heyy!!! heyecanlı mısın?!

korkma, okudukça geçer!

2 Şubat 2009 Pazartesi

en güzel 10 ikinci dünya savaşı filmi

sevgili canlar, hafta sonu tom cruise adlı dallamanın ne kadar kötü bir oyuncu olduğunu tekrar gözüme soktuğu valkyrie operations adlı filmi izlerken, can sıkıntısından aklıma geldi. bu filmi daha sonra eleştiririm. ama acaba seyrettiğim en güzel 10 ikinci dünya savaşı filmi hangisiydi? başlayayım;

10- the bridge on the river kwai. yönetmenliğini david lean'in yaptığı, 1957 yapımı, listeme bu savaşın japonya kısmını anlatmak için giren tek filmdir. filmi izleyen herkes ıslıkla çalınan melodisini bilir. neyse, konusuna gelince;

bir grup ingiliz asker, japonların eline esir düşer ve bir ingiliz komutanın emrinde, burma'da, kwai nehri köprüsü'nü yapmaya başlarlar. köprüde köprüdür hani, yerden yüksekliği 250 metre! falan. köprünün mühendisi ingiliz komutan çok gururlu biridir ve yaptırdığı köprüyü sahiplenir. çünkü kendi eseridir. esir ingiliz askerleri ise köprünün düşman tarafından kullanılacağını biliyorlardır ve onu yok etmek isterler. ingiliz gururu ile dolu olan komutanımızın hayalleri filmin sonunda yıkılacaktır. çünkü köprü, insan üstü bir gayretle, üzerinden japon tankları geçerken imha edilir.

işin ilginci japonya teslim olduğunda dahi burma hala japonların elindeydi.

9- victory. sıra geldi rambo ağbimizin en sevilen filmlerden birisine. yani futbola. john huston imzalı bu filmde, bir grup müttefik savaş esirinin futbol sayesinde kaçışlarını izliyorsunuz. sylvester stallone'nin o penaltı kurtarma sahnesinin 20 kez çekildiği söylenir.

tabi film sallama. içinde iskoçundan trinidatlısınına, belçikalı, norveçli, isveçli, amerikalı, arjantinli, fransız, ingiliz yani yedi düvel savaş esirini barındıran esir kampı ilginç olmuş. bunlar kaçma planları yapan kişilerdir. ve bir ingiliz oyunu olan futbol sayesinde bunu başarabileceklerdir.

neyse, futbol hastası bir alman subay, bu esirlerle maç organize etmek için üstlerini kandırır. böylece almanya nın savaş esirlerine iyi davrandığının propagandası yapılabileceği gibi, alman halkına kendi ırkının üstünlüğü de gösterilebilecektir. esirler ise kaçmak için bu maçı yapmak isterler. maç başlar. hakemin de kollaması ile almanlar kısa zamanda farkı açar. ama bu futboldur ve top yuvarlıktır. ardiles ve pele devreye girer. özellikle pele nin bir rövaşatası vardır ki sadece o alman subayı değil, filmi seyreden herkes hareketin hastası olmuştur. 1 numaralı forma hastası ardiles i de katınca kalede bir amerikalı dahi olsa maç kazanılacaktır. uydurma bir penaltı ile almanların maçı kazanması için son bir fırsat daha verilir. ama kalesinde devleşen amerikalı kahramanımız penaltıyı kurtarır. bu sevinçle tüm stad sahaya iner. tüm esir futbolcuları fransızlar gibi giydirirler ve almanlara karşı kazanılmış bu biricik zaferi kutlarlar. futbol, asla ve asla futbol değildir.

filmde esir kamplarından getirilen polonyalıları da görürsünüz. ki bu alman vahşetinin bu filmle gözler önüne serilme çabasıdır. almanlar kötüdür, ama futbol, bu kötü almanları bile adam eder.

8- atonement. 2008 yapımı, joe wright imzalı bu filmin konusu savaştan ziyade pişmanlık. 14 yaşında bir ingiliz bir kız çocuğu, ablasının sevgilisine aşıktır ve onları ayırmak için gerçekten çok haince bir plan yapar. delikanlı hapis yatmamak için savaşa yollanır ve o onbinlerce ingiliz ve fransız askerin sıkıştığı dunkerque sahilinde salgın bir hastalığa yakalanıp ölür. sevgilisi ise bir alman bombardımanında metroyu su basması üzerine boğularak yaşamını yitirir.

benim için bu filmin anlamı, alman bombardımanı altında bir süre yaşayan ingiliz halkının ruh halini yansıtması ve dunkerque gerçeğine ucundan kıyısından dokunmasıdır. bu alman işgaline hazırlık safhasında ingilizlerin tutumu, yaşantısı, bombardıman sırasında olanlar ilginçti. üstelik dunkerque sahneleri harbiden çok orjinal ve güzeldi. tam bir kayıtsızlık ve teslim oluş.

