heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ekim 2017 Cuma

sapiens

okuduğum en iyi kitaplardan bir tanesi ve kesinlikle ufuk açıcı bir çalışma. bazen kendi çapımda katılmadığım noktaları olsa bile türümüzün diğer canlılarla ve kendimizle olan ilişkisini ve gelişim sürecimiz ile varacağımız noktayı anlatışı çok iyi.

kısaca şöyle özetlersem eğer; son derece vahşi bir türüz.

11 Ağustos 2017 Cuma

aslan asker şvayk



tanıtımında ‘Aslan Asker Şvayk, insanlık tarihinin en acımasız savaşlarından birini, İkinci Dünya Savaşı'nı, tüm anlamsızlıkları.. ibaresi kullanılan ama olayların birinci savaşta geçtiği tam bir baş yapıt. Tanıtımını yapan denyo kitabı okumamış!

neyse, kahramanımız şvayk çek kökenli avusturya askeridir. savaş başlar ve pragda her zaman içtiği pubda içerken askere alınır. olaylar böylece başlar. oldukça saftirik, hatta beyinsiz olan kahramanımız ikinci cildin sonuna doğru daha akıllı bir karaktere bürünür. ve yazarımız jaroslav haşek ölür, kitap biter. hepi topu sekizyüz sayfalık inanılmaz güzellikte bir hikaye böylece birdenbire biter. gogolun ölü canlarından sonra böyle yarım kalmış bir hikayeye rastlamak feci içimi burktu. gogol hikayesini yaktığından yarım kalmış, ama haşek bir biranede ölür.

haşek eğer avusturya ordusunda savaştıysa tüm erlerden bir şvayk oluşturmuş gibi geldi bana. böyle bir karakter olamaz, veya gerçekten var.


yalnız, avusturya ordusu buysa savaşı kaybetmeleri çok doğal.  imparatorluğun bitmesi hiç şaşırtıcı değil. napoleon boşuna tanrı avusturya da savaş kazansın diye italyanları yarattı lafını boşuna dememiş!

eğer bu kitabı okumadıysanız acilen okuyunuz. ciddiyim bak..

14 Aralık 2013 Cumartesi

daha


hakan günday'ı gerçekten çok severim. yazdıkları oldukça ilginç olsa bile artık kendini tekrar etmemeli. farklı kişiler sandığımız roman kahramanları aslıında aynı kişi ve farklı hayatlar sandığımız olaylar döngü şeklinde akıp gidiyor. biraz ara vermeli mi acaba? süper zeki kişileri nasıl işleyeceğini biliyor ve hatta çok iyi işliyor. ama hep aynı hikayeler.

gaza adlı karakterimizin babası insan kaçakçısıdır ve o da bu işin bir parçasıdır. olaylar gelişir ve en sonunda kendi kendini tedavi eder, afgan dağlarında huzuru bulur. neyse, kurgu bu sefer gerçekten zorlama. okurken yer yer "hadi len" dediğim bile oldu.

ha, "ulan okunacak kaç tane yazar var ki" derseniz eğer size katılırım. gidip elif şafak vs okuyacak halim yok. diğer yazacağı romanlarını da alıp okurum. ama en azından seri üretime bir son vermeli. kendisi zaten zeki biri. sanki kendi yaşamak istediklerini anlatıp duruyor. basit hayatlar da ilgi çekicidir.

7 Mayıs 2013 Salı

marvin the paranoid android



'en harika robotlar' diye bir liste yapılsa elbette t 1000, asimo, r2d2, bumblebee listeye girer. zirveye ise marvin yerleşir.

zaman içinde sürekli yol aldığı için evrenden 7 kat daha fazla yaşayan, insan kişiliğine sahip paranoyak bir robottur kendileri. kocaman bir beyni vardır, ama ona sürekli "marvin, şunları getir, bunları götür" türü emirler verilmektedir. hayattan o kadar çok sıkılmıştır ki ultra zeki ve çevik bir tankı bile hayata küstürmüştür. en büyük silahı karşısındakini depresyona anında sokabilmesidir. evrenin sonundaki restoran'da yemek yiyen bizimkileri 976 milyar yıl boyunca beklemiştir. o kadar büyük bunalımdadır ki, bir seferinde ford prefect ile şöyle bir konuşması olur;

"benimle konuşmak istiyormuşsun gibi davranma, benden nefret ettiğini biliyorum."

"hayır, etmiyorum."

"evet ediyorsun, herkes eder. bu evrenin bir parçası. birinin benden nefret etmeye başlaması için onunla konuşmam yeterli. robotlar bile nefret eder benden. eğer beni görmezden gelirsen, sanırım buradan çekip gidebilirim."

tanrının evrene son mesajını okurken, en sonunda ışığı söner. tanrının mesajı şöyledir:

"verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz."

thom yorke, paranoid android şarkısını bu robottan esinlenerek yapmış derler. zaten şarkıdaki bazı sözler direkt kitaptan alınmadır. şarkıdaki "i may be paranoid, but not an android" sözleri de marvin'e aittir.


please could you stop the noise, i'm trying to get some rest (arthur dent uzay gemisinde uyumaya çalışmaktadır. ama gürültüler yüzünden uyanır ve şöyle der; lütfen şu sesi keser misiniz, dinlenmeye çalışıyorum)
from all the unborn chicken voices in my head (kafamdaki tüm doğmamış tavuk seslerinden kurtulmaya)
what's that...? (o nedir)
(i may be paranoid, but not an android) (paranoyak olabilirim, ama android değilim -marvin'in rehberdeki sözü)
what's that...? (o nedir..?)
(i may be paranoid, but not an android) (paranoyak olabilirim, ama android değilim)
when ı am king, you will be first against the wall (rehberde sirius sibernetik şirketi için kullanılan söz; "ben kral olduğumda ilk kurşuna dizilecek kişi sensin")
with your opinion which is of no consequence at all (sonuçsuz (önemsiz) düşüncenle.. )
what's that...? (o nedir)
(i may be paranoid, but no android) (paranoyak olabilirim, ama android değilim)
what's that...? (o nedir)
(i may be paranoid, but no android) (paranoyak olabilirim, ama android değilim)

ambition makes you look pretty ugly
(otostop çekerek evreni dolaşan ford prefect'in zaphod'a söylediği söz. zaphod galaksinin başkanınıdır ve bir gezegeni yağmalamak istemektedir; ford şöyle der; hırs çok çirkin gösteriyor seni) 
kicking and squealing gucci little piggy (tekmeleyen, vıyaklayan minik domuz)
you don't remember (hatırlamıyorsun)
you don't remember (hatırlamıyorsun)
why don't you remember my name? (zaphod, arthur'un adını sürekli unutmaktadır ve bir yerde arthur patlar;
neden hatırlamıyorsun adımı?)
off with his head, man (kafadan kontak adam)
off with his head, man (kafadan kontak adam)
why don't you remember my name? (neden hatırlamıyorsun adımı)
i guess he does.... (sanırım hatırlıyor)

rain down, rain down
come on rain down on me
from a great height
from a great height... height...
rain down, rain down
come on rain down on me
from a great height
from a great height... height...
rain down, rain down
come on rain down on me 
(yağın üstüme, hadi yağın üstüme büyük bir yükseklikten) sonsuz ihtimalsizlik motorunun ürünü olarak birdenbire gökyüzünde beliren ispermeçet balinasının düşerken, aslında yeryüzünün kendine geldiğini sanmasıyla ettiği laf. )

tthat's it, sir/you're leaving (buraya kadar bayım, gidiyorsunuz)
the crackle of pigskin (domuz derisinin çatırtısı)
the dust and the screaming (toz ve çığlık)
the yuppies networking (züppeler toplanıyor)
the panic, the vomit (panik, kusmuk) (rehberin kapağında don't panic yazar)
the panic, the vomit (panik, kusmuk)
god loves his children, god loves his children, yeah!
 
(tanrı çocuklarını sever) "tanrının yarattıklarına son mesajı"nı okumak için çıkılan yolculuğa göndermedir.)

(rehber ile şarkı sözleri karşılaştırmasına dair yazı serdarcharliebrown'dan alınma :)

15 Kasım 2012 Perşembe

yoksunluk

"fakir insanlar doğaları gereği egoisttirler. tabiat böyle dilemiş.. önceleri de bu öngörüye sahiptim. fakir insanlar şüphecidirler. dünyaya bakışları tüm insanlardan farklıdır, sokakta önünden yürüyenleri korkarak, etrafını sakınarak izler; kendisinden konuşuluyormuş, o zavallı durumu yeriliyormuşcasına, söylenen her şeye kulak verir. tüm insanların kabullendiği bir doğru vardır varenka: fakir insanların eskimiş bir kumaş kadar değeri yoktur. elalem istediğini söylesin, istediğini yazsın, fakirlere asla saygı gösterilmez. evet aydınlar dilediğini yazsın, onların konumu aynı kalacaktır. niye mi? çünkü aydınlara bakarsan, fakirin her şeyi, arkası önü ayan beyan açığa vurulmalıdır. kendine has bir hayatı, özel hiçbir tarafı kalmamalıdır onların! geçenlerde emelyan sözünü etmişti: bir yerde birazcık para toplamışlar ona, bunun için özene bezene didiklemişler hayatını. parayı ona yok yere veriyor düşüncesi mi şüphelendiriyor onları dersin? böyle olduğunu düşünmüyorum! bu parayı fakir birini izleme fırsatı yakaladıkları için veriyorlar. bu günlerde iyilik yapmak da garip bir kılığa büründü, anacığım. eskiden de böyle miydi bu sence? ya bunu kıvıramıyorlar, ya da çok başarılılar; biri doğru, belki bundan haberiniz yoktu, öğrenesiniz diye alın size bir fırsat! diğer meselelere pek kafamız basmaz ama bu alandaki birikimimden emin olabilirsiniz! benim gibi hayli fukara biri bunların hepsini hangi kaynaktan öğrenir, böyle şeylere dair fikirleri nasıl olur? diye soracaksınız. tecrübemizle anacığım! şunu ele alın; gelişigüzel bir lokantaya girerken, 'şu perişan giysili memur bugün ne ısmarlayacak kendine acaba? ben sote-papilotte'mi atıştırırken, o belki yavan bulgur pilavına kaşık sallayacak..' diye söylenen beylere çok rastladık.

benim yavan bulgur pilavı yememle neden ilgileniyor dersin? böyleleri çoktur varenka, bu düşünceler keyiflendirir onları. bu alçakların, aşağılayıcıların bakışlarını her tarafta hissederiz. yürüdüğümüzde yere tamamen mi, parmak uçlarımızla mı bastığımız bile ilgilendirir beyleri. filan dairede altıncı derece memurun ayakkabılarındaki yırtıkların, çıplak ayak parmaklarının dışa fırlaklığı, dirseklerinin yırtılmışlığını bayıla bayıla işler, matah bir şey gibi de bastırırlar bunu. dirseklerimdeki yırtıklar seni ne diye ilgilendirir ki be herifçioğlu? bağışlayın ama, uygunsuz bir iğretilemede bulunacağım varenka: fakir insan, böylesi sorunlarda siz genç kızların bekaret çekingenliğini andıran hisler taşırlar. siz nasıl ki(kibarca olmayan sözlerimi bağışlayın) başkalarının yanında soyunamazsınız, fakir insan da, tanımadığı birinin barakasından içeri başını uzatıp bakmasından, hayat şartlarının, ailevi ilişkilerinin nasıl olduğunu görülmesinden hoşlanmaz. "

dostoyevski - insancıklar

kendisinin ilk eseri ve yazdığında 25 yaşında.. makar efendinin yoksul ve cebi para görmüş halleri, insan ilişkileri, ilişkisizlikleri, hayat böyle işte..

neyse işte, sonra aklıma geldi, zamanında kocaeli belediyesi, yardım ettiği ailelerin kadınlarına park-bahçeleri temizleme görevi vermiş ve bunu utanmadan tv'de haber yaptırmıştı. o zaman da iğrenmiştim bu yapılandan, düşündükçe hala ürperiyorum. çok aşağılık bir davranış ve sonra kaymakamlıkların yardım yöntemleri geldi aklıma. evlere girilir ve tek tek tüm eşyalar kontrol edilip, notlar alınır. sonra toplantılarda bu notlar okunur. gerçekten fakir olduğuna kanaat getirilirse eğer, o aileye yardım edilir. size şunu söyleyeyim, bu gerçek anlamda mahremiyete dalıştır. fakirsen ve yardım bekliyorsan eğer, her şeye katlanacaksın, bolca gurursuz olacaksın ve sonra bir toplantıda sana yardım edilmesine karar verilecek. akabinde seçim dönemi yaklaşmışsa eğer ayan beyan teşhir de edileceksin..


