heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mayıs 2023 Cuma

il resto non è importante


zamanın birinde taksimdeyken  arkadaşın birini aradım ve nerdesin diye sordum. o da başka arkadaşlarıyla içiyormuş ve ben de katıldım. 20 kişilik grup var ve ben bir tek benim arkadaşı tanıyorum. mekan da nevizade bu arada. neyse işte kızın biri sürekli italyan sevgilisinden bahsediyor. şöyle iyi böyle mükemmel, aslan gibi, kaplan gibi vs. kafamda biskolota erkekleri canlandı. sevgilisi de gelecek bu arada. böyle harala gürele eğlenip içerken gece yarısına doğru bizim italyan geldi.

ağbi adam bodur, saçın önü kel, arkadan at kuyruğu yaptırmış, üstelik göbekli. sırtında sırt çantası sırıtarak oturdu. ben oldum ŞOK!!

bu muymuş lan dedim içimden, antalya'ya gitsen bundan  bir dünya var! hayır, sırf bunu bulmak için uğraşılmaz, yurdum insanının italya görmüş versiyonu.

hayır, o kadar çok türke benziyor ki italyanca bilen bir türk mü diye de düşündüm. bizi mi kekliyon lan sen diye sinirle boğazına sarıldım çakma italyanın! bir harala gürele sormayın gitsin. başka bir yandan fatih akın geçiyor, gruptan biri fatihçiğim nasılsın diye sarıldı herife. bu arada yanımda tanımadığım bir lavuk var, gözlüklü, kıvırcık saçlı ve kaslı. o daha çok italyana benziyor a q. ama napoli taraflarından olsa gerek bana araba satmaya çalışıyor. ben o hengamede hangi italyanı boğazlayacağımı şaşırdım. kel italyana, istemiyom lan arabanı diye bağırıyorum, kıza dönüp sevgilin  de italyana benziyormuş gerçekten diyorum.

kendi hesabımı ödeyip  çıkmaya  karar verdim o karanlık geceden ama  o da ne. cüzdan yok! ertesi gün araba alacağım, fiat tipo üstelik, uzay mavisi renginde. polonya konsolosunun italyan eşininmiş araba. bayandan temiz, mis gibi araba. kaçırmamam lazım. cüzdanda peşinat var. o zamanın 1000 doları ağbi, benim 1 maaş yok. amına koduğumun italyanları hanginiz aldı lan çabuk geri verin demeye kalmadan gerçekten bir italyan gördüm birden bire. ne ara ben oraya geldim hiç hatırlamıyorum ama monica bellucci ile yüzyüze geldim. fatih akın'ın yanındaymış meğerse!

bu vesile ile yazarsam eğer monica hanım bir içim su. dayım emmim feda olsun sana ya monica diye bağırırken benim arkadaş elazığlı olmasına rağmen italyanca konuşmasın mı? bir bu eksikti a q!



25 Ekim 2018 Perşembe

sözlük

şimdi o kırklık karıyla şu malum hikayeden dolayı tanıştığımı bilirsin. bunun sözlükte hiç sevmediği bir kız vardı ama aslında kız süper biri. genelde bodrum'da ama kışları istanbul'a geliyor. neyse, bu karı ve tayfası sözlükte kızla çok uğraşıyor. iki tarafı da tanıyorum ve birbirlerini sevmediklerini de biliyorum. onların arasındaki tartışmalara girmiyorum ama sakın o karıya hak verdiğimi sanma. onların o kıza dair büyük bir dedikodu kazanları var. ikili üçlü kollardan kıza hücum ediyorlar, laf çıkarıyorlar, belden aşağı vuruyorlar. karı ve tayfası çirkef ve bildiğin sülük. en sonunda bu karıdan kurtulmaya karar verdim. ama sülük gibi dedim ya yapıştı mı zor kurtulabileceğin türden. ben buna az cevap vererek, cevap vermeyerek arayı soğutayım dedim. ama her gün mesaj atıyor. en sonunda bende birgün msn'de yazdığında çok geç cevap verdim ve "bazen arkadaşlar bir kaç ay görüşmez ama sonunda "nbr" dediğinde de cevap verir" dedim. bu lafıma feci bozulmuş. beni msn'de engelledi. bende fırsat bu fırsat deyip hemen engelledim (planlı bir eylemdi ve o lafa bozulacağını biliyordum).
 
neyse bu karı bana sonra facebook'tan ulaştı. içmiş ve bana ancak öyle yazabileceğini söylüyor. "nabıyormuşum nasılmışım" falan işte. direkt mesajı sildim. cevap vermedim.
 
şubat ayıydı. sözlükte yeni hesap açıp beni eklemiş. şann nikli, erkek sandım. erzurum ile ilgili bir şeyler yazmış bana. bende "gardaşş erzurumlu musun" dedim. "bilmiyorum, doğmuşum sadece" diye cevap geldi. siklemedim önce, cevap yazmadım. 2 gün sonra bir mesaj daha: "sen hep bu kadar salak mıydın? samimiyetten soruyorum, bir nevi çakma hemşerilik pasına cevaben.." bi -la havle çektim, uğraşmayım artık şununla diye düşünüp cevap vermedim. manyak mıdır nedir diye düşünüyorum bir yandan da ama o karı olduğu aklıma gelmiyor.
 
neyse geçen hafta sözlükte bülent ersoy hakkında yazıların forumcusuna bakıyorum. güzel bir forumcu var. bende yazayım dedim. meğer karının yazdığı yazının forumcusuymuş. yazdım ya, anında mesaj geldi. şann nikli kişi. haydaa gene ne diyor bu denyo dedim ve açtım. yazdığının ilk satırını okudum ve sinirlendim: "adına "kural koyucu tarafından" dost listesi denen ama benim ezberim, malum "aptal" kadar kuvvetli olmadığı için sadece "liste" dediğim takip şeysine eklemişsin zatımı.. "
 
burayı okudum. "yahu birader"ben sizi engelledim. ama forumcudan yazılanlara bakarken sizin yazınızın altına yazmışım. mesajdan sonra silerim. mesajın devamını okumadım. büyük ihtimal hakaret etmişsindir, okumak istemedim. seni kaale almıyorum, git başımdan" dedim. anında cevap: "yalanı da öğrenmişsin.. aferim.."
 
bir "haydaa, kim bu denyo" derken ilk mesajın devamını okuyayım dedim. şöyle yazmış: 
 
"bu durumda sana nasıl bir temennide bulunmam gerekiyor?.. misal şöyle olabilir mi: "benden nefret ettikleri halde beni listesine ampul edenlerin kıçlarına girsin o ampuller. telefon sapıklığı kadar patetik bir durum lan bu. düşsünler artık yakamdan. 
haa bu arada bunu diyen, sosyal medya hesaplarımı da izliyor.. teknoloji garip şey! kimin kimi izlediğini bilgisayarının bilmem ne özelliğine kadar eline veriyor.

öylesine bir bilgi notu olsun, zekasını komplekslerine peşkeş çekmiş, söylediği yalanlara inanan ve müsait bir aptal bulunca inandıranlara dair.. şimdi kısaca sana şunu diyorum.. istediğin kadar beni listene ekleyip takip edebilirsin.. bir ampülün anal nurundan medet umacak kadar süzme salak değilim.. 

aman da çok önemli not: nasıl oldu da öğrendin deme olur mu?.. ey gidi..
"
 
kafam şarj etti o an işte. ampul yandı birden bire. "lan" dedim "bu karı manyak ve aptal. kendisini takip ettiğimi sanıyor." sanki bu kısmı hiç okumamış gibi devam ettim bende iste ve erzurumlu olmadığımı, peşimi bırakmasını, sülük gibi yapıştığını söyledim. cevap geldi:
 
"konu erzurum falan değil, gayet iyi biliyorsun.. her neyse.. ben mesajın yerine(!) ulaştığından eminim.. ya da ulaşacağından.. bir piyon başka ne işe yarar ki? "
 
hööö dedim kendi kendime. "birader, ben piyon falan değilim, sadece git başımdan hala bırakmıyorsun" dedim.
 
"len ne biraderi allahın salağı yaw:) ya yok senin hakkaten kafan durmuş bi noktada.. sabitlenmiş.. neyse yav.. şifa diliyorum:P" diye cevap yazmış. hala erzurum'dan bahsediyorum ya, kendisini tanıyamadığımı sanıyor. o da benim iyice aptal olduğumu sanmış ahaha.. cevap yazdım bende "yahu sana sülük dedim anlamadın, siktir git dedim anlamadın, ne igrenç biriymişsin sen, sanırım kadınsın ve sanırım eski sevgilimsindir ve seni çok iyi becermişim tadı damağında kalmış, vazgeçemiyorsun benden, ama bi siktir git artık" dedim.
 
"evrensel gerzekliğin tescili.. yav ben sana siktir git demişim zaten.. bik bik yok okumadım mesajını yok şu bu diye kıvıran sensin..

ha bu arada ben sana siktir git desem kadın ağzında anca böle durur işte: siktir git!..
ama sen bana diyince.. hakkaten rezil bi ifade biçimi oluyor be..
"
 
ahahahaha, süper komik lan bu kısmı, çok eğlendim burada. "bi daha yazarsan okumadan sileceğim yazdığını, bi bok yazma, düş yakamdan" dedim. cevap geldi hemen. okumadan sildim. sonra oraya buraya yazmış iste, "hayatımda bu kadar salak ve gerizekalı birini tanımamıştım" diye. tescilli yoldan kurtulmuş oldum. bir daha da bir şey yazmadı ama yazar yine. mal çubuğu çünkü.. 

ve varya aslında bu aptala yatma oyununu tercih etmesem daha çok yapışırdı ve sürekli oradan buradan bir şeyler yazıp yakamdan düşmezdi. ama aptal olduğumu düşününce yakamdan düştü. çünkü hiç kimse aptallara tahammül edemez. süperim lan ben, seviyorum kendimi...

4 Aralık 2012 Salı

Sevgili ...


I

Sevgili Güzin Abla, Haydar Dümen ağbi, değerli Playboy okurları!


Bugüne kadar anlattığınız tüm hikâyelerin yalan olduğunu düşünüyordum. Ta ki başıma gelene kadar!

Onu bir kez, o da 15–16 yaşlarındayken, sokaklarda boş boş dolaşırken görmüştüm. Ben bir lokantada yemek yiyordum ve o yerinde zıplar gibi hareket ediyordu. Bildiğin sıkışmıştı işte. Sonra yemek yediğim dükkâna girdi ve kasadaki görevliye "lavabonuzu kullanabilir miyim" dedi. Görevli büyük bir nezaketle, "tabii" dedi ve kız adımlarını hızlandırdı. Bacaklarını sıkı sıkıya kilitlemiş gibiydi ve saçları, altına kaçırmamak için yerinde duramadığından, dalga dalga sallanıyordu. Kim demiş güzel kadınlar işemez ve sıçmaz diye, al işte, canlı örneği karşımda!

Sonradan öğrendim ki bu ilk karşılaşmamız değilmiş. Meğer ikimiz de aynı yıl içerisinde aynı batan güneşe bakmışız, aynı yazlık sinemada çekirdek çitlemişiz. Ama onun yaşı itibariyle bu ayrıntılara girmek abes kaçar. O zamanlar çok küçükmüş.

