(bu hikayede anlatılan olaylar kurgu değil, gerçektir ve okuma bittiğinde yüzünde tebessüm yerine "yazık çocuğa" ifadesi oluşanı demir levye ile kovalayıp döverim. eski takipçilerim bilir, daha önce okudukları ve sonra çeşitli nedenlerle sildiğim iki yazımın birleşimidir ve gerekli düzeltmeler iyice yapılmıştır. tertemiz ve pir-u pak bir yazı olmuştur.)
benim belli bir sistematiğim vardır. mesela bana ondört yılda bir araba çarpar. bu kesin bir önermedir. çarpmazsa olmaz, olabilemez. hatta o çarpmazsa gider ben çarparım. buna benzer bir şey de yedi yılda bir aşık olmamdır. o süre dolunca aşık olmazsam olmaz, aşk bana vurmazsa gider ben onu döverim!
ilk aşık olduğum veya aşık olduğumu sandığım karşı cins, ilkokul 1'e giderken ilk okumayı söken kişi olan serpil'dir. halihazırda nasıl biri olduğuna dair en küçük bir fikrim bile yok. sanırım öğretmen çocuğuydu ve o yüzden okuma ve yazmayı hemen çözüvermişti. benim okul hayatım, büyük başarısızlıklar bütünü içinde büyük bir başarı ile üniversiteyi bitirebilmemdir. hayatınızda görebileceğiniz en kötü öğrencilerden biriyimdir. işte okuma yazmayı ikinci dönem öğrendiğimde öğretmenimiz beni tebrik etti ve serpil'in eline para verip ve beni gösterip "okumayı söktü. beraber kantine inip ona gazoz ve simit al" demişti. ilk defa bir kızla çıkmam da böyle olmuştur. hesabı öğretmen ödedi! neyse işte, onun beyaz bir kuşak ile arkadan bağlanmış nefis siyah önlüğü ve bu önlüğün dantelli beyaz yakası ile benim naylondan imal siyah önlüğüm elbette yarışamazdı. aramızda sınıf farkı vardı! ya işte böyle seviyeli okur, serpil ile sadece yönetici sınıfın izin verdiği oranda ve zamanda karşılıklı vakit geçirebilirdim. daha ötesi olamazdı. zaten yaşım da küçüktü ve daha özal seçimi bile kazanmamış, evren ülkeyi demir yumruğu ile ezmekle meşguldü. çok havai bir dönemimdeydim ve yaşım altı ise ve aşıksam, dünya çok güzeldi be! ben bu saç rengini bile hatırlamadığım serpil'e aşık olmuştum. onu artık her gördüğümde içim pır pır eder, kalbim cik cik öterdi. ta ki 2. sınıfa geçene kadar. kader ve okul yönetimi serpil ile beni ayırdılar. zekiler bir sınıfa toplanırlarken, tembeller tembellerle takılmaya başlamıştı. sosyal sınıflarımızın ayrılığı yetmiyormuş gibi okul yönetimi de işimize taş koymuştu. lanet olsun bu ağalık düzenine ve marabalığa!
hemen hemen aynı vakitler ben sokaklarda cirit atarken, para kazanmak için her boku göze aldığım çocukluğuma devam ediyorum. dokumacılardı sanırım, kullanmadıkları parçaları dükkan önüne bırakırlar ve sonra satarlardı. işte bir grup çocuk, sineklerin tanrısı hikayesindeki gibi vahşileşip o parçaları toplardık. plan yapıldı ve parçayı kapıp kaçan sazan ben seçildim. son hızla koşmaya başladım ve parçayı kaptığım gibi hızımı da artırdım. erketeler takip edilip edilmediğimi bana bağıracaklardı. kalbim küt küt atarken yine, hiç bir ses duymadım ve koşarken geriye baktım, önüme döndüm ve küttt diye duran bir arabaya çarptım. bayılmamışım! burnumdan o kırmızı sıvı akarken yavaş yavaş, çeşmenin başında elimi yüzümü yıkadım. sonra burnum şişti, sonra şişlik indi, sonra bir baktım, burnum yamuk, kırılmış anlayacağınız. senelerce o yamuk burunla dolaştım ve parayı bulunca karısını değiştiren zengin misali, burnumu büyüyünce yenilettim. şimdi sıfır kilometre değil ama, kilometresi de fazla bozulmadı hani!