9 Eylül 2012 Pazar

yedinci gün


peheyy, ihsan oktay anar, yani moğol görünüşlü barbar yine müthiş bir roman kaleme almış. ellerine sağlık. kendisini, artık benimle konuşmayan bir kişiden öğrenmiştim. iki yıl önceydi ve üç dört ay içinde beş kitabını da bitirdim. allah bana onu tavsiye denden razı olsun. puslu kıtalar atlası ile başlamıştı, umarım daha düzinelerce roman yazar.. okumadıysanız şiddetle tavsiye ediyorum. yoksa elime falaka alıp hepinizi döverim..

"artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın."

ihsan sait'in son sözleri.

(kitaptan bahsetmeyeyim, anlatım ve kurgu yine mükemmel diyeyim)

25 Haziran 2012 Pazartesi

romanlar ve hikayeleri

metin kaçan, ağır roman'ın ikinci cildini sobada yakmış. gerekçesi ise toplumun o metinlere okumaya hazır olmamasıymış. oysa ben hazırım!..

alexandre dumas, monte cristo kontu'nu kendisi yazmamış. başkasına yazdırmış. o dönemlerde yaygın bir uygulamaymış bu ve köle yazarlar denilirmiş onlara..

kafka, yakın arkadaşı max brod'a bütün el yazmalarını yakmasını söylemiş. brod'un yakmadığı malum.

dostoyevski, kumarbaz'ı 29 gün içerisinde yazmış. gerçi o konuşmuş, stenograf olan anna grigoryevna yazmış. nedeni ise yayıncısına roman teslim etme zorunluluğu. bir süre sonra anna ile dostoyevski evleneceklerdir.

tolstoy edebiyat tarihinin fotoğrafları ile adını daha da geniş kitlelere duyuran ilk yazarıymış. kartpostal halinde basılan fotoğrafları bile satmış ve o günler için star muamelesi görmüş.

gogol, ölü canlar'ın son bölümlerini şöminede yakmayı başarmış. gerçi tamamını yakmaya niyetlenmiş, ama bu kadarını başarabilmiş! ha bu arada, ölü canlar'ın konusunu ona puşkin vermiştir.

puşkin, karısına göz koyan ve büyük ihtimal çar tarafından tutulan, bacanağı olan fransız subat d'anthès tarafından düello sonucu öldürülmüştür. çünkü karısının bu fransız ile kaçacağını duymuş ve çıldırmıştır. bu arada, d'anthès'in karısı dahil tüm baldızlarını sıradan geçirmiştir.

frankenstein'ı, yazarı mary wollstonecraft shelley, lord byron da dahil dört kişilik bir grupla isviçre'de tatilde yazmıştır. muhtemeldir ki konusu grup seks esnasında aklında gelmiştir. eser ise bir felsefi tartışmanın ürünüdür.

cervantes'in don kişot'undaki sanço panza vardır, sanço panço yoktur ve yel değirmenlerine saldırma işlemi kitabın hemen başında yer alır. ayrıca cervantes inebahtı'da bize karşı savaşmış sol elinden yaralanmıştır. daha sonraki yıllarda ise cezayirlilere esir düşmüş ve beş yıl esaret hayatı yaşamıştır.

binbir gece hikayelerindeki alaattin tembel bir çocuktur. babası ise bu tembellik yüzünden kahrından ölmüştür.

fareli köyün kavalcısı hikayesi doğruymuş. almanya'da tarihin bir vaktinde büyük bir çocuk topluluğu ortadan kaybolmuş. bu çocukların ya vebadan öldüğü, ya da askeri alındığı düşünülüyormuş. hikayenin çıkış kaynağı budur.

külkedisi masalı bize anlatılandan biraz daha vahşicedir. yazar, iki kızkardeşin ayakları ayakkabıya sığmayınca, o kızkardeşlerin topuklarını ve ayak parmaklarını kestiklerini yazmış.

jules verne'nün aya yolculuk adlı eseri, iç savaş sonunda canları feci sıkılan topçuların, kendilerine hedef olarak ayı belirlemelerini anlatır. kitabın girişi fecidir ve topçuların nasıl insan katlettikleri güzel güzel belirtilir. bu hali ile çocuk kitabı değildir. hem sonra top ateşlenir ve ayın yörüngesine giren minik bir uydu olurlar.

h.d. wells, jules verne'den daha iyi yazıyor. gerçi wells'in hikayeleri daha absürd. mesela görünmez adam, görünmezlik sıvısını bulunca ilk önce kumaşta deniyor ve başarılı oluyor. ama sonra gidip vücudunu görünmez kılıyor. ulan kullandığın elbiseleri görünmez yap ve giy onları. ne uğraşıyorsun kendinle!

george orwell ingiliz gizli servisi adına çalışan bir ajandır. 1984 ise zamyatin'den araklanmıştır. ayrıca h.d. wells, onun ortaokuldaki müdürüdür.

büyük olasıkla william shakespeare olarak bildiğimiz kişi, francis bacon'dan başkası değildi. o zaman böylesine hikayeler yazmak hoş karşılanmadığından takma ad ile o hikayeleri yazdığı düşünülüyor.

lord byron ise bir medeniyet beşiği olarak gördüğü mora yarımadasına bize karşı savaşmak için geldiğinde hayal kırıklığına uğramıştır. savaşan yunanlılar aristo, platon değil, bildiğin köylüdür, ama olayı bozuntuya vermemiştir. zaten yine mora yarımadasında soğuk algınlığından ölmüştür. ha bu arada, çanakkale boğazını yüzerek geçmiştir ve londra sosyetesinde ona vermeyen  soylu kadın yok gibidir.

boris vian, fransız polisinden kurtulmak için eserlerinin amerikalı bir yazardan tercüme olduğunu söylemiştir. zaten o yüzden hikayelerinin neredeyse tamamı amerika'da geçer. sokak vs adlarını şehir krokilerinden elde etmiş.

arthur c. clarke, 2001'i stanley kubrick'e senaryo olarak yazmış ve romanını filmden sonra piyasaya sürmüştür.

kemal tahir, kurt kanunu'nu yazdıktan sonra mete tunçay'ın "kara kemal'e sosyalist eleştri yaptırmış" lafının ertesi günü vefat etmiştir.

çetin altan ile melih cevdet anday'ın mine kırıkkanat yüzünden birbirlerine küstüğü söylenir. bildiğin kadın meselesi işte..

10 Mayıs 2012 Perşembe

savaş

futbol üzerine bir kaç taneden fazla yazımı gördüğünüzü sanmam. bursa şampiyon olduğunda büyük kulüp olma yolundaki yaptıklarını yazacaktım bir ara, vazgeçtim sonra. ama şimdi iş son maça kalınca yazasım geldi. maça daha iki gün var ama neyse işte..

futbolu hollandalılar basit bir oyun olarak görseler bile bu oyun savaş oyunudur. planlama, maliyet, strateji, taktik, enerji, gücün kullanımı, manevra kaabiliyeti, disiplin, astlar, üstler, erler, generaller, saha içinde yığılıp kalanlar, geçen sene barış özbek'in yaptığı gibi casusluk, artık şike olarak kabul edilmeyen içten adam ayarlama, kısaca her şey bu savaşın içinde vardır ve savaşın sanatını da sun tzu yazmıştır.


sun tzu der ki, "bir savaşı kazanmak için karşınızdakini tanımak zorundasınız. karşınızdakini tanımanın yolu, kendini tanımaktan geçer. bir savaşta karşınızdakini tanıyamazsanız bile, kendinizi tanımak, mağlup olmanızı engeller."

sun tzu der ki, "sonuçta, düşmanı ve kendinizi iyi biliyorsanız, yüzlerce savaşa bile girseniz sonuçtan emin olabilirsiniz. kendinizi bilip, düşmanı bilmiyorsanız, kazanacağınız her zafere karşın yenilgiyle de tanışabilirsiniz. ne kendinizi ne de düşmanı bilmiyorsanız sizin için gireceğiniz her savaşta yenilgi kaçınılmazdır."

fenerbahçe ile yıl içerisinde yapılan üç maçta olabilecek her şey olmuştur. yıl boyunca bırakın gol atmayı, asist bile yapamayan ziegler, galatasaray maçlarında gol ve asist yapmıştır. hemde en sağlam sandığınız yerden, yani sağ tarafınızdan. iki takım içinde bu maçlar çok zordur. siz bakmayın fenerlilerin "sizi sürekli yeniyoruz" geyiğine. tarihte feneri en fazla yenen takım galatasaraydır. fenerliler son maçları 1 farktan fazla kazanamamıştır. üstelik kadıköy'de son iki maçta yine bizi yenememişlerdir. kazanmasının nedeni de olmayabilecek her şekilde gol atmayı başarmalarıdır. bunu engellemenin yolu ise tam bir konsantrasyondan geçer. çıkacak dediğin topa hareketlenip kontrolüne almalısın. koşu yolu diye bir kavram bırakmayacaksın. selçuk şahin'e bile şut imkanı tanımayacaksın ve en önemlisi, gol atmak istiyorsan dönen her topu büyük bir ciddiyetle takip edeceksin. şutlar kurtarılabilir, ama dönen toplar senin olmalıdır.

sun tzu der ki, "bir rüzgar gibi hızlı, bir orman gibi sıkı ol."

fenerbahçelilerin bu seneki galatasaray maçında en çok yaptığı eylemlerden birisi de galatasaraylı oyuncuları araya almaktır. en basit bir faulden sonra bile 5-6 fenerli birden oyuncuyu çevirip tartaklamaya başlıyor. maçın başından itibaren kesinlikle buna izin vermeyeceksin. bu plan özellikle yabancı oyuncularımıza uygulanıyor.

sun tzu der ki, "ateş gibi saldır, bir dağ gibi sağlam ol."

elmander gibi saldıracaksın, melo gibi basacaksın, ujfalusi gibi güçlü kalacak, semih gibi kaleye giden sert şutlarda bile kafanı ortaya koyacaksın.

sun tzu der ki, "tüm savaşlar aldatmacalara ve şaşırtmalara dayanır."

sun tzu der ki, "düşmanın her cenahı güvenli ise kendinizi düşman saldırısına hazırlayın."

ilk maçta görüldüki hemen basıp pozisyonları gole çevirirsen, fener darmadağın olur. yeter ki o beceri o gün takımda olsun. yumruğu sürekli vuracaksın, ama en sonunda indirmeyi de bileyeceksin.

sun tzu der ki, "yenilgiden kendimizi korumak bizim elimizdedir. ancak, düşmanı yenme fırsatını bize düşman verir."