Aradan yıllar yıllar ve hatta yüzyıllar geçtikten sonra, belki de Cern mühendisleri kendi kurum içi muhabbetlerini ilerletmekten çok, sırf ben onu tekrar göreyim diye interneti icat ettiler. Bu kadar uzun zamandan sonra tamamen tesadüf eseri olarak, onu ilk görmeme neden olan hadiseyi, bir de onun parmaklarından çıkmış bir şekilde okuyunca elbette şaşırdım. Harbi o muydu?

Hemen 3 aylık kısa ve 6 aylık uzun planlarımı yaptım. Öğrenmek zorundaydım! Yazılarını tek tek okumam fazla uzun sürmedi. İlgisini çekecek konuları tek tek listeledim. Artık tek yapmam gereken şey, uygun bir fırsatı yakalamaktı. Ve bu fırsata da sahip oldum.

“İnsan kendi fırsatını kendi yaratır. Önemli olan o anı kaçırmamaktır. Kaçırırsanız her şey biter. Bir daha asla sil baştan yapamazsınız” demişti Oğuz Atay. Evet, fırsatı kaçırmamalıydım.

Üç aylık plan; hemen şimdi nerede yaşadığını bul, adını ve adresini öğren, telefon numarasını edin, aklından çıkmamak için çabala, sevdiği ve sevmediği ayrıntıları önemseme, nasıl olsa zamanla öğrenirsin. Kısa vadede aklında kal, seni unutmasın.

Bu yüzden elime geçen tek ve mükemmel fırsatı kolladım. Öncelikle en azından nikim aklında kalmalıydı. Yazı yazdığı yere abuk subuk yorumlar yapmadan, “pat” diye cevap vermesini de sağlamadan ve hatta ufak tefek ayarlarına da maruz kalarak, belki hafiften sinirlendirmeye çalışarak aklında kalmalıydım. "İlk intiba önemli değildir. Önemli olan senin için kafa yormasıdır" dedim kendi kendime.

Yazdım, durarak yazdım, düşünerek yazdım, cümleleri tartarak yazdım, ama yazdım. Cevap bekledim ve sabırlıydım. Cevaplar geldi, daha feci üstelemek geldi içimden, verdiği her cevapta biraz daha tanımak mümkün oluyordu onu. En sonunda benim yazı yazdığım yere de teşrif etti. O da yazmaya başladı. Ve ilginçtir, planın ikinci aşamasına geçmem beklediğimden de kolay oldu! Tamamen plansız, programsız, “pat” diye. Ee, her şeyi devletten beklememek lazım, kader de ağlarını örüyor...

Palahniuk sağ olsun, büyük adam vesselam ve o yazdı Güzin Abla, Palahniuk'dan bahsetmedi bile Haydar Dümen Ağbi, sevgili Playboy, inan bana hiç erotik bir durum da yoktu ortada. Ben sadece Adsız Alkolikler grubundan bahsettim. O, Tıkanma'yı daha çok beğendiğini söyledi, ben hemen atladım, “filmi çekilmiş, yollasana bana...”

Amaa, tüh be, bir portakallık canım varmış meğer. Yenilerek ödenecek borcum yokmuş ve izlemek istediğim filmleri toplasam 2 deve yükü olurmuş. En azından ikinci safhayı da geçmiştim. Aslında zaman hızla akıyordu ve biraz acele etmezsem, kesinlikle hemen kapatılacağını düşünüyordum. Acele et Haydar Dümen Ağbi, bana akıl ver!"

"her sabah baktığın ayna bilir senin adını

her sabah baktığın ayna bilir dudaklarındaki erik tadını



her gün bastığın kaldırımlar bilir ayaklarının çiğneyip geçişini

her gün bastığın kaldırımlar bilir bacaklarının mızrak gibi delip geçişini


onlar dilsiz, onlar sağır, ne bilsinler senin tadını ve adını
oysa benim bir şansım var öğreneceğim bütün bunları

hepsi kenara çekilsin, sıra geceleyin bana gelsin
parmakların dokunsun tuşlara, sadece benim için

gözlerini sıkıca kapat, tutacağım ben seni
ve parmaklarının ucunda oynat sen beni!"


Yazdım, her gün bir şeyler yazdım, her gün saçmaladım, kafam fırıl fırıl çalışıyordu, sürekli düşünebiliyordum, zehir gibiydim, yeni bir enerji türüne dönüşmüştüm, erke dönengeci gibi olmuştum!

Mart 20, cd işini ayarladım, Mayıs 15, ancak adını öğrenebildim! Mayıs sonu, en sonunda msn adresini alabildim!

Her şey bitmiş olabilirdi Güzin Abla!

"Oyy bebek, bebekkk, beni buralarda yalnız koyma, görünürde yoksun, offf, seninle olmadığım zaman aklımı kaçırıyorum, vur bana bebek bir kez daha, bari yanağımda vurduğun yerin izi kalsın, senden bir parça hatıra, vücuduma asılı kalsın.



Aman bebek, bebek, bak bu deniz kabuklarını o sitenin sahilinden taa o zamanlar almıştım, demek senin içinmiş, vur, aban o kabuklarla bebek, yanağımda façan kalsın...



Offf bebek, bebek, bak bu duvarı hatırlıyor musun? Hani yanı başında sana mail atmış ve gülüşmüştük, işte onu söktüm bebek, sana getirdim, hatıra kalsın, al bir parçasını duvarın, vur bana bebek, hem de sertçe, kaybedeceksem hafızamı, senin elinden olsun.


Hey bebek, bebek, bak bu bilgisayar kasası, hani seninle tanıştığımızda kullandığın. Gittim çöplüğü karıştırıp aldım onu bebek, bakma koktuğuna, senin kokunu hala seçebiliyor burnum, vur bana o monitörle bebek, burnuma vur, burun kırığım da senin monitörün yüzünden olsun.

Hi bebek, merhaba, ben falan, istersen filan, adımı zor hatırlayabiliyorum artık, koş bana bebek, bebek, ayda 3500 mesaj atmak istiyorum sana, parmaklarıma vur bebek, kırılsın güzelce, mesaj atamayım sana, ellerimi tedavi etmek sana kalsın.

Yuh be bebek, bebek, o ne güzel parmaklar öyle, çimdikle beni, gerçek değilsin sanki evrenin hangi köşesinden geldin ki, otostop çekerken gördüm parmaklarını, kır direksiyonu bebek, araba parçalansın, altında ezileyim güzelce, yaralanayım, ama sen beni göm bebek, yoksa beni köyümün yağmurlarıyla gömerler, gömüldüğüm toprakta senin parmaklarının izi kalsın...

Hoh ho bebek, bebek, Noel Baba size yakın bir yerde doğmuş bebek, bir dünya bırak bana bebek, ıslanmış olmasın gözyaşlarıyla, oynaya oynaya geleceğim sana bebek, vur sopayı, kır belimi, döktüreyim sana incilerimi, bu dünyada bari attığım göbeciğin izi kalsın..."

Mart nisan mayıs, ilk bölüm başarıyla sonuca ulaşmıştı sevgili Playboy okurları. Uzun vadeli 6 aylık plana, siz de dâhildiniz!

II


Giriş, gelişme ve sonuç. Her şey üç aşamalı, bu plan gibi. Gelişme aşamasına büyük bir hevesle başladım. Artık msn'de karşılıklı bira içip, tv seyretmelere, sanki yan yanaymış gibi yorumlarda bulunmaya ve hatta şişe tokuşturma işlemine bile geçtik. Thelma ve Louis, Leyla ile Mecnun, Lorel ile Hardy gibiydik. Yaşadığı yer çok mu sıcak, benim yaşadığım yer o an serin ya, hatta yağmur yağıyor, hemen çekiyorum serin havanın fotoğrafını, yolluyorum, ona klimanın bile yerini tutmayan serin havalar gönderiyorum.

"güzel kuşum, ben sana vurulmuşum, beni kütüğüne kaydet!"

"dün bizim yarışmamıza denk geldim, o eleman yoktu elbette, bir dizinin elemanları yarışıyordu, ahh çektim şöyle karşı dağlara, şimdi sen msn'de olsa da yarışsak :) hayat seni özlemekle geçecek...."


Yazılmadık yazıların yüzde birini bile daha yazmadık, konuşulmadıkların hiçbirini konuşmadık, gösterilmedik hedelerin çok az bir kısmını gördük, dinlenilmedik şarkıların ucundan kıyısından dolaştık, gidilmedik konserlerin provalarını yapmadık. Yani ne yaparsak yapalım, aslında yapılabileceklerin binde birini bile yapmadık o üç ayda. Mübarek üç aylarda..

Ama işte, kader ağlarını örünce, ipin ucu farkına varmadan kaçtı gitti, plan falan kalmadı ortada. İlk plan neydi, sadık kalsana işte, ürkütme kızı! Amaç, hedef hepsi boşaldı, elimde bunların posası kaldı!

Sevgili Playboy, bu zamana kadar yazdığınız tüm hikâyelerin yalan olduğunu düşünüyordum. Ta ki başıma gelene kadar.


Her kadın elde edilebilir. Ağzından çıkan "çok güzelsin” veya “seni seviyorum" türü lafa bakar. Akıllı kadın bu lafı duyunca sahtekârlık olduğunu anlar. Zaten iş bu lafa kadar geldiği için lafı önemsemez, keyfine bakar. Avanak kadın ise lafı duyunca kendini bir bok sanır, naz yapmaya başlar.

Onu ilk gördüğümde kayık burnu ve simsiyah saçları beni etkilemişti. Elmacık kemikleri çok hoştu. Nedense kulak memelerine saldırmak gelmişti içimden. Onun için sol yanımı bile feda edebilirdim.

Akıllı kadınmış, her şey bir bira ısmarlamak kadar kolaymış. Kollarıma aldığımda dilim boynunda geziniyordu!

Ama ne demiştim en başta, bu zamana kadar yazdıklarınızın hep fake olduğunu düşünüyordum. Şimdi yine fake olacak. Demek tüm yazdıklarınız harbiden fakeymiş!

İpin ucunun nasıl kaçtığını gerçekten bilmiyorum. Bildiğim tek şey kendimi kaptırıp gittiğim. Dedim ya yukarıda, rüya gibi geçen, var olmuş ama olmamış bir yazdı. Hava sıcak veya soğuk, fark etmiyor, yaşadığınız en iyi içki muhabbetlerini, tv başında eğlenmeleri, laf sokmalarını, trip atmaları, ayar vermeleri, gıcık etme çalışmalarını on ile çarpın, bizim muhabbetimizin yanına bile yaklaşamazsınız. İşte zaten ipin kaçtığı nokta buydu, çok fazla zevk alınca bu karşılıklısız hallerden, gerçek ile hayal tamamen iç içe geçebiliyor. Neyin gerçek veya hayal olduğunun pek fazla önemi kalmıyor. Gerçekten yanımda olsa bu kadar eğlenebilir miydim veya eğlenir miydi, bilemezsin.

