, şan dersiymiş, şan dersine sokayım senin, töbe töbe. benim resme tutkum, orta ikide, resim dersinden ikinci dönem dört getirmemle bitmiştir. müziğe tutkum da böyle bitti. zaten sanat hayatımın olamayacağını orta bir resim hocam zaten yüzüme haykırmıştı. "senden değil ressam, fırça kılı bile olmaz!" oysa yüzyıllarca bu eller inek sağmış, koyun kırpmış, fındık toplamış, tarla çapalamıştı. fırça tutmaktan anlamaması kadar doğal bir şey olamaz ki! neyse işte, funda'yı son kez izmir'e giderken tofaş bir arabada gördüm. arabası vardı lan babasının, düşünün gerisini, sene 90 ve arabası var. yuhhh, acayip zenginmiş, şimdi düşündükçe yine şok oluyorum bak! ben el salladım arkasından. bursa'ya giderken izmir'in terminalinden aldığın ilk şey bir adet aşkın nur yengi-sevgiliye albümüdür. bu aynı zamanda ilk aldığım albümdür. okul başlar başlamaz onu unuttum. adı aklımdadır. facebook da arayım dedim bi defa. tüm gerçeği açıklayayım. bulamadım. hoş olurdu herhalde anlatması! hem belki karşıyakalıdır. seviyorum lan karşıyakalı kızları, izmir kızları yoktur aslında, karşıyaka kızları vardır.

o sene bana herhangi bir taşıt çarpmadı. daha vakti vardı.

ve aradan yedi yıl daha geçti. bir hafta öss, bir hafta öys çalışıp kazandığım üniversite zamanı. onu ilk kez üzerinde siyah bir deri mont, elinde sigara ile kantinde gördüm. kapalı mekanlarda henüz sigara yasaklanmamıştı ve sigaranının dumanını içine çekmiş ve dışarı doğru keyifle üflüyordu. her şey slow motion gerçekleşiyordu ve duman, sarı renkli, kıvır kıvır saçlarının arasından geçerken, o gözlerini kısmış ve kırmızıya boyanmış dudakları alev alev yanıyordu. tamamı erkek bir yatılı okulu bitirmiş benim için gördüğüm en güzel sahneydi. sonra pılını pırtısını toplayıp çekip gitti kantinden. yüreğimi de söküp götürerek. hala daha o yavaş çekim aklımdadır. inanılmaz bir andı benim için. neyse, efendi bir genç olarak hemen soruşturdum. malum, efendi gençler araya arkadaşlarını sokarlar, piçler direkt konuya dalarlar. direkt konuya dalmak her zaman daha etkili bir yöntemdir. neyse, öğrendim ki benimle aynı bölüm, ama iki devre üstüm ve nişanlısı var. yakında evlenecekmiş. ohaa, bu ne lan. hemen mi, beni bekleyemedin mi?

sonra ona olan ilgimi göstermem gerekiyordu ve bunu başardım. kantinde o tek başına otururken, onu gözetliyordum ve en sonunda beni fark etti. karşılıklı bir süre bakıştık. acayip salakça bir andı. yanına gitmeye karar verdim. kalbim el parmak uçlarımdan fırlayacak gibiydi. kan yüzünden her tarafım zonkluyordu ve yanına varmam sanki bir asır sürmüştü. saçlarıma herhalde ilk kez o an beyaz düştü. "oturabilir miyim" dediğimi hatırlıyorum. "sana aşığım" diye lafa başladım. kocaman gözleri türkan şoray'ın gözlerinden bile daha büyük hale geldi. içimde birikmiş meğerse, rahatlamak için ona dair bildiğim her şeyi anlattım. telefon rehberinden nasıl onun numarasını bulduğumu bile açıkladım. bazı günler onu kaç metre geriden, dikkatli izlediğimi, kazara onu gördüğüm yerlerin analizini yapıp, nasıl oralarda dolaştığımı, çarpışma testlerini arkadaşlarımın üzerinde denediğimi, yani ona dair aklımda kalan her şeyi anlattım. ilgiyle dinledi. sonra çok bilmiş gibi akıl vermeye kalktı. benim ihtiyacım olan tek şey beni dinlemesiydi. akıl verenler genelde saçmalar, benim gibi. okulu bitene kadar sık sık konuştuk. gülüştük, eğlendik. okulu bitti ve gitti.otuz  yaşıma gelmeden kesin bir daha görürüm diyordum. otuzu geçtiğim halde hala göremedim!

aradan tam on dört yıl geçmişti ve zalim kader yine ağlarını örmüştü. bir gün minibüsten indim ve kaldırıma çıkıp, minibüste kalanlara selam olsun deyip, iki kolumu sallayıp, onlara güle güle dedim. dedim demesine ama sonra birden, yan tarafımda bir acı hissettim. bir anda kendimi yerde yuvarlanırken buldum ve kısa bir süre sonra hışımla ayağa kalktım. bir baktım ki şoförde inmiş araçtan. gerzek herif kaldırımda geri geri giderken beni görmemiş ve çarpmış. işte böyle olur zaten bana çarpan arabalar. hırrr! üstüm başım leş, minibüstekiler de inmişler, sağım solum sobe, ekmek taşıyan bir kamyonet işte, pehh.