7-piyano piyano bacaksız. hah ha, şaşırdın değil mi? koskoca savaşının durumunu türkiye'den yansıtan bir filmi neden es geçeyim ki? değil mi ama? neyse, 1990 yılı yapımı bir tunç başaran filmidir. savaşın eziyetine beraber katlanmak için çeşitli yerlerden gelmiş olan bir grup insan, bu zor günlerin eziyetine, açlığına, karanlığına beraber katlanırlar. bu beraber yaşama sanki doktor jivago dan alıntı gibi olmuş. gerçekten böyle yaşayan kitleler var mıydı hiç bilmiyorum. şimdi "'salkım hanımın taneleri'ni alsan daha güzel olurdu. orada azınlıkların nasıl eziyet çektiği ve uyanık türk girişimcilerin nasıl hayata egemen olduğu anlatılıyor" diyebilirsiniz ama bu film, benim sınıflamam açısından çok daha naif, güzel ve etkileyici. müthiş bir dayanışma hikayesi ve bu tür dayanışmalar olmadan hiçbir savaş kazanılamaz. halkın yaşamak için gayreti, sabrı, her şeye göğüs gererken bir şeyler başarmak istemesi çok güzeldi. o karartma gecelerinin karanlığında, her an almanların ülkeye girmesi korkusu yansıtılmıyordu. yahu aydınlık bir filmdi. trt nin ikinci dünya savaşı esnasındaki kasaba bürokratlarını gösteren dizileri gibi değildi. en azından savaş olmasına rağmen savaş neredeyse yoktu. velhasıl kelam savaşa neden girmediğimizin kanıtı gibiydi. zaten bir şeyimiz yoktu. girsedik bu olmayan şeylerimiz dahi olmayacaktı.

6- enemy at the gates. 2001 yapımı, jean jacques annaud filmi. işte gerçek bir baş yapıt daha. inanılmaz bir keyifle izlemiştim. stalingrad savaşın hem rus tarafını ve kısmen de olsa alman tarafını anlatan filmdi. o cepheye yeni gelmiş rus askerlerinin ellerinde silah olmadan saldırması ve ancak ölenlerin silahlarını almaları, geri dönenlerin kendi subaylarınca anında öldürülmelerine kadar her şey gerçektir. hatta o keskin nişancı zaitsev gerçekten yaşamıştır ve bir sovyet kahramanıdır.

neyse, filmimizde aynı kadına aşık olan bir subay ile asker ve eski nişancı bir alman subayı var. rus keskin nişancı alman subaylarını teker teker avlayan bir kahramandır ve apartmanlar arası devam eden çatışmalarda belirleyici bir faktör haline gelmiştir. bunun üzerine almanlar kendi keskin nişancısını onu yoketmek için gönderirler. bir köylü çocuğu olan zaitsev ile bir aristokrat olan alman subayın kapışma sahneleri oldukça zevkli. benim açımdan ise filmin güzel yanı o yıkıntı şehir içindeki öldükten sonraya bile uzanan sürekleyici sahneleriydi.

5- saving private ryan. 1997 yapımı, steven spielberg filmi. bence spielberg'in film gibi olan bence tek filmi. özellikle çıkartma sahnesinin olağanüstülüğü insanın kanını donduruyor. yani gerçekten öyle bir çıkartma filme alınsa, bu kadar etkili olamazdı. zaten listeme girmesinin tek nedeni bu sahnesidir. zaten filmin sonundaki amerikan bayrağı tüm filmi piç etmeye yetmiştir.

filminde bir ailenin dört çocuğu da askere alınmıştır. üçü ölmüştür. sadece bir asker, o da alman cephesinde sağdır. senin görevin tom, bu askeri bulmak ve ailesine teslim etmek. bu iş için yola çıkan bir manga asker, bir askeri ailesine teslim etmek için feda edilir. bu filmde savaşın anlamsızlığından çok görevin anlamsızlığı sorgulanıyordu. ki bu anlatış tarzı filmi bence yavan hale getirmişti. bir kişiyi yaşatmak için beş kişi feda edilebilir mi? eğer savaş varsa edilir. ne var ki bunda!