bu ilklerin kaderim olacağını ve hayatımı şekillendireceğini bilmiyordum!
aradan tam yedi yıl geçti. magic box star 1 yeni açılmış, italya 90 tüm hızıyla devam ederken, ben, ilk defa tatile çıktım ve kuşadası'nda bir restorana gittim. onu da ilk defa oraya yemek yemek için geldiğinde gördüm. adı funda'ydı. o zamana kadar gördüğüm en güzel kızdı. sarı, bukle bukle saçlara sahipti. denize girerken tek parça, kenarları sarı olan siyah bir mayo giyerdi. sudan çıktığında bir tanrıçayı andırıyordu. o yaşa kadar okul, futbol, mahalle kavgası ve para kazanmak için çalışmak dışında bir sosyal aktivite içine girmeyen ben, tabiri caiz ise öküzün tekiydim. yani anlayacağınız cem karaca'nın genç işçisiydim bir nevi. saçlarımı tarayıp kolonya da sürmezdim. o zamanlar bizim oralarda kuaför yoktu, berber vardı ve berberler daima üç numara keser. neyse, anlayacağınız funda'ya gidip "funda, seni seviyorum, saçlarının hastasıyım, hadi gel bu 13 yaşımıza aldırmadan seni kaçırayım" diyemezdim. saçma olurdu doğal olarak, ama bak ilk içkimi onunla karşılıklı içmişimdir. o zamanlar alkol yaş sınırı yoktu sanırım ve benim barda likör dağıtmama izin vardı. o nane likörü isteyince, ben de bir tane kendime doldurdum. o zamandan beri nane likörü içmem. hiç sevmem. kendimi funda'ya ispat da etmiştim. sonra o sitenin sinemasında bakıştık, deniz kenarında konuştuk ve hatta biliyor musunuz, onunla aynı küçük göleti bile beğenmişiz. o derece benzermişiz be, heyyt lan!! basketbol sahasına gidip maç yapmak, sallanan koltukta sallanmak ve çekirdek çitletmek eğlenceliydi. hem zaten altı üstü bir yaz aşkıydı. fazla önemsemedim o yüzden! ama ilk defa sınıf atlayacağıma inancım artmıştı. bir sürü yeni kişi tanımış ve "ben büyüyünce şan dersleri alacağım" diyen bir kız çocuğuna "o ne ki" diye de sormuştum. kro işte, allan krosu, şan dersi lan bunu bilmeyecek ne var, cık cık, şan dersiymiş, şan dersine sokayım senin, töbe töbe. benim resme tutkum, orta ikide, resim dersinden ikinci dönem dört getirmemle bitmiştir. müziğe tutkum da böyle bitti. zaten sanat hayatımın olamayacağını orta bir resim hocam zaten yüzüme haykırmıştı. "senden değil ressam, fırça kılı bile olmaz!" oysa yüzyıllarca bu eller inek sağmış, koyun kırpmış, fındık toplamış, tarla çapalamıştı. fırça tutmaktan anlamaması kadar doğal bir şey olamaz ki! neyse işte, funda'yı son kez izmir'e giderken tofaş bir arabada gördüm. arabası vardı lan babasının, düşünün gerisini, sene 90 ve arabası var. yuhhh, acayip zenginmiş, şimdi düşündükçe yine şok oluyorum bak! ben el salladım arkasından. bursa'ya giderken izmir'in terminalinden aldığın ilk şey bir adet aşkın nur yengi-sevgiliye albümüdür. bu aynı zamanda ilk aldığım albümdür. okul başlar başlamaz onu unuttum. adı aklımdadır. facebook da arayım dedim bi defa. tüm gerçeği açıklayayım. bulamadım. hoş olurdu herhalde anlatması! hem belki karşıyakalıdır. seviyorum lan karşıyakalı kızları, izmir kızları yoktur aslında, karşıyaka kızları vardır.