o sene, bana bir otobüs çarpmış. çarpmış diyorum, çünkü hatırlamıyorum. bu olay benim sakarlığım üzerine uydurulmuş bir hikaye mi, yoksa gerçekten çarptı mı bilmiyorum. o kadar çok kişi o otobüsün bana çarptığını iddia etti ki, artık tüm fakülte arkadaşlarımla iletişimi kesmek zorunda kaldım! kazara biri ile karşılaşsam, "ahaa, god(gerisi önemli değil'in kısaltması) araba, ahaha". sıkıldım bu muhabbetten. ben size olayı anlatayım, varın gerisine siz karar verin. o gün, yani ramazan, karnım aç. o vakitler oruç tutuyorum ve okurken de çalıştığım için işten dönmüşüm, eve gideceğim, otobüs bekliyorum. işte tam o anda yanımdan bir taksi geçti ve neredeyse aynası koluma çarpıyordu. benim olayım bu. neyse, eve geldim, esas bomba patladı. "god, iyi misin, lan az kalsın otobüs çarpıyordu sana, bi şeyin yok di mi?" ben gayet sakinim ve "yok ya hu ne otobüsü, taksinin aynası çarpıyordu, hem sen nerden biliyorsun?" "lan sana çarpacak olan otobüsün içindeydim, cama yapıştım, oh my god, god(göd okuyanı parabellum ile kovalarım) diye bağırıyordum". "yok ya hu, valla bak, otobüs değildi o, hem otobüsün aynası yüksekte olur, çarpsa kafama çarpardı, oysa bu taksi, koluma çarpıyordu, çarpmadı işte."

hikayeyi anlattım. aha da siz karan verin, kim haklı kim haksız!

aradan yedi yıl geçtikten sonra yine aynı şey meydana geldi. bu sefer hazırlıklıydım. her şeyi en ince ayrıntısına kadar planladım. ve evet, plan yapmak saçmadır, işte o zaman anladım.

benim belli bir sistematiğim vardır. mesela bana ondört yılda bir araba çarpar. bu kesin bir önermedir. çarpmazsa olmaz. olabilemez. o çarpmazsa gider ben çarparım. işte buna benzer bir şey, lanet vardır üzerimde, yedi yılda bir aşık olmazsam olmaz, olabilemez. mevsim sonu indirimi gibi, vakit gelmek üzere. seneye üzerime kalın bir zırh giyeceğim, şövalyeler gibi dolaşacağım. havaalanlarına gitmeyeceğim, uçak çarpabilir çünkü. trenlerden uzak duracağım. kaskla da dolaşabilirim hani, acaba motosiklet çarpmasını beklesem, hem yedi, hem on dört yıllık döngü vakti geldi bak. elimde senet yok ama, vademin gelecek seneden önce dolacağını hiç sanmıyorum. hem bunu bilimsel istatistikler söylüyor. ortalama ömür yetmiş falan, o zamana kadar beş defa daha aşık olurum, üç defa daha araba çarpar bana.

28 Haziran 2011 Salı

punch-drunk love

bir çok kız kardeşe sahip olmak zor olsa gerek. kız kardeşlerin de bir tutkusu var sanırım. baba soyunun devamını istiyorlar ve bunun için erkek kardeşe çeşitli yardımda bulunuyorlar ve hatta evlenmediklerinde onun gay olduğunu da düşünüyorlar. hatta şöyle düşünün, bizim ülkemizde kız kardeşlerin en büyük görevi, ağbilerine kız arkadaşlarını ayartmaktır!

eski bir dostumun bana karrgo ile gönderdiği filmler arasında yer alan bu filmde barry egan böyle bir insandır. üzerinden mavi takım elbisesi hiç çıkarmadan oynar ve yedi tane kız kardeşi vardır. onlar tarafından ortanın malı gibi kullanılır. en sonunda kız kardeşlerinin aracılığı ile birini bulur. kadın hoşuna gitmiştir, ama onun amacı, kardeşlerinden bağımsız olarak o kadını kafalamaktır. diğer türlü başına neler geleceğini bilir. onlara bağımlı bir hayat istememektedir.

biraz takıntıları olan barry, elini bir telefonla seks şirketi olduğunu söyleyen elemanlara kaptırır, kolunu da kaptırmak üzeridir. ve olaylar gelişir, havai'ye gitmek için toplanan miller, seyahatler, bir anda kendinden geçip, ortalığın aq ve harbiden etkileyici bir aşk hikayesi. adam sandler'ın izlediğim tek iyi filmi. bitirdiğinizde yüzünüzde romantik komedilerde oluşan o sırıtkan aptal ifade oluşuyorsa eğer, bu film sizin tarzınız değildir. tebessüm güzeldir. o sıkıcı sıradan kalabalığın içinde kendisi olabilen iki kişinin hikayesidir.