4- der untergang. ve işte savaşı almanların gözünden anlatan, 2004 yılı yapımı, oliver hirschbiegel imzalı bir başyapıt. artık savaşın son anları gelmiş, berlin düşmek üzere ve ruslar son sürrat ilerlerler. film bizi hitler in sığınağına götürür ve müthiş bir hitler ve nazi portresini sunar. aslında hitler ve goebbels'in şahsında naziler ile speer'in şahsında alman milliyetçilerinin portresini çiziyor desem daha doğru olur.

neyse, ulan savaş tamamen kapıya dayanmış, elde bırak silahı falan, asker bile kalmamış, ama hitler hala daha savaşı kazanmaktan bahsedebilmektedir ve yandaşları ona inanmaktadır. aslında filmi doğru anlayabilmek için tüm karakterlerden haberdar olmak gerekiyor. borgman ı bilmeyen, speer'den, keitel'den, jodl'dan habersiz kişiler için bu film bence çok boştur. çünkü onları tanıyınca, içlerinden bazılarının nasıl hitler'in adeta köpeği olduğu bilinir ve hitler'in büyüsünün, etkileme gücünün farkına varılır. hitler tam bir sanatçıdır ve çevresindekileri büyüleyen, önsezileri çok kuvvetli biridir. savaşın başında bu önsezileri çok işe yaramış, ama 1942 den sonra bu önsezileri yüzünden milletini tam bir mahvoluşa götürmüştür.

filmin bir sahnesinde speer ile hitler berlin şehir maketinin önünde durmuşlar ve bu rus saldırısı sayesinde berlin'i yıkma zahmetinden kurtulduklarını söylerler. çünkü hitler'in kafasında tam bir nazi berlin'i önceden beri vardır. şehrin yıkılmasına sevinmektedir. bu sahne bile hitler'in gerçek hayattan ne kadar kopuk olduğunun bir delilidir ve deliliğinin doruk noktasıdır. kendisine zaferler kazandıracak tanrılarının onu terk ettiğini fark edince, o bile umutsuzluğa düşer. kendisi ile beraber bu umutsuzluğa düşmüş olan askerleri de, onunla beraber intihar edecektir. çünkü hitler'in şahsında nazizme sonuna kadar bağlanan kişiler için yaşamak gereksizdir, ki goebbels in çocuklarını katlederken ruh halini gören, bunu rahat rahat anlar.

nazizme bulaşmamış alman milliyetçisi diyebileceğim kişiler ise intihar etmekten ziyade teslim olma yolunu seçer. tıpkı aslında hitler'in en yakınlarından biri olmasına rağmen, intihar etmeyip teslim olan ve az bir ceza ile kurtulan speer gibi. bu nasyonel sosyalist partisinin ileri gelenlerinin portresini guderian'ın anılarına dayanarak çıkarırım bir ara.

3- casablanca. 1942 yapımı bir michael curtiz filmi. filmin en önemli özelliği savaş devam ederken ve almanlar tüm cephelerde zaferden zafere koşarken çekilmiş olması. filmin kahramanı olan amerikalı rick, ispanya iç savaşında ve fransa'da faşistlere karşı yenilmiş, buna rağmen umudunu kaybetmemiş ve paris'de aşkı bulmuş bir insandır. ama sevdiği ile beraber kaçarken, son anda sevgilisi onu bırakır. elini attığı tüm işlerde ve aşkta da kaybeden rick için yapılacak tek şey, her amerikalının becerebildiği bir iş olan gece kulübü işletmektir ve tüm yenilgilerini ört bas etmek casablanca ya gelir. elbette para kazanma işinde çok başarılı olur. umutsuzluğunu ve kaybetmişliğini gizlemek için ise umursamazlaşır. artık barı hariç hiçbir şey onun umrunda değildir. ta ki sevdiği kadın, gerçek aşkı ile beraber casablanca'ya gelinceye kadar.

filmin bu noktasından sonra alman yayılmacılığına tamamen teslim olmuş kişiler, rick'in kişiliğinde özgüvenlerini kazanırlar ve direnişe geçerler. en son sahne olan hava alanı sahnesinde ise işbirlikçi fransız hükümeti olan vischi hükümetinin çöp sepetine atılması gerektiği gösterilircesine bir şişe vischi şarabı, fransız komutan tarafından çöpe atılır. artık direniş başlamıştır ve almanlar kaybedecektir.