Artık öğrenmenin vakti gelip çatmıştı aslında. Israr etmeden ağız yoklamalarıyla başlayan çalışmalarım neticesinde duyduğum ilk laf "beni tedirgin ediyorsun" oldu. Bu laftan tırstım hafiften. Gülüp geçesim geldi ama yapamadım. Kafamın bir noktasına adı gibi kazıdım. Hayır, hayır, olduğumdan farklı olma ihtimali yüzünden tedirgin olmuyordu sanırım. Kendisini tedirgin hissetmek istiyordu belki. İnsanların herhangi bir şeyi yapmamak için bahanesi olmalı. Yoksa yapmak zorunda kalırlar. Zaten bu laftan sonra içimdeki umudu portmantoya astım. Eskiden sigara içmek gibi olan bu duygu, kapıya baktıkça aklıma gelir oldu. İnsan başaramayacağını anladığı konularda ısrar etmemeli, çünkü daha çok canı sıkılır. Eğer ki can sıkıntısının peşinde koşuyorsa, başaramayacağı ne kadar çok şey varsa onları yapmaya çalışsın. Ben başaramayacağımı sezdim, yüzüme tokat gibi vurulacağı zaman da gelecekti!

Dostlar da olmasa bu cenabet dünya çekilmez. Çünkü önündeki düşmanı veya düşman sandıklarını görsen bile arkanı kollaman için dostlar gerekir. Onlar, dost sandıkların arkadan seni vurmasın diye gerekir. Bu yalandan kurtulmak için, gerçek dünyanın ikiyüzlülüğünü görmemek için, gerçek olmayan dünyaya geçmek kadar eğlenceli bir iş yoktur. Dörtte üçü su olsa bile dünya cenabettir. Yapmam gereken bu suyla insanları temizlemek değil, kaçmaktır. Çünkü ben peygamber değilim. Belki de onunla ilişkimin güzelliği bu noktadaydı. Bukowski'nin dediği gibi, gerçek ilişkiler karşılıklı söz ve yemine dayanmayanlardı. İşte onunla o mertebeye kadar geldim. Onu temizlemek zorunda kalmadan onunla ilişki kurdum. Sanal gibi görünmesi önemli değil. O gerçekti. Ne kadar görünmez olursa olsun, onunla birlikte olduğum dünya kablolara ve uydulara teslim bile olsa gerçekti. İşte onu o yüzden daha çok sevdim Güzin Abla...


Ama... Kinyas ve Kayra, Kayra'nın Yolu; “kan kardeşim Kinyas gitti, yok oldu!”

"Sen beni kaçırdın olum. Ben ciddi ciddi evlenmeyi düşünüyorum çünkü. Şu son günlerden sonra."

Meğer o ve ben Kinyas ve Kayra gibiymişiz! Sağlık olsun...


III


Benimle muhabbeti ilerletirken boş bulundu sanırım. Birini sevseydi o sıralar, yüzüme bile bakmayacağına kalıbımı basarım! Çünkü bu her zaman böyledir. Tamamen dolu yüreğe toplu iğne bile giremezken, ben olanca gücümle dalmıştım içeri veya öyle sanmışım ve girmiştim.

İlk zamanlar bu evlenme olayını normal karşıladım. Zaten olacağı buydu, işim de başımdan aşkındı. Evden tonlarca çöp çıkıyordu ve ben hepsini sınıflara ayırıp işe yararları kolileyip ayırıyordum. Yaramazları çöp poşetlerine doldurup atıyordum. Anlayacağınız bir telaş, bir telaş var bende. Fazla düşünmeyi gerektirecek bir durum yok. En sonunda mekân değişti, ben de yavaş yavaş değiştim!

Yakamı bırakmadı bir türlü! Yavaş yavaş muhabbet azalır, kıvamı düşer, her şey olacağına varır derken, muhabbet son hız devam etti. "gerçekten boş olan kısmı, yani doldurduğum kısmı neresi" diye de düşündüm. ‘Dost başka, aşk başka’ işi hikâye. Birini evlenecek kadar sevdiysen eğer, gerçekten sevdiğin tek kişi odur. Geri kalanın üstü çizilmez bile, tamamen silinir. Artık o kişinin aklındaki tek şey, tüm vaktini onunla geçirmektir. Bu, normal bir insan davranışıdır. Başka biri kendisine "canım" dediğinde hoşlanmaz, başka biri sevdiğine "canım" dediğinde de hoşlanmaz. Sahiplenmenin çok ötesinde bir duygudur bu. Mülk edinmektir, malı garantiye almaktır. Zenginler harcamayacaklarını bile bile para biriktirir, fakirler bir gün lazım olur diye her şeyi saklarlar. Böyle bir duygudur. Bir gün ona lazım mı olurdum, yoksa harcamayacağını bile bile yanında tuttuğu biri miydim acaba!

Ne yani, o başka, ben başka mı, güldürmeyin beni!


"Sen masum görüntünün altına saklanmış tanıdığım en acayip adamsın."

Odasının kanepesi altında unutulmuş, süpürülmemiş bir böcek gibiyim. Yavaş yavaş diğer böcekler tarafından kemiriliyorum ve bu hiç umrumda değil. Önemli olan, onun yattığı kanepenin altında kalmaktı.

Bütün saplantılarım tek oldu, bu yöne kaydı. Saplantılar ise korkudan beslenir. Deli değilsek, elbet korkarız, elbette saplantı batağına saplanırız. Benim saplantım ise onunla gerçek bir an geçirememe hali. Yani onunla hiçbir zaman gerçek bir an geçiremeyeceğimi bilmenin korkusu. Oysa onun benimle son dokuz aydır geçirdiği zamanı, başka hiç kimseyle geçirdiğini de düşünmüyorum. Hatta annesiyle bile. Ama bu bana yetmiyordu. Yetmediği noktada ise ondan tamamen kopmanın korkusunu/saplantısını yaşadım. Çünkü bana hiç ihtiyacı kalmayabilirdi, "hem zaten neden ihtiyaç duysun ki" diye düşünüyordum.

"Hiçbir şey değişmeyecek. Hayatıma bir şekilde girdin ve bu şekilde kaldın sen. Benim için anlamsızlaşmayı bırak, günden güne daha önem arz eder oldun. Anladın mı cicim."

Bana ihtiyacı olup olmamasının önemi yoktu aslında. Sadece, 'beni de' yanında görmek istiyordu. Ona sımsıkı sarılırsam eğer, göğüs kafesinden içeriye doğru girerken saydamlaşırım. Noel baba olsam, kızağıma atladığım gibi, sakalımın tanelerini tek tek dizerek, yol yaparak, ona ulaşırım. Evinin bir odasında hala daha baca varsa eğer, dalarım sessizce içeri. Hediye olarak kendimi sunamam elbette. İkimizin birbirimize hediyesi olabilecek tek şey, devam etmek. Hediyeyi verip ondan kurtulmak anlamında değil elbette.

Onun içinde görünmez bir vaziyette bekleyip, canı istediği zaman beni görmesini sağlayıp, ellerimle tuşlara basarak, onun ellerinin yorulmasını da istemeyerek, düşüncelerimi parmaklarımla kafasının içine yollarım. Onun düşüncelerini de kafasından alırım. Gecenin karanlığında simsiyah saçlarının bir parçası yanağına düşmüş, ay ışığı gözlerini ve saçlarını parlatırken, yüzünü yumuşatmış, dudaklarının kırmızılığı aleve dönmüş bir halde, gözlerini kısıp o dudaklarıyla bana kelimelerini yolladığında, boynunun gövdesi ile birleştiği noktadan, ameliyatlı yerlerine hissettirmeden dokunup, sessizce seyrederim. Güneşin batışını seyrediyorsa eğer, aynı güneşe bakmak için çırpınırım.

Sonuçta ben naptım? Bana sunulanı kabul etmeye karar verdim. Evinin bir penceresinde kendisine ısmarlanacak kocasını gözleyen, her gün o kocası için bir yemek daha yapmayı öğrenen, sabahları o kocasını giydirir gibi babasını giydiren, "aferin kızım" lafını duyan, gündüz vakti tv seyrederken el işi yapan, dizileri takip eden, en sonunda evlerine gelen komşu kadının bir yakınına gelin olması karar verilen, çocukla çıkılan bir kaç park gezintisi sonucu bakire olduğuna kanaat getirilip bozulması için büyük bir eğlence tertiplenen, evimin kadını, çocuklarımın anası olacak olan, yeni annesinin ve akrabalarının evlerine sık sık giden, onların takdirlerini kazanan bir kadın hayal ettim. Çünkü en mükemmele ancak bu kadar yaklaşabildikten sonra, onun özelliklerine yakın birisi sadece onu hatırlatırdı. Onun tam aksi ise hiçbir şeyi. Çünkü hiçbir şeyi düşünmek istemiyordum. Çalışmak zorunda kalmasam evden dışarı çıkmaya bile üşenirdim.

Fark ettiniz değil mi, uzun süredir onunla konuşmalarımdan bahsetmiyorum. Aslında hikâyenin bu noktasında olayın tamamen bana döndüğünün farkındayım. Çok romantik bir insanım sanırım. Romantik insan bencildir, kendisi için üzülür. Gerçekçi olmak lazım. O zaman gerçekten onun için sevinebilirsin. Yani üzülmene gerek yok. Çünkü kendi kararını vermiş, sana ne, sevineceksin elbette. Hatta gerekirse gidip altın bile takacaksın!

İşin esasında ben inanmaya meyilli bir insanım. O kadar konuşma, muhabbet ve vs... kendi kendimi inandırmıştım. Belki işime öyle geliyordu ve hoşuma gidiyordu. Yani kimse kimseyi aldatmaz, herkes bilerek aldanır. Evet, plan yaptım, işleme koydum, çünkü bu vakit kaybı değildir. Biraz eğlence, biraz da yine kendimi kandırma meselesi işte. En kestirmeden amaca varmak sadece çok hırslı kişilerin işidir. Hırs ise insanı çirkinleştirir. İnsan vardır, sevdiği kişiyi kendi yönüne doğru ikna etmeye çalışarak, kendi iyisine çekmeye çalışır. Kendi işini kendi yapan kişilerden de hoşlanmazlar. İnsan vardır, kendi kişiliği olan, bundan taviz vermeyen, otoriter değil ama sağlam karakterde insanlardan hoşlanır. Bilir ki, bu sayede kendisi de bir şeyler kapabilecektir. Ondan esinlenebilecektir, bu sentez neticesinde yepyeni bir kişi olarak çıkabilecektir. İşte ben, onun sayesinde yepyeni bir ben olarak ortaya çıktım.