22 Haziran 2011 Çarşamba

korkuyu beklerken

üzerimde hemen her zaman acayip büyük bir yorgunluk vardır. ne yaparsam yapayım, bu yorgunluğu bir türlü atamıyorum. yavaş yavaş çökmekten desem, değil sanırım. sanki deniz kıyısındayım ve karşıda, uzaklarda büyük bir dalga bana doğru geliyor. bu dalganın bana ulaşmasını engellemek için sürekli bir çaba harcıyorum ve dalgayı asla yok edemiyorum. bu çaba yüzünden de, yorgunum.

bu pis durumdan yırtmak için bazen mekan değiştiriyorum ve o dalga yine gelip beni buluyor. kurtulamıyorum. bazen karşıdan tsunami gibi görünüyor ve boğulacak gibi oluyorum. biraz daha çaba harcayıp onu dalgaya çeviriyorum ve tehdit hala daha devam ediyor. en sonunda gelsin beni yutsun bari, diyesim geliyor, hareketsiz, kımıltısız durayım olduğum yerde, alsın beni nereye götürürse götürsün diyorum ve bu sefer de kendimi iyice aciz hissettiğimden dolayı gururuma yediremiyorum veya beni götüreceği yer, şu an bulunduğum yerden daha iyi olmadığını biliyorum. bazen, ar damarım çatır çatır çatlasın istiyorum. biliyorum ki işte o zaman o dalga kendiliğinden yok olup gidecek. dalga beni alıp götürse bile savrulduğum yer gram umrumda olmayacak.

yine üstüme üstüme, büyüyerek geliyor dalga. sigarayı bir süreliğine bıraktığımı yazmıştım ya hani, gerçek nedenini düşündükçe, bir beleşçinin varlığı fark ettim. sinsi sinsi, baştan izin isteyerek, sonra sorgusuz sualsiz alarak götürdüğü sigaralar ve alan kişiden iğrenmeler. farkedersin ki sadece senden de otlanmıyor, herkesi haraca kesmiş gibi, masasının başına gelenden bile utanmazca otlanmalar, iğrenirsin. iğrenmek minibüste koltuk altı kokan bir insan değildir benim için. minibüse biniyorsam eğer, yani mekan benden bağımsızsa önemsemek gereksiz. kokuyu duymak istemiyorsam atlarım taksiye. bu başka bir şey ama, sinsiliktir, çakallıktır, nasıl mücadele edeceğini düşünürken, sürekli bu tiplerle bulunduğunu anlayıverirsin. selamı sabahı kesersin, ama o kişi o kadar yüzsüzdür ki, elinden bir şey gelmez. bazen, senin yanında atıp tutan senin sorumluluğunda bir kişiye acırsın ve yardım edersin, bir bakarsın yanında değildir artık. korkaklık bile değil. nedense seni gaza getirmeye çalışan tipler vardır birde, çok delikanlı bir adammışsın sen ya, diye başlarlar lafa. gaz ver, gaz ver, alışmışlardır belki böyle şeylere, bu istanbul şehrinde, kimse kimseye kendi işi öyle gerektirse bile parasız yardım etmiyor sanırım. yaptığın işe saygısızlık, kendine saygısızlık, kendinden utanmazlık. istiklal caddesine çıkıp, tribündeymiş gibi teknosa diye bağıran çalışanlar, rezillik, kırmızı üniformaları ile, şapkaları ile, çiğlik. sürekli aynı replik, duymak zorunda kaldığın, senin gözlerinin içinde gördüğüm küçük kızı seviyorum ben, diyen yalancılar, ve hatta o küçük kızı seven sübyancılar ve buna inanan aptallar... bir bakarsın, kendilerini senden üstün olduğunu göstermek için, eline en büyük kağıt parayı vermeye kalkan tipler, iğrenerek bakarsın o ele, yunus emre'yi bari alet etmeyin bu işlere. almamak bir marifetmiş gibi birde, şaşarlar. ya seni hizmetçisi sanan, tepeden bakan tiplere ne demeli, asmalar kesmeler, şöyle yaparım demeler, yaş olmuş yetmiş, hala daha ben şuyum buyum demeler, sinirlerinin zıplaması, o iğrenç bembeyaz kirli sakal ve kocaman göbek kombinasyonu, hırıldayarak nefes alır, verir, iğrenemezsin bile o tiplerden, aynı mekanda bulunmaktan bile korkarsın, sana da bulaşacak pisliği diye, sigara ister canın. bazen bunlar genç tipli, ince bıyıklı, kumaş pantolonlu, bol gömlek giyen kişiler olur. kibir vücutlarına sirayet etmiştir. bir bakarsın, benim hak ettiğimi düşündüğüm parayı, kendi partisinin liderinin bana bir lütfu olduğunu iddia eder. iğrenmezsin bile, kusarsın.