şunu unutmamak lazım, fenerin bizi yenme fırsatını daima biz onlara vermişizdir. yetenekli, usta ve hızlı oyuncuları ile sonuca gitmeyi başarmışlardır. yenmek istiyorsan bu kişilerin hareket alanlarını sınırlayacaksın. alan kalmayacak.

sun tzu der ki, "savaşta usta asker sinirlenmeyen askerdir. zaferde usta asker korkusuz askerdir. bu nedenle akıllı olan savaşı önceden kazanır, oysa cahil olan kazanmak için savaşmak zorundadır."

trabzon'un kaybetme nedeni işte bu sözde saklıdır. fenerbahçe'nin hocası maç öncesi taktik ustasıdır ve rakibini bazen sinirlendirmek bazen gevşetmek için her şeyi yapar. yeri gelir kadrolarını bile öğrenir! o numaraları yemeyeceksin. futbolcuları maçlara çok iyi hazırlanır ve saha içi tüm pislikleri bilirler. sinirlenmeyeceksin. zaferi kazanmak istiyorsan kendini kaybetmeden, etrafa korku salarak saldıracaksın. öyle ki, rakip saldırdığında başına geleceği önceden öngörsün.

sun tzu der ki, "enerji, gerilmiş yay; kararsa okun atılmasıdır."

10 Ocak 2012 Salı

kürklü venüs

mazoşizmin isim babası leopold von sacher masoch'un yazdığı, mazoşizmi tarif eden roman. kahramanımız severin(belle de jour'da da severin karakteri vardır ve o da dayaktan hoşlanıyordu. severinlerin çıkış noktası bu karakter sanırım) küçükken halasından yediği kırbaçlar sonucunda kürklü kadınlara karşı taparcasına isteklerle doluyor, onlara venüs gözüyle bakıyor ve kendinden geçiyor. wanda ile tanıştığında da kadını bir tanrıça olarak görüp taparcasına aşık olup, bu duygularına esir oluyor. kadın her ne kadar severin'in bu isteklerini olumlu karşılamasa bile sevdiği için olumlu karşılıyor. en sonunda bir kölelik sözleşmesi imzalıyorlar. ardından gelsin kırbaçlanmalar, gitsin aşağılanmalar. bu arada severin, wanda'yı da başka erkekler yüzünden kıskanıyor, ama bundan da zevk alıyor. wanda ise severin'i bir türlü gerçek bir erkek olarak görmediği için ondan nefret etmeye başlıyor. baştan severin'i sevdiği için katlandığı bu duruma en sonunda o da alışıyor ve severin'e acı çektirmekten zevk almaya başlıyor. hikayenin sonunda bir despot olan grekten hoşlanan wanda, severin'i kıskıvrak bağlıyor ve onu greke kırbaçlatıyor. bu aşağılanmaya bir yandan katlanamayan severin, bir yandan da gizli gizli zevk alıyor. evine dönüyor. wanda ise severin'e olan tüm sevgisini kaybetmiş bir halde grekle beraber floransa'yı terk ediyor.

sadizmi anlatan sade markisinin kitabı yatak odasında felsefe'yi okurken midem bulanmıştı. kürkü venüs'ü okuduğumda sadece severin'e acıdım. zaten en sonunda severin de "keşke kırbaçlayan ben olsaydım" diye bir itirafta bulunuyor. o da kendine acımış. bdsm meraklıları işin özünü bu romandan öğrenebilir. neyse, hikayenin özü olarak kadın ve erkeğin örs ve çekiç gibi olduğu, ama erkeğin çekiç, kadının örs olması gerektiği anlatılıyor.

"doğanın yarattığı gibi olan ve erkeği şimdi olduğu gibi kendine çeken kadın, erkeğin düşmanı ve sadece erkeğin kölesi ya da erkeğin despotu olabilir, ama hiçbir zaman yol arkadaşı olamaz. yol arkadaşı, ancak erkeğe hakları ile eşit olduğunda, eğitimde ve işte erkek gibi olduğunda, olabilir."

kitabı o kadar aramama rağmen hiç bir yerde bulamamıştım. netten sipariş edince bulundu, ama 1975 yılı 1. basım. ikincisi 40 yıldır yapılamıyor! sayfalar benden bile yaşlı. kitabın sonunda yazılanlar kitaptan daha güzel. yazarın, halası bayan zenobi'den gerçekten yediği dayak, iki farklı kadınla yaptığı kölelik sözleşmeleri ve yazdıklarına hayran olan biriyle yaşadığı tecrübe var. bayan zenobi gerçek bir kürklü venüs'tür ve küçük leopold ona hayrandır. onun kürkünü taşırken kendinden geçer ve fırsatını bulduğunda ayaklarını öper. akabinde dolap arkasına saklanıp halası ile sevgilisinin neler yaptığını görmek ister. sonra korkar, gözlerini kapar ve kulaklarını tıkar. tam o esnada halasının kocası, halasının iki sevgilisi ile beraber odayı basar ve bizim kürklü venüs bir aslan gibi atılarak sevgilileri odadan defeder. sonra alır eline kırbacı ve kocasını kırbaçlamaya başlar. tüm bunlara şahit olan leopold yerini belli ettiğinde halasından azarı iştir ve o da kırbacın tadına varır. bu durum hoşuna gitmiştir.

yazdıklarına hayran olan kişi ise bir erkektir ve eline kadın eli değmemiştir. hayran gizliliğe çok fazla önem verdiği için yazara kendini hiçbir zaman göstermez. karısı wanda'da bu hayranın çelimsiz başka bir versiyonu ile tanışmak zorunda kalır. karı koca von mazochlar, bu iki eşcinsel hayran tarafından terk edildiklerinden bir süre sonra bu kişilerin bavyera kralı ikinci ludwig ile hollanda prensi alexander olduklarını öğrenirler! aristokrat olmak harbiden zor iş lan! koskoca kral ve prens kadınlardan hiç hoşlanmıyorlar.
(hollanda prensi alexander)

(bavyera kralı ikinci ludwig)

16 Eylül 2011 Cuma

gösteri peygamberi

chuck palahniuk - gösteri peygamberi'nden;


 krom eşyaları cilalamanın bir yolu da maden suyu kullanmaktır.

fildişi eşyaları ve çatal bıçak takımlarınızın kemik saplarını temizlemek için limon suyu ve tuzla ovalayın.

takım elbiselerin parlamasını önlemek için kumaşı su ve amonyak karışımı ile ıslatın ve sonra nemli bir bezle üzerinden geçin.

bourguignon soslu bifteği mükemmel yapan sosun içine rendelenmiş portakal kabuğudur.

kiraz lekesini çıkarmak için lekeyi olgun domatesle ovun, sonra normal şekilde yıkayın.

pantolon çizgisi belirginleştirmek için pantolona içeriden çizgiyi içerecek şekilde sabun sürün, sonra düz çevirin ve ütüleyin. bir diğer yöntem de ütü bezini su ve sirkeyle ıslatmaktır.

fırını temizlemek için önce biraz amonyak kaynatın.

parfüm ve saç spreyini güllerinize sıkın, daha güzel ve canlı görünürler.

yapılan çalışmalara göre kleptomanlar, başkalarının penislerini çalmasını önlemek için hırsızlık yaparlarmış. başka bir çalışmada da çalmanın kontrol edilemeyen bir dürtü olduğu iddia edilmiş.

marketlerden değerli ve küçük bir mal çalmanın yollarından birisi de metal boya kutularıdır. değerli malı boyanın içine atın. x-ray ışınlarını metal bloke edermiş.

çamaşır suyu artı amonyak eşittir klorin gazı. öldürür.

vinil kapmanın üstündeki şefaf cilayı çamaşır suyu gibi bir okside edici ile ovarsanız hayatınız kayar.

en iyi toz bezi, bir bez parçasının su katılmış neftyağında iyice ıslatılıp, sonrada kuruması ile elde edilir.

pişerken çatlamamaları için rulo köftelerin üzerine biraz buz sürün.

dantellerin kolalı gibi görünmesi için onları yağlı kağıtların arasına koyup ütüleyin.

kumaşlardan bir kaç parça iplik çekin. yanmazsa yündür. yavaş yavaş yanarsa pamuktur. hemen yanıyorsa sentetiktir, polyesterdir, suni ipektir, naylondur.

biftek fırında pişerken kurumasın diye üstüne başka bir hayvanın yağı ile kaplanır.

amerika'ya getirilen ilk kölelerin bir kısmı toprak yiyerek intihar edermiş. buna jeofaji denirmiş.

şömine tuğlaları kum püskürtmeden temizlenemez.

bacadaki kurumu temizlemek için soba/şömine içinde çinko yakılmalıdır.

amishler düğmeleri olmayan gömlek, mormonlar özel iç çamaşırları giyer. mennocular kilise yerleşimi dışına çıkamaz.

13 Eylül 2011 Salı

carl jung testi

size palahniuk'un günce'sinde okuduğum bir carl jung testi yapayım dedim. bilmiyorsan eğlenceli bir şey, zor soru yok. cevaplamak isteyen yorumlara cevabını bırakabilir veya ytravisbickle@hotmail.com adresine cevaplarını yollayabilir. ben cevaplardan yola çıkarak sonucu yazarım size.

en sevdiğin renk ne? bu rengi 3 kelime açıklayın ve sizce o renk neyi temsil ediyor?

aklına gelen ilk hayvan ne? 3 kelime ile, sence neyi temsil ediyor?

en sevdiğin su birikintisi ney? 3 kelime ile, sence neyi temsil ediyor?