o sene bana herhangi bir taşıt çarpmadı. daha vakti vardı.
ve aradan yedi yıl daha geçti. bir hafta öss, bir hafta öys çalışıp kazandığım üniversite zamanı. onu ilk kez üzerinde siyah bir deri mont, elinde sigara ile kantinde gördüm. kapalı mekanlarda henüz sigara yasaklanmamıştı ve sigaranının dumanını içine çekmiş ve dışarı doğru keyifle üflüyordu. her şey slow motion gerçekleşiyordu ve duman, sarı renkli, kıvır kıvır saçlarının arasından geçerken, o gözlerini kısmış ve kırmızıya boyanmış dudakları alev alev yanıyordu. tamamı erkek bir yatılı okulu bitirmiş benim için gördüğüm en güzel sahneydi. sonra pılını pırtısını toplayıp çekip gitti kantinden. yüreğimi de söküp götürerek. hala daha o yavaş çekim aklımdadır. inanılmaz bir andı benim için. neyse, efendi bir genç olarak hemen soruşturdum. malum, efendi gençler araya arkadaşlarını sokarlar, piçler direkt konuya dalarlar. direkt konuya dalmak her zaman daha etkili bir yöntemdir. neyse, öğrendim ki benimle aynı bölüm, ama iki devre üstüm ve nişanlısı var. yakında evlenecekmiş. ohaa, bu ne lan. hemen mi, beni bekleyemedin mi?
sonra ona olan ilgimi göstermem gerekiyordu ve bunu başardım. kantinde o tek başına otururken, onu gözetliyordum ve en sonunda beni fark etti. karşılıklı bir süre bakıştık. acayip salakça bir andı. yanına gitmeye karar verdim. kalbim el parmak uçlarımdan fırlayacak gibiydi. kan yüzünden her tarafım zonkluyordu ve yanına varmam sanki bir asır sürmüştü. saçlarıma herhalde ilk kez o an beyaz düştü. "oturabilir miyim" dediğimi hatırlıyorum. "sana aşığım" diye lafa başladım. kocaman gözleri türkan şoray'ın gözlerinden bile daha büyük hale geldi. içimde birikmiş meğerse, rahatlamak için ona dair bildiğim her şeyi anlattım. telefon rehberinden nasıl onun numarasını bulduğumu bile açıkladım. bazı günler onu kaç metre geriden, dikkatli izlediğimi, kazara onu gördüğüm yerlerin analizini yapıp, nasıl oralarda dolaştığımı, çarpışma testlerini arkadaşlarımın üzerinde denediğimi, yani ona dair aklımda kalan her şeyi anlattım. ilgiyle dinledi. sonra çok bilmiş gibi akıl vermeye kalktı. benim ihtiyacım olan tek şey beni dinlemesiydi. akıl verenler genelde saçmalar, benim gibi. okulu bitene kadar sık sık konuştuk. gülüştük, eğlendik. okulu bitti ve gitti.otuz yaşıma gelmeden kesin bir daha görürüm diyordum. otuzu geçtiğim halde hala göremedim!
aradan tam on dört yıl geçmişti ve zalim kader yine ağlarını örmüştü. bir gün minibüsten indim ve kaldırıma çıkıp, minibüste kalanlara selam olsun deyip, iki kolumu sallayıp, onlara güle güle dedim. dedim demesine ama sonra birden, yan tarafımda bir acı hissettim. bir anda kendimi yerde yuvarlanırken buldum ve kısa bir süre sonra hışımla ayağa kalktım. bir baktım ki şoförde inmiş araçtan. gerzek herif kaldırımda geri geri giderken beni görmemiş ve çarpmış. işte böyle olur zaten bana çarpan arabalar. hırrr! üstüm başım leş, minibüstekiler de inmişler, sağım solum sobe, ekmek taşıyan bir kamyonet işte, pehh.