Gerçekte, yeni bir ben ortada olsa bile, eski ben de olduğu gibi duruyordu. Bir noktadan sonra çok direndim, hem de çok. Kendim bitirmeye çalıştım, ama kendi kendime kızdım. İçimdekileri döküp illa birine anlatmam gerekiyordu. Normalde öyle bir derdim olamaz aslında. İnsanın kendisini birine anlatmaya çalışması kötü değil mi Güzin Abla. Aslında böyle abuklukları sevmem Haydar Ağbi. Hele size herşeyi anlatacağımı mı sandınız playboycular, hah ha! Ama eğlence devam ediyor bebek. "Reytingimi daha da artırabilir miyim" diye düşünüyordum başlarda, onun gözünde. Olağan olmamalıyım, ilgisini çekebilecek garip davranışlar sergilemeliyim, kendimi kasmadan, onun damarından içeriye girmeliydim. Bir kült film gibi onun beni keşfetmesini bekleyerek onun ilgisini çekemezdim. Bizzat onun gözünde o filmi oynatmalıydım. Senaryo kendiliğinden gelişmeliydi, yazmamalıydım, plan hariç tabii. En sonunda suskunluğumu bozdum ve on yıllardır yapmak istediğimi yaptım. Onunla tanıştım, konuştum, yazıştım, koklaştım, paylaştım, anlaştım, darlandım, sabahladım, koştum, yoruldum, düştüm, kalktım, kustum, içtim, kaçtım, yüzdüm, güneşlendim, çektim, yolladım, seyrettim, yaptırdım, izledim, okudum, dondum, ısındım, titredim, bilemedim, ayaklandım, yavşadım, değiştim, geliştim, dönüştüm. Çünkü ihtiyacım var...


şaka bir yana da, aklına takılan şeyler varsa çözeriz :)”

İşte şimdi çözüldüm… 

4 Eylül 2012 Salı

var kalış ve oluştur evlat


bir ara atmışım makinaya çamaşırları, yıkayıp duruyor elektrik tüketerek. fıldır fıldır dönerken, birden bire bana seslendi;

"var kalış, var oluş değildir evlat!"

"ne evladı lan" dedim makinaya dönerek, altı üstü beş yaşında ve altı ile çarpsam yine de benim yaşıma gelemez. terbiyesiz sanayi mamülü.

sonra demez mi "ama benim kadar çamaşır yıkamadın. haftada iki saatten beş yılda, toplam yirmi gün çalıştım ben. saçımı süpürge ettim senin için, vır vır da dır dır... amacım bu benim, yıkarım!"

be hey koca dünya, ne günlere kaldık. ne demiş birisi, "düşünce özgürlüğünden yoksun olmak düşündüğünü söyleyememek değil, hiç düşünmememiş olmaktır." bir metreküplük makina benimle kafa bulmaya çabalıyor, işe bak. sigaramın dumanından çekerken derin derin "ama intihar bir kaçış değil, reddediştir" lafı dökülüverdi ağızcığımdan, dumanıyla birlikte, üfüre üfüre. "varolmak mı istiyorsun? sahtekarrr, sen aslında görevini 

reddediyorsun. bilmezmisin ki hayatta en büyük tembellik, insanın istediği şeyi yapmasıdır. hah ha, seni değiştirmem lazım. ama param yok aq."

"at beni, hadi geri dönüşmek istiyorum hemen, benden bilgisayar yapsınlar, sayıları sayayım" demez mi zındık makina, yaptığı işten tiksiniyormuş. haftada iki saat çalışmaktan tiksiniyormuş. bak sen kahrolasıca makinaya. diyor ki, "varoluşuma giden yol bulantıdan, tiksintiden geçiyor. insan için özgürlük tam ve mutlaksa eğer ve insan özgür olmaya mahkumsa, çekip gidiyorum."

"nah gidersin" dedim biricik köleme, "sen makinasın, dediklerin insan için geçerli." sigaramdan biraz daha duman çekerken elimdeki şişeyi bir köşeye bırakmaya karar verdiğimde bu sefer köşe diklenmeye başladı. ev üstüme üstüme geliyordu, sanırım beni öldürmeye karar vermişlerdi.

cep telefonum da isyana katılınca, en sadık kullarıma, yani giyisilerime bürünerek ve yerde sürünerek pencereden dışarı çıktım. önce makinayı parçalamaya karar verdim. ama onun yerine buzdolabını parçalamak daha eğlenceli geldi gözüme. onun gaz yollarını kesip, kapısını eline vermek çok güzel bir orgazmdı.  

artık zafer kazanmıştım. "çek git lan" dedim makinaya. bağırınca ona, durdu birden bire. tamirciye götürmeye karar verdim. kahpee, beni sömürtmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu.

durdum, baktım tüm odaya, köşesine ve bucağına. "sen köşe, varsın. makina, varsın. dolap, sanırım artık yoksun. cep telefonu, şu an için varsın. evrende anca yer kaplarsınız. siz fabrikasyon ürünleri, tek çeşitler, modelleriniz bile sahtekarlık. hastalıklarınız benzer, aynı şeyleri tüketen iblisler sizi. bense kapladığım yerde var olurum. var olmam için kendini yeniden yarattım. hastane değil, ev yapımıyım ben, aşısızdır kollarım, vicdansızdı hocalarım, cahildi bakıcılarım. siz var kalın, sonsuza kadar, hahaha.."

12 Aralık 2011 Pazartesi

bunlar da böyle anılarımdır işte!

(ey okur, okumadan önce bunu oku. çünkü aşağıda yazılanlar çoğu kişiye erotik gelebilecek hikayelerdir)

I

her şey onsekizinci yaş günüme bir kaç gün kala gelişti. babam yanıma gelip, "kızım, bu doğum gününde dile benden ne dilersen" dediğinde her sene aldığı oyuncak arabalardan, bebeklerden sıkıldığım için boylu poslu, kaslı adeleli zenci şoför istedim. durumu bozuntuya vermeyen babam, "tamam canım kızım, merak etme sen, istediğini elde edeceksin" dedi ve yanaklarımdan öptü.

heyecanla yaş günümü beklemeye başladım. partime tüm arkadaşlarımı davet etmiştim. etraf cıvıl cıvıldı ve sahnede de müziğe ara verdiğini söylediği halde benim için son bir kez şarkı söyleyen teoman vardı. en sonunda büyük bir heyecanla hediyeleri açmaya başladım. oysa gözüm dışarıdaki üstünde isim yazmayan kutudaydı. onu açtığımda ise büyük bir süprizle karşılaşmıştım. üzerinde "hamile kalmaman dileğiyle" yazan bir kağıt parçası ve 30 santimlik damarlı ve fışkırtmalı dev gibi bir zenci vibratör!

rezil olmuştum. tüm arkadaşlarımın alaylı bakışlarına maruz kalacağımı sanıyordum ama gördüğüm şey bambaşkaydı. kadın, erkek hepsi büyük bir kıskançlıkla yüzüme bakar olmuştu. babannem bile yüzünü asmış ve haset dolu gözlerle bana bakıyordu. erkekler kendilerini değersiz hissetmiş, kızlar ise babalarının kendilerine neden böyle bir hediye vermediğini düşünür olmuşlardı.

bu da böyle bir anıdır işte!!

II

gecenin karanlığında karşı villadan gelen org sesleri ve kahkahalara binaen, ilgili mekanın bacasından ip sarkıtarak zorla içeri girdim. allahtan şömine yanmıyordu ve bende ses çıkarmadan ve üzerim tertemiz bir şekilde dışarı çıktım. sonra kafamı orgun olduğu yöne çevirdim. oldukça sıska ve çıplak bir eleman sadece org çalıyordu ve tv açık kaldığından dolayı korku filminin kötü karakterinin kahkahaları tüm salonu doldurmuştu. dedim ki;

"amca, senin adın ne?"

"bülent ersoy" dedi yavaş bir sesle. hışımla "amca, bak hava soğuk, adından da kıllandım şimdi. hem şöminen de yanmıyor, git üstüne rahat bir şeyler giy, böyle tecavüze yeltenemem" dedim. yaşlı adam yerinden yavaşça kalktı ve odasına doğru gitti. açık olan kapıdan yatağını gözetlediğimde ise donup kalmıştım. 30 santimlik damarlı siyah bir vibratör ile kendi kendi tatmin ediyordu ve şaşkın gözlerle kendisine izlediğimi gördüğünde ise işlemi hızlandırmıştı!

gittim, gördüm ve tecavüz ettim! korkmama gerek yokmuş, bülent ersoy ismi sadece benzerlikmiş!

III

o gün her zamanki rutin işlemlerinden biri olan çiçek sulama işi için kemerimi çözdüm ve begonyalara doğru işemeye başladım. burada çalışmama neden olan evin hanımını uzun süredir takip ediyordum ve begonya ile karanfillerle çok fazla uğraştığına tanık olmuştum. her sabah onların otlarını alıyor ve gübre karışımlı suyu da bu çiçeklerden ihmal etmiyordu. onlara dokunmama izin yoktu. ben de dokunmuyordum. ama sapık ruhum beni bir şekilde evin hanımını elde etmeye yönlendiriyordu.

ertesi gün yine her zaman yaptığım gibi dantelli iç çamaşırlarımı çıkarıp bahçıvan tulumumu giymeye başlamıştım ki hanımı begonyaların orada hışımla bağırırken gördüm. kahretsin, dün gece birayı fazla kaçırmış olmalıyım. tam bunu düşünürken evin beygiri daha bir hafta önce yaş gününü kutlamış olan küçük hanımı hışımla üzerinden atıp son sürrat kaçmaya başlamıştı. anlaşılan o da dün gece birayı fazla kaçırmıştı. küçük hanımın içinde ise beygirin eyerine yerleştirdiği otuz santimlik siyah ve damarlı vibratör kalmıştı.

bu da böyle bir anıdır işte!!!

9 Aralık 2011 Cuma

kanser

bir ara atmışım makinaya çamaşırları, yıkayıp duruyor elektrik tüketerek. fıldır fıldır dönerken, birden bire bana seslendi;

"var kalış, var oluş değildir evlat!"

"ne evladı lan" dedim makinaya dönerek, altı üstü beş yaşında ve altı ile çarpsam yine de benim yaşıma gelemez. terbiyesiz teneke yığını.

sonra demez mi, "ama benim kadar çamaşır yıkamadın. haftada iki saatten beş yılda, toplam yirmi gün çalıştım ben. saçımı süpürge ettim senin için, vır vır da dır dır... amacım bu benim, yıkarım!"

be hey koca dünya, ne günlere kaldık. ne demiş birisi, "düşünce özgürlüğünden yoksun olmak düşündüğünü söyleyememek değil, hiç düşünmememiş olmaktır." bir metreküplük makina benimle kafa bulmaya çabalıyor, işe bak. sigaramın dumanından çekerken derin derin "ama intihar bir kaçış değil, reddediştir" lafı dökülüverdi ağızcığımdan, dumanıyla birlikte, üfüre üfüre. "varolmak mı istiyorsun? sahtekarrr, sen aslında görevini reddediyorsun. bilmezmisin ki hayatta en büyük tembellik, insanın istediği şeyi yapmasıdır. hah ha, seni değiştirmem lazım. ama param yok aq."

"at beni, hadi, geri dönüşmek istiyorum hemen, benden bilgisayar yapsınlar, sayıları sayayım" demez mi zındık makina, yaptığı işten tiksiniyormuş. haftada iki saat çalışmaktan tiksiniyormuş. bak sen o kahrolasıca makinaya. diyor ki, "varoluşuma giden yol bulantıdan, tiksintiden geçiyor. insan için özgürlük tam ve mutlaksa eğer ve insan özgür olmaya mahkumsa, çekip gidiyorum."