2- the english patiend . 1996 yapımı, bir anthony minghella filmi. savaşın kuzey afrika evresini de anlatan, ingilizler için görev yapan bir macar kontunun hikayesidir. kont, sevdiği kadını kurtarmak için düşmanla işbirliği yapar ve rommel'in en büyük zaferine neden olur.

filmde kısaca sevdiği ile vatanı arasında kalmış kişilerin düştüğü durum anlatılıyor. böyle bir durumda hangi tarafı seçerseniz seçin eninde sonunda kaybedersiniz ve filmin sonunda da göreceğiniz gibi hem macar kont, hem ingiliz kadın kaybediyor. ama hikayenin sonunda william dafoe'de ifade bulan anlatımda görebileceğiniz gibi yaptığınız seçim ne olursa olsun, içinde bulunduğunuz koşullardan dolayı seçiminiz onaylanır.

kuzey afrika'nın kızgın kumlarında, sıcak güneşinde, serinlemek için girilen küvetlerinde, yakılan belgelerde, kesilen parmaklarda, işkencede, savaşda, mücadelede, göz yaşında, patlayan mayınlarda, yani aradığınız her neyse bu filmde bulabilirsiniz.

1- the pianist. roman polanski'nin yönettiği, wladyslaw szpilman'ın gerçek yaşam öyküsüne dayanan, 2003 yapımı, aynı zamanda seyrettiğim en güzel savaş filmi. salt yahudi soykırımını anlatmaz. ama soykırım vahşetini tüm boyutları ile, adım adım gözler önüne seren, bunun yanında bir avuç yahudinin, bir kaç el bombası ve tabanca ile başlattığı gettodaki isyanını da konu edinen, ölümüne direnişlerini belgeyen ve polonyalı direnişçilerin muhteşem ayaklanmalarına ucundan kıyısından dokunan çok özel bir filmdir. 'yahudi soykırımını anlatıyor' diye filmi uzun süre seyretmemek için direnmiştim. ama yönetmen farkını filmi izleyince anlıyorsunuz. savaşa ve soykırıma dair bundan daha güzel bir film çekilemezdi ve bundan sonra da çekilemeyecek.

tabii bu filmlerin yanında yul brynner'ın konusu yunanistan'da geçen hoş bir filmi vardır. ama adını hatırlayamadım. keza jean paul belmando'nun, kuzey afrika'da geçen ve nazi altınlarını çalma girişimlerini anlatan çok hoş bir filmi vardı. onun da adını hatırlayamadım. ve tabii alejandro amenabar'ın the others'ını da unutmamak lazım. filmde hayalet boldu, ama kadının kocası savaşta ölmüştü. savaşın bir aileyi nasıl ortadan kaldırabildiğine, bir kadının çıldırmasına nasıl zemin hazırlayabildiğine dair güzel bir yapımdı. hatta bu filmlere lotr'ı bile ekleyebilirim. çünkü tolkein romanları o alman saldırıları altında yazmış. bir nevi umutsuzluğun en karanlık anında ortaya çıkan umut vardı.

stalingrad kuşatmasındaki alman askerlerinin halini anlatan, adı yine stalingrad olan bir alman filmi vardı. o kış soğuğunda perişan olmuş askerlerin hali çok ilginç gelmişti gözüme. 1941 adlı bir komedi filmi de vardı. los angeles'ın japonlardan tarafından bombalandığının sanılması ve akabindeki komikler çok eğlenceliydi.

pearl harbour türü ucuz pisliklere de girmek istemiyorum. sissy spacek'in bir filminde ise savaş sırasında radyo istasyonunda çalışan bir amerikalı kadının hali yansıtılıyordu. bana ilginç gelmişti. kustarica'nın underground'ını es geçmek istemezdim. ama liste 10 filmlik. zaten izleyen değerini anlamıştır. jim carrey'in the majestic filminde tek bir savaş karesi bile yoktu. ancak amerikalıların neden savaşmak zorunda kaldığı anlatılıyordu.