(bu su birikintisi her şey olabilir. nehir, göl, şelale, deniz, akarsu, küçük bir su birinkitisi, akvaryum, okyanuslar veya manavgat şelalesi, sakarya nehri, atlas okyanusu, hangisiyse işte)

kapısı ve penceresi olmayan, içi aydınlık, bembeyaz bir odanın içindesin? hissettiğin 3 duygu ney?

size ıssız bir adaya düşerseniz yanınıza alacağınız 3 şeyi sormuyorum, basit bir kişilik testi...

not: yorumlara bırakılan cevapları yarın cevaplayacağım. sonra direkt yorumlardaki cevaplara bakarsanız testin bir anlamı kalmaz :)

18 Ağustos 2011 Perşembe

balık çağı bitip, kova çağına girerken

sevgili okurlarım, malumunuz üzere gezegenimiz tam bir küre değil, bildiğin geoid. işte bu yüzden, gezegenimiz kendi etrafında dönen bir topaç gibi yalpalar sürekli. bu yalpalama yüzünden de, dönüş ekseninden geçtiği düşünülen bir doğru, 25800 yıl sonunda tam bir tur atar ve daire çizer. işte bu yalpalama yüzünden presesyon dediğimiz hadise ortaya çıkmıştır. her 2150 yılda bir, biz bir burcun yıldız kümesini görürüz ve tarihlendirmemizi de geniş manada buna göre yaparız. misal, şimdi gezegen olarak balık burcundayız. yani bizim sabitimiz balık burcudur. aslında tüm burç tarihlendirilmesinin de buna göre yapılması gerekiyor. bu burç işi çıktığında bizim sabitimiz koç burcunun yıldız kümesiydi ve burçları bulan mısırlılar o sabite göre burçları ayarlamışlardı(burçlar koç ile başlar biliyorsunuz, nedeni de budur). ama şimdi balık burcundayız ve burçlarınızın da kayması gerekiyor. herkes burcunu bir yana kaydırırsa bu işlem hallolur.

ama işin daha ilginç noktası ise bu döngü sonucunda elbet tüm yıldızların da konumu değişecektir. kutup yıldızımız da değişecek. bugün için yıldızımız polaris'tir. gelecekte vega olacak. tabi bunları kuzey yarım küre için konuşuyoruz. güney yarım küre bu işten anlamaz!

işin bu kısmı sorun değil elbet. esas sorun şu ki, balık burcunda geçirdiğimiz 2150 yılın sonu bu sene. seneye kuzey yarım küre olarak kova burcuna gireceğiz. onun yıldız kümesini göreceğiz. aslında kova yanlış bir çeviridir. o kova değil, su taşıyıcısıdır. neyse, burçların başlama noktası koçtu ya hani, bugün için balık olmuştu, seneye doğacak çocuklarınız için bu işlem kova ile başlar. sabitimiz artık koç değil, kovadır ve 2012'den itibaren doğacak çocuklarınızın gerçek burçları iki burç ötesidir. daha kısa yoldan anlatırsam, eğer burçlar seneye keşfedilseydi burçlar kova üzerinden başlayacaktı. şimdi 21 mart-20 nisan koçtur ya, sene o tarihler kova olacak. bu sene için ise o tarihler balıktır.

neyse, rivayete göre bu işi ilk kez yunanlılar keşfetmiştir. çünkü bahsettiğimiz süre 2150 yıl, boru değil. açıdan dolayı yıldızları gördüğünüz noktanın kaymasını fark etmeniz en az 100 yıl sürse ve 2150 yılın sonunda başka bir yıldız grubunun geldiğini görseniz ve bu döngünün de 25800 yıl sürdüğünü bilirseniz eğer, sizce bu burçlar, bu gözlem nasıl ortaya çıkmış olabilir. bu işi ilk kez hipparchus adlı bir antik yunanlının keşfettiğini düşünmek bildiğin safdilliktir ve hatta aymazlıktır. üstelik bu herif bu gözlemleri rodos ve iskenderiye'de yapmıştır. iskenderiye'de büyük mü büyük bir kütüphane var. neyse işte, bu nesiller boyu süren bir gözlemin sonucu olabilir. üstelik yazı bildiğiniz üzere sadece 6000 yıl önce sümerler tarafından keşfedilebildi. 25800 seneden bahsediyoruz, dikkat edin.

ve tarihler bugünden yaklaşık 12000 yıl önceyi gösterirken insanlar urfa-göbekli tepe'de ilk yerleşimlerini kurdu. bir zamanlar avlayan ve toplayan, ara sıra mağralara resimler çizen insan oğlu,  kendi şehrini ilk kez inşaa etti. resimlerine, kendi elleriyle yaptıkları duvarlarda devam ettiler, toplayıcılıktan vazgeçtiler ve tespit edilebildiği kadarı ile yabani başak tanelerini ektiler ve tarıma geçtiler. kendi kült merkezlerini bitirdiler ve çatalhöyük(8000 yıllık) dahil bir çok yerde görülen T şeklindeki şehirlerini kurdular. hem de bu işlemleri stonehenge'den 7500, piramitlerden 6000 yıl önce yaptılar. bilinen en eski şehri kurdular. ana tanrıça kültü için yapılan bu çalışmalar sizce sırf tapınım için miydi? stonehenge'nin gökyüzü gözlemlerinde kullanıldığı artık biliniyor. göbekli tepe ve çatalhöyük'ün de bu gözlemler için kullanıldığı oldukça bariz aslında. bu tür yerleşim yerleri zaman aralığı kısaldıkça batıya doğru yayıldığı ve litvanya-sırbistan çizgisine kadar vardığı görülüyor. taa o zamanlardan başlamak üzere insanoğlu kendini ifade etmek için resimleri kullanıyordu. aşağı yukarı yüz resimlik bir yazıları vardı. yaklaşık 8000 yıllık bir zaman diliminde hemen hemen bulunan her yerleşim yerinde aynı resimlerin kullanıldığı görülmüştür(neolatik çağ).
(göbekli tepe)

göbekli tepe'nin diğer ilginç yanı ise, yağmalanmaması ve üstünün bilerek kapatılmasıdır. 4500 yıl kullanıldıktan sonra üzeri örtülmüş ve şehri terk etmişlerdir. mekan, tabu(dokunulamaz) haline gelmiştir. bu tarih, aşağı yukları barbar hint-avrupa kabilelerinin(günümüz avrupalılarının ataları) akın akın hindistan'dan çıkıp, her yanı yağmalamaya başladıkları tarihtir. mısır hariç, önlerinde kimse duramamıştır bu barbar kavimlerin. malum, mısır'ın da coğrafi avantajı var.

tarih eskidir, kayıtlar da eskidir, gökyüzü gözlemleri insanlar kendilerini bildi bileli yaptıkları bir eylemdir.

2012'ye denk gelen sonların bir listesini vermek ferekirse eğer;

- balık burcundan kova burcuna geçiş yılımız.
- burak eldem'in hesabına göre marduk'un tahmini geçiş yılıdır.
- maya takviminde altıncı nesil insanın sonu.
- güneş patlamalarının olacağı ve dünyanın kutuplarının kayacağının öngörüldüğü yıl.
- bazı kişilere göre foton kuşağına girip bilinç atlayacağımız yıl.

(eklemek isteyen yazsın)

kaynak: burak eldem - kozmik okyanus

(burak eldem'in saklı tarih üçlemesi'nin son kitabı kozmik okyanus da çok iyi)

son bir bilgi daha vereyim, bu kozmik hadiselere ilişkin olarak. yazarı serhat ahmet tan. kitabın adı ise hızır. neyse;

kehf suresi: 60-65:

bir vakit musa genç adamına demişti ki: "durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim." her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. balık, denizde bir yol tutup gitmişti. (buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde musa genç adamına: kuşluk yemeğimizi getir bize. hakikaten şu yolculuğumuz yüzünden başımıza (epeyce) sıkıntı geldi, dedi. (genç adam:) gördün mü! dedi, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. o, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti. musa: işte aradığımız o idi, dedi. hemen izlerinin üzerine geri döndüler. derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

yazar bu ayetlerde geçen buluşmayı geçmişte değil, gelecekte olduğunu vurguluyor. balıkların suda kaybolması bu buluşmanın balık çağının bittiği ve kova çağının başladığı zaman olacağını söylüyor. ona göre bahsi geçen musa, bizim bildiğimiz musa değildir. yahudileri temsil eder. musa'nın bulduğu rahmet verilmiş kişi ise hızır'dır ve hızır ile musa'nın buluşmasıyla yahudilerin hüküm sürebileceği bir çağ başlayabilir. çünkü hızır zaman yolcusudur ve yahudiler bu teknolojiyi hızır'dan alırlar.

ama bu hikaye, büyük iskender'in, ölümsüzlüğün peşinde bilge matun ile beraber koştuğu hikayeye çok benzer. o hikayeye dair ayrıntılar bu blogda vardır yine.

12 Ağustos 2011 Cuma

de tribus impostoribus

adı latince’de “üç sahtekar/üç sahtekara dair” anlamına gelen, hristiyan orta çağının sonlarında, röneransın başlangıcı civarında ortaya çıkmış gizemli bir kitap. kaynaklarda daha ziyade "the three imposters", "les trois imposteurs" olarak geçer. tommaso campanella'ya göre bu kitabın ilk basım yılı 1538'dir. bu kitap, insanlığın peygamber olduğunu iddia eden musa, isa ve muhammed adında üç kişi tarafından kandırıldığı tezini savunmaktaydı. bir çok konsil tarafından şiddetle yasaklanan kitabın yazarının kim olduğu bilinmemektedir. bir iddiaya göre pek çok dile çevrilmiş, ancak sistematik bir şekilde yok edilmiştir. bununla beraber ortaya çıktığı tarihlerde çok büyük yankı uyandırmış olduğundan, dönemin el yazmalarından ve başka kitaplarından konusu ve içeriği hakkında fikir sahibi olmak mümkündür. papalık, kitabın tüm nüshalarını yok etmek için çok uğraşmıştır.

kitap, musa'nın çıraklıktan yetişme bir büyücü olduğunu ve çölü geçtikten sonra aklını yitirip kendini ölümsüz sanarak ve bir çukura atlayarak öldüğünü, isa'nın babasının pandira adında bir asker olduğunu iddia eder. muhammed'in ise bu üç sahte peygamber arasındaki en şanslı kişi olduğu vurgulanır. çünkü muhammed, bir hristiyan keşişle bir yahudi'nin yardımıyla edindiği bilgiler sayesinde yazdığı kuran'ı araplar arasında yaymayı başarmıştır. yine de onun gerçekten peygamber olup olmadığını anlamaya çalışan bir yahudi tarafından zehirlenerek öldürürülür. kitap, sadece üç büyük dinin peygamberlerini eleştirmekle kalmaz, tanrı kavramını da masaya yatırır.

kitabın esin kaynağı olan kişi olarak islamdaki akılcılığın(mutezile) en büyük temsilcilerinden biri olan ve avrupa'da rhazes adıyla tanınan iran asıllı ebu bekir er razi(razi) olduğu söylenir. dünyadaki ilk katarak ameliyatını ve diş dolgusunu yapan, antiseptiği kullanan, maymunları da denek olarak harcayan kişidir razi. ama sadece tıpla ilgilenmemiştir. felsefeylede uğraşmış çok büyük bir bilim adamıdır. şöyle demişliği vardır;

"peygamberlerin mucizeleri dinin efsane bahsine aittir, doğru değildir. dinlerin birbirleriyle zıt olmaları insanlığın sürekli olarak anlaşmazlıklara düşmesine ve savaşmalarına yol açar. din felsefi düşünceye ve ilmi araştırmaya ve gelişmeye düşmandır. plato, aristo, euklide, hippokrates gibi düşünür ve alimler dinlerden çok daha fazla insanlığa hizmet etmektedirler. insanlığın dinlere ve peygamberlere itimat ve itaati gelenekten ve zihni tembellikten kaynaklanır." 