"nah gidersin" dedim biricik köleme, "sen makinasın, dediklerin insan için geçerli." sigaramdan biraz daha duman çekerken elimdeki şişeyi bir köşeye bırakmaya karar verdiğimde bu sefer köşe diklenmeye başladı. ev üstüme üstüme geliyordu, sanırım beni öldürmeye karar vermişlerdi.

cep telefonum da isyana katılınca en sadık kullarıma, yani giyisilerime bürünerek ve yerde sürünerek pencereden dışarı çıktım. tüm şehir çıldırmış gibiydi. kendinden geçen 97 model tipom, memleketi italya'ya iltica etmekten bahsediyordu. benzin yerine deposuna gaz koymama çok içerlemiş. o da bir makina olsa bile güzel bir şeyler tüketmek istiyormuş. ona bozulan parçaları için harcadığım servetten bahsetmedim. tabancamı çıkardım tekerleklerine ateş ettim.

güç topladıktan sonra önce makinayı parçalamaya karar verdim. ama onun yerine buzdolabını parçalamak daha eğlenceli geldi gözüme. onun gaz yollarını kesip, kapısını eline vermek çok güzel bir orgazmdı. akabinde "çek git lan" dedim makinaya. bağırınca ona, durdu birden bire. tamirciye götürmeye karar verdim. kahpee, paramı yok etmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. sanırım tamirci ile arasında gizli bir ilişki vardı. ben kimsenin ilişkisine karışmam. ama bana ait bir makina parçası, benim cebimden çıkan para ile kendini düdükletiyorsa acımam, öldürürüm. eve çağırdım tamirciyi ve tam "bunun rezistansı kireçlenmiş vs" diyecekken kafasına temizlik topunu geçirdim. kafam çok karışıktı. acaba bir tek ben mi var kalacaktım?

sonra baktım tüm eve, köşesine ve bucağına. "sen köşe, varsın. makina, varsın. dolap, sanırım artık yoksun. cep telefonu, şu an için varsın. tamirci, öldün değil mi? ses ver, evet ölmüş, artık yoksun. evrende anca yer kaplarsınız. siz fabrikasyon ürünleri, tek çeşitler, modelleriniz bile sahtekarlık. hastalıklarınız benzer, aynı şeyleri tüketen iblisler sizi. bense kapladığım yerde var olurum. var olmam için kendini yeniden yarattım. hastane değil, ev yapımıyım ben, aşısızdır kollarım, vicdansızdı hocalarım, cahildi bakıcılarım. siz var kalın, sonsuza kadar, hahaha"

şehirde nükleer patlamalar yüzünden tam bir kaos hakimdi ve ben sigaramdan bir nefes daha çekerek yukarıya doğru üfledim. artık  kanserden korkmama gerek yoktu.

26 Ocak 2010 Salı

intikal, ayaklarımdan alınan soğuk bir intikamdır bebeğim


sabah kalk borusu ile zor zahmet ayaklandığımda yüzüme vuran soğuk yüzünden battaniyenin altından bir türlü kalkamıyorken ikinci kalk borusu ile en sonunda yerimden doğrulabildim. geceden beri takip ettiğim kar yağışının çevreye etkisini gözlemlemek için dışarıyı taradığımda her tarafın kar ve buz ile örtülü olduğunu gördüğümde hiç şaşırmadım. tuvalete gidip elimi ve yüzümü yıkamaya niyetlendiğimde suyun hala gelmemiş olmasına hiç şaşırmadım. allahtan elektrikler vardı. en azından görerek traş olabiliyordum. 4 gündür banyo yapmamıştım. üşümesem çırıl çıplak buz gibi karın içine girip saçlarımı şampuanlayabilirdim.

kamuflajımı kuşandım, botlarımın bağcıklarını bağladım, palaskamı taktım. araçların radyatörlerinin içine antifriz koymadığımızdan dolayı hepsinin suyu donmuştu. bunu radyatör peteklerinin sertleşmiş kanallarını parmaklarınızla kontrol ederken anlayabiliyordunuz. yayan olarak yolumuza devam edecektik. yol üstünde, kar içinde yiyebildiğimiz kadar yemek yiyecek, içebildiğimiz kadar sıcak çayı içecek ve yolumuza yine devam edecektik. herkes sıkı giyinmişti. sarıkamış'tan farkımız, üzerimizde kışlık kamuflajlarımızın olmasıydı. en azından soğuktan donarak ölmeyebilirdik. yol uzundu. bir ihtimal, kurşunlanarak öleceğimizi biliyorduk. çok uzaklardan top sesleri gelmeye başlamıştı. düşen top mermilerinin açtıkları çukurları görebiliyorduk. şarapneller ise hala bize uzaktı. intikal çoktan başlamıştı. yakında binalara hücum edecektik.

yol boyunca yanlarından yırtılmış postallarımız karın içine bata çıka yürüdük. binlerce askerle beraber, karışık düzen yürümeye devam ettik. yanlarımızdan vızır vızır arabalar geçiyor, personel taşıyıcılar sürekli cephelere asker taşıyorlardı. tüm araçlar dört çekerdi ve yol akabiliyordu hala. her taraf kar, çamur ve balçıktı. bir çok yerde yol derin şekilde oyulmuş ve mayın tarlasına dönüşmüştü. üstelik kar sürekli yağmaya devam ettiğinden görüş mesafemiz oldukça kısalmıştı. ama tüm bu ahval ve şerait içinde dahi o binaları ele geçirmeliydik. ben ve askerlerim bu işi başarmak için oldukça kararlıydı. çünkü o binalarda bizi güzel bir kahvaltı ve hatta sıcak bir çay bekliyor olabilirdi. bu umutla yürümeye devam ettik. zırhlı birlikler geçiyordu yanızımdan, kar küreyiciler yolu temizleyemeye çabalıyordu ve sürekli top ve taarruz uçaklarının vızıldayan sesleri kulaklarımızın pasını silmeye çabalıyordu. oysa yolun 200 metre içinde hayvanlar hala neşe içinde ölmüş askerlerin cesetlerini parçalamaya çalışıyorlar, ancak anında mermiyi yiyorlardı. toprak bile donduğu için cesetlerimi gömemiyorduk. az kalmıştı. postallarımın içine dolan kar suyu yüzünden tüm ayağımın çorabımın siyah rengine boyanacağını biliyordum. üstelik parmak uçlarım donmaya başlamışdı. burnum ise daha da kötüydü. sürekli akıyordu. mermi gibi boşalıyordu ucu iyice kırmızılaşmış burnum. durmuyordu.

işgal etmemiz gereken binayı çevreledik en sonunda. üç koldan binaya girecektik. ben orta kolu da idare ederken sol kola ateş emri verdim. yağmur gibi kurşun yağdırıyorlardı. sağ kola içeri girmesi için yönlendirdim. aynı anda biz de ateşe başladık. binanın girişini ele geçirmiştik bile. hem de sıfır kayıpla. bizi ne soğuk, ne de kurşun durdurabilmişti ısınma gayretimiz için. merdivenleri hızla çıkıp birinci katı işgal etmemiz fazla uzun sürmedi. düşman da üşüyordu ve hemen teslim oluyordu. kapılardaki metal dedektörlerini silahlarımızla bangır bangır öttürüyorduk. amaç ikinci kattı. askerlerimin zinde kalması için merdivenleri kullanmasını emrettim. çünkü asansör tehlikeli olabilirdi. son hızla ikinci kata girdik. gerekli yasal düzenlemeleri yapıp girmemiz gereken mevziyi işgal ettik. artık o kattan düşmanımıza ateş edebilecektik. ama orası da soğuktu. binanın işgal edileceğini anlayan düşman kuvvetler komutanı yakıt sarfiyatı olmaması için doğaz gazı yaktırmamıştı. üstelik yerler leş gibi tozdu. çünkü orada da su yoktu. sibirya soğukları daha gelmemişti bile. ayaklarım hala üşüyordu. askerlerime masa ve sandalyeleri yakabileceklerini, kemiklerine kadar iyice ısıtmalarını söyledim. sabah kahvaltısı için tereyağ ve marmelat vardı. iyice güçlenmeleri gerekiyordu. bir kısmına uyuyabileceklerini söyledim. makinalı tüfekleri mevzilere kurdurdum. nöbet böylece başlamıştı. bir sigara içmek için sigara odasına gitmeye karar verdim. elimde parabellum tabancam ile aynı zamanda düşmanı da gözetleyecektim. derin bir nefes aldım, soft paketimi açtım, bir tane sigara çektim, ateşi nefesimle körükleyerek dumanı önce ciğerlerime çektim, çıkmaya yeltenen az bir dumanı dışarıya verdim. yaşasın, bir güne daha zaferle başlamıştım.

ben bir parabellumumu, bir de yazı yazmayı severim bebeğim. bunu okuyorsan biliyorsunki hala daha yaşıyorum ve tek dostum tabancamı temizliyorum.

11 Kasım 2009 Çarşamba

intikam, soğuk yenen bir yemektir

mahalledeki tüm kadınları elden geçirdiğini düşünen kahramanımız artık onların yüzüne bile bakmıyor, sadece önlerine ve arkalarına bakıyordur. o gün onu oldukça şaşırtan bir olay meydana gelir.

mahallenin trafik ışıklarında durmuş ve kırmızı ile karşıdan karşıya geçmeye niyetlenmiş olan tevfik, yeşil ışık yandığı için karşıdan karşıya geçmekte olan nazan'ı görür. tevfik şok olmuştur. çünkü oldukça geniş kalçalı, odun gibi bacaklı ve anlayacağınız üzere 155 kilo civarında olan nazan'ı daha önce hiç görmemiştir!

nazan yanından usulca geçerken aynen karşıdan gelen uzun aracın arkasına bakan tipo şoförü gibi bir hisse kapılır ve onun arkasına da bakar. ama yine tanıdık bir yan yoktur! dayanamaz ve seslenir;

"pardon bayan, yağlı vücudunuz beni iğrendirdi. ama sizi önden tanıyamadım, arkadan çıkaramadım. siz kimsiniz? sizi çoktan elden geçirmem lazımdı."

"tevfik, benim nazan. hatırlamadın mı?"

"elbette hayır, hatırlasam seni çoktan becermiş olurdum."