the eagle has landed vardır. michael caine bir alman albayını oynar. musolini'yi student'in müthiş paraşütçü birlikleri(gerçekten müthiş birliklerdir) italya'da hapsedildiği yerden kaçırır ve almanya'ya getirir. bu başarı üzerine hitler'in aklına dahiyane bir fikir gelir ve churcill i ingiltere de kaçırılıp almanya ya getirilmesini emreder. şans bu ya, alman casuslarının istihbaratına göre churcill doğu sahillerinde küçük bir kasabada hafta sonunu geçirmeye karar verir. başka bir alman paraşütçü olan albay steiner görevi üstlenir. ama bir ingiliz çocuğunu boğulmaktan kurtarmak için kendini feda eden paraşütçü alman asker yüzünden plan heba olur. buna rağmen albay görevi başaracak mıdır? ikinci dünya savaşını anlatan neredeyse bütün filmlerde almanlar soğuk, kaskatı, duygusuz insanlar olarak gösterilir. esprili olan, eğlenmeyi bilen, yeri geldiğini kendini feda edenler ise amerikalılardır. bu filmde ise o alman donukluğu yok. üstelik tüm alman askerlerini nazi olarak resmetmemiş. o yönden bile izlenesi bir filmdir.

savaş sonu nürnberg duruşmlarını anlatan nürnberg adlı film de güzeldi. bir çok alman pisliğin son halini görmek eğlenceliydi.

mother night ise kurt vonnegut romanından uyarlanmış. amerika'da doğmuş ve almanya'da büyümüş bir oyun yazarı bir almana aşık olur. akabinde naziler için propaganda yapmak için berlin radyosunda "son özgür amerikalı" adı altında konuşmalar yapar. ama kendisi bir amerikan casusudur ve yaptığı bu yayınlarla müttefiklere bilgi sağlamaktadır. hikaye israil cezaevinde başlıyor ve ikinci dünya savaşından bir aşk hikayesi. güzel bir film, izlenmeye değer.

cross of iron 1943 doğu cephesinde geçiyor. savaşta ölen subaylar yerine batıdan yeni alman komutanlar gelir ve bunların tek amacı zafer madalyası kazanmaktır. ama karşısında ne pahasına olursa olsun adamlarını hayatta tutmaya yemin etmiş steiner vardır.
the boys from brazil'de ise 1943 de hitler'in yarım litre kanını alan manyak doktor mengele'nin, kopyalama tekniği iyice geliştirmesi ile brezilya'da 94 tane hitler kopyalamasını ve kopyaladığı bebekleri hitler'in yetiştiği şartlara uygun ailelere vermesini, çocuklar 14 yaşına gelince(hitler'in babası o 14 yaşındayken ölmüştür) üvey babalarını öldürmesini konu alan müthiş bir filmdir. ama olaya nazi avcısı libearman dahil olur ve işi bitirir. film, savaş sonrası bir ütopyadır. ama çok güzeldir.

son dönemde amerikalılar japon savaşına özel bir önem veriyorlar. ama ortaya çıkan filmler bence çok berbat. flag of our fathers, letters from iwo jima ve the thin red line adlı filmler kötüden öte, berbat. son derece donuk ve savaşı anlatmaktan uzak yapıtlar. bu üç filmde ruh falan yok. schindler s list ise hiçbir zaman beğenmediğim, berbattan bile daha berbat bir filmdi. captain corelli's mandolin e girmek bile istemiyorum. girersem yoksa şuracıkta kusmak zorunda kalırım. es geçtiğimi farkedebileceğiniz patton'nı ise daha izleyemedim. o yüzden, o film hakkında yorumda bulunamam. ama patton'ın hayatını bilen biri, o filmi elbette benim gibi fellik fellik arar!

apt pupil ise 1984'de geçiyor. nazi savaş suçlusu bir subay zamanında gizlice amerika'ya yerleşir. iyice yaşlanmıştır. tarihe meraklı bir lise öğrencisi ise onu otobüsde görür ve tanır. artık onun anılarını dinlemeye başlayıp, filmin sonunda da oldukça kararlı bir kişiliğe kavuşur. enteresan bir film değil. ama film brian singer filmi. sırf bu sebeple bile izlenebilir.
outpost da günümüzde geçiyor. beyaz rusya'da kalan eski bir nazi yeraltına kampına giren bir bilim adamı ve paralı askerler, burada yapılan ilginç bir deneyi araştırmaktadırlar. bu bilim tesisinde yapılan deneyler sonucunda ölümsüz nazi askerleri üretilmiştir. o askerin tek amacı ise o kampı korumaya devam etmektir. filmin sloganı ise zaten ölü olanı öldüremezsin, ki güzel bir filmdir. filmi korku/gerilim sınıfına bile sokabilirsiniz. izlemeyenlere şiddetle tavsiye ederim.

inglorious basterds için linki tıklamanız yeterli.