8 Temmuz 2011 Cuma

seviyordum sizi

satırlar aleksandr sergeyeviç puşkin'in. karısı natalya'ya(uğruna rus ordusu ile beraber erzurum'a kadar süren yolculuğu vardır) kur yapan george charles d'anthèsile adlı fransız subayı düelloya davet eder ve karnından vurulur(olayın komplo olduğu da söylenir). iki gün sonra da ölür. öldürüldüğünde otuzsekiz yaşındadır. petersburg'da halk galeyana gelmiştir. ölümünden yüz yıl sonra yayınlanmasını istediği gizli günce'si çok ilginçtir;

"bir erkeğin arzuları güçlendikçe “kadın” kelimesini “vajina” kelimesinden ayırması zorlaşır. erkeğe vajinanın yanında kadının varlığındaki herhangi bir şeye gözlerini açtıran tek şey tatmin edilmiş arzudur. işte bu yüzden zeki kadın ilk olarak erkeğin hayalini vajinasından kurtarmak için kendisini verir. böylece vajinaya doymuş bir halde kadının sahip olduğu akıl, yetenek, nezaket ve tüm güzelliğini takdir edebilecek hale gelir."

"kadınlar sahtekarca, sosyete hanımefendileri istemiyormuş gibi, fahişeler düzer gibi verirler."

"çok yavaş yerleştirmiştim ve polinka bacaklarını omuzlarıma atmak zorunda kalmıştı. “böyle geniş omuzlara sahip olmanız çok güzel lordum” diyen oydu ve ben kadınların neden dar omuzlu erkeklerden hoşlanmadıklarını öğrenince çarpılmıştım."

neyse, konu kitabı değildi, bu sevdiğim şiiri kopyalamak istemiştim. çarpıldığı bir kadını anlatıyor sanırım ve günce'sinden sonra bu şiiri yazma nedeni de bellidir aslında!

seviyordum sizi: ve bu aşk belki
içimde sönmedi bütünüyle;
fakat üzmesin sizi artık bu sevgi;
istemem üzülmenizi hiçbir şeyle.

sessizce, umutsuzca seviyordum sizi,
kah ürkeklik, kah kıskançlıkla üzgün;
bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki,
dilerim bir başkasınca da böyle sevilin.

çeviri: ataol behramoğlu

12 Nisan 2011 Salı

derdâ ve derda

(piyasaya çıktığı için yazayım)

az, hakan günday'ın, kinyas ve kayra'dan sonra okuduğum en iyi romanı olmuştur. bitirdikten sonra belki ağzınızda bir zargana tadı bırakabilir. o da belki. yine de bu roman çok güzel. nasıl bahsetsem bilemedim ki şimdi. fazla yazıp kitaptan alacağınız zevki aza indirgemeyeyim. ama kinyas ve kayra'da, kayra'nın ağzından laf çaktığı `oğuz atay`'a, kendi üslubu ile büyük hayranlığını ve saygısını dile getirişi, karakterlerin kendisi, inanılmaz olmasına rağmen onun kaleminden çıktığı için normal olan tesadüfler ve birbirlerinden haberleri bile olmadan, birbirlerine kavuşmak için 40 yıl bekleyen derdâ ve derda.

10 Nisan 2011 Pazar

az

27 mart 2009 cuma. yer: bu blog. başlık: kelime oyunu

az:

şahsi kanaatim odur ki en muhteşem kelimelerden birisidir. a ile başlayan z ile biten, türkçenin en kısa ikinci kelimelerinden biri olmasına rağmen anlamı öz, ama a ile başlayıp z ile bitmesi ile tüm harfleri içine alan muhteşem yapım kelimi.

10 nisan 2011 pazar. az - hakan günday

"diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? haklısın. Belki de çok az... o zaman şöyle demeliyim: seni az tanıyorum... az...

sen de fark ettin mi? az dediğin, küçücük bir kelime. sadece a ve z. sadece iki harf. ama aralarında koca bir alfabe var. o alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. sana söylemek isteyip isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. biri başlangıç, diğeri son. ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. yan yana gelip de birlikte okunmak için. aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. senin ve benim gibi..."

kitabı buldum en sonunda. korsan değil, satın alma falan yok, bir basın numunesi buldum :). yarın akşama, daha kitap piyasaya çıkmadan bitireceğim :) ama sorun o da değil. insan büyük bir hayranlık duyduğu bir yazarla aynı kelime üzerinde düşünmüş ve farklı cümlerle aynı şeyi ifade etmişse eğer, bu inanılmaz bir mutluluğa neden oluyor. valla bak. ulan, hakan günday ile aynı kelime üzerine yoğunlaşmışım, heyyt be, seviyorum bu adamı :)

kitaptan bahsetmeyeceğim. 12 nisandan sonra...

not: satın da alacağım...

not 2: yazdığım bölüm kitap arkası alıntıdır.

31 Mart 2011 Perşembe

kegel egzersizi

gavurlar elektriği bulunca ilk önce elektrikli dikiş makinasını, akabinde vantilatörü, sonra vibratörü icat etmiştir. sıralama bana çok mantıklı geldi, dikiş makinası sanayi devrimini, vantilatör rahatı, vibratör ise keyfi ve zevki temsil ediyor. yani sanayi devrimi ile oluşan burjuva zevkleri bundan daha iyi anlatılamazdı. vibratör icat edildiğinde tarih 1890'dır.

oysa bizde durum biraz farklı. biz önce ihlas ısıtıcıyı, akabinde ihlas şofbeni, daha sonra elektrikli fırını icat ettik. hala daha ısıtıcı üzerine ısıtıcı üretiyoruz ve bu teknolojide oldukça yol aldık. yakında kuantumu kullanarak ısıtıcı bile yapacaklar! neyse ağbi konuyu nereye geldi. bu ansiklopedik bilgiler chuck palahniuk'un(soyadını yazıldığı gibi okuyorum, doğrusunu bile yazsın) ölüm pornosu isimli son romanında geçiyor. artık 6 ayda bir bir palahniuk romanı çıkıyor. daha türkçeye çevrilmeyen 3 romanı var. eylül gibi bir romanı daha çıkar. neyse, kitap klasik palahniuk romanıdır, güzeldir, neredeyse her romanı gibi başı hafiften sıkıcıdır. bol bol ansiklopedik bilgi verir. hatta size bir bilgi daha vereyim. şişme bebeklerin hikayesi;

birinci savaşta hitler alman ordusunda yaya haberciydi ve alman siperleri arasında mesaj getirip götürüyordu. alman askerlerinin fransız genelevlerini ziyaret etmesi gücüne gider. bu ihtiyacı binaen ikinci savaşı yönetirken alman soyunun saf kalması ve zührevi hastalıklardan askerlerini uzak tutmak için şişirelibilir bebeğin yapılmasını talimatını verir. bu bebeğin saçları sarı, göğüsleri kocamandı. ama müttefikler dresden'i bombalayınca bebekler dağıtılamadı!

gördüğünüz üzere bir manyağın bile böyle ilginç projeleri olabiliyor. oysa bizde en fazla fatmagül'ün şişme bebekleri üretiliyor. ister tecavüz et, ister ağzına ver. hahaha, hiç komik değil, cidden bak, sevmiyorum bu tür şeyleri. ama tecavüzleri önleyecekse eğer her bekar evine bir şişme bebek dağıtılsın. kömür, kuru fasulye dağıtılır gibi yapılsın. valla bak, belki bu sayede kız arkadaşını beklerken eve gelen çocuklara akla hayale gelmedik şeyler yapılmaz. etraf sadist dolu a q.

sadist demişken aklıma geldi. ağbiciğim sadizm sevgilinizin meme uçlarını sıkıştırarak veya sırtında topuklu ayakkabıyla yürüyerek acı çekmesini sağlamak ve bundan zevk almak değildir. sadizmin sınırı yoktur. her türlü acıdan zevk alınır. sade markisinin yatak odasında felsefe'sini okuyan bir insanoğlu kitapta bahsi geçen eylemlerin büyük bir çoğunluğunu midesi kalkmadan okuyabiliyorsa o kişi sadisttir. uzak durmak lazım. hatta koluna "bu kişi sadisttir" diye bir band yapıştıralım. valla bak!

sadizmi nasıl tarif ederim size, hmmm, neron siki kalksın diye bazen insan kurban edermiş. işte sadizm böyle bir şeydir. hatta sadizm aristokrasinin ta kendisidir, ahlakıdır. gerçi neron'un delirmesine neden olan şeylerden birisi de kurşundur. kurşun zehirli bir maddedir ve o zamanlar makyajdan su borularına kadar her şeye katılırmış. bol miktarda kurşuna maruz kalmak insanı delirtir. caligula ve neron'un sadist olması yetmezmiş gibi kurşun yüzünden çıldırmışlardır da.

neyse, kitaptan devam edeyim. bu ansiklopedik bilgi kadınlar için! kegel egzersizi varmış(kadın ve jinekolog olmadığım için elbette ne olduğunu bilmiyordum). kalıba dökülmüş silikondan yapılmış ve ağırlığı yediyüz -bin gram arasında değişebilen, çapı 2 santimlik bir top. topu içine sokuyorsun ve pelvik kasını kasıyorsun. mesela bu sayede size tecavüz eden birisinin penisi sıkıştırıp karakola kadar götürebilirsiniz! işin abartısı bu tabi. kitapta anlatma amacı, porno yıldızı kadının 600 kişi ise seks yapıp ve bunu filme alması. yani dünya rekorunu deniyor!

eskiden asyalı kadınlar içlerine civadan yapılma iki top sokarlarmış. civa, bütün gün yön değiştirip topları hareket ettiriyormuş. böylece toplar vajinadaki kasları güçlendirirmiş. üstelik kadınları da ateş basıyormuş. bu asyalı kadınların kocaları eve gelince, tüm gün civalı toplar yüzünden kızışmış kadınlar kocalarını kapı önünde becerirmiş. ama civa zehirli bir madde. kadınları çıldırtıp ölmesine neden oluyor. şimdi asyalı kadınlar yeşim taşlı toplar sokup bu işi yapıyormuş. 

22 Şubat 2011 Salı

çoluk çocuk

mina urgan'ın bir dinazorun anıları adlı otobiyografisini okuduğumdan beri en zevkle okuduğum otobiyografi, patti smith'in bu otobiyografisidir. gerçi otobiyografi demem yanlış olabilir. tam olarak nasıl adlandıracağımı bilemiyorun. ben patti smith'i free money'den bilirim. harbiden çok güzel bir parçadır. davulun ritmi ve kadının sesi sizi yerinizde sabit bırakmaz ve hareket ettirir. kitap falan yazdığını da okumuştum, ama yazdığı bir şey hiç karşıma çıkmamıştı. ta ki çoluk çocuk'a kadar. inanılmaz güzel yazmış.

janis joplin her "adamım" dediğinde sanki bana demiş gibi geldi. tüm gece dans ettiği erkek, genç bir kadınla çıkıp gidince, başını sanki benim omzuma koyup ağladı. jimi hendrix'in o büyük projesinin ortada kalmasına ben içerledim. kitap, okuyan ile birebir iletişimi mükemmel sağlıyor. çevirmen, müthiş çevirmiş.
jack kerouac bile var ya hu. yazı yazdığı mekanlardan bahsediyor(68'den önce aşırı alkolden ölmüştü). allen ginsberg patti'ye erkek sandığı için kur yapıyor. william burroughs falan, vayy be, tanımadığı ve ölümünü görmediği kimse kalmamış gibi neredeyse. jim morrison hariç. kitap, beat jenerasyonundan 68 kuşağına geçişi, 68'lilerin yaşadıklarını ve masallara konu olabilecek sonlarını müthiş anlatıyor. ama en çok, mükemmel bir ilişkiyi tarif ediyor. başlangıcındaki mucizelerinden şimdiye kadar devam eden mükemmel ötesi bir ilişkidir bu. robert mapplethorpe ile olan ilişkisi. ilk kez new york'a geldiğinde görür. sonra açlıktan ölmemek için çalıştığı kitapçıda. akabinde de bir bilim kurgu yazarının yatağına düşmemek için çabalarken yolda. akabinde sevgili olmaları ve dostluğa dönüşmesi ve birbirlerine bir şeyleri başarıncaya kadar destek olmaları, robert aids'den ölünceye kadar geçen süre. 70'lerde uyuşturucu, 80'lerde ise aids 68 kuşağını yok etmiştir.