"merak etme, beni de becerdin. 18 yaşındaydım. o zamanlar tığ gibi bir genç kızdım. senin büyüne kapıldım. seninle oldum. benimle bir daha beraber olmayınca kendimi yemeğe verdim. arada çocuğunu doğurdum. babam durumu öğrendi. hava da çok sıcaktı. kafasına güneş geçmiş. önce annemi, sonra henüz 3 yaşında bir kardeşimi ve en son kendisini intihar etti! çocuğum doğdu. adını tefik koydum. gördüğün gibi v harfini özellikle es geçtim. ama o v harfi yüzünden büyüyünce intihar etti. arkadaşları onunla dalga geçiyormuş. ve sen tevfik, beni bu kilolu halimle tanıyamacağını biliyordum. bu elimdeki ney biliyor musun? bir tabanca. son duanı et köpek!"

o sırada...

merve 23 yaşında, esmer, açık kahverengi gözlü, kalçası geniş, hayatı boyunca doğru sevgiliyi arayan ve en nihayetinde bulduğunu sanan milyonlarca genç türk kızından biridir. büyük bir şirkette yönetici asistanı olarak çalışmaktadır ve zaten sevgilisi de asistanı olduğu yöneticidir.

birgün merve, sevgisinin lap topını karıştırırken kendi adına açılmış bir dosya görür. kendi kendisine şöyle der:

"sevgilim kimbilir benim hani güzel resimlerimi koydu buraya? acaba bana yazdığı şiirleri de saklıyor mu?"

bu duygu ve düşüncelerle dosyayı açar. ama o da ne! sevgilisi, en yakın arkadaşı şule ile sevişmelerini kayıt altına almıştır. üstelik merve'nin başka yöneticlerle beraber çektirdiği çıplak resimleri de vardır. hatta merve ile şule'nin sevişme görüntüleri bile bu dosyada mevcuttur. merve çıldıracak gibi olur. hemen şule'nin yanına koşar ve öter;

"şule, nasıl yaparsın bunu bana, oysa ben seni çok sevmiştim, ühüü!"

şule hiddetlenir;

"beni hatırlamadın değil mi? hani ciksler gibi konuşan küçük bir kızken sürekli benim saçımı çekiyordun. işte azmettim ve en sonunda o saçı çekilen kız şimdi senin sevgili elinden aldı. hahaha!"

ama olay burada bitmez. sonra anlaşırlar. artık tevfik, merve ve şule üçlü takılmaya başlarlar. onlar muratlarına ermişlerdir. kerevetine los angeles'da çıkacaklardır. gökten üç elma düşer. biri bir kaşıkçının başına düşer, ki biz o elmaya 'kaşıkçı elması' deriz. diğerini ben yedim. üçüncüsünü de büyük oyuncu şahin k'ya armağan diyorum.

birden...

çok ilginç, ama işten kovulan fakir ama onurlu bir genç sabredip büyük bir şirket sahibi olur. tefeciliğe başlar. karı kızla beraber para yemekten batma noktasına gelen eski patronu tevfik ondan borç istemek için yanına gelir. ama onu genç başlar konuşmaya;

"hani bir zamanlar işten kovduğun fakir ama onurlu bir genç vardı. işte sen şimdi ondan borç istiyorsun. sana nah para veririm."

eski patronu olan tevfik ısrar edince ondan günlük faiz alır. ödeyemeyince sevgililerine sulanır! günlük faiz işini böylece hallederler!

fakir gencimiz sabretmiştir ve başarmıştır. kendisini tebrik ederim. meğer gerçeten intikam soğuk yenen bir yemekmiş.

daha değişik bir versiyonda ise tevfik'in gayri meşru oğullarından biri olan yakışıklı ama çulsuz bir gence aşık olduğu kız vermez. tevfik oğlu parya azmeder ve yakışıklılığı sayesinde bir sürü dizi filmde oynar.

gencimizi çoktan unutan kevaşe ise bu ünlü kişiye hayran olmuştur. gencimiz bir gün imza dağıtırken bu kevaşe yanına gelir. gencimiz ona telefonunu verir. akşam kızın anasının yatağında buluşurlar. kız çok heyecanlıdır. hayranı olduğu ünlü ve yakışıklı genç onu düzecektir. ama o terk edildiği günkü kıyafetlerini giyen parya lanet olasıca çenesini tutamaz;

"hani bir zamanlar sana aşık olan biri vardı ya" diye sorar. kız doğal olarak hatırlamaz. hatta "ooo bana aşık olan bir sürü kişi var" der. parya hiddetlenir. "lan kevaşe, nasıl hatırlamazsın beni, senin yüzünden ünlü oldum, bu gece sana dokunmayacağım bile. kapıda 3 kız daha var. ananın yatağına onları atacağım. siktir git" der.

evet, intikam soğuk yenen bir yemektir.

9 Kasım 2009 Pazartesi

bana mı dedin

aynalarla çetrefilli mücadelelerim sonunda hayatım boyunca tanıdığım en mükemmel insanı kaybettim. yani kendimi!

bir travis bickle edası ile kaslı vücudumu ayna karşısında sergileyip ne kadar mükemmel ve yakışıklı biri olduğum konusunu geçtim artık. mükemmel kısmı kaldı, yakışıklı kısmı ise çöpe atıldı. bu yüzden aynalarla işim bitti! artık saçımı taramak için bile aynaya bakmıyorum. sakal traşımı bile berberde oluyorum. traş olurken gözüme uyku bandı geçiriyorum. böylece narsist bir kişi olmadığımı kendime ispat ettiğim gibi yaşlandığımı da hiçbir zaman görmeyeceğim. hep genç kalacağım!

i'm standin here. you make the move. you make the move. it's your move. don't try it, you fucker. you talkin to me? you talkin to me? you talkin to me? well, who the hell else are you talkin to? you talkin to me? well, i'm the only one here. who the fuck do you think you're talkin to? oh yeah? huh? ok. huh?

sana dedim lan, kime diyeceğim başka!

tabii aynalarla randevularımın son bulmasına neden olan durumu da yazmam lazım. evvel zaman içinde bir çocuk aynalara ilk baktığı zaman hüngür hüngür ağlarmış. aynalarda gördüğü yüzün kendisine anlatılan hortlak hikayelerinden fırlamış bir canavar olduğunu sanırmış. gel zaman git zaman okula da başlayınca ilkokul öğretmenlerin neden kendine yeşil kafalı uzaylı görmüş ve onu tokatlayarak öldürmeyi amaç edinmiş vatanperver bir türk gibi davrandıklarını da anlayamamış!

elbette sünnetçi onu görünce feleği şaşacak ve sünnetçiden korkan çocuk yerine çocuktan korkan bir sünnetçi açığa çıkmayacaktı. sünetçi yüzünden hala daha 60 derece açı ile sola doğru işeyen çocuğun hali ise daha beterli. yeteri kadar uzaylı muamelesi görmesi yetmiyormuş gibi pisivuarlara bile işeyemez duruma gelmek en feci hal olsa gerekti.

tüm bu ahval ve şerait içinde dahi bir gün plaja çıkmaya karar verir genç kişi. ama plaj sakinleri bu durumdan hiç de memnun kalmaz. van gölü canavarı gören vanlı misali avazı çıktığı kadar bağıran ve kızlarını plajdan kaçırmaya kalkan annelerin imdadına babalar yetişmiş ve çocukların kumdan kale yapmak için kullandıkları kürekler ile uzaylıyı dövmeye başlamalarlar ve hatta yaşlı insanları kuma gömmeye çalışır gibi linç hissi içinde önce suda boğup sonra gömmeye çalışmalarına da şaşırmış sayılmazdı.

daha ne kadar çirkin olabilirim!

birgün talihim değişti ve paris'e gittim. notrdamme'da gezinirken rüzgar yüzünden uzun saçlarım arkaya savruldu ve kazara tüm yüzüm göründü. bir anda kilisenin çevresindeki esmeralda'lar türkçe olarak "imdattt, bu quasimodo, beni çan kulesine kapatacak" diye bağrışmaya başladılar. allahtan hemen yüzümü micahel jackson gibi gizledim. böylece olası bir törenle cadı yakma ritüelinden kurtulmuş oldum. çünkü insanlar evlerindeki masalarından kopardıkları tahta bacakları atmaya başlamışlar ve erkekler ateşi körükleme eylemini bitirip beni yakalamak için amerikalı turistlerden kement atma derslerini almaya başlamışlardı bile!

tabii tüm bunlar gerçek! size kısaca kendimden bahsedeyim. kafam bildiğiniz soba borusu gibidir. gerçi doğal gaz kullanıcısı genç nesil soba borusunu bilmeyebilir. bir zahmet google'da arama yapsınlar. ama tarif edersem eğer silindirdir! burnumu nasıl tarif edeceğimi ben de bilmiyorum. isviçre'den gelen bilim adamları bile bu oluşumun nedenini tespit edemedi. hatta nip tuck ekibi benim burnumu tamir etmeyi önerdi. yani burnum dizilere bile konu olacaktı. ama amerikan halkının bile böyle bir burun olamayacağına inandıklarını düşünüp projeyi rafa kaldırdılar. çenem için söyleyebileceğim tek şey şeklinin dünyamıza benzediğidir. yani geoit. alttan ve üstten basık, ekvatordan şişkince. gözlerim ise en tatlı bal rengine sahip olsa bile dünyaya çarpan bir meteorun açacağı derinlikte bir göz çukuruna sahip olduğumdan görünen tek şey iki derin oyuk. o göz rengini görebilmek için japonya'ya gittim nikkon bilim adamlarına özel fotoğraf makinası geliştirdim. herifler 31 pixellik makina yaptı benim yüzünden!

konu nereye geldi yahu. birgün, ben kendim ve gölgem beraberce yola çıkıp kendimizi insan eti yiyen kabilelerin olduğu büyük okyanus adalarından birine atmaya karar verdik. işte o anda tüm talihim değişti. gittiğim minicik adada beni gören yerliler neye uğradıklarını şaşırdılar. hemen önümde saygı ile eğilip o zamanlar anlamadığım dilde çeşitli şeyler söylediler. sonra beni yüce totemlerine götürdüklerinde kendimi ayna görmüş gibi hissettim. meğer onların tanrılarına benziyormuşum. bu büyük benzerlik sayesinde ilk önce tanrının çocukları olması gerektiğinden bahsedip döllleyebileceğim her tür kadını istedim. ama 60 derece sola boşalmam kulaktan kulağa yayıldı. meğerse tanrıları hep güneşe 60 derecelik bir açı ile dururmuş. artık tanrılığım onaylanmıştı.

şimdi bu güzel büyük okyanus adasında sahilde kendime tahtadan bir ev yaptırdım. öğretilerimi yaymak için bir kadını peygamber olarak atadım. bana benzeyen onlarca çocuk sahibi oldum. kumsalda güneşlendim, totemlerden ayrı olarak dev gibi bir heykelimi yaptırdım. beyaz turistlerden adayı kurtarmak için silahlı birlikler kurdum. kenevir ektirdim. kabilemle beraber beyaz köpek balığı avladım. yanardağa insan kurban etme ayinine son verdim.

ben kim miyim? elinizin tersi ile itebileceğiniz herhangi bir kişiyim!

14 Ekim 2009 Çarşamba

ben, kendim ve çekicim

olimpiyatlarda çekiç atma dalının hastasıyım! sporcu olsam, çekiç atıcılara göre zayıf olan bünyeme rağmen iyi bir atıcı olurdum. macarlar, ruslar, almanlar da kimmiş! en iyi çekici ben fırlatırım. hemde dopingsiz, hemde en uzağa...