the counterfeiters ise nazilerin eline geçen bir grup sahtekarlıktan çok iyi anlayan yahudinin başından geçenler anlatılıyor. ırkdaşları bir kaç metre ötede gaz odalarına gönderilirken bu kalpazanlar sahte ingiliz paraları basmaktadırlar. üstelik bu işi o kadar iyi becerirler ki ingiliz bankacıları bile paranın gerçekliğini onaylarlar. bu sayede naziler ingiliz ekonomisini batırmak istemektedirler. aynı işlemi amerikan doları için de yapmaya kalktıklarında bir türlü bu işlemi beceremezler. çünkü bu kalpazanlar grubundan bir yahudi dürüsttür ve işi sabote etmektedir. film gerçekten güzel. tavsiye ederim.

patton'ı artık izledim. filmde patton çok övülmüş. evet, çok iyi komutandı, ama hayatı sorgulanmamış, her konuda haklı gibi gösterilmiş. üstelik ikinci ardenler muharebesine hiç değinilmemiş. yani izlemesiniz de olur.

this is army ise savaş sırasında şaklabanlık takımı kuran bir grup amerikalı erin hikayesini anlatıyor. babaları birinci dünya savaşında böyle bir ekip kurup, step dansı yapıp, savaşmaktan yırtmışlardır. sıra onlara gelmiştir. filmin tek güzel diyalogunda subay askere sorar. "neden asker evlat?" asker cevap verir. "bir milliyetçiyim efendim, iki vatanımı çok seviyorum efendim, üç beni buraya zorla getirdiler efendim!" güzel diyalogtur.

windtalkers ise kızılderililerin nasıl güzel asker olduğuna dair bir film işte. nicholas cgae'i hiç sevmem. bu filmi de bir boka benzemiyor. filmde şifreci bir kızılderili vardır. cage onun kıçını korumakla görevlidir ve olay japonya savaşı sırasında geçer. kızılderililer yeni bir şifreleme tekniği ile japonların güçlü siperlerini savaş gemilerine bildirirler. savaş sahneleri iyi. cage'in tripleri felaket kötü.

les femmes de l'ombre'de ise kahraman fransız kadınları anlatılıyor. sophie marceau başrolde. almanlar hala fransa'dadır ve normandiya çıkartması yakındır. çıkartmadan haberder bir ingiliz esir düşer ve bir grup direnişçi fransız kadın bu ingilizi kurtaracaktır. pek güzel değil.
the bridge at remagen
adlı filmi yeni izledim. almanya'ya girişte ren nehri üzerindeki son sağlam köprü olan remagen köprüsünün hikayesini anlatıyor. bir küçük amerikan birliği ve onu savunan küçük alman birliğinin hikayesi. savaş sahneleri müthiş, izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim. ss salaklığı ile milliyetçi alman subayları ile mecburen asker olmuş, nazi taraftarı görünen halkın dramı çok güzel yansıtılmış. ayrıca amerikalıların köprüyü ele geçirmek için astlarına nasıl davrandığı, zorladığı ve bu küçük kişilerin azmi görülmleye değer.

gränsen bir isveç filmi. onlar savaşa girmese bile "bir kahramanlık destanı da biz çekelim" demişler ve sınırda görevli bir grup isveçli askerin(7 kişi) küçük bir alman birliğine karşı yaptıklarını anlatıyorlar. yedi kişi almanların isveç'i işgal planlarını ele geçirirler ve esas eleman nazilerin eline düşmüş kardeşini kurtarır. köprü uçuruyor, esas eleman ölür. isveçli kahraman askerler vs işte. tipik bir iskandinav filmidir. film 2011 yapımı.

eğer beach red adlı filme rastlarsanız izlemeyin. kusabilirsiniz. feci kötü, oyunculuk yerlerde. konusu japon amerikan savaşı. amerikalılar bir japon adasına çıkar. olaylar gelişir.
1964 yapımı john frankenheimer imzalı the train çok iyi. olay fransa'da geçiyor ve sanat tutkunu bir nazi subayı, çok değerli sanat eserlerini almanya'ya kaçırma niyetindedir. fransız direnişçiler(lokomotifçiler) buna engel olmaya çabalamaktadır.


adam resurrected ilginç bir film. adam almanya'nın en komik adamıdır ve çok iyi hayvan taklidi yapmaktadır. 1942'de 2 kızı ve karısı ile beraber toplama kampına gönderilir. kamp komutanı onun bir hayranıdır ve ailesinden onu ayırarak kkendi köpeği yapar. adam 3 yıl boyunca komutanın odasında köpektir artık ve başka bir görevi ise gaz odasına gidenlere kemanı ile eşlik etmektir. karısı ve küçük kızını da gaz odasına kemanı ile gönderir. film, 1962'de bir israil psikiatri merkezinde geçiyor. 1926'dan 1952'ye kadar ise geçmişe dönerek zaman akıyor. çok güzel bir film. tipik nazi toplama kampları filmlerinden değil.