bazen bu yüzden, kendi yaşantımı yok edemediğim için, benden bile berbat durumda olanlarla kafa buluyorum. onların dalgaları almış onları, yutmuş ve geri vermiyor ve hatta savurmuyor da. acaba bende mi aynı durumdayım diye düşünüyorum. ama bende olan dalgayı beklemek, korkuyu beklemek gibi. oysa onlar korkunun bizzatihi içindeyken. çekmişler kendilerini bir köşeye, pislikten arınmak için. ben mi bu dalgayı yarattım acaba diyorum, seyreyliyorum etrafı. sıkıştırılmışlık hissi, sıkılmışlık hissi, sigaraya tekrar artırma nedenim. bulantı...

bazen düşünüyorum, 4-5 yaşımdan beri gördüğüm cezaevleri midir bu durumun nedeni? küçücük çocukların bile üstünü aramalar, nefret dolu gözlerle bakmalar, babanı sıfır saçlarla gördüğün o ince tellerden örülü kafes, ona sarılamama, babanın ve herkesin umutsuz ifadesi, sağmacıların, o bayram günlerindeki kapı önleri. bakır kaplarda soğuk su satan sucular, meydanın önündeki kahvehanede geceden gelip yer kapıp, görüş bekleyen ve masalarda uyuyan kadınlar ve çocuklar, dışarıda ise iğrenç bir güneş kafana geçer, lanet olası ter, seni bir askeri aracın içine doluşturup, kapılarını kapayıp dolaştırmaları, yine ter, üst aramaları, bursa'dan istanbul'a iğrenç otobüs yolculukları... philips marka o meşhur siyah beyaz televizyonda gördüğün, başları önlerinde, elleri önden bağlı, saçları kazınmış bir grup erkek yan yana, tep tip mi giyinmişlerdi, yoksa normal kıyafetleri mi vardı, ama, masada bir sürü bir şeyler... daha öncesinde hayal meyal hatırladığın, belki de kafandan uydurduğun, ama aklında o şekilde kalmış görüntüler. bir köşede misin, izliyor musun olanları, hayal mi ediyorsun, yoksa rüyada mısın, emin değilsin, korkuyu hissettiğin yer, evin. bir gün gelecekler, sana da aynısını yapacaklar, kurtuluş yok...

inanılmaz oran!!

dünyada yaşayan altı milyar insan var ve bu sayının 3 milyarı kadın. evli, çocuk ve yaşlıları(leon'un dediği gibi; "kadınlar ve çocuklar hariç!") çıkardıktan sonra kabaca 1 milyar kadın olduğunu var sayın. seçenekler o kadar çok ki bir insanın kendisi için doğru kadını/erkeği bulma ihtimali yok gibi bir şey bence. bu sebeple, aşk yerine heves olduğunu her zaman söylemişimdir. dump and dumper'da jim carrey kadının kendisini sevme ihtimalinin yüzde kaç olduğunu sorduğunda kadın, "korkarım milyonda bir bile değil" diye cevap verdiğinde çocuklar gibi sevinmişti. çünkü milyon büyük rakam! komik sahneydi vesselam. neyse, bollukta seçmek zor tabi! ama sizin aklınızı başınızdan alabilecek/etkileyecek kişiyi bulma ihtimaliniz yüzde kaç sizce?

geçen haftaların birisinde gazeteler yazdı. ingiltere'de bir üniversitede matematik öğretmeni olan peter backus adlı birisi, yalnız olmanın bilimini hesaba dökmüş. hesaba göre en iyi eşinizi bulmanın olasılığı 285 binde 1'miş.

hesabı da üç yıllık yalnızlığı sonrasında "neden bir kız arkadaşım yok" adlı tezinde anlatmış. adam bu tezinde dünya dışı yaşam arayışında kullanılan drake denklemi'nden yararlanmış.sonuçlar da ingiliz bekarlar için hiç de umut vaadetmiyormuş. otuz yaşındaki backus, ingiltere'de yaşayan 30 milyon kadından sadece 26 tanesinin kendisine uygun olduğu sonucuna varmış(hobaaa)!!
denklemde yaşları 24 ila 34 arasında olan, londra'da yaşayan, bekar kadınları baz almış. durum böyle olunca da backus'un şansı oldukça düşmüş. şöyle demiş, "muhteşem bir ilişki yaşama olasılığım olan sadece 26 kadın var. bir gece dışarı çıkmamda onlardan biriyle tanışma şansım yüzde 0.0000034. bu da 285 binde 1'e denk geliyor." 

drake denklemi:

N = R* x Fp x Ne x Fi x Fc x L

N iletişim kurmayı umabileceğimiz uygarlıkların sayısı, R* samanyolu galaksisi'ndeki yıldız oluşma sıklığı, Fp bu yıldızlardan kaç tanesinin gezegene sahip olduğu, Ne bu gezegenlerden kaç tanesinin yaşama elverişli olduğu, Fl yaşama elverişli gezegenlerin kaçında yaşamın oluştuğu, Fi bu gezegenlerin kaçında akıllı yaşamın oluştuğu, Fc bu gezegenlerin kaçında iletişim kurma yetisine yahut isteğine sahip ırkların varlığı L bu tür bir uygarlığın umulan yaşam süresidir. profesör frank drake, bu formül ile galakside 10 bin yaşam formu olabileceğini tahmin etmiş.

backus, orijinal denklemi hayalindeki randevu kriterleriyle değiştirmiş; kadınların onu çekici bulma olasılığı ve yaşları 24 ila 34 arasında değişen londralı kızlar gibi kriterleri kullanmış. "sonuçlar aşk arayan insanlar için iç karartıcı gözükebilir, ama bekarlar iyi yönünden bakmalı; bu sizin suçunuz değil" diye açıklama yapmış(hade lan!). tezin tamamına üniversitenin internet sitesinden ulaşılabilirmiş.

kaynak: ntvmsnbc.com

şimdi denklemi kendime uyarlayım:

N = R* x Fp x Ne x Fi x Fc x L

?!!
uygulayamadım kalsın. londara'da oran bu kadar düşükse eğer ve sadece 26 kişi varsa o herif için, gerçi ingiliz kızlarının çoğunluğu nedense tipsiz olur(sarah ile musa'nın sarah'ı gibi veya şu baharat kızlar), neyse, türk kızlarının da bir kısmı kendilerini bir bok sanır, hepsi eşsiz bir kar tanesi ve prenses falandır, oranları yarı yarıya düşürsek, benim iletişime geçebileceğim kişi sayısı, 13 kişi olur. yetmiş milyonda on üç kişi. jim carrey'in şansı milyonda bir bile olmayabilir, ama benim şansım ondan bile düşük be!! yolda bir uzaylıyla karşılaşma ihtimalim bile daha yüksek!

heyy, nerdesiniz 13 kişi(!!!)

21 Haziran 2011 Salı

sen benim hiçbir şeyimsin

hikaye eski bir izmirli arkadaşımdan. onun anlatmasına göre attila ilhan'ın izmir'de telefonuna dadanan izmirli kızlar varmış ve onlarla konuşurmuş. işte bu kişilerden birisi ile sohbeti iyice ilerletmiş, hiç görüşmemişler ama, kadın en sonunda o klasik soruyu sormuş, ben senin neyinim? şiirin ilk dizeleri attila ilhan'ın ağzından dökülmüş, sen benim hiçbir şeyimsin. gerisi de gelmiş elbet. o kadının kim olduğu attila ilhan bilmeden ölmüş demişti arkadaşım. sonuçta hiçbir şeyi!

sen benim hiçbir şeyimsin
yazdıklarımdan çok daha az
hiç kimse misin bilmem ki nesin
lüzumundan fazla beyaz
sen benim hiçbir şeyimsin
varlığın yokluğun anlaşılmaz
galiba eski liman üzerindesin
nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
dudaklarınla cama çizdiğin
en fazla sonbahar otellerinde
üniversiteli bir kız uykusu bulmak
yalnızlığı öldüresiye çirkin
sabaha karşı öldüresiye korkak
kulağı çabucak telefon zillerinde

sen benim hiçbir şeyimsin
hiçbir sevişmek yaşamışlığım
henüz boş bir roman sahifesinde
hiç kimse misin bilmem ki nesin
ne çok çığlıkların silemediği
zaten yok bir tren penceresinde

sen benim hiçbir şeyimsin
yabancı bir şarkı gibi yarım
yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
hiç kimse misin bilmem ki nesin
uykumun arasında çağırdığım
çocukluk sesinle ağlayarak

sen benim hiçbir şeyimsin

20 Haziran 2011 Pazartesi

all i need


in rainbows içinde herhangi bir gaza/dikkate ihtiyaç duymadan, gerçek bir odaklanma dinlenebilecek parçalardan biridir all in need. müzik çok hoş gider ve sanki içinizden  yatağına tamamen oturmuş sakin bir nehir geçer. hava güneşlidir ve öyle aşırı bir sıcak da yoktur. öyle bir dinginlik verir, tedavi edicidir. 02:45'den sonrasında ise, her zaman huzur veren piyano sesi, o nehri birden bire dev bir şelaleden aşağıya döktürür ve siz düşerken en küçük parçalarınıza kadar ayrılıp, gidebileceğiniz en uç noktalara kadar sürüklenirsiniz. rüzgar sizi coşturur, kanınızı kaynatır. savrulursunuz. artık o şelalenin sonu yoktur. sürekli düşeceksinizdir. it's all wrong, it's all right diye diye söylenin, bağırın, çağırın, sonsuza kadar...