o sene, bana bir otobüs çarpmış. çarpmış diyorum, çünkü hatırlamıyorum. bu olay benim sakarlığım üzerine uydurulmuş bir hikaye mi, yoksa gerçekten çarptı mı bilmiyorum. o kadar çok kişi o otobüsün bana çarptığını iddia etti ki, artık tüm fakülte arkadaşlarımla iletişimi kesmek zorunda kaldım! kazara biri ile karşılaşsam, "ahaa, god(gerisi önemli değil'in kısaltması) araba, ahaha". sıkıldım bu muhabbetten. ben size olayı anlatayım, varın gerisine siz karar verin. o gün, yani ramazan, karnım aç. o vakitler oruç tutuyorum ve okurken de çalıştığım için işten dönmüşüm, eve gideceğim, otobüs bekliyorum. işte tam o anda yanımdan bir taksi geçti ve neredeyse aynası koluma çarpıyordu. benim olayım bu. neyse, eve geldim, esas bomba patladı. "god, iyi misin, lan az kalsın otobüs çarpıyordu sana, bi şeyin yok di mi?" ben gayet sakinim ve "yok ya hu ne otobüsü, taksinin aynası çarpıyordu, hem sen nerden biliyorsun?" "lan sana çarpacak olan otobüsün içindeydim, cama yapıştım, oh my god, god(göd okuyanı parabellum ile kovalarım) diye bağırıyordum". "yok ya hu, valla bak, otobüs değildi o, hem otobüsün aynası yüksekte olur, çarpsa kafama çarpardı, oysa bu taksi, koluma çarpıyordu, çarpmadı işte."
hikayeyi anlattım. aha da siz karan verin, kim haklı kim haksız!
aradan yedi yıl geçtikten sonra yine aynı şey meydana geldi. bu sefer hazırlıklıydım. her şeyi en ince ayrıntısına kadar planladım. ve evet, plan yapmak saçmadır, işte o zaman anladım.
benim belli bir sistematiğim vardır. mesela bana ondört yılda bir araba çarpar. bu kesin bir önermedir. çarpmazsa olmaz. olabilemez. o çarpmazsa gider ben çarparım. işte buna benzer bir şey, lanet vardır üzerimde, yedi yılda bir aşık olmazsam olmaz, olabilemez. mevsim sonu indirimi gibi, vakit gelmek üzere. seneye üzerime kalın bir zırh giyeceğim, şövalyeler gibi dolaşacağım. havaalanlarına gitmeyeceğim, uçak çarpabilir çünkü. trenlerden uzak duracağım. kaskla da dolaşabilirim hani, acaba motosiklet çarpmasını beklesem, hem yedi, hem on dört yıllık döngü vakti geldi bak. elimde senet yok ama, vademin gelecek seneden önce dolacağını hiç sanmıyorum. hem bunu bilimsel istatistikler söylüyor. ortalama ömür yetmiş falan, o zamana kadar beş defa daha aşık olurum, üç defa daha araba çarpar bana.
The Apprentice: Adam Kazandı
3 saat önce
2 yorum:
bu kaydı silme bari, yazılar birleşip paklanınca daha bir güzel, akıcı falan olmuş. tebessümlerimle...
okurken gülümsediğinize sevindim, umarım kahkaha da atmışsınızdır :) ilk yazdığımda ben yedi yılda bir aşık olurum diye yayınlayıp, araba çarpma kısımlarını ayrı yazıda toplamıştım. neyse işte, yorumlarda çoğunluk halime üzüldüğünü söyleyince silmiştim. bir kaç trajedi yaratacak cümleyi çıkardım ve araba çarpma sahneleri de komiktir aslında, insanlar okurken keyif alsın :)
Yorum Gönder