çünkü ben geceleri bile yatağıma çekicimle girerim. o beni terk etmeyen tek sevgilimdir! en küçüğünden en büyüğüne kadar çeşit çeşit, renk renk, desen desen çekiçlerim vardır. gece uyurken hepsi bana adeta yalvararak, "beni al, beni al, onu alma" diye diye bakarlar. bu meseleyi yanlış anlayanın kafasını çekicimle parlatırım, ona göre!

elbette west ham united taraftarıyım. upton park'ın hastasıyım. sırf west ham'ı tutuyorlar diye daima iron maiden dinlerim. çekiç bakımlarında ses daima sona gelir. çekicimin demiri onların müziği ile aydınlanır. steve harris'in de hastasıyım. yeter ki çekiç olsun, çekiç canavarı gibi bir şeyim.çocukluğumda star 1'de yayımlanan mike hammer adlı diziden sonra tüm mike hammer romanlarını okudum. ben de onun gibi dudaklarımla sevişirim, yumruklarımla dövüşürüm. tabiki kemerime takılı olan çekicimle beraber. sırf bu yüzden stacy keach hayranıyım hala. ama mc hammer ile hiçbir alakam olamaz. u cant touch this diyemem, diyebilemem! çünkü onda ne bir fötr şapka, ne bir pardesü, bıyık ve sert bakışlar vardır. şimdiki tipim bile mike hammer'a benzer. benzemek için burun ameliyatı bile oldum!
artık tarih olup gitmiş urrs bayrağını uzun uzun yazmama gerek yok sanırım. işçiyiz, haklıyız, kazanacağız. gerçi bizim eylemciler bu sloganı atarken acayip ruhsuz oluyor. can yok, gırtlağı parçalanırcasına bir söyleyiş yok. gerçi kafaları parçalanıyor coplarla diyebilirsiniz, haklısınız, işçiyiz, çekicimiz var bizim. üretimden gelen gücümüzle, çekicimizle, her tarafa barış ve adalet getireceğiz. ben enternasyoneli sol elim havada değil, çekicim havada söylerim.ve en önemlisi... benim için çekiç hırsızlara karşı kendimce güvenlik önlemidir. fi tarihinde bir sabah 6 gibi evimin bir odasının bir kapısının açıldığını adete hissettim. benim uykum hafiftir bebek, bir gözüm daima açık uyurum. hemen çekicimi sağ elime alıp baltalı ilah zagor gibi fırlatma pozisyonumu aldım. hırsızın kafasını görmeyi beklemeye başladım ve kafasını görür görmez çekicimi attım. swissss diye ses çıkararak, döne döne giden çekicim maalesef hasmımın kafasını yarmadı. zaten kapıyı açan da hasmım değilmiş. evin anahtarını verdiğim bir biriymiş. çekicim ise gitti mutfak kapısının camını kırdı. bana da açık bir hedefi bile çekiçle vurayan kişi ünvana kaldı. meğer çekicimle bir bütün olamamışım, zagor olmanın yakınından bile geçememişim. baltalı ilahın yavrusu olmaya bile layık değildim. işte o anda, akşamleyin ne yapacağıma karar verdim. balkona yeni diktiğim içi yeşil, dışı sarı türündeki leylandimle beraber şarap içecektim. onu da alkole alıştırmam lazımdı!

o günden sonra çekicimi asla fırlatamadım. çünkü eve hala hırsız girmedi...

7 Eylül 2009 Pazartesi

dayanaksızlar

emrah, kardeşi gülcan ve annesi ile mutlu, mesut ve bahtiyar bir hayat sürmektedir. amcası berkut, hergün onlara yiyecek getiriyor ve emrah ile gülcan'a dondurma alıp dışarı çıkmalarını sağlamaktadır.

bir gün emrah elinde dondurma, kahvede okey oynarken bir köpek masaya yanaşır ve havhavlamaya* başlar. önce bir şey anlayamaz. arkadaşları pis pis sırıtarak konuşurlar;

"emrah, bu köpek sana bir şeyler anlatmaya çalışıyor, anlarsın ya, ehi ehi!"

emrah o kadar saf ve temiz yüreklidir ki yine bir şey anlayamaz. okey oynarken dondurmasını yalamaya devam eder ve gömleğine dondurmayı düşürür. mahvolmuştur bembeyaz gömlek. biricik ayşe teyzesi sırtında çamaşır makinası ile kahveye gelip kendisini rezil etmeden önce hemen eve gider. gömleğini değiştirmek için eve girdiğinde annesinin yatak odasından sesler duyar. anahtar deliğinden içeriye baktığında amcası olacak adamın bir grup çinliyle beraber annesine ders verdiğini görür. ama anahtar deliği küçük olduğundan dolayı çinlilerin annesine kung fu öğrettiğini sanır. annesinin namusunu korumak için çin'den adam getirten amcasına ise müteşekkirdir.

akşam olunca olayı amcasına anlatır. amcası önce şaşırır. ancak işi bozuntuya vermez ve der ki;

"evlat, merak etme, annen kamasutra öğreniyor. bu yeni bir dövüş tekniği. çok etkili ve zevklidir! baban gittiğinden beri annenin başına çok iş geldi, çok yokluk çekti, açlık, darlık gördünüz. ama artık bu sayede daha çok para kazanacak, sen özel okullarda okuyacaksın, bando takımlarında askerlik yapacaksın, emrah bey diyecekler sana!"

amcasının sesindeki coşku tavan yapmıştır ve emrah büyük adam olacağının huzuru ile neşe içerisinde biricik kardeşi gülcan'ın odasına girer. o gün başından geçenleri anlatmaya başlar;

"gülcan, kardeşim, ohh, bitti bu yoksulluk, amcam söyledi, yaşasın! annemiz kamasutra öğreniyor gülcan."

gülcan cevap verir;

"w a q. o kart orospu bile kamasutrayı öğrendiğine göre benim hemen taocu seksi öğrenmem lazım!"

emrah'ın nihayet aklı başına gelmiştir. büyük bir hışımla annesi ile konuşmaya gider. kapısını tekmeleyip açtığında çok acayip görüntülerle karşılaşır. elinde ise ekmek bıçağı tutmaktadır. annesi korkarak haykırır;

"emrah dur, anlatabilirim, bu adamlardan biri senin baban!"

ve film biter. dayanaksızlar adlı filmimiz süpriz sonla bitmiştir!

* (köpekçe) emrah, koş ananı çiziyorlar.

not: temel kalıp elbette ekşi sözlük.

(iğrençsin, gerisi önemli değil!!!)

7 Temmuz 2009 Salı

belki penise dönüşür diye her gördüğü kurbağayı öpen kız

bölüm I

ahh ahhh, o ne elim bir sabahtı. kraliçe margorot'un biricik kocası ve ülkenin kralı yedinci alexandır'ı "gerçek alex benim" diyen zavallı bir büyücü, penise çevirmişti. ama bu durum elbette kraliçenin daha çok hoşuna gitti. dildonun bile bulunmadığı o karanlık çağlarda, zevk almak için sarayın tüm askerleriyle yatan bu ahlaksız kraliçe için bundan daha güzel bir ceza olamazdı. sürekli kocasını içine sokuyor, yanından ayırmıyor ve saatlerce onunla vakit geçiyordu. artık kralın takati kalmamıştı. bu beladan kurtulmak için son bir çaba ile dikleşti ve avazı çıktığı kadar bağırdı:

"gerçek alex sensin, gerçek alex sensin."

bu sözleri bodrum'daki yazlığında duyan büyücünün gözlerinden iki damla yaş aktı. işaret parmağının kenarıyla ile onları sildi ve süpürgesine atladığı gibi penis-kralın yanına geldi. cadı, penisi aldı, güzelce öptü, iyice sıvazladı ve "kurbağa ol" dedi.

cadının "ol" demesiyle eski adı aleksandır olan kurbağacık, büyük bir heyecanla kendini sarayın göletçine attı. içeride olan biten gürültüleri duyan arsız kraliçe margorot, bir hışımla geldi odaya. ama artık elinden gelen bir şey yoktu. dildosu kaybolmuştu. üzüntüden sadece gökyüzünden gelen sesi duyabiliyordu:

"kurbağayı öp, kurbağayı öp, o penise dönecek."

kraliçe dizlerinin üstüne çökerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. askerlerini hemen emir verip sarayının her yanındaki kurbağaları toplatmaya başlamıştı bile...


bölüm II

ey oğul, dediklerimi iyi dinle. bu hikaye kadın zulmünden kaçarken parçalanan bir kralın hikayesidir. eskiden serinsular diye bir yer vardı. insanın içini bir hoş eden deresinde hoplayıp zıplayan kurbağalar vardı. buranın genç kızları sabah namazı için abdest almaya bu derelere gelirlerdi. işte bu kızlar ki insanı dinden imandan çıkarmıştır. ben ise o zamanlar küçük bir çocuktum. top oynar, acıkırdım.

bir sabah, sabah namazı için erkenden kalktım ve çeşmenin suyu akmadığı için dereye gitmeye karar verdim. ama ne göreyim! bir sürü genç kızımız, bir sürü kurbağayı "hanimiş benim şehzadem" diye sürekli öpüyorlardı. üstelik bu işten hiç sıkılmıyorlardı. müezzinin sesini duyar duymaz ise hemen ağızlarına burunlarına su verip, suya dalarlardı.

meğer ben, gecenin o al karanlığında, kıpır kıpır eden cisimleri kurbağa olarak görmüşüm. genç kızlarımızın dudaklarını ise tamamen karıştırmışım.

ey oğul, babama bu durumu anlattığımda ise tamamen pişman olmuştum. artık köyün ne kadar erkeği varsa namaza gitmiyor, sabahları bu durumu izlemek için derenin kenarında mevzileniyorlardı. günler günleri kovaladıkça kralımızın kulağına kadar gitti bu olay. bir gün kralımız bile, sarayın askerleriyle beraber dereye mevzilendi. ama yüce tanrı bu durumu gördü. bu iğrençliği önlemek için oğlu isa'yı gönderdi ve isa, bu iğrenç kralı penise çevirdi. ardından isa, dere kenarındaki kızlara penis kralı attı. kızlar büyük bir heyecanla penisi kapmaya çalışırken kralın da sonu gelmiş oluyordu.
işte isa'nın ikinci gelişi de böyle oldu.

ey oğul, iyi dinle... sonun bu krala, huyun köyün erkeklerine, suyun derenin suyuna benzemesin. bundan sonra bu konuşmalara erken gelmeyesin, geç gitmeyesin...

bölüm III

uzun zaman önceydi. bir gün, sarayımın bahçesinde sevgilimin şefkatli kollarında dolanırken bir kurbağa gördüm. yere dökülmüş olan biramızı dilleyip duruyordu. ama dili çok uzundu. birden içim hoş oldu. o dil sevgilimde olsa kim bilir bana neler yapardı. bu duygularla beraber sevgilimi öpmeye koyuldum. bacaklarımı açtığımdaysa sarhoş kurbağa malum yerime zıplamıştı bile. o muhteşem dilini çok ustaca kullanıyor ve beni zevk denizlerine sokup çıkarıyordu. bir öpücükle bile bu kadar tahrik olduğumu sanan salak sevgilimse keyiflenmişti.

artık geceleri sadece o kurbağayı düşünüyor, sevgilimle hiç mutlu olamıyordum. bir gün sarayın hamamcı başına gittim. onun, öteden beri nalıncı keseri gibi olan kollarını beğenmişimdir. beni güzelce keseledikten sonra gözüm yan bir odaya takıldı. bu odada çeşitli iksirler, tüpler, deney fareleri, bilumum otlar ve binlerce değişik sıvı vardı. hamamcıbaşı yanımdan ayrıldığı an hemen odaya gittim ve maalesef duvarda asılı olan aşkım kurbağanın resmini gördüm. aniden odaya giren hamamcı başı aslında kendisinin bir simyacı olduğunu ve kurbağayı prense çevirmeye çalıştığını söyledi. ancak bu iş için prenses öpücüğü gerekliydi.

binlerce sıvı içine daldırılan kurbağayı güzelce öpmemle beraber bir ışık doldu odaya. o kadar kuvvetliydi ki anında orgazm olmuştum. yakışıklı prensin bana neler yapacağını tahmin bile edemiyor, heycandan kalbim küt küt atıyordu.

gözlerimi açtığım andaysa büyük bir hayal kırıklığına uğradım. meğerse hamamcı başının babası, kötü kalpli cadıyı güzelce keseleyemediği için bir kurbağaya çevrilmişti. artık beli yamulmuş, dili sürekli dışarıda olan bu insandan bozma hayvanı nasıl öptüğüme şaşırıyordum. o sinirle elime geçirdiğim ilk keseri önce hamamcı başının babasının başına geçirdim. sonrada güçlü kolları olan hamamcı başının başına. elimdeyse kala kala bir keser sapı kalmıştı. ve sevgilim de beni terk etmişti...