(parçanın birden fazla sözü vardır ve onlardan biridir bu. bossa nova tarafından çevrilmiştir. albüm sözlerinin çevirisini katlettiğimi görünce, onun bu çevirisi daha çok hoşuma gitti.)

i'm the next act
waiting in the wings
i'm a flash flood
running through your ground floor
i am all the things
that you choose to ignore

(Bir sonraki perdeyim sahnelenmeyi bekleyen, Ani bir selim zemin katını delip geçen, Senin göz ardı etmek istediğin her şeyim ben)

you are all i need
you're all i need
i'm in the middle of the picture
lying in the leaves

(Sen benim ihtiyacım olan her şey, Sen benim ihtiyacım olan her şey, Resmin tam ortasındayım,Yapraklar içinde uzanırken)

i'm a cloud of moths
who just wants to share your light
i'm an insect
who wants to get out of the night

(Bir pervaneyim sadece ışığını paylaşmak isteyen, Bir böceğim karanlıktan kurtulmak isteyen)

you only stick with me
because there are no others
(Sadece, başkası olmadığı için bana bağlısın sen)

you are all i need
you are all i need
i'm in the middle of the picture
lying in the leaves

(Sen benim ihtiyacım olan her şey, Sen benim ihtiyacım olan her şey, Resmin tam ortasındayım,Yapraklar içinde uzanırken)

it's all wrong
it's all right

(Tüm bunlar yanlış/ Hepsi yanlış, Tüm bunlar doğru/ Hepsi doğru)

16 Haziran 2011 Perşembe

12 haziran

vatana ve vatandaşa hizmet aşkıyla yanıp tutuşan ben(!), sandık görevlisi olduğum bu seçimde şunlara şahit oldum;

sabah 05:30'da kalktım ve kahvaltımı yaptım. 06:00'da trt 1'de istiklal marşı okundu. demek hala tv'yi istiklal marşı ile açma işlemi devam ediyor. sonra arabaya atlayıp gittim sandığıma. yolda sabah sabah bir dünya yağmur yağdı.

vatandaş ile kaşe arasında yoğum mücadelelere tanık oldum. kaşenin üstünde yazan 'evet' ibaresini basmaya çalışan vatandaşlar yüzünden zaman zaman hafif şiddette sorunlar yaşandı. en sonunda birisi kaşeyi bozdu. yani çalışmaz hale getirdi. neyseki aramızda matbaacı varmış. tamir etti :)

dışarıda silahlı adamların dolaştığına dair rivayetler her sandığa uçtu. oy vermeye dair etkide bulunmak istiyorlarmış. hangi parti taraftarı oldukları bilmiyorum. ceketlerini yandan açıp, tabancalarını gösteriyorlarmış. aslında hiç umursamadım.

bir parti üyesi sabah imzalarını atar atmaz gitti. akabinde saat 13:00 civarı gelip bize tasarrufdan, haram maldan falan bahsetti. kendisi dükkanı kapatamıyormuş. o yüzden öğlen vakti gitmiş. ona yakında sigaraya zam gelebileceğinden bahsettim ve stoklamasını önerdim. dikkatle dinledi.

listede, hakkında tutuklanma emri bulunan bir kişi varmış. gelseydi polise haber verecekmişiz. neyse ki gelmedi.

başkanın da teşfiki ile cep telefonu toplamakla uğraşmadık, ki uğraşmak bir yığın kavga falan, hiç çekilmezdi.

tüm ülkede olduğu gibi katılım çok yüksekti. 290 seçmenden 260'ı oy kullandı. 245 geçerli oy vardı.

sanırım 3 partiden birden sandviç vs, meyve suyu geldi(4 olabilir). bol bol yiyip içtik.

zarfları küçük yaptıklarından dolayı pusulaların katlanması sorun oldu elbet. sandığın önünde nasıl katlanacağını sorup, hemen zarfa koyup, oy atanlar oldu.

yeni seçmenlerin hiç bir şeyden haberleri yoktu. başkan, yaşlıların yanına hiç gitmedi, yeni seçmenlere nasıl oy kullanacaklarını anlattı.

seçmen listesini incelerken aynı evde oturan 20 kişiye denk geldim. giresun, kars, sinop, urfa ve çankırılılar aynı evde toplanmış!

neredeyse tüm seçmenler sabah oy kullandı. öğleden sonra ise yan gelip yattık. yatamadık elbet, bekle babam bekle.

erkeklerden fazla kadınlar oy kullandı. oy kullanan cinsleri karşılaştırsalar rahat bir şekilde % 60'ı kadın çıkar. birde yaşlı teyzeler oy kullanırken acayip mutlular. yüzlerinde gülücükler açıyor. bazıları türkçe bilmese bile anlaşabiliyorsun. biraz da onlarla şakalaşınca daha da gülüyorlar. erkekler ve genç kadınlar ise çok suratsız. seviyorum yaşlı teyzeleri :)

en sonunda iktidar ezdi geçti. benim sandıkta kazanması doğal sonuçtu. ama 175 tane onlara oy çıktı. 14 ana muhalefet, 20 diğer muhalefet ve 16 bağımsız aday. adet olduğu üzere sandıktan 1 tane de tkp çıktı.

bdp'nin bağımsız adayı ile birlikte iktidara evet mührü basılmış 10 civarı pusula çıktı. elbette geçersiz sayıldı. sanırım o seçmenler iki tarafı da kırmak istemedi :)

sayım vs çok kolaydı. 18:30'da işimi bitirdim ve çıktım. bu sefer kolaydı.

adamın biri şuna benzer bir şey demiş;

"oy vermek gerçekten bir şeyleri değiştirseydi iptal edilirdi."