şunu da yazmadan geçemeyeceğim. evet, patti smith 19 yaşında evini terk ediyor. fabrika işçisi olmak istemiyor. çok azimli ve başarmak istiyor. ama çok şanslı. jersey'den trene atlayıp new york'a giderken parasının trene yetmediğini görüyor ve ne yapacağını şaşırmış bir haldeyken içinde 32 dolar olan bir cüzdan buluyor. new york'da açlıktan sürünürken iyi insanlara rastlıyor. en sonunda belkide batağa düşecekken her şeye birlikte göğüs gerecekleri robert'ı tekrar görüyor vs vs. şans sanırım azimli insanın yanında. azimli olmazsan şans sana gülmez. ama şans da lazım. çünkü patti smith istediğini yapabilmiştir en sonunda. yapamayan kişilerin sonlarından da bahseder. azim bu yüzden gereklidir. bu arada her şeyin patti'nin saçlarını keith richards tarzına döndürmesiyle başladığını da söylemeliyim :)

16 Şubat 2011 Çarşamba

tembellik hakkımız, söke söke almalıyız

marksizmi fransa'ya ilk getiren kişi, 1842'de küba'da doğan, babasının babası fransız, annesi siyah-beyaz melezi, annesinin babası fransız yahudisi ve annesi karaibli bir kızılderili olan, marx'ın damadı paul lafargue'dır. fransa'ya 9 yaşında göçmüşlerdir. kendisi marx ile tanışmadan önce anarşizmin babalarından proudhon'dan etkilenmiştir. yazdığı en önemli yapıt ise das kapital'dan sonra en çok bilinen komünist yayın olan tembellik hakkı'dır.

hayatı maceralı geçmiştir. tıp okurken, paris'te hükümete karşı direnişe geçen gençleri kışkırttığı gerekçesiyle akademiden uzaklaştırılır ve londra'ya gider. zaten bu sayede marx'ın kızı laura ile tanışabilmiştir. marx'ın engels'e yazdığı mektuplardan birisinde, lafargue'ın ingilizlere özgü soğukkanlılığı benimsemezse kızının ona kısa sürede güle güle diyeceğini belirtmiştir. evlenmelerinden sonra 3 çocukları olmuş, ancak hiçbiri yaşamamıştır. neyse, paris komününen sonra ispanya'ya kaçmış ve kapital'i ispanyolcaya çevirmiştir. 1877'de, tembellik hakkı'nın yayınlanacağı egalite dergisinde yazılar yazmaya başlıyor. 1891'de milletvekili seçilir. fransızların bir kısmı ise marx'ın damadı olması sebebiyle almanya'ya gitmesi gerektiğini söylüyorlar. 26 kasım 1911'de, karısı laura ile beraber intihar eder. şahsen beni feci şekilde etkilemiş bir intiharı vardır. mektubunda şöyle der;

"bedence ve ruhca sapasağlamken, yaşama zevk ve sevinçlerini birer birer elinizden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum. yıllardır 70 yaşımı aşmamaya söz verdim kendi kendime. yaşamdan ayrılmanın yılı olarak bu dönemi seçtim ve kararımı uygulma yolunu tasarladım; deri altına siyanür enjekte etmek. 45 yıldan beri kendimi adadığım davanın, yakın bir gelecekte başarıya ulaşacağından emin olmanın büyük sevinci ile ölüyorum."

neyse, tembellik hakkı adlı çok güzel eserinden bol bol bilgiler vererek ve günümüz türkiye'sinden de kendim bahsederek tembelliğin nasıl hakkımız olduğundan bahsedeceğim.

1800'ler fransa'sı günümüz türkiye'sine oldukça benziyor. o zamanlar işçi sınıfına büyük bir çalışma aşkı pompalanmaya başlanıyor. rahiplerden iktisatçılara kadar herkes çalışmanın kutsallığından dem vurur. oysa tanrının kendisi bile 6 gün çalıştıktan sonra yedinci gün dinlenmiş ve bir daha da çalışmamıştır(arada kitaplar ve peygamberler yollamıştır)! şimdi günümüz türkiye'sinde de bir grup insan emekli olmayı hiçbir zaman istemiyor ve bu çalışma aşkı ile yanıp tutuşuyor. çocuklar çalıştırılamadığı için okullarda bu yönde bir eğitim veriliyor. küçücük çocuklara sabahın köründen başlamak üzere 5 saat sadece öğretim verilip(eğitim es geçiliyor), okuldan sonra da ders çalışmaları isteniyor. temel amaç ise çalışmanın zirve yaptığı öss dönemine kadar gitmektir. elbette çalışma burada bitmiyor. bu tempoya alışmış ve makineye dönen bünyeler girdikleri iş yerlerinde de saatlerce çalışıyor. evlendiklerinde ise günde 8, bazı mesleklerde 12-14 saat çalışmaları yüzünden çocuklarına gerekli vakti ayıramamıyorlar ve sonuçta uyumsuz nesiller yetişiyor. günümüz insanını bu psikopat duruma getiren neden öncelikle okullardır. akabinde ise gerekli vakti maalesef ayıramayan aileler. tüm bunların nedeni ise insanları 4 saat çalıştırıp, gerekli parayı da vermek varken daha fazla çalışmaya teşvik eden devlet ve kapitalistlerdir. insanlar hem saatlerce çalıştırılıyor, hem gerekli maaş verilmiyor, üstelik sınırsız ihtiyaçlar üretip, kredilere boğulup daha fazla çalışmalarına neden olunuyor. artık ağır işlerde çalışanlar nazım hikmet'in dediği gibi sapsarı iskeletlere dönmüşler, masa başlarındakiler ise göbek bağlamak ve eritmek için ekstradan çalışmaktadırlar. oysa insanlar doğal tembellik dürtülerini reddederek çalışmayı seçmişler ve cezaları büyük olmuştur. bireysel ve toplumsal sefaletin tek nedeni çalışma tutkusudur. ne küçük toprak sahipleri mutludur, ne de küçük esnaf. ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar sefalete mahkum olacaklardır. başlarını soktukları küçük evlerden kafalarını kaldıramayacaklardır.
oysa çalışmak eski yunandan beri aşağılık bir davranış olarak görülmüştür. çalışan kesim asla ve asla şehir meclislerine alınmamışlardır. çünkü çalışanların sağlıklı düşünüp şehir için gerekli kararı alamayacağını düşünürlermiş. bu yüzden çiftçilik gibi beden işlerini kölelere devretmişlerdir. yunanlılar için çalışmamak, altın çağın, yani cennetin bir simgesidir. çünkü aylaklık, tanrının bir hediyesidir. cennet imgesinin kendisinde de zaten çalışmamak ve aylaklık vardır. çalışmak o kadar aşağılık bir davranış olarak görülmüştür ki eski türkler tarımdan nefret etmişler ve hayvancılıktan başka bir şey yapmamışlardır. hatta eski türkler tarım yapmak yerine her şeyi yapmayı göze almışlardır. tiksinmişlerdir. sadece 150 yıl önce yörükleri yerleşik hayata geçirmek için devlet az uğraşmamıştır. onları zorla bir yerlere bağlamıştır. buna rağmen yerleşik hayata geçen yörüklerle manav diyerek dalga geçmişlerdir. gerçekte tarım, insanlıkta köleliğin ilk belirtisidir. düşünün bir, çalışmayı çok seven ve çiftçilikle uğraşan kabil, hayvan beslemekten başka bir şey yapmayan kardeşi habil'i öldürmüştü. çalışmak kelimesinin fransızcası işkence kökündendir. türkçesi ise çal fiilinden türemiştir. çünkü bizim atalarımız rızıkları için yağmaya çıkmışlardır!

dinde reform hareketinin bir nedeni de burjuva ve aristokrasinin çalıştırma tutkusudur. çünkü katolik batıda pazar tatilleriyle beraber yılda 90 gün tatil vardı ve fransız ihtilalinden sonra ilk yapılan iş haftayı 10 güne çıkarıp geri kalan tatilleri iptal etmekti. yılda sadece 36 gün tatil kalmıştı! sanayi ve ticaret burjuvasının dinsiz olmasının yegane nedeni bu 90 günlük zorunlu tatilden başka bir şey değildir. tatiller yok edilip 1800'lere geldiğimizde çalışma o kadar önemseniyordu ki, ideal çalışma evleri planlamış ve bu sayede günde 14 saat çalışma ayarlanmıştır. üstelik bu evlerdeki kadın ve çocuklar da aynı süreyle çalıştırılacaktır! daha sonraları belçikalılar çocukları 12 saat çalıştırmak için ilginç bir yöntem bulmuşlar ve çalışırken şarkı söylemelerine izin vermişlerdir! günümüz istanbul'unda bile bu hak tekstil işçilerinde yoktur. 8 saat normal mesai ve fazla mesai süresinde hiçbir tekstil işçisi ne sağına bakabilir, ne de soluna. sadece işini yapmak zorundadır. üstelik başlarında da bir usta vardır ve kölelerine emir veren kişiler gibi davranıp, bu sağa sola bakma ve kaytarmama işini denetler. mesai sonunda yorgun argın evlerine gelen bu kadın işçiler yemek yapacak, çocuklarıyla ilgilenecek ve kocasını tatmin edecektir. üstelik saatlerce süren yol da cabasıdır. bu rezil duruma genelde emekli olmak için katlanıllmaktadır. sendikaların neden tekstile giremediklerini bu köle düzeni açıklar sanırım. şimdi en azından emeklik var. oysa 1800'lerde bu hak yoktu ve işçi babalar, çalışma tutkusuna kapılıp, kadınlarını ve çocuklarını patronlarına teslim ederlerdi. hepsi büyük fransa için!