city of war ise nanking katliamını gözler önüne seren bir belgesel kıvamında. nanking güvenli bölge sorumlusu alman john rabe'nin gözünden yansıtılmış. kendisi alman olsa bile iyi bir insandır. 200.000 çinliyi katliamdan kurtarmıştır. katliamda en az 300.000 kişinin öldürüldüğü, 80.000 kadına tecavüz edildiği tahmin ediliyor.

the great escape'i de izlemem lazım. en azından steve mcqueen için.

18 yorum:

aşkın dedi ki...

Belmondonun filmini izlemiştim.
Türkçesi ''Kaçak Lejyonerler''
Mükemmeldi.Orjinal ismini bulamadım
Zati üzerinden belki 15 yıl geçti.

gerisi önemli değil... dedi ki...

evet, star da yayımlanmıştı. harbiden hoştu.

birde; anglar da germen kabilesidir. harbiden bak!

almanya, danimarka, hollanda, belçika, lüksemburg, isveç, norveç, avusturya, isviçre, kuzey italya, izlanda, kuzey ve orta fransa ile aşağı iskoçya ve ingiltere.

aşkın dedi ki...

:)
Yalnız Habsburg Almandır ve Alman kalacaktır! Nasıl diyorlar ona:
''Bir millet iki devlet''
Bu arada sitenin hastasıyım.

gerisi önemli değil... dedi ki...

onlar da alman elbette. ama farklı hanedanlar mevcut işte. yani ortada aslında protestan bir hanedan ile katolik bir hanedan var. alman birliğinin kurulmasında aralarında derin bir rekabet vardır. prusya ile avusturya bir kaç defa kapışmıştır.

bir kaç yorumunuzu gördüm. yorumlarınızın hastasıyım :)

Scatterbrain dedi ki...

ilk 5e adımı basarım, imzamı atarım. ama sıralamaları kişiye göre değişir tabi.

gerisi önemli değil... dedi ki...

bu zaten dediğin gibi kişisel tercih. tercihler tartışılabilir, ama karışılmaz ;)

Volkan dedi ki...

zombiland bu yazı yazıldığında çıkmamıştı tamam onu geçiyorum ama george a. romero'lar nerede hocam? bir zombi filmi yazısı varsa içinde ismi her zaman geçer diye düşünürdü, acaba virüs,zombi ayrımı mı var olayda (:
birde aklıma ilk gelenlerden rec var. belki tür olarak korku-gerilim kabul edilmiş olabilir ama virüs-zombi konusu işlemesi ve yapanların amerikalı olmaması gibi özellikleri var (:

gerisi önemli değil... dedi ki...

yok yahu, virüs filmi başka postta. bu ikinci dünya savaşı filmleri postu :)

gayin-sin.net dedi ki...

hocam selamlar.

beni biraz hayal kırıklığına uğrattın:-))

görüyorum ki çok önemli filmleri (tabi bence) seyretmemişsin. ama sanırım bunda yaş meselesi devreye giriyor.

aklıma ilk gelenler.

"general patton". gerçekten çok önemli bir filmdir. george c. scott'ın oscar kazandığı ama almadığı bir film. mutlaka seyretmen gerekir. omar bradly'den monty'ye, rommel'den patton'a kadar birçok generali buluşturan bir filmdir.

sonra "insanlar yaşadıkça". sırf trompet sesi bile yeter bu filmi hatırlamak için, bir de plaj sahnesi.

savaşın insani yönünü gösteren "kasabanın sırrı" mükemmel bir filmdir. özellikle bombolini tiplemesiyle antony quinn unutulmazdır.

macar yönetmen zoltan fabri'nin "cehennemde iki devre"si "zafere kaçış"ın aslıdır ve doğrudan dinamo kiev'in başına gelen trajediyi sinemaya aktarır.

aklıma gelen bir diğer film "generallerin gecesi". çok çok iyidir. özellikle de general tanz'ı canlandıran peter o'toole.

başka. sophia loren'le marcello mastroanni'nin oynadıkları doğu cephesi'nde askerlik yapan bir italyan askerin öyküsü "güneş çiçekleri".

sonra sovyet sinemasında bir başyapıt. grigori çukray'ın "askerin türküsü." keza yine sovyet sineması'ndan "gel ve gör" ve "sakindi oranın şafakları."