14 Haziran 2011 Salı

bal

geçen çarşamba tv'de bal'ın yayınlanacağını duyunca, "seriyi tamamlayayım" mantığı ile başladım izlemeye. yumurta fena değildi. süt ise benim fikrimce çok feciydi. daral gelmişti izlerken. üstelik yusuf'un şiiri diye rimbaud şiiri kakalayınca izleyeciye, daha da sinirim bozulmuştu.

ama bal öyle değilmiş. kesinlikle üçlemenin en harikası. bora altaş(çocuk oyuncu), erdal beşikçioğlu'ndan bile harika oynamış. bence altın ayı'yı, o çocuğun performansı kazanmıştır. annesi rolündeki tülin özen de hem çok iyi oyuncu, hem de çok güzel bir kadınmış.

bal, çocuğun babası niyetine sarılıp uyuduğu o koskocaman ağaç ile bitti. çocuk o kadar duru, o kadar yapmacıksızdı ki hayran kalmamak elde değil. semih kaplanoğlu ağaçları bile oynatmış. onlar bile rollerinin gereğini yerine getirmiş.

ayrıca ana-baba memleketimi özlemişim. bunu da fark ettim. ama yayla şenliklerini özlememişim.

9 Haziran 2011 Perşembe

geçmiş zaman - 3

laf aramızda, c3po bir kadınmış. ben bu robotu hep eşcinsel bir erkek olarak düşünmüşümdür. c3po ne be, r2d2 candır.

kubrick ve 2001: a space odyssey. yorum yapmaya gerek yok. "üzgünüm dave, ama bunu yapamam"

bu çok komik ya hu. 2 kuklayı 3 kişi oynatıyor :) gerçi edi'yi iki kişi oynatıyor.

dr. strangelove.

süperman vinç tarafından uçurulurken.

star wars'ın meşhur uzayda kayan yazılar girişi. meğer böyle yapıyorlarmış o sahneyi. burada ise imparator geri dönmüştür.


nicholson mı yoksa kubrick mi karizma?

buraya kadar olanların kaynağı aha da burasıdır: http://imgur.com/a/L7mvG

alex de large ve kubrick. romanda 14 yaşındadır bu eleman. lolita'da da kız 8 yaşındadır(yine romanda). çocuk şiddeti ve çocuğa yapılan şiddete dair bir saplantısı mı kubrick'in?

kerouac ve asker arkadaşı neal cassady! en bilinen pozlarındandır. kerouac, yolda'da bu herif ile seyahatlerini anlatır. ikisi acayip yakındır.

marylin monroe ve bacakları. odun gibi duruyor. kes ve yak, o derece.

bu da benden. eski yaşadığım yer sahildi ve içmeye gittiğimiz bir akşam üstü, kumsaldan geçen traktörü telefon ile çekmiştim. ilginç mi? elbette değil. mekanın çok sessiz ve sakin bir yer olduğunu hemen çakmışsınızdır. yer batı karadeniz.


nazi zulmüne dair. toplu katliam fotoğraflarından birisi. asker hala ateş ediyor.


benim lisem. dışarıdan müthiş görünür. en son gördüğümde bakımsızlıktan dökülüyordu. 120 yıllık bir lisedir. bu idare binası. arka taraf buzdağının kalan kısmıdır :)

thom yorke saçlarını sarıya boyatmadan önce. daha çok genç. gözlerden tanırsınız zaten :)


üzerine fazla bir şey yazmaya gerek yok.


filmde tyler, hava alanının yürüyen merdivenlerinden görünmeden önce saliselik olarak 3 kere görünür. daha doğrusu jack'in zihninde belirir. ortaya çıkmasına neden olan süreçler böylece gösterilir. burada jack doktora gitmiştir ve uyumak için bir şeyler istemektedir. meyan kökü tavsiyesi ardından ölmek üzere olan insanların gruplarına katılmayı doktor tam bu anda söyler. aynı anda, bir kaç karede tyler görünür.

bu fotoğrafı msn'ye koyduğumda bir arkadaşım  bu herifi(adı aklıma gelmedi) ben sandı. "yok lan" falan derken, "aynen senin gibi kavun kafalı" demeyi de ihmal etmedi. evet, ben kavun kafalıyım, evet, atletle gezmeye bayılırım, hayır, ben marla'yı bulamadım.