o sıralar tüm avrupa büyük bir çalışma tutkusu uğruna, günde 16 saate varan çalışmalarla teslim alınmıştı. tüm gürbüz çocuklar, tüm göbekli kadın ve erkekler burjuvaydı. çalışan ise sapsarı iskelet gibiydi. oysa kürek mahkumları bile günde 6 saat, antillerdeki köleler 9 saat çalışıyordu. devrimden sonra insan hakları bildirgesini ilan eden fransa'da ise 1,5 saat yemek molası dahil günde 16 saat çalışıyordu ve bütün büyük yazarları çalışma aşkını teşvik ediyordu. herkes işçilere toplumsal zengilinliği artırmak için çalışmaları gerektiğini söylüyordu. oysa yoksul ulusların halkının rahatı yerindeyken, zengin ulusların halkı hem yoksul, hem de bitkindi. fabrika işçiliği dediğimiz işçilik türü neşeyi yok eder, yaşamaya değer ne varsa öldürür. yaşamaya değer bir şey yoksa ölmek gerekir. oysa amazonlarda yaşlı ve sakatlar, savaşların ve dansların tadını çıkaramayacakları için, dostluk belirtisi olarak öldürülürmüş. yakın zamana kadar isveç kilisesi bile yaşlıları acılarından kurtarmak için aile topuzları ile öldürülüyordu. bu gelenek kafkaslarda da, almanya'da da vardı. neşe ve eğlence yoksa, sadece uyumak ve çalışmak varsa eğer hayatta, yaşamaya gerek de yok. çünkü kekndiniz için değil, başkalarının rahatı için yaşıyorsunuzudur. tekstilde çalışanlar asgari ücrete talim ederlerken, diktiklerini almaya bazen 10 aylık maaşları bile yetmiyor.her şey burjuva için, tüm savaşlar burjuvanın satış ve hammadde tekelini almak için. tüm karalar ve denizler burjuvanın daha çok para kazanması için, ülkeleri için savaştıklarını düşünen kişilerin kanları ile kızıla boyanmıştır. devletin ortaya çıktığı andan beri, dinlerin hükmedici emirleriyle beraber emredilen tek şey itaat ve çalışmaktır.

bir yunan şair, su değirmeninin bulunmasını büyük bir sevinçle karşılayıp, altın çağın geri geleceğini umarak şöyle demiş;

siz ey değirmenlerde çalışan kadınlar! değirmen taşını döndüren kolu bırakın, rahat rahat uyuyun! horoz, varsın gün ışığını boş yere haber versin. dao, kölelerin işlerini perilere yükledi. işte, onlar şimdi güle oynaya çarkın üstünde sıçrayıp duruyorlar. ve işte sallanan dingil ışıltılarla dönüyor, ağır taşı çevire çevire. babalarımızın yaşantısını sürdürelim. tanrıçaların bize verdiği boş zamanın tadını çıkaralım."

ne yazıkki o boş onca makinalaşmaya rağmen günümüzde bile gelmedi. hala daha köpek gibi çalışıyor ve artı değer üretiyoruz. artı hayat üretmek yerine bize verilenle idare ediyoruz. dokuma tezgahları ne kadar modernleşirse modernleşsin değişmiyor hiçbir şey. sadece yeni işsizler üretiliyor ve insanların aç kalmamak için çalışma aşkı daha çok depreşiyor. oysa yapmamız gereken tek çalışma dünyanın tadını çıkarmak, sevişmek, neşe dağıtan eğlenceler düzenlemek ve neşelerin tanrıçalarına şölenler hazırlamaktan başka ne olabilir? artık serüvencilerimiz bile burjuva oldu. engin denizlere açlılan korsanlarımız yok. savaştan zevk alan insanlar yerine kabadayılıktan zevk alan insanlara evrildik. cesaret yok oldu, eylem bitti, söz kaldı.

artı ürünler yüzünden başımıza geldi her şey. eskiden sadece burjuva tüketirdi kaliteli onları. kalitesizleri ise avrupa'nın, afrika'nın, hindistan'ın, çin'in sıradan insanlarına satmak için savaşıp durdular. üstelik malın kalitesini düşürüp kolay yıpranması için mineral tuzlarla mahvetmeyi bile denediler ve başardılar. hepsi daha çok üretip, daha çok para kazanmak için. bu kadar para yetmeyince, işçilerin maaşlarını artırmak aklıllarına geldi. ancak o zaman 8 saat çalışma icat edildi. eden ise amerikalı henry ford'dan başkası değil elbet. işçi ürettiğini sahiplenmesin diye band üretimine geçildi ve bir vida sıkmaktan başka bir şey yapmaz oldular. çalışma saatleri düşse bile toplam zaman değişmedi. üç vardiye oldu. ama çalışma ilkesine sıkı sıkıya bağlı olmaya devam ettiler ve çalışma her zaman kutsandı. sonuçta çalışma saati düşse bile verimlilik arttı. daha çok kazandılar. işte size 12 saatlik çalışmadan 8 saate düşmüş çalışma arasındaki fark. bir yüzyıl boyunca milyonlarca insan çalışma uğruna heba edildi. oysa insan için 8 saat bile fazladılar.

çalışmak iğrençtir ve çalışarak zenginleştiği söylenenlerin hayatı da iğrençliklerle doludur. roman ve filmlerde gösterilmez elbet bu durum. çalışmanın kutsandığı o filmlerle o kişiler paralarına para katmaya devam ettiler. bizde ise değişen pek bir şey olmadı. çalışkanlık ilkokuldan beri kutsanıyor. tembel öğrenciler ise yerin dibine geçiriliyor. ulusal tatiller pek adamdan sayılmıyor. aynen çalışmaya devam ediliyor. üstelik hafta sonları bile çalışılıyor. haftada 7 gün, günde 12 saat çalışanlar var hala. üstelik ellerine geçen para kiralarına ve yemelerine zor yetiyor. eskiden yiğit mi yiğit belçika ordusu sihasız madencileri biçip omuzlarındaki apoletlere apolet katarlarmış. şimdi ise polis yapıyor aynı şeyi. hakkını arayan herkesi kırıp geçiriyor. hala daha feci şekilde gerisindeyiz avrupa'nın.

çalışma günde 4 saati kesinlikle aşmamalıdır. böylece hem insanlar tembelliğin zevkine varacak, çalışmayı da sadece vücut için bir alıştırma ve toplumsal düzen için bir gereklilik olduğunu anlayacaklardır. günde 4 saatten fazlası kesinlikle beden için işkenceden başka bir şey değildir. aylaklık güzeldir. ağustos böceği, böceklerin en şahanesidir. karıncalar ve arılar ise ancak bütünün parçası olabilirler. parçayı hiçkimse önemsemez.aylaklığı övün, aylakları sevin, çakallardan da uzak durun!

heredot şöyle der; "yunanlıların çalışmaya karşı duydukları tiksintinin mısırlılardan geçtiğini söyleyemem. çünkü aynı tiksinti trakyalılar, iskitler, persler ve lidyalılarda da rastlıyorum. kısacası, barbarların çoğunda, mekanik sanatları öğrenenlerle, onların çocuklarına ikinci derecede yurttaş gözüyle bakılmaktadır. bütün yunanlılar, özellikle lakedemonyalılar, bu ilkelerle yetiştirilmişlerdir(şimdi anladınız mı yunanlıların neden hükümete karşı bu kadar şiddetli tepki verdiğini).

atina'da yurttaşlar tıpkı ataları vahşi savaşçılar gibi sadece toplumun savunma ve yönetimi ile uğraşan gerçek soylu kişilerdi. kafa ve beden güçleriyle cumhuriyetin çıkarlarını durmadan gözetmek durumunda oldukları için, bütün işleri kölelerin sırtına yüklüyorlardı. lakedemonya'da, soylular soyluluklarına toz kondurmamak için ne iplik büker, ne de örgü örerlerdi. romalılar soylu ve özgür iki meslek bilirlerdi: tarım ve askerlik. bütün yurttaşlar, geçimlerini sağlamak için, yasal olarak kölelere özgü hiçbir aşağılık iş(meslekleri böyle tanımlıyor) yapmak zorunda kalmıyorlardı. devlet hazinesinden yararlanıyorlardı. brutus, halkı ayaklandırmak için, özellikle tiran tarquinius'u, zanaatçılarla duvarcıları özgür yurttaş yapmakla suçladı."

bize öğretilen "toplumun çöpçülere de ihtiyacı var" teranesini bırakın artık. tembellik ve aylaklık etmek en doğal hakkımızdır. bir gün gelecek ve tüm işlerimizi makinalara devrettiğimiz zaman hiç çalışmak zorunda kalmayacağız. ama o zamana kadar 8 saat çalışmak kesinlikle köleliktir. düşük bir ücret karşılığı uyanık hayatımızın yarısını satıyoruz. dinlenmek ve bize dayatılan maceralara çıkmak için bile izin istiyoruz.

sevme, içme ve tembellik dışında
tembellik edelim her şeyde (lessing)

3 Kasım 2010 Çarşamba

almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık!

malum, birinci dünya savaşı'nda almanlar yenildiği için biz de yenik sayıldık! bu durumda biraz gerçeklik payı vardır. savaşları ordular değil, büyük oranda komutanlar kazanır veya kaybeder. bu savaşta bizim orduların ya komutanları ya da kurmay başkanları almandı. havacılarımız ve denizcilerimiz zaten almandı. üstelik bu birliklere sıhhiyeceler, kamyoncular, makinalı tüfekçiler, topçular vs'de eklenmiştir. neyse, bu komutanlardan birisi de liman von sanders'dir. çanakkale savaşı'nı onun komutasında kazanmışızdır. anadolu'nun batı kıyılarını o korumuştur. antalya'da batırılan ilk uçak gemisi, onun komutasında batırılmıştır. izmir körfezi'ndeki o küçük kösten adası'nı da ingilizler o geri almıştır. ama imparatorluğu bitiren savaş olan filistin cephesini de o kaybetmiştir(vahdettin ülkeden sürüldükten sonra bu cephede mustafa kemal'i suçlar. oysa liman paşa ordular tamamen yenildikten sonra komutayı bırakmıştı. mustafa kemal 7. ordunun komutanıdır ve 4 ile 8. ordu çökerken anadolu sınırını tutabilmek için düzenli bir şekilde geri çekilebilmiştir.)

liman paşa anılarını "türkiye'de beş yıl" adı altında toplamış. kendisi 1917'nin aralık ayında, yani ittifak kuvvetlerinin savaşı kazanacaklarına dair inançlarının tavan yaptığı zaman, türk ordusunun durumu hakkında alman başkumandanlığına bir rapor göndermiş. özetleyerek yazarsam eğer;

13 aralık 1917, türk ordusunun bugünkü durumu

bir dizi hatalar neticesinde türk ordusu muharip kıtaları dikkat çekecek derecede mevcudu azalmıştır. muhabere kabiliyeti gerilemiştir. bu durumu telafi edebilmek için, sebeplerini açıklamak gerekmektedir.

nakil yolları ve vasıtalarının çok yetersiz olmasından dolayı, bu telafi için çok büyük zorluklarının üstesinden gelmek gerekecektir.

asker mevcudu

türk ordusu, savaşta yapması gereken muharebeler nedeniyle, kaçınılmaz olarak büyük kayıplara uğramıştır. biraz dikkatli davranılsa, önlenebilecek olan büyük kayıplar verilmiştir.