yazdıkça aklıma gelenler var. mesela "penceredeki kadın" ya da "une femme a sa fenetre". keza "hirochima mon amour". "güneş imparatorluğu." "hücum, hücum, hücum". ve tabi "schindler'in listesi" ve oradaki kırmızı paltolu kız. yine şimdi aklıma gelen "irlandalı kız".

gibi, gibi.

sevgi ve selam.

melih

gerisi önemli değil... dedi ki...

patton'ı izledim, ama beğenmedim. herifi tanrı gibi anlatmışlar. monty ile aralarındaki rekabeti yansıtması güzeldi ama :)

şindler adlı herifin listesini bir kez izledim ve bir daha izlemem. izlediğim en berbat filmdi. ben bile filmi izlerken tüm mal varlığını satarken arabasını neden satmadığını düşünürken filmin sonunda aynı durum onun da aklına geliyor. saçmaydı bence. salt yahudi soykırımı konusuna sahip filmler bence iyi değildir. the pianist bu yüzden mükemmel ötesi bir film bence. daha iyisi nasıl çekilecek, bilemiyorum.

anladığım kadarı ile bol bol izlemişsiniz bu tür filmleri :) jean paul belmondo'nun o kuzey afrika'da nazi altınlarını ele geçirmek için mücadelesini anlatan bir film vardı. ben çocukken star'da yayınlanıyordu. belki adını hatırlarsınız ve yazarsınız buraya :p

birde bu star'ın eski sinema kanallarından birinde gördüğüm, savaşı direkt nazi subaylaylarının gözünden anlatan ilginç bir film vardı. stalingrad kuşatması ile ilgili. paulus'un kuşatılan ordusunun halini anlatıyordu. siyah beyaz bir filmdi. belki onun da adını bilirsiniz :p

dediğiniz gibi film çok, ben de bu tür tavsiyeler sayesinde adlarını öğrenebiliyorum. adlarını yazdığınız için çok teşekkürler melih bey :)

gayin-sin.net dedi ki...

hocam selam.

belmando'nun filmini hatırlamıyorum. belmando'yu biraz tutmadığımdan seyretmedim muhtemelen.

bahsettiğin o alman filminin adı "stalingrad" olmalı.

yahudi soykırımıyla ilgili kanımca en iyi film "sophie's choice"tur. dolaylı anlatır soykırımı ama iyidir.

"patton" konusunda seninle tam hemfikir değilim. aslında patton'ın kitabını okudum ve film de tam o kitaptaki adam. hatta filmde daha bir halk adamı. çünkü gerçek yaşamında aristokrat bir tarafı var patton'ın ve bu nedenle sevmeyeni çok. ama askerleri içinde tam bir halk adamına dönüşüyormuş. ki filmde aristokrat havasını hiç almadık.

böyle işte.

sağlıcakla kal.

melih

gerisi önemli değil... dedi ki...

merhaba...

bahsettiğim o film, stalingrad filmi değil. geçen izledim stalingrad filmini. fazlasıyla berbat bir filmdi.

yorumlarınız için teşekkürler :)

gerisi önemli değil... dedi ki...

belmondo'nun filminin adını sanırım buldum:

les morfalous

Pembe Gözlüklü Kedi dedi ki...

Andrzej Wajda'nin 2. Dunya Savasi uclemesi: Pokolenie (1954, Kanal (1957), Popiol I diament (1958).

gerisi önemli değil... dedi ki...

bu filmleri izlemedim. bulursam izleceğim. tavsiyeniz için teşekkürler...

Volkan Köse dedi ki...

yıllar önce cine 5 te izlemiş olabilirim ikinci dünya savaşını almanların kazandığını kurgulayan savaş sonrası almanya hitler ve abdyi konu almış bir film vardı adını falan hatırlamıyorum hiç duydunuz mu ?

gerisi önemli değil... dedi ki...

evet, o filmi hatırlıyorum ve hatta benim hatırladığım naziler amerikayı ele geçirmişti. ama adını hatırlamıyorum, kusura bakma artık..

gerisi önemli değil... dedi ki...

yazdığımı anlamamışsın, seyrettiğim ibaresi var. istediğim gibi liste yaparım, bu seni ilgilendiren bir durum değil..

Related Posts with Thumbnails

...

ilet:

ytravisbickle@hotmail.com

Sayfalar

telif falan istemiyorum, iyi eğlenceler... Blogger tarafından desteklenmektedir.