7 Haziran 2011 Salı

yüz milyar

insanlık tarihi boyunca tahminen yüz milyar insan ölmüş ve ölmeye devam edeceğiz. bazen uykuya dalış anlarımı net şekilde hatırlıyorum ve nasıl da birden bire bilinçli halden bilinçsizliğe aktığımı fark ediyorum. ölüm dediğimiz şey yüzde yüz bilinçsizlikten başka bir şey değil. doğmadan önce nasılsanız, ne hatırlıyorsanız öldükten sonra da aynı olacak. yani hiç. uzun lafın kısası olmayacağız. belki kuantum falan, paralel evren hikayeleri gerçektir. ama şu anki bilinçli haliniz yok olacak.

insan beyni, öldükten sonra 20 saniye kadar daha bilincini yitirmiyormuş. bunu lavoisier da test etmişti. giyotine giderken arkadaşlarına öldükten sonra bir süre daha bilinçli kalınabileceğini, bunu ispat için idam esnasında göz kapaklarını kırpacağını söylemiş. gerçekten kafası kesildikten sonra da göz kapaklarını kırpmaya devam etmiş. ilginç bir adammış vesselam. neyse, herhalde o yirmi saniyelik zaman dilimi, uyku ile uyanıklık arasındaki zaman dilimine tekabül ediyor olsa gerek. hatta bu devre, film şeridi geçen zamandır. o yirmi saniyede bir yaşam daha yaşıyorsunuzdur. uzun lafın kısası, ölmemizin temel nedeni ise oksijen yetersizliğiymiş. ne şekilde olursa olsun, her koşulda oksijen solunumu kesilince hayat sona eriyor. yaşamamız için temel şart oksijendir. çok korkuyorsanız oksijen tüplerinizi yanınızdan ayırmayın!

öldükten sonra üç gün içinde yemeklerimizi öğütmemize yardımcı olan enzimler bizi yok etmeye başlıyor. artık oksijen gelmediği için bozulmaya başlayan hücreler, bakteriler için besin kaynağı oluyor ve vücudumuz kısa bir süre içinde çürüyor. zaten bu yüzden mumyalamada önce iç organlar çıkarılır.

aslında çevreyi düşünüyorsanız, gömülmek yerine yakılmayı tercih etmeyin. zaten islam kültürü ile yetişiyorsanız bunu tercih etmezsiniz. insan bedeni yakıldığında çevreye en zararlı gazları meydana getiriyor ve gökyüzüne salıyormuş. yani cesetlerimizin yakılması çevreyi mahvedebilirmiş. hem gömülürseniz eğer, ileride dna falan derken sizi tekrar toplayabilirler! ölü gömme işi ise kutsal kitaplar ve söylencelere göre kabil'in habil'i şam'da öldürmesi ve bir kargayı taklit etmesi ile başlıyor. bilimsel olarak ise üçyüz elli bin yıl öncesine dayanıyor. üstelik bu yer şam değil, ispanya - atapuerca. elbette daha önceki bir gömülmüş insan da bulunabilir.

sadece gömüldüğümüzü ve yakıldığımızı sanmayın. hindistan'daki zerdüştler, ölülerini akbabaların yemesi için açıkta bırakıyormuş. üstelik bu akbabalar, insan ve sığır leşi yemekten daha sonra ölüyorlarmış. madagaskar yerlilerinin daha ilginç bir yöntemi varmı. gömdükten bir süre sonra kemiklerini topraktan çıkartırlar ve kasabalarının etrafında bir tur atarlarmış. famadihana denilen bu tören sonunda, kemikleri tekrar gömerlermiş.

devam edeyim. spor yapmanın sizi ölümden uzaklaştırdığını düşünmeyin. her yıl, spor yapan ikiyüz bin öğrenciden bir tanesi aniden ölüyormuş. büyük çoğunlukla futbol ve basketbol oynarken vefat ediyorlar. ama kızlar bu konuda şanslı. onlardaki ölüm oranı bir milyonda bir.

gördüğüm kadarı ile yaşlılar ölümden daha fazla korkuyor. sona yaklaşamanın bilinci olsa gerek. yirmi yaşımdayken, onbeş yıl sonra otuz beş olurum derken, şimdi elli oluyorum diyorum ve bendeki bu durumun kesin yaşlanma belirtisi olduğunu düşünüyorum. lisedeyken ise otuz olacağımı hayal edemezdim. o zamanlar, otuzlu yaşları yaşlı bir dönem olarak düşünürdüm. oysa şimdi saçlar yanlardan hafif beyazlamış ve dökülmemiş, biraz göbek çıkmış ve ölüm hakkında saçma bir yazı yazan insanım.

not: ansiklopedik bilgilerin çoğu, sabah.com.tr'den. zaten sabah gazetesi bir tek bu işe yarıyor.
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.