bu yanlış kararlar şunlardır:

a) aralık 1914 ve ocak 1915 ilk kafkas seferi: enver paşa ve kurmay başkanı tümgeneral von bronsat komutasındaki 3. ordunun aralık ayında mevcudu 90.000 ve durumu iyiydi. sınırın hasankale'den pek uzak olmayan dağlık kesiminde sayıca üstün olmayan ruslara karşı uygun savunma mevziilerindeydi. ordu çarpışarak dağlardan çıkabilse bile, elinde muhasara topçusu olmadığı için kars asla alınamayacaktı. ama sarıkamış-kars'a doğru hücüma geçilmeye karar verildi. iki kolordunun tamamen karlarla kaplı dağ yolları ve patikalarda tamamen yetersiz yiyecek temini ile sol kanattan yaptıkları harekat, her iki kolordunun mağlubiyetine yol açarken, cephedeki 3. kolordu başarısız muharebeler yapıyordu. bu 90.000 askerden resmi beyanlara göre 12.000'i çok acıklı bir vaziyette geri dönmüştür. geri kalanlar şehit düşmüş, açlıktan ölmüş, donmuş ve esir alınmıştır. harp tarihi bu saldırı için hiçbir zaman geçerli bir sebep bulamayacaktır. (geçerli nedeni liman paşa yazmamış. bu savaşın geçerli nedeni enver paşa'nın zafer kazanma hırsı ile alman doğu cephesini rahatlatmaktır.)

b) üçüncü ordunun 1916 yaz başında ruslara karşı yetersiz hücumu. bunun neticesinde gerçekleşen geri çekilmede ordunun büyük kısmı dağılmıştır.

c) ikinci ordunun 1916 yaz başında toplanıp van gölü-muş-kiğı hattından erzurum istikametinde başlayıp, daha oluşurken başarısız kalan beyhude hücumu. önce yeterli yolları, geriye doğru kullanılabilecek irtibat hatları, nakliye yolları ve ağırlık kolları olmadığından, düşmanın yanlarına ve gerisine yapılan bu saldırıyı gerçekleştirmek mümkün değildi. bu ordudan 60.000 asker açlık, hastalıktan, soğuktan, az bir kısmı ise düşman tarafından şehit edilmiştir.

d) 13. kolordunun 1916 kışından, 1917 kışında iran'a yapılan akın. ingilizler basra'ya kadar değil de kurna(kuveyt)'a kadar geri püskürtülmeden bu akın yapılmamalıydı. bunun doğrudan sonucu bağdat'ın kaybı olmuştur. kader anı olan 1917 mart ayında bu kolordunun eksikliği hissedilmiştir.

e) seferi kolordunun mısır'ı almak için süveyş kanalına yaptığı ümitsiz ileri harekat. sadece 18.000 askerle yapılan, evvelce süveyş kanalı'nı korumak isteyen ingilizleri el tih çölüne girmelerine neden olmuştur. (bu saldırıda süveyş kanalına kadar ilerleyerek ingilizleri bile şaşırttık. ama askerlerimiz yüzme bilmedikleri için balkabaklarına tutunarak yüzmeye çalışınca, ingilizlerin mitralyöz ateşiyle ördek gibi avlanmışlardır. 25.000 askerle yapılan bu saldırının komutanı cemal paşa'dır. bir yıl sonra alman kress von kressenstein komutasında 10.000 kişiyle saldırdık. yine sonuç alamadık. ilk saldırı başarısızlığımızdan 1 ay sonra ingilizler çanakkale'ye saldırdı. bu iki saldırıdan tırsan ingilizler, kanalı kesin olarak korumak için yavaş yavaş filistin'e ve suriye'ye gireceklerdir. kanal seferlerinin nedeni de batı cephesinde almanları rahatlatmaktır. bu anlamda amacına ulaşmıştır. çünkü ingilizler kanala büyük oranda asker ve malzeme yığmaya birinci kanal seferinden sonra başlamıştır.)

f) türk ordusundaki her ölçüyü aşan firarlar. bugün(aralık 1917) 300.000'den fazla firar vardır. bunlar düşman tarafına geçmemiştir. aksine yurtlarına dönüp haydutluğa başlamışlardır. bu firarlar nedeniyle takip müfrezeleri de çıkartılmıştır. (her türk asker doğmuyor!) üstelik kaçarlarken vurulma tehlikesini de göze alarak, trenden atlayarak veya engebeli yürüyüş kollarında, çadırlı ordugahlardan ve kışlalardan kaçmışlardır. özellikle de torosların doğusu ve güneyine giden birliklerde, binlerce askeri kaçmayan tümen yok gibidir. (filstin cephesinde kaçanlar ise türk komutanlar tarafından genelde bulunup yeniden cepheye alınmıştır. liman paşa bu askerlerin nasıl bulunduğuna akıl sır erdiremediğini belirtir.)

aralık 1917'de asker durumu nasıldı peki?

1. ordu emrinde istanbul ve çevresinde ihtiyat birlikleri ve sadece kağıt üstünde var olan, ama hiçbir askeri değeri olmayan amele birliklerinden başka, sadece geçici olarak tahsis edilmiş tümenler vardır.

2. ve 3. ordularda(kafkas grubu) grup komutanı izzet paşa'nın söylediğine göre cephede kullanılabilecek tüfek sayısı 20.000'dir.

bulgar sınırından akdeniz sahilindeki alanya'ya kadar(2000 km) sahil muhafazasını üstlenmiş 5. ordunun 26.000 tüfeği vardır ve tüm bu kıyı sahil şeridinde bir tane bile gemimiz yoktur. üstelik araba yolu da neredeyse yok.

6. ordu kurmay başkanı binbaşı kretschmer'in bildirdiğine göre 13.000 tüfek.

(filistin ve suriye'deki ordularda bu raporda bir bilgi yok. kitabın ilerisinde ise 4. ordu suriye'de, 7 ve 8. ordu ise filistin'de olduğu belirtiliyor. bu iki orduda toplam 13 tümen var ve her tümende 1300 tüfek mevcut. bu da yaklaşık 17.000 tüfek eder. bu tümenler de felaket haldeydi. yemek yetersizdi. kıyafetler paramparça haldeydi. öldürülen düşmanların giysilerinden yararlanılıyordu. ayrıca bu tümenler içinde araplar da mevcuttu ve iyi de savaşmışlardır. ingiliz komutan allenby türk ordusunu 30.000 kişi olarak düşünmüştür(gerçekte 40.000 kişi). 30.000 kişiye karşı hazırladığı ordu 460.000 kişidir ve emir faysal da cabasıdır. bu durum orduyu müthiş bir moralsizliği de itmiştir. artık moral olarak bitme noktasına gelmişlerdir. ordumuz yine de iyi dayanmıştır. savaş ancak ekim 1918'de bitmiştir. son mağlubiyetten önce ingilizleri 2 kez de yenmişizdir. ama üçüncü gazze muhaberesini kaybederek(liman paşa'nın filistin'deki hatalı savunma hattı nedeniyle) şimdiki sınıra çekildik. ilginçtir, bu savaşta ileride genelkurmay başkanlığı yapacak iki subay ingilizlere esir düşmüştür. ragıp gümüşpala ve cevdet sunay. malumunuz olduğu üzere cevdet sunay cumhurbaşkanlığı da yapmıştır.)

parantezlerden kurtulup rapor harici konuya devam edeyim:

ırak ve filistin cephesindeki ingilizler sürekli takviyeler ve gittikleri her yere ray döşeyip, gıdım gıdım ilerleyerek mevcutlarını sürekli artırmaktadır. şöyle diyeyim, tren gitmeyen yere ingiliz askeri girememiştir. buna rağmen belirli bir noktaya kadar oldukça iyi dayanmışızdır. ırak'da ise ingilizler asla musul ve kerkük'e girememiştir.

1918 yazında azerbaycan'da her biri 9.000 kişilik 6 kuvvetli türk tümeni vardır ve almanlar kafkasya'yı kaptırmamak için osmanlı cephelerindeki alman askerlerini çekip kendi müttefikleriyle savaşmayı da göze almıştır. eylül 1918'de artık bakü'deydik ve büyük bir zafer kazanmıştık! 1 ay sonra teslim olduk. çünkü çanakkale'de yokedilemeyen itilaf devletleri ordusu selanik'e çıkar. akabinde yunan ve sırplarla birleşerek bulgaristan'ı saf dışı bırakırlar. 3 koldan balkanlarda ilerlemeye başladılar ve bir kol da istanbul'a yönelmişti. oysa liman paşa çanakkale kumsalında ingiliz askerlerini tutmayı seçmeyip, daha baştan, kara çıkartmasına imkan vermeseydi veya sıfır kayıpla çekilmelerine izin verilmeseydi savaş daha da uzardı. gerçi hem donanmaya, hem de kara ordusuna karşı salt kara ordusu ile bu saldırıyı püskürtmüşüzdür. ingiliz askerleri çanakkale kumsallarında tutma nedeni elbette alman cephelerini rahatlatmak. almanlar bu savaşta bizi bir nevi kum torbası gibi görmüş.

ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor. 1917 başında avrupa'da 7 tane oldukça iyi donanımlı ve eğimli tümenimiz bulunmaktaydı(bir kısmı hayati makedonya cephesinde. ama romanya ve galiçya cephelerinde savaşmamız oldukça gereksizdi).

savaş bittiğinde alman asker ve subaylarının bir kısmı samsun'a gidip, ukrayna üzerinden almanya'ya dönmeye çalışmış. bu sırada bir kısmı hastalıklardan ölmüş. istanbul'a varanlar ise anadolu yakası ve adalar'da toplanmış ve 5 gemi ile ayrılmışlar. liman paşa'nın ayrıldığı gemide 120 subay ve 1800 asker olduğuna göre takribi en az 10.000 alman asker ve subayı osmanlı ordusunda savaşın sonunu görmüştür. osmanlı ordusunda ölen alman askerlerinin sayısı hakkında bir veriyi bulamadım. bilen varsa yazsın, eklerim. ama çanakkale'de 200 kişilik bir alman birliğinin kısa sürede 40 kişiye düştüğünü liman paşa belirtir.

bizim orduyu bitiren önemli nedenlerden birisi elbette hastalıklar, özellikle tifüstür. binlerce asker tifüsten öldü. tifüsün en yaygın zamannda 42 türk doktoru salgından ölmüştür. bitten arındırma istasyonları ile hastaneleri bile ısıtamıyorduk. hep övgüyle bahsettiğimiz ordudaki yiyecek eksikliğinin(bildğin açlık işte) bir nedeni de ermeni techiridir. çünkü techirden sonra buğday üretimi oldukça düşmüştür.

her şeye rağmen liman paşa anadolu askerlerinin mükemmel olduğunu söyler. iyi bir şekilde ilgilenme, yeterli beslenme, usulüne göre eğitim, komutanlarına güvenip sakin ve emin bir idare ile her şeyi yapabileceklerini söyler. askere alındıklarından itibaren set ve adil bir şekilde davranılırsa arapların da büyük kısmının iyi asker olduğunu belirtir. ingiliz general townshend ise çanakkale'de almanlar olsaydı o topçu ateşini görünce dayanamayıp geri çekileceklerini belirtir.

aslında bu savaşa hiç girmememiz gerekiyordu. 2.850.000 asker ile savaştık ve ve en az iki katı askeri üzerimize çekip almanya'nın cephelerini rahatlattık. biz savaşa girdiğimizde 2 savaş kaybetmiştik. toparlanamadan, bomboş bir hazine, elbiseleri noksan, sihları yetersiz, erzakları yok denecek kadar az, trensiz, fabrikasız, yolsuz, subayları balkan savaşında yıkılmış bir halde girdik. buna rağmen gösterilen takat ilham vericidir.

hadi bir ek bilgi daha. birinci savaşta bizim çanakkale destanımız varsa, fransızların verdune'ü(350.000 fransız), ingilizlerin somme'u(420.000 ölü) vardır.

Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.