15 Haziran 2009 Pazartesi

yer yerinden oynayınca!!


(okuyacağınız hikaye bir saçmalıktır.)

türk filmlerinde sıkça görülen bir durum vardır. zengin kızımız, sevgilisi olan şoförü ile sınıf farkından dolayı evlenememekte, ancak gizlice sevişmektedir. zaten şoförün yegane amacı evlenmek değil, evin küçük kızı ile sevişebilmektir. üstelik her sevişmeden sonra olayı aşçı, bahçıvan, garson, balıkçı, ayakkabıcı, dadı(dadıda da gözü vardır bu herifin) gibi evin geri kalan hizmetlilerine anlatmaktadır. laf aramızda, zengin kızın sapık babası, tüm bu konuşmaları gizli kamera ve mikrofon vasıtası ile ikinci kez dinlemektedir. ilkinde ise, şoförşe anlaştığıdan kızının sevişmelerini gizli gizli izlemektedir!

oysa zengin ve masum kızımızın bu olaylardan hiç haberi yoktur. o, fakir ama onurlu sandığı şerefsiz sevgilisi ile mutlu, mesut ve bahtiyar bir hayat sürdürdüğünü zannetmekte, geleceğe dair pembe panjurlu bir ev hayal etmektedir!

olay burada kalsa yine iyi, tam o sırada internet icat olunmuş, mertlik bozulmuştur! şoför 'fırsat bu fırsat' diye düşünüp, elindeki tüm kayıtlarla beraber kızın babasının ofisine gider. onu, bu görüntüleri internette yayınlamakla tehdit eder. zengin baba sinirlenir. kızı yüzünden tüm sosyeteye rezil olacaktır. acaba baba n'apacak?

babadan zengin olmayan, yaptığı akıllı yatırımlarla büyük bir servet kazanan baba, bu işin bir yolunu elbette bulmuştur. ama uzun süredir gözü kızının üstündedir. kızının doğumundan beri planlayıp uygulamaya koyduğu akıllara durgunluk verecek planının son hamlesini yapar. önce şoförü kiralık bir uşağa öldürtür. ama şoför görüntüleri başka birisine daha vermiştir. şoförün muavini olan bu kişi görüntüleri yayımlar.

yer yerinden oynamıştır. tüm sosyete bu olayla çalkalanmaktadır. annesinin fakirhanesine yaptığı ziyaretin tadını çıkartıcakken gazeteleri okuyan zavallı kızımız, kapının önünde birden bire duyduğu siren seslerine anlam veremez. olay yerine adli tıp gelmiştir. birazdan kızın psikoklojisini inceleneceklerdir.

akabinde baba bir basın toplantısı düzenler ve kızı sandığı kişinin aslında kızı olmadığını, fakir ama onurlu yaşantısının bir ürünü olan eski karısının, kendisini türk hava yolları'ndan bir kaptan pilot ile bundan 20 yıl önce aldattığını açıklar.

yer bir kez daha yerinden oynamıştır. tüm sosyete -araya giren diğer olayları saymaksak eğer- bu olayla çalkalanmaktadır. kız, adli tıp muayenesinde görüntüleri görünce şoka girmiştir. annesini bir daha hiçbir zaman affetmeyeceğini söyleyip durmaktadır. baba ise basın toplantısında niyetini açıkça ortaya koyar ve üvey kızını çok sevdiğini, türk hava yolları'na o kaptan ile karısını tanıştırdığı için özellikle teşekkür ettiğini, üvey kızıyla evlenmek istediğini açıklar.

yer yerinden yeniden oynamıştır. sosyete son bir hafta içinde bu olayla üçüncü, toplamda ise kırk yedince kez çalkalanmaktadır. oysa baba yıllardır en ince ayrıntısına kadar planladığı olayın en sonunda gerçek olmasından dolayı son derece mutludur. çünkü muavini yıllar önce o şoförün yanına yerleştirmiş ve sırf bu iş için interneti bilim adamlarına o icat ettirmiştir. şimdi ise yeni karısı ile birlikte denizin tadını çıkarmaktadır.

8 Haziran 2009 Pazartesi

gelecek öngörüleri



ey okuyucu, soyum nostradamus'a dayanır! elbet bana da bulaştı bir şeyler. sizin için dün gece geleceğe yattım ve gördüklerimi aşağıda yazdım. muhakkak okuyun, cahil kalmayın! hem sonra, içki muhabbetlerinde hava bile atabilirsiniz, izin veriyorum!

"beş tane at gördüm önce, bir kadın binmiş sırtına, beşinin de, tüm kadınları kılıçtan geçiriyordu. 50 tane insan gördüm sonra, bir taşın önünde saygıyla eğiliyorlardı. 500 tane maymun gördüm, buzulların arasında yaşamaya çalışan. 5000 tane taş düştü dünyaya, 50.000 karınca birbirleriyle savaşıyordu ve 500.000 eşşek vardı bir yerde, iyi iş çıkarmadıkları için yargılanıyorlardı."

ey okuyucu, rüyam budur, yorumu da koyayım buraya, boy boylayın, soy soylayın, ululandırın bunu yazanı!!!

5 yıl sonra...

ey marduk! geldin değil mi lan, severim seni, hadi gel artık, gebert şu insanları. ey güzeller güzeli inanna, ben senin sadık bir kulunum, vaadini hatırlatmaya geldim. bir daha dünyaya geldiğinde tüm kadınları öldüreceğini söylemiştin. sözün budur, öldür onları!!!

50 yıl sonra...

muhtemelen mezarlık! ama gömüleceğim yeri önceden kontrol ettim, toprak numunesi aldım, çökmelerine karşı mezarı sağlamlaştırdım. haşere ve böceklere karşı her bir tarafını beton yaptım. soğuk havalarda üşümemek yazın terlememek için klima taktırdım. kokmaması için vicks oda spreyi tedarik ettim. kıçıma pamuk sokulmaması için dinden, imandan çıktım. böylece gömüleceğim yer, ne cehennem çukurlarından bir çukura, ne cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüşecek. ayrıca altın dişimin çalınmaması için bu dişi torunuma vermedim. gittim 20 yaşında bir kadın buldum. zaten tam o kadınla günümü gün ederken öldüm!

500 yıl sonra...

küresel ısınmadan dolayı şimdiki sahil şeridi tamamen sular altında kalmış ve binbir emekle hazırladığım mezarım yok olmuştur. insanlar yaşamak için son çare olarak kanada ve sibirya ya sığınmıştır. çünkü küre ısınmış ve buraların binlerce yıldır buzul altında kalan toprakları çoktan tarıma açılmıştır. bu avrupalı denyolar yeni bir kavimler göçü icat ederek, bu sefer batıdan doğuya doğru, arkalarında hunlar olmadan göç etmeye çalışmışlar, ama rusların nükleer silahları yüzünden hepsi telef olmuşlardır. nüfus planlaması sonucu dünyada sadece çinliler ve hintliler kalmıştır!

5000 yıl sonra...

artık ortada din ve ırk diye bir şey kalmamıştır. ırk olmadığı için dolayısıyla türk de kalmamış ve bazı denyo kahinlerin "herkes uzaya yerleşek, dünya türk olacak" şeklindeki tahminleri tutmayacak. onlara boşuna para vermeyin, bana gelin, ben sizi kazıklarım! ha, nerede kalmıştık, yani devlet kavramı tamamen bitecektir. tüm dünyaya anarşizm hükmedecek ve herkes mutlu bir şekilde yaşayacaktır. uzaya çıkan yiğit insanlar, gagarin den aldıkları ilhamlarla mars ın havasını yaşanabilir duruma getirdikleri gibi besin üretmeye de başlayacaklardır. uzak bir yıldız sisteminde ise anakin skywalker adlı biri, gücün karanlık tarafına geçip, darth vader adını alacaktır.

50.000 yıl sonra...

artık kıyamet kopmuş ve ragnarok günü gelmiştir. binlerce yıldan beri viking savaşçılarının odin'in adını söylerek balta ve kılıçlarıyla gömülmesine neden olan savaş, yani iyilerin ve kötülerin son kapışması başlayacaktır. aslında savaşın sonucunu herkes bilir. kötüler kazanacak ve iyiler kaybedecektir. elimde kalkan ve kılıçla, kaybedeceğimi bile bile katılacağım bu son muhaberede kan ve ölümden başka bir şey görmeyeceğim. skoll güneşi ve hati'yi yuttuğunda, gullinkambi tanrılara doğru bağıracak ve ejderhaları savaş alanına çağıracak. jormungand ve fenris serbest kaldığında thor'un ölümü yakın bir zaman alacak. thor öldüğünde de vidar fenris'i öldürecek. tyr ve garm birbirlerini öldürdüğünde ise dünya tamamen ateşler içerisinde kalacak. böylece bu son savaşta, tüm savaşçılar, kaybedeceklerini bile bile ölecekler, evren son bulmuş olacak...

500.000 yıl sonra...

mahşer günü nihayet bitmiş, herkes yargılanmış ve saflar belli olmuştur. cennette bir erkeğe 4000 huri düşmesi için erkeklerin neredeyse tamamı cehenneme yollanırken kadınların neredeyse tamamı cennete düşmüştür. böylece erkeklerin cenneti kadınların cehennemi olurken, kadınların cenneti erkeklerin cehennemi olmuştur. çünkü cehennemde de bir kadına 4000 erkek düşmüştür. işte bu yüzden, 4000 erkek yüzünden, cehennem, gerçekten cehennemdir!